Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumcu Demokrasi

Kenan Avcı

“Halklar tüm zulüm düzenlerini, en büyük düşmanlarını demokrasiyle vurmuşlardır. En refahlı dönemlerini demokrasileriyle yaratmışlardır. Amerikalıların demokrasileri olmasaydı, güneş batmayan İngiliz imparatorluğunu hizaya getiremezlerdi. İngilizlerin halk demokrasileri olmasaydı, azgın Narman Kral soyunu deviremez ve günümüzde bile örnek olan İngiliz demokratik sistemi yaratılamazdı. Fransızların büyük demo’su olmasaydı, büyük devrimleri ve cihana nam salan ve örnek olan cumhuriyet rejimleri kurulamazdı. Demek ki demokrasi en üretken rejim oluyor.”[1]

 

Giriş

Kapitalist modernite sisteminin ayırt edici özelliği şeylerin doğasıyla oynamalı, nesne ve özneyi başkalaşıma uğratmasıdır. Böyle yapmazsa varlığını sürdüremez. Ontolojik olana bir dejenere olma halini ifade eden bu sistem, insan-doğa-evren bütünselliği içerisinde açığa çıkan bütün maddi ve manevi değerlerin özünden saptırılması koşuluyla ayakta kalabilmektedir. Bir “tüketim canavarı” kabilinden dokunduğu her şeyi adeta moloz yığınına dönüştüren devletçi sistemin son evladı konumundaki kapitalizmin el attığı ve neredeyse enkaz yığınına çevirmek üzere olduğu, temel sosyo-politik kavramlardan birisi de demokrasi kavramıdır.

Kapitalist modernite çağında içi boşaltılan ve içeriğinden soyutlanan şeylerin başında demokrasi nosyonunun geliyor olması, boşuna değildir. Demokrasi kavramı adeta çağın doğması ve yağması haline getirilmiştir. Ağzını açan her siyasetçinin dudaklarından dökülen ilk cümleler demokrasi odaklı olmakta, herkes demokrasi edalarıyla kürsülerde arz-ı endam etmektedir. Andrew Heywood’un da belirttiği gibi; “Demokrasi kavramı 19.Yüzyıla kadar bir tür ayak takımı hissini veren kötüleyici imalara sahip olmayı sürdürdü. Buna rağmen, şimdi hepimizin demokrat olduğuna ilişkin bir algı bulunmaktadır. Liberaller muhafazakarlarlar, sosyalistler, komünistler, anarşistler ve hatta faşistler demokrasinin erdemlerini yere-göğe sığdırama ve kendi demokratik sicillerini ispatlama eğilimindedir.”[2] Peki bunun nedeni nedir? Antik Yunan deneyiminden sonra yıldızı sönen ve tahtını otokratik veya monarşik yönetimlere bırakmak zorunda kalan demokrasi rejiminin, 18.Yüzyıldan sonra tekrardan keşfedilmesinin  altında yatan neden nedir? Tam 2500 yıl insanlığı monarşinin demir yumruğuyla yöneten egemenler, ne oldu da tekrardan demokrasiyi hatırladılar? Bu rücu edişin asıl nedeni, kuşkusuz, yaşanan meşruiyet krizidir. Devletli tarih boyunca iktidar icra eden güçler, tatbik ettikleri otoritelerine hep meşru bir dayanak bulmak zorunda kalmışlardır. İşte devlete hiçbir demokrasi tasarımı , bu meşruiyet arayışının sonucu olarak yaşam alanı kazanmıştır. Bu açıdan egemenlerin demokrasi algısı, devletin ayıplarını örten incir yaprağı misalidir. Halkların eşitlik, özgürlük ve adalet mücadeleleri egemenleri zorladıkça, iktidar modellemelerinde yeni arayışlara gidilmiş, özgürlük ve eşitlik taleplerini devletin potasında eritecek formülasyonlar geliştirilmeye çalışılmıştır. Zaten bu yüzdendir ki, Platon’dan Sorel’e kadar 2500 yıllık düşünce tarihinde demokrasiyle ilgili üretilmeyen tüm fikirler, devlet yapılanmasının kuşatıcı sınırları arasında hapsedilmiştir.

 

