Düşünce ve Kuram Dergisi

Anthony Giddens’in Kapitalist Modernite Anlayışı ve Eleştirisi

M. Sabri Yakut

Sosyal bilimlerin sistem analizleri evrensel-tikel diyalektiğini yakaladığı müddetçe çözümleyici bir karaktere sahip olabilmektedir. Hakikat araştırmalarının sosyolojik sonuçlarının çoklu toplumsal inşalara imkân tanıdığı da doğrudur. Ancak söz konusu Avrupa merkezli sosyal bilimler olduğunda hakikate teğet geçildiği görülmektedir. Özünde tikel olan Avrupa evrenselciliğini inşa eden Avrupa merkezli sosyal bilimlerin eleştirel analizini kapitalist modernite ve sistemin “yeniden” kurucu akıllarından Anthony Giddens’in modernite ve “süreksizlikler” teorisi üzerinde somutlaştırmak açıklayıcı bir örnek olmaktadır. Makalede Anthony Giddens’in sosyolojik düşüncelerinin eleştirel analizi yapılmaya çalışılırken onun kapitalist modernite anlayışına odaklanılmaya çalışılacaktıKapitalist modernitenin üç temel sacayağı üzerinden yapısal bir analize tabi tutulmasında Giddens’in göreli bir katkı sahibi olduğu söylenebilir. Ancak bu katkının değerinin “süreksizlik” teorisiyle sakatlandığını söylemek gerekir. Dahası Giddens, sosyolojiyi kapitalist modernitenin rasyonalize edilip yeniden inşasında kurucu bir öğe olarak değerlendirmektedir. Sosyolojinin toplumsal gerçekliği ifşa ve çözümleme yeteneğinin, tarihsel uzamından kopartılarak Avrupa mekânına ve de onun kapitalist modernite çağına hapsedilmesi Avrupa merkezci evrenselciliğin aşırı öznelci yaklaşımının bir sonucudur. ‘Sosyoloji ve daha genel düzeyde sosyal bilimler modernitenin kurumsal refleksivitesinin asli unsurlarıdır’ savını ileri süren bizzat Anthoy Giddes’in kendisidir. Ki onun ‘kurumsal refleksivite’ derken kastettiği şey modernitenin, yeni bilgilerin eylem ortamlarına rutin olarak dâhil olması ve böylece yeniden inşa edilmesini içeren yapısal etkinliklerdir. Görüldüğü üzere Giddens, sosyal bilimleri modernitenin kurucu unsurları şeklinde değerlendirmektedir. Bu türden bir yaklaşım Avrupa merkezli bütün sosyal bilimler için geçerlidir. Buna, sosyolojinin kapitalist modernitenin liberal hegomonik sınırlarına hapsedilmesi de denilebilinir. İ.Wallerstein, Avrupa evrenselciliğini ‘iktidarın retoriği’ şeklinde genel bir tanım içinde ele almaktadır. Ki bu tanım, onun hegemonik karakterine dair bir gönderme yapmaktadır. Giddens’in de yetkin bir temsilcisi olduğu Avrupa merkezci evrenselciliğin, kendisini küresel evrenselcilik olarak adlandırması özünde Avrupa merkezci karakterini gizleme amaçlıdır. Küresellikle kastedileni Avrupa merkezi olarak okumak gerekir. Küresellikte bile bir tekillik iddiası söz konusudur. Avrupa evrenselciliğinin genel zihin coğrafyasında geniş bir dağılım zemini kazanmasında sosyal bilimlerin sorumluluğu vardır. Ve elbette, Giddens sosyolojisi de bu Avrupa merkezci aktörler arasında yer almaktır. Hakikat arayışının tıkatılması bu tekçi-hegemonist anlayışından ötürüdür.