Antik Yunan’ın Ölü Doğmuş Çocuğu

Demokrasi kavramını bilinen anlamıyla ilk kullanan bir Yunanlı tarihçi Heredot olmuştur. M.Ö 5.Yüzyılda kaleme aldığı Tarih adlı yapıtında demokrasi terimini “ halkın iktidar”ı biçiminde tanımlamıştır. Terimin özel içeriğinden uzaklaşma süreci de zaten bu noktadan itibaren başlamaktadır . Çünkü “halk” ve “iktidar” olguları karşıt düzlemlerde varlık gösteren yapılardır; aralarında uzlaşmaz çelişkiler mevcuttur. Bu iki yapıyı aynı düzleme sokmak eşyanın tabiatına aykırıdır. Dolayısıyla Antik Yunan demokrasisinin ölü doğmuş bir çocuk olduğunu söylemek, abartı sayılmamalıdır. Zaten tarihsel deneyimler bu iki yapının, yani halk ve iktidar entitelerinin bir arada yaşayamayacağını defaatle kanıtlamış bulunmaktadır; çünkü demos(halk) ayrı, krotos(iktidar) ayrı kategorilerdir. Birinin yaşayabilmesi, diğerinin zayıflatılması veya sönümlendirilmesi koşuluna bağlıdır. Temel tespiti ve tanımı bu kısır döngüden çıkarmadıkça, gerçek anlamda halkçı-toplumcu bir yönetişim modelini oluşturmak gerçekçi ve sürdürülebilir bir çaba olmayacaktır. Antik Yunan demokrasisi bu açıdan halkı bütünsel anlamda söz, karar ve irade sahibi yapmamakta, gücü tekrar belli bir elit tabakanın elinde yoğunlaştırmakta, halkların Sümerler döneminden başlayan sömürücü devlet düzenine karşı isyanlarını ve özgürlük taleplerini yumuşatmaktadır. Kuşkusuz egemenleri bu yöne iten ve demokrasi retoriğine mecbur bırakan tetikleyici unsur, yine halkların kesintisiz mücadelesidir; ancak açığa çıkan şey eşitlik, özgürlük ve adalet taleplerini karşılamamıştır. Abdullah Öcalan’ın da altını çizdiği gibi, “Atina demokrasisi köleliği aşamadığı için tam demokrasi sayılmaz” ( … ) Çünkü kadınları, yabancıları ( dönemin mültecileri ) ve köleleri kapsama alanın dışında tutmaktadır. Ki bu, toplumun üçte ikisinden çok bir kitleye tekabül etmektedir. Köleler bütün angarya işlerini yaparken, kadınlar arkalarını toplarken Antik Yunan’ın “yurttaş” sıfatını kazanmış üst ve orta sınıf mensubiyeti bulunan erkekleri, politik süreçlere daha aktif katılmış ve bunun adına da “demokrasi” demişlerdir.

Antik Yunan demokrasinin kurumlaşma süreci M.Ö 5.Yüzyılda başlamıştır. Fakat bunun nüvelenme süreci 7.Yüzyıl’a kadar uzanmaktadır. M.Ö. 632’de Keylon isimli bir soylunun alt sınıfları hareketlendirip Genos’lara karşı ayaklandırması, Antik Yunan demokrasisinin çıkış noktası sayılabilir. Dönemin egemenleri Genos’lardır. Alea ve Dar soylularının temsilcilerinden oluşan “400’ler Meclisi” en yüksek söz ve karar sahibidir. 8 (sekiz) soylu ailenin oluşturdukları bu argama “ Genosların Yönetimi” denilmektedir. Akaların M.Ö.2000’lerde, Darların M.Ö. 1200’lerde Mezopotamya’dan Ege Yarım Adası’na geçen uygarlık taşıyıcısı kavimler olmaları dikkat çekici bir ayrıntıdır. Akalar gelmeden önce, Avrupa’nın otokton sakinlerine “Hellos Köy” düzeninde yaşayan “Pelasgoslar” denilmekteydi. Tunç silahlar kullanan Akaların Pelasgosları egemenlik altına alıp “Mykane” uygarlığını kurdukları bilinmektedir. Bu, Mezopotamya’daki devlet zihniyetinin Avrupa’ya taşınma sürecini ifade ediyor. Yine demirden silahlar kullanan Darların da Ege kıyılarında kent devletleri dönemini başlattıkları net olarak tespit edilmektedir. İşte demokrasi ve adalet talepli ilk halk isyanı, bu iki uygarlık taşıyıcısı istilacı güçlerin ardıllarına karşı gerçekleştirilmiştir. Alt ve üst sınıflar arasındaki uçurumun derinleşmesi, Antik Yunan halklarından Genoslara karşı büyük bir öfkenin birikmesine yol açmıştır. En nihayetinde M.Ö 632’de harekete ve isyana dönüşen bu öfke, belki de tarihin ilk sınıfsal isyanlarının başında gelmektedir. Ayaklanma sınıfsal, öncüsüz ve örgütsüzdür. Ayaklanmayı ateşleyen Kylon adlı soylunun tek amacı halkın rahatsızlıklarını örgütlemek suretiyle kendisini Tiran yapmaktır. Dolayısıyla bu isyan halklar adına önemli kazanımların yolunu açmış ve demokrasi sürecini başlatmışsa da, halkların özgürlük, eşitlik, adalet talepleri realize edilmemiştir.