Evrenselci yaklaşım hemen her şeyi ve bütün hakikatleri “bir”e indirgeme eğilimidir. Tekillik üzerinde inşa edilen modernite, hegemonik Avrupa evrenselciliğidir. Tam da bu noktada Anthony Giddens’in tekli modernite yaklaşımının yanlışlığını belirtmek gerekir. Çünkü bütün çağlarda sözkonusu olan, tekli değil çoklu modernitelerdir. Modernite kavramı “çağ” şeklinde değerlendirildiğinde tarih ve toplum uzamında Sümer modernitesi, Roma modernitesi gibi daha birçok farklı modernite örneği belirmektedir. Dahası aynı toplum uzamında iki ayrı modernite gerçeğin karşımıza çıktığını görebilmekteyiz. Bunun için kapitalist moderniteyle birlikte birde demokratik modernitenin varlığından söz etmek gerekir. Oysa A.Giddens’in anlayışında sadece bir tek moderniteye yer vardır ve o da kapitalist modernitedir. Burada bir kez daha karşımıza çıkan, hegemonist Avrupa evrenselciliğinin tikel karakteridir. Elbette Giddens, kapitalist modernitenin diğer tüm modernitelerden farkını ortaya koyarken hakikati açıklamaya kısmen katkıda bulunmaktadır. Biricik olduklarını iddia etmek her çağdaş aydının ülkesine ulusdevletine (yeni tanrılık) ‘borcu’ ibadeti gibidir. Giddens’ın kapitalist moderniteyi üçlü ayak üstüne oturtması da öğreticidir. Gerçi moderniteyi bir üst kategori olarak kapitalizmle ayrıştırmaktadır. Bunu yaparken içine düştüğü tutum açık ki sosyal bilim yöntemine hâkim olan ‘tekilci zihniyettir’[1]. Bu tekçi hegemonist anlayışta hakikat arayışının tıkatılmasının yanında bir çarpıtma da söz konusudur. Avrupa tikelciliğini küresel evrensellik olarak sunmak şeklindeki bir çarpıtmadır bu. Tikelin evrensellik formunda sunuluşu Giddens sosyolojisinde tekrarlanan başat bir yaklaşım olmuştur. Avrupa merkezli sosyal bilimlerin, modernitenin çözümlenmesinde ki özgün katkılarını bile, sanki tek ve biricik hakikatmişcesine bir mutlaklık şeklinde sunması fazlasıyla sorunludur.

Kapitalist modernitenin Giddens gibi sosyologların diskurlarında mutlak ve benzersizlik-süreksizlik şeklinde dile gelmesini aydınlanmacı aklın ontolojik olarak zehirlenmiş bir yanını göstermektedir. E.M.Cioran’ın “Çürümenin Kitabı”nda dediği gibi “her devir bir gün mutlakla zehirler kendini, küçük ve usandırıcı, ama hep yegânelik görünümünde; bir imanla, bir sistemle, bir ideolojiyle; kısacası zamanıyla çağdaş olmaktan kaçınılamaz.”[2]

Kapitalist modernitenin Anthony Giddens’in “benzersizlik”leri üzerinden tekillik ve benzersizliğini bir mutlaklık içinden sunması sistemin yapısal zehirlenmesinin başat işareti olmaktadır. Ve bu aynı zamanda aydınlanmacı aklın 500 yıldır bırakalım küresel dünyayı Avrupa’yı bile neden hala aydınlatamadığı sorusunun cevabı olmaktadır. Tekillik benzersizlik ve mutlaklık gibi hegemonist dogmaların karanlığından ontolojik olarak kendini kurtaramadığı içindir ki dünyayı aydınlatamamıştır!

Anthony Giddens’in kapitalist moderniteyi üç sacayağı üzerinde analiz etmesine karşılık yine de benzersizlik-süreksizlik teorisiyle sistemi anayurdunda (Avrupa) kurtarmaya girişmesinin nedeni onun postmodernist liberal fikirlerinden ileri gelmektedir. Bunun en açık örneği onun 1990’lı yıllar boyunca dönemin İngiliz Başbakanı Tony Blair’in baş danışmanlığını yaparken esas aldığı doktrindir. “Sol ve Sağın Ötesinde” adlı kitabında formüle ettiği fikirlerinin çoğunun Blair’in sosyalist etkilerden yoksun “Yeni Emek” görüşüne cazip gelmiş ve onunla uyuşmuştur. Giddens’ın “Sol ve Sağın Ötesinde” adlı kitabının, Fukoyama’nın “Tarihin Sonu” teziyle ayrılık gösterdiği açıktır. Giddens sol liberal cenahtan Fukoyama ise sağ-muhafazakâr cenahtan sistemi kurtarmanın teorisyenliğine soyunmuştur. Sol-Marksist kökenden kopuşu yaşayan, sosyalizmin daha esnek liberal bir okumasını Giddens’in kitabında görmek mümkündür. Ki konular, resmi-reel sosyalizmin 90’lı yılların başında çözülüşünün de etkisiyle bir nevi “üçüncü yol” teorisi şeklinde vücuda gelen fikirlerdir. “Sol ve Sağın Ötesinde” derken üçüncü bir yola işaret ediyor. Oysa gerçekte bu yol yine kapitalist modernitenin yoludur! Özce, onun demek istediği şey; solla olmayacak, sağla olmayacak ve fakat her ikisinden de yararlanabilme yeteneğini-esnekliğini gösterebilen postmodernizmle sistem varlığını yine de idame ettirebilecek! Giddens her ne kadar “Solun ve Sağın Ötesinde” dese de sonunda gelip demir attığı liman liberalizmdir. Giddens’in öz olarak demek istediği şudur: Kapitalist modernite zamanın ruhuna göre yeni bedenlere bürünebilir, farklı toplumsal formlar kazanabilir, küçülebilir ya da küreselliğin üst sınırlarına kadar gelip dayanabilir; kısacası kimi yenilikler ve esneklikler gösterebilir, ancak her ne olacaksa bu yeni modernitenin sınırları dahilinde seyredilecektir! Bunun bir diğer anlamı modernitenin benzersiz, süreksizliklerinin yanında ”sonsuzluk” gibi bir özelliğe de sahip olduğunu zihinlere zerk etmektir. Bir kez daha Avrupa merkezli hegemonik tekçilik karşımıza çıkmaktadır.