Genosların Kylon isyanına verdikleri ilk cevap, M.Ö.620’te çıkardıkları ”Drakon Yasaları” olmuştur. Bu yasalar çok sert tedbirler alarak, tehlikeli boyutlara ulaşan halk isyanını şiddet yoluyla bastırmayı amaçlamaktadır. Bu temelde başta Kylon olmak üzere binlerce isyancı katledilmiştir. Bu sert önlemlerin gerilimi azaltmadığı ve isyan dalgaların bloke edilmediği görülünce de, ani bir yöntem değişikliğiyle “ solon reformları” denilen yumuşak güç tedbirleri devreye sokulmuştur. Solon denilen kişinin profili devletli düzenin dengesini iyi anlamak açısından dikkat çekicidir. Kendisi alt sınıflardan gelen ama deniz ticaretinde zenginleşmiş bir tüccardır. Yani orta sınıf kimliğiyle işlevsel bir denge unsurudur; her sınıfa yakın duran ama hiçbir sınıfa ait olmayan orta yol çizgisini temsil etmektedir. Genosların Solon’u iktidara getirip onun eliyle reformları devreye sokmaları, devletli demokrasi anlayışında orta sınıfın vazgeçilmez olan stratejik misyonuna işaret etmektedir. Genoslarla poryorlar arasındaki yıkıcı sınıf çatışması nihayi devrime doğru giderken, orta sınıfın alanı genişletilerek egemenlere nefes aldırılmış, iktidarcı devlet çizgisinin ömrü uzatılmıştır. İşte devletçi demokrasi denilen şeyin özü budur. Demokrasinin ilk somut kazanımı olan Solon reformlarının içeriğinde de bir gerçeklik net olarak anlaşılmaktadır. Borç köleliğinin kaldırılması, toprak reformu, vergilerin düşürülmesi, ve isyancıların bağışlanması gibi reformların ve uygulamaların hiçbirisi halkı iradi anlamda yönetim gücü haline getirmemiş, belki kısmi rahatlamaya yol açarak, adaletsiz devletli iktidar düzeninin sürmesine katkı sunmuştur.

Antik Yunan demokrasisinin bilinen anlamda çerçevesini oluşturan kişi, Kleisthenes olmuştur. M.Ö.507’de yaptığı radikal ölçekli düzenlemelerle Genosların gücünü iyice sınırlandırmış. Sekiz soylu ailenin oluşturduğu “ 400’ler meclisi” ni lağv etmiş, onun yerine demos’a(halka) dayalı “500’ler meclisi” ni oluşturmuştur. Sekiz aileden gelen 50’şer temsilcinin yerine, 10 farklı bölgeden gelen 50’şer temsilcinin söz, karar ve irade sahibi olması veya kılınması kuşkusuz ileri bir adımdır. Ve fakat bu temsilciler köleleri, kadınları, yabancıları (göçmenler) temsil etmediğinden gerçek anlamda toplumcu demokrasi sayılmamaktadır. Çanak-çömlek mahkemesi, Agora demokrasisi gibi uygulamalar da gene Kleisthenes döneminde demokrasi doğrultusunda atılmış önemli adımlar olmaktadır.

Antik Yunan demokrasisinin tartışmasız en ateşli savunucusu, uygulayıcısı ve kahramanı Perikles olmuştur. Kleithenes’in çerçevesini çizdiği ve Atina’da uygulamaya soktuğu Antik demokrasiyi kurumsallaştıran ve tüm Ege Yarımadasına yayan kişi, Perikles olmuştur. En büyük amacı, Attika-Dellos Deniz birliği’ni kurarak, bir tür konfederal sistemle tüm Yunan şehir devletlerini demokrasi ekseninde birleştirmektir. M.Ö.490’da Pers’in Yunanistan’a saldırması Perikles’in işini kolaylaştırmış ve tüm Yunan şehir devletlerinin kendisinin öncülüğünde demokrasi eksenine girmesini sağlamışsa da, Persler geri püskürtüldükten sonra, Spartalıların öncülük ettiği kimi şehir devletleri Attika-Dellos Deniz Birliği’nden çıkmış, tekrardan Otokrasi eksenine girmiştir. 30 yıl sürecek olan Pelopenesos Savaşlarına yol açan bu politik yarılma, Perikles’in ütopyalarını boşa çıkararak demokrasi sürecini kesintiye uğratmıştır. Pelopenesos Savaşlarından sonra tarihin tozlu raflarında kaderine terk edilen demokrasinin, 18. Yüzyıla kadar, yaklaşık olarak 2500 yıl belleklerden uzak bir köşede tutulduğunu söylemek mümkündür.

 

Devletçi Demokrasinin İkinci Perdesi: Temsili Demokrasi

Perikles’ten yüzyıllar sonra demokrasinin esamesi bile okunmadı; otoritenin kaynakları eskiden olduğu gibi yine teosa veya genosa dayandırılmaya başlandı. Kuşkusuz insanlık açısından bu bir gerilemeydi. Devletleşme sürecinden önce gerçek anlamda demokrasiyi yaşayan özgür toplumsallık, tahakkümcü iktidar güçlerine karşı direnerek toplumsal yönetimde, çok dolaylı da olsa demokrasi tartışmalarını gündemleştirmeyi başarmıştı. Antik Yunan deneyiminin önemi buradan ileri gelmektedir. Tanrı-kralların ilahi güce (teas). Kralların soya (genos) dayandırdıkları otoritenin tek kaynağının halkın gücü (demos) olduğu gerçeğinin görülmüş olması, bu açıdan önem taşımaktadır. Fakat egemen güç odakları, çok dolaylı ve cüzi miktarlarda bile olsa, demokrasinin geçerlilik kazandığı durumlarda, tüm güç ve otoritelerini yitireceklerini gördükleri anda, demokrasi sürecini şiddetle kesintiye uğratmış, teosun veya genosun sunduğu tartışmasız iktidar nimetlerine geri dönmüşlerdir. Zorda kalınan dönemlerde demokrasinin sunduğu meşruiyet ve kolektivizm olanaklarından yararlanılmış, tehlikeli eşikler aşıldıktan sonra aslında rücu edilip, tahakkümün gerçek edasıyla iktidar koltuğuna oturulmuştur.

18.Yüzyıldan sonra yeniden keşfedilen ve tedavüle sokulan temsili demokrasinin çarpıcı serüveni de biraz böyledir. Antik Yunan’ın köleci sınıf demokrasisinden Batı Avrupa’nın temsili demokrasisine uzanan meşakkatli yolculuğun hikayesi uzundur. Bir makalenin çapını çok fazla detaylara girmeyecektir; fakat yaşanan şeyin, aynı oyunun ikinci perdesini andırdığını belirtmek önem taşıyor. İnsanlık adeta 2500 yıl dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmiş gibidir. Tahakkümcü iktidar sapmasının otoriteyi götürüp teasta soyutlaması veya genoita tekelleştirmesi yaşanan bu kısır döngünün asıl nedeni olsa da, iktidar ve onun kurumlaşmış ifadesi olan devlet olguları aşılamadan, dejavu misali bu gel-gitler yaşanmaya devam edecektir.

Demokrasiyi tarihin tozlu sayfalarından indirip “temsili” sıfatı kazandırarak aristokrasiye karşı ideolojik bir silah olarak kullanan güç odağı, burjuvazi olmuştur. 18.Yüzyıla kadar Kadir-i mutlak güç merkezi aristokrasiydi. Toprağa dayalı statik ekonomiden beslenen bu iktidar odağı meşruiyetini tanrıdan, gücünü soydan, sürekliliğini monarşilerden almaktaydı. Fakat 15.Yüzyıldan itibaren batı Avrupa’da boy veren Rönesans ve Reformasyon hareketlerinin, keşifler ve icatlarla buluşması (Ana Kıtanın keşfi; pusula, matbaa, barutun icadı), yeni bir sınıfsal doğuşa ebelik etmiş, insanlığın yaşadığı zihniyet atımlarını burjuvazi, kendi iktidarına giden yolun yapıp, taşları olarak döşemiştir. Bu açıdan, insanlığın ulaştığı nihai politik ufuk olarak sunulan temsili demokrasinin, halkın iradesini manipüle eden burjuva sınıfının illüzyonik bir çarpıtması olduğunu tespit etmek büyük önem taşımaktadır. Elbette ki çarpık ve manipülatif formuyla bile olsa, egemenlerin tekrardan demokrasi eksenine girmeye zorlayan temel etmen, halkların özyönetime dayalı eşitlik, özgürlük ve adalet mücadeleleridir. Fakat ne yazık ki, binlerce yıla dayanan bu soylu direniş ve mücadele çizgisi, Batı Avrupa’nın “ Burjuva Devrimleri” denilen geçiş (devlet ve iktidar içi sınıfsal geçiş) süreciyle ters yüz edilmekten ve zayıf düşürülmekten kurtulamamıştır. Toplumu kuşatan tahakkümcü eril zihniyet, adete kabuk ve yöntem değiştirerek (iktidar eksenini aristokrasiden burjuvaziye kaydırarak), yoluna devam etmiştir. Hollanda, Amerika, İngiliz ve Fransız burjuva devrimleri bu iktidar içi geçiş sürecinin az sancılı hareketleri olmaktadır. Felsefi anlamda İngiliz ampirizmi ve Fransız rasyonalizminden beslenen, ideolojik anlamda liberalizme dayanan ve politik anlamda ulus-devlet garabetini icat eden temsili demokrasi zihniyetinin en temel özelliği ve ayırt edici yanı, 4-5 yılda bir kurulan ve yöntemleriyle sonuçları her zaman tartışmalı olan seçim sandığıdır. Bu da son tahlilde en despotik monarşilerden daha bağnaz ve tutucu olduğunu ispatlayan ulus-devlet sisteminin yegane meşruiyet kaynağı misyonuyla işlevsellik kazanmaktadır. Onun dışında, liberal demokrasinin amentüsü sayılan Anayasal eşitlik, sosyal adalet, hukukun üstünlüğü, birey özgürlüğünün kutsallığı gibi taşıyıcı ayakları, çoktan anlam dumuruna uğramış, tatolojik bir retorikten ibaret hale getirilmiştir.

Abraham Linkon ‘88-65’te yayımladığı Gettusburg Hitabesi isimli bildirgesinde demokrasiyi “ halkın halk tarafından, halk için yönetimi” biçiminde tanımlamıştır. Yine 1777’de tarihte ilk defa “temsili demokrasi” kavramını kullanan ve modern anlamda cumhuriyetçi anayasacılığı tasarlayan Hamilton’da demokrasi için “insanların değil, yasaların imparatorluğu” demiş. Zaten sorun da tam olarak bu  noktada türemektedir. Birilerinin birilerini birileri adına yönetmesi veya insan yapımı mekanik yasaların kutsanıp imparator ilan edilmesi, asla halkların eşitlik, özgürlük ve adalet taleplerini karşılayamaz ve beklenen toplumcu demokrasi talebine cevap oluşturamaz. Bu zihniyet, hukuki anlamda biçimsel bir eşitlik öngörüyor olsa da, sosyal ve ekonomik bakımdan tam ve mutlak bir tonda uygulanan eşitsizliğin temel sorumlusudur. Temsili liberal demokrasilerde genel oy ilkesi vardır. Ve her yurttaşın aynı, lafzen eşit sayılır. Yine tüm vatandaşların hukuk önünde eşit olduğu propaganda edilir. Fakat üretim, dolaşım ve tüketim ilişkilerinde çok acımasız bir eşitsizlik tesis edilmiştir. Mülkiyet hakları ve serbest piyasa konuları gibi yasal kuşatmalarla sosyo-ekonomik eşitsizlik süreklileştirilmiştir. Sadece bu durum bile, temsili demokrasinin yasaları neden bu kadar kutsadığını ve imparator payesiyle onurlandırdığını anlaşılır kılmaktadır. Liberal demokrasilerinde yasaları toplumsal yaşamı yönlendiren adil düzlemlerden ziyade, burjuvazinin sınıf çıkarlarını garanti altına alan taraflı dayatmalar olarak anlam kazanmaktadır. Bunun literatürdeki kavramsal karşılığı ise liberal demokrasilerin özünde burjuva diktatörlüğü olduğu yönündedir.

 

Toplumcu Demokrasinin Soy Damarları

Öcalan her zaman, tarihin akışına yön veren iki ana kaynaktan bahseder. Bunlardan ilki, erkeğin duygusal zekadan kopmuş, tahakkümcü doğasından ileri gelen ezenlerin devletli tarihidir. İkincisi de, kadının duygusal zeka yüklü eşitlikçi ve özgürlükçü doğasını ilham alan ezilenlerin direniş tarihidir. Demokrasi kavgasının özü, özeti budur. İkinci doğada  yedi bin yıldır süregelen bu varoluşsal mücadele, yapı bozumuna uğrayan eril doğanın dişil doğaya durmaksızın saldırdığı gerçekliğinde cisimleşmektedir. Bu savaşın fitilinin mitolojik çağlarda ateşlendiğini bilmekteyiz. Tanrı ve tanrıçaların binlerce yıla yayılan çatışmaları; İnanna ile Enki’nin, Tiamat ile Marduk’un, İştar ile Gılgameş’in mücadelesi, demokrasi ve özgürlük savaşının en primitif versiyonlardır. Doğanın başat karakteri olan kadın, ikinci karakter konumundaki erkeğin başatlık kompleksiyle yaptığı sistematik saldırılara karşı direnmektedir. Kadın kendisini yoktan var edebildiği gibi, erkeği de kendi bedeninden yaratabilmiştir. Hem doğu mitolojisi hem de batı mitolojisi kadının bu başatlık rolünü teslim etmektedir. Erkek figürü analitik zeka kapasitesini geliştirip kaba fiziki gücünün farkına varana kadar, kadının öncülük ve önderlik rolü tartışma konusu olmamıştır. Erkek kendi eril hakikatini inşa ettikten sonra tanrılar sahasında tahakküm kurma ve yeni bir düzen yaratma çabası içerisine girmiştir. İşte bu zihniyet sapması bütün eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin müsebbibi olduğu gibi demokrasi kavgasının da sebebidir. Bu zihniyet sapmasının örgütlü güce dönüşüp kadının ve toplumun karşısına dikildiği zamanlardan şimdiye kadar kadın, hep tanrıçalar şahsında direnişçi pozisyonunu korumaktadır. Demokrasi kavgasının çıkış noktası bu oluyor. Bir tarafta dişil doğanın eşitlikçi, özgürlükçü ve adaletli toplum dokusu; bir tarafta eril doğanın tahakkümcü, köleci ve baskıcı toplum dokusu mevcuttur.

Bu noktada şunun da altını çizmek gerekiyor. Demokrasi kavramının filolojik bakımdan iktidar olgusuyla uyumlu ve özdeşik kılınmasının sakıncalarına dikkat çekilmişti. Kavram düşünsel literatürde yerleşiklik kazandığı için demokrasi terimini verili biçimiyle kullanmak durumundayız; fakat kavrama yüklediğimiz anlamın tamamen devlet ve iktidar dışılığı barındırdığını ve toplumsal yönetime gönderme yaptığını vurgulamak, biçimsel bir çelişkinin izahı bakımından önem taşımaktadır.

Toplumcu demokrasinin gelip dayandığı tarihsel soy damarı, kadının doğasıyla yoğrulmuş özgürlükçü toplum zihniyetinin, kendi kendini yönetme kabiliyeti kazanmasından başka bir şey değildir. Öcalan, demokrasi (yerinden yönetim) zemininde realize olan ahlaki-politik ölçülerin özgürlüğün kendisi olduğunu özenle belirtmektedir. Bunun da en sarih biçimini klan toplumunda görmekteyiz. Bu, nicelik veya koşullarla ilgili bir durum olmayıp, zihniyet meselesidir! Klan toplumunu oluşturan insan toplulukları, sayıları az olduğu için değil, zihniyet kodlarını kadının ana tanrıça kültürüyle yapılandırdıkları için, toplumcu demokrasinin prototipi sayılmaktadırlar. Öcalan’ın da altını çizdiği gibi “insanlığın mevcut bilim seviyesi ve teknolojik gücü, kanlı devrimlere ihtiyaç duymadan, her soruna demokratik kriterlerle çözüm oluşturabileceğini göstermektedir. Bir anlamda demokrasinin tam uygulanabilmesi için gerekli olan bilim ve teknolojinin gelişim seviyesi ilk defa istenilen düzeyi yakalamıştır.”[3] Klan toplumsallığının demokratik değeri soyut bir güzellemeden ibaret değildir. Çağdaş dünyada aradığınız demokratik değerlerin, en somut ve sade haliyle, klan toplumunda yaşandığı hususu ortaklaşılan bir hakikattir. Klan toplumsallığı her şeyden önce kadın özgürlükçü ve kadın önderliklidir; özel mülkiyeti tanımamaktadır, tamamen komünal ve kolektivisttir, yerinden yönetim ve doğrudan katılım ilkeleriyle hareket etmektedir. Ve en önemlisi de tahakküm ilişkilerini tümden reddetmektir. Toplumcu demokrasinin zihniyet bağlamındaki ilke ve ölçüleri, aynı zamanda demokratik ulusun çerçevesini oluşturan bu insanlık değerleridir.

İnşa etmeyi amaçladığımız toplumcu demokrasinin ikinci soy damarı, Mazdeik inanç sistemidir. Mazdeizm çoklukla M.S. 5. yüzyılda Rojhilat Kürdistan’ında yaşamış olan direniş önderi Mazda ile özdeşleştirilmektedir. Fakat onun çok daha öncesi mevcuttur. Mazdeizm, ideolojik-politik-felsefik bir direniş çizgisidir ve ana tanrıça direniş geleneğinin köleci çağdaki yansımasıdır. Zerdeşt, Mazda, Mani, Hurrem, Cawidan, Babek ve Ebu Müslüm-i Xorasani gibi toplumu demokrasinin tarihteki önder temsilcileri, Mazdeik inanç sistemi ve yaşam felsefesinin taşıyıcıları rolündedirler. Eşitlikçi ve özgürlükçü Ana Tanrıça kültürü Mazdeizm kanalıyla Zerdeşt’e ulaşmış ve oradan günümüze kadar uzanan bütün toplumsal direnişlerin doğrudan veya dolaylı olarak rotasını belirlemiştir. Köle isyanları, dinsel çıkışlar, peygambersel arayışlar, kavim göçleri, köylü ayaklanmaları, etnik-kültürel hareketler, işçi hareketleri ve hatta günümüzün bütün sistem dışı oluşumları, bu soy damarının taşıyıcılığıyla mümkün olmuştur. Bu açıdan demokratik/komünal toplumu yaşam özleminin kök hücresi kadın doğası, taşıyıcı gücü Mazdeik inanç/düşünce sistemi, güncel temsiliyeti Öcalanca dünya görüşü olmaktadır. Mazdeik inanç sisteminin Ana Tanrıça kadın kültürüyle kurduğu organik ilişkiyi, ekolün adına bakarak da anlamak mümkündür. “Maye-mard” kelimesi Kürtçenin Kirmanciki (Dimilki) lehçesinde (insanlığın en kadim dillerinden birisi!) “Ana” anlamına geliyor. Hint-Avrupa dil grubu denilen Aryenik dil gruplarının çoğunda “Mather”, “Mama”, “Maya”, “Ma” gibi Ana anlamına gelen kelimelerin ortak noktası “Ma” kökünden türetilmiş olmalarıdır. Kirmanca’da “ma” kelimesi aynı zamanda “biz” anlamına gelmektedir. Çoğunluğu ifade eden “biz” ile, yaratıcılığı ifade eden “ana” kelimelerinin özdeş anlamlarda kullanılması gerçekten de çok çarpıcıdır. Bunun yanı sıra, “da” fiil köklü de Kirmanca’da “dayıne”** yani “vermek” veya “yaratmak” anlamına gelmektedir. Yani “ma” isim soylu zamiri ile “da” fiilinin kaynaştırma ünsüzü “z” harfiyle birleşerek “bizi yaratan ana” anlamına gelen ideolojik-politik çağrışımları bulunan bir kavram türetmiş olması ve bu kavramı toplumsal hafızada on binlerce yıl özgürlük mücadelelerinin sembolü olarak yaşatması, demokrasinin kimliği ve niteliğiyle ilgili öğretici dersler sunmaktadır. Dolayısıyla toplumun demokrasi mücadelesinin bağdaşık ve çizgisel üç surecinden bahsetmek mümkündür. Bunlardan ilki Ana Tanrıça kültürü, ikincisi Mazdeik direniş çizgisi, üçüncüsü ise Öcalan’ın dünya görüşüdür. Üçüncüsünün, ilk ikisinin günceldeki sentezi ve temsiliyeti olduğunu anlamak mümkündür.

 

Toplumcu Demokrasinin Çağdaş Formasyonu

Her şeyin kendi kökleri üzerinden yeşerdiği gerçeğinden hareketle demokrasi kavramının da kendi tarihsel kökleriyle buluşturulması, toplumcu direniş çizgisinin üstesinden gelmesi gereken öncelikli görevlerinden birisidir. Kuşkusuz bu görevin çok ciddi zorlukları mevcuttur. Çünkü demokrasi kavramının kökleri tarihin derinliklerinde kalmış durumdadır. Daha da yakıcı olanı, demokrasi kavramı egemen iktidar güçlerinin üzerinde en çok oynadıkları ve manipülasyon yaptıkları alanların başında gelmektedir.  Kavramın devlet esaretinden kurtarılması ve tarihsel kökleriyle buluşturulması sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Bu yapıldıktan sonra ise,  demokrasinin çağdaş ve güncel formülasyonunun oluşturulması ve toplumda yaygın bir demokrasi zihniyetinin yaratılması kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Bunun için de etkili bir mücadeleye ve yetkinleştirilmiş, donanımlı bir kadro gücüne ihtiyaç olacaktır. Öcalan’ın dikkat çektiği gibi; “Demokrasi çok bilinçli ve yürekten, toplumun çıkarlarıyla bireylerin esenliğine aşık kişilere şiddetle ihtiyaç duyar. Partilerden çok toplumu canlı, dinamik tutan halkın demokrasi konusunda sürekli eğiten, uyanık olmaya teşkil eden demokratlar olmadan, sadece kurum ve ilkelerle demokrasi yürütülemez. Dinamik bir olgu olarak demokrasi sürekli sulamayı ( eğitimi) isteyen bir bitki gibidir. Aşık evlatları tarafından beslenmezse kurur, yozlaşarak başka antidemokratik gelişmelere ait olabilir.”[4] Dolayısıyla her şeyden önce demokratik ulus zihniyetiyle donatılmış demokratik öncülüğün yaratılması gerekmektedir. Herhalde eksik kalan ve mücadeleyi geriye çeken en stratejik yetersizliğimiz bu olsa gerek. Maddiyatçı, aileci, bireyci, cinsiyetçi ve önemli oranda iktidarcı anlayış ve arayışlara sahip kişiliklerle toplumsal demokrasi mücadelesine girişmek, oyuna yenik başlamak ve oyundan hezimetle çıkmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Demokratik inşa sürecinde toplumsal alanda yaşadığımız yıkım ve hezimetlerin en temel nedeni budur. Demokratik mücadele öncülüğünün savaş öncülüğünden katbekat daha zor olduğunu, tartışmasız bir ideolojik netlik gerektirdiğini ve ortalıkta işsiz dolaşan alelade kişiliklerle yürütülemeyeceğini, yıkıcı deneyimler neticesinde görmüş bulunduk.

Özgürlükçü paradigmanın toplumcu demokrasi yaklaşımı, tüm çağların en ileri ölçekli demokrasi tasarımını sunmaktadır. Burada demokrasi yaklaşımının temel özelliği, toplumu devletin tasallutundan kurtarmak ve beş bin yıllık kısır döngünün dışına çıkarmaktır. Dolayısıyla Apocu paradigmanın demokrasi anlayışının ilk şartı devlet ve iktidar olgularını tümden reddetmek iken; ikinci şartı, yerinden yönetim ilkesini şerhsiz benimsemektedir. Yaklaşımın kuramsal çerçevesi çokça tartışılmakta, ana hatlarıyla iyi bilinmektedir.: “ Demokratik Ulus” zihniyetiyle donanmış toplumun, kendisini “demokratik özerklik” idari modeliyle bedenleştirmesi ve bunun “demokratik konfederalizm” (senkronize edilmiş örgütlü özerk yapıların bir aradalığı) sistematiğiyle bir üst aşamaya taşınması, toplumcu demokrasi alternatifini inşa sürecini tarif etmektedir. Yani önce zihniyet, sonra beden, en sonunda sistem inşasından bahsedilmektedir. Bu inşa sürecinin ölçüleri, ilkeleri, boyutları ve yöntemleri tüm detaylarıyla belirlenmiş olmasına rağmen, inşa sürecinde bunca zorlayıcı sorunların oluşmasının anlaşılır gerekçeleri mevcuttur. İşte iktidarcı devlet yapısının her türlü saldırısı ve karşı hamleleri, toplumun devletsizliğe hazır olmaması ve kısmen bundan korkması gibi faktörlerin altı çizilebilir. Fakat en önemli etken, toplumcu demokrasiyi tam özümsemiş ve kendisini bu noktada donatmış inşacı kadro gücünün nitel anlamda yeterince açığa çıkmamış olmasıdır. Elbette bu oluşacaktır! Tarihin akışı bu yöne doğrudur. Paradigma temsiliyet gücü yüksek öncüsünü, toplum özgürlük düzeyi gelişkin hakikatini eninde sonunda açığa çıkaracaktır. Çünkü bu, evrensel oluşun doğasıyla ilgili vazgeçilmez bir arayıştır.

 

Sonuç

Özgürlükçü paradigmanın demokrasi anlayışını kavramsallaştırmak için çoğu zaman “radikal demokrasi” adlandırmasına başvurulmaktadır. Bu adlandırmanın dar ve yetersiz kaldığını önemle vurgulamak gerekiyor. Radikal demokrasi, 1968 kuşağının geliştirdiği ve sistem içi yöntemlerle tariflendirdiği bir demokrasi yaklaşımını esas almaktadır. Reel sosyalizmin totaliter-bürokratik, kapitalizmin liberal-bireyci zihniyetini eşit mesafeden reddeden radikal demokrasi yaklaşımı, rayından çıkmış kapitalist modernitenin, şiddete dayalı olmayan salt siyasal mücadele yöntemleriyle asılacağını savunmaktadır. Başka bir deyişle, sistemin kendisini değil, uyguladığı iktidar yöntemlerini eleştiri konusu yapmaktadır. Bunu yaparken de iki kritik soruyu cevapsız bırakmaktadır. Doğrudanlığın nasıl uygulanacağı ve toplumsal savunmanın nasıl sağlanacağını belirtmemekte, bu bağlamda alternatif model arayışına kafa yormamaktadır. Doğrudan, katılımcı demokrasi talep etmiş, reel sosyalizmin “proletarya diktatörlüğünü” ve kapitalizmin “burjuva diktatörlüğü” nü reddetmişlerdir. Fakat bunların dışında toplumun nasıl örgütlendirilip eylemli kılınacağı, meşru savunmanın nasıl olacağı, üretim-tüketim ilişkilerini hangi zemine çekileceği, politikanın hangi esaslar üzerinden gelişeceği, diplomasinin sınırlarının ve ilkelerinin neler olacağı, toplumun altyapı ve üstyapı sorunlarının nasıl çözüleceği vb. gibi toplumsal yaşamın tüm alanlarına temas eden hayati konularla ilgili herhangi bir kelam etmemişlerdir. Özgürlükçü paradigmanın dört başı mamur toplumcu demokrasi anlayışını, dönemsel bir hareket kabilinden saman alevi misali yanıp sönen radikal demokrasi hareketiyle aynılaştırmamak büyük önem taşımaktadır.

“Radikallik”, toplumcu demokrasi anlayışının karakteristik özelliklerinden sadece bir tanesidir. Toplumcu demokrasi anlayışı sadece radikal değil; aynı zamanda katılımcıdır, derindir, yerindencidir, kapsayıcıdır ve çoğulcudur. Bu altı temel özellik bir arada hayat bulduğu zaman, toplumcu demokrasi gerçekleşmiş olmaktadır. Bunlar sloganik ifadelendirmeler de değillerdir. Toplumcu demokraside radikallik, sistemin temelden reddini ve sorunlara köklü çözümler bulunmasını ifade eder. Derinlik, demokrasi zihniyetinin ve uygulamalarının toplumun kılcal damarlarına kadar ulaştırılmasını ifade eder. Katılımcılık, söz-karar ve iradenin doğrudan icrasını ifade eder. Yerindenlik, politika yapım sürecinin tabana indirilmesini ifade eder. Kapsayıcılık, zihniyet ortaklığı temelinde tüm toplum kesimlerini içermeyi ifade eder. Son olarak çoğulculuk, tek tipleşmeye karşı farklılık içerisinde birlik ilkesini ifade eder. Egemenlerin meşruiyet perdesi payesi biçtikleri demokrasinin, ezilenler açısından özgürlük sahasına dönüşebilmesi ancak bu temelde mümkün olabilecektir.

Sonuç olarak, Öcalan’ın da ifade ettiği gibi “Uygarlığın şafak vaktine beşiklik etmiş Kürdistan coğrafyası, bu sefer demokratik konfederalizmin radikal ve gerçek demokrasisinin şafak vaktine beşiklik etmektedir. Doğada bir kural vardır; her şey kendi kökeni üzerinde yeniden doğar. Demokrasi de neolitik devrimde gizli kökleri üzerinde tam ve başarılı doğuşunu gerçekleşeceğe benzemektedir.”[5]

 

 

Kaynaklar

  • DTM-5
  • BHS
  • Sumer Rahip Devleti
  • Kavram Sözlüğü 1 – Özgür Üniversite yay.
  • Siyaset Felsefesi Sözlüğü – İletişim yay.
  • Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü – İletişim yay.
  • Siyasal Düşünceler Tarihi – Jean Touchard
  • Siyaset – Andrew Heywood
  • Demokrasi Okulları – Chals Tylem

 

 

 

[1] Öcalan,Bir Halkı Savunmak, syf. 123
[2] Siyaset, Syf.49
[3] Abdullah Öcalan; Sümer Rahip Devletinden Demokratik Cumhuriyete, Syf.135
[4] Abdullah Öcalan; Bir Halkı Savunmak, Syf.125
[5] Abdullah Öcalan;Demokratik Toplum Manifestosu-5, Syf.50

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.