Anthony Giddens’in bizzat sosyolojisi değerlendirme tarzı sorunludur. Aslında sorun, Giddens sosyolojisinin yapısal karakterinden kaynaklanmaktadır. Giddens sosyolojisinin özü; toplum esaslı olmayıp, etkin ve yaratıcı birey eksenlidir. Etkin ve yaratıcı birey savunucusu tam da liberal bireyi karakterize etmektedir. Giddens, insanın kolektif özüne karşı ciddi bir güvensizlik içindedir. Onun “ontolojik güvenlik” arzusu olarak adlandırılan teorisi özünde insanın kolektif özüne karşı ontolojik bir güvensizliktir. Giddens bunu, birazda yapının-sistemin bireyde ki içselliğine bağlayarak açıklamaktadır. Yapısistemin nasıl olup da bireyde varlığını içselleştirdiği meselenin özüne/nedenselliklerine inmediği gibi, aslında bu “içsellik”ten ötürü sistemden kurtuluşunun mümkün olmadığını anlatmak istemektedir. Modernitenin varlığını “sonsuz” kılabileceğini söylerken de anlatmak istediği budur; yani sistemden dışarı çıkılamaz! Liberalizmin aşırı idealist ve salt iradeci bir tezahürü olmaktadır bu yaklaşım.

Giddens’in moderniteden ne anladığını onun “Modernite ve Bireysel-Kimlik” adlı kitabından okuyabiliyoruz. Sosyolog-yazar kitabında, “modernite” terimini, çok genel anlamda ve ilk kez feodalizm sonrası Avrupa’da ortaya çıkan ancak 20. yy’da giderek dünya çapında tarihsel etkiye sahip olan kurumlar ve davranış biçimlerini ifade etmek için kullandığını yazmaktadır. Ve elbette bu ifadelendirişi tekil modernite tanımına karşılık düşmektedir. Ki üç “süreksizlikleri”de bu modernite tanımı üzerinde inşa etmektedir. Kendi deyimiyle endüstriyalizm, kapitalizm ve ulus-devlet, modernitenin birer kurumsal eksenidir.

Giddens, endüstriyalizm terimini üretim süreçlerinde maddi gücün ve makinelerin yaygın kullanımını içeren toplumsal ilişkileri anlatmak için kullandığını söyler. İkinci olarak sacayağı olarak ifade ettiği kapitalizmi, hem rekabetçi ürün piyasalarını, hem de işgücünün metalaşmasını içeren bir meta üretimi sistemi şeklinde anlatmaktadır. Üçüncü olarak ise, modernitenin toplum formu olarak ulus-devleti teorikleştirmektedir. Giddens’e göre, sosyo-politik bir varlık olarak ulus-devlet geleneksel düzen biçimleriyle temel bir karşıtlık içindedir. O sadece kapitalist modernite çağına aittir. Kendine ait bir toprak parçasına ve gözetim kapasitesine sahiptir ve şiddet araçları üzerinde etkin bir tekeli vardır!

Giddens’e göre, bu her üç kurumsal eksen veya form, önceki bütün çağların toplum ve sistem yapılarıyla bir “süreksizlik” içindedir. Yani önceki toplumsal kültürel yapıların kurumsal ve yapısal bir devamı olmadığı gibi bir de sadece Avrupa mekânına aittirler! Bütün önceki çağlar gelip kapitalist modernite çağında kesintiye uğramış ve yapısal varlıklarını sürdürememişlerdir! Özcesi aralarında bir süreklilik ilişkisi bulunmamaktadır. Kapitalist modernitenin üzerinde şekillendiği endüstriyalizm kapitalizm ve ulus-devleti bu tarz bir tekil mutlaklık içinde “süreksizlikler” şeklinde sunmak hatalı, eksik ve Avrupa merkezli hegemonist bir yaklaşımdır.

Giddens “süreksizlikleri” tartışmasında bazı özellikleri sıralamaktadır. Ona göre; modern çağı önceki çağlardan ayıran en belirgin özellik, “aşırı dinanizmdir”. Ki bu aşırı dinanizmi modern dünyanın kontrolden çıkmış bir dünya oluşuna bağlamaktadır. Dahası toplumsal değişme hızı önceki sistemlerden daha yüksek olmakla kalmayıp önceki toplumsal pratikleri ve davranış biçimlerini etkileme derecesi ve kapsamlılığının da yükseldiğini ifade etmektedir. Giddens modernitenin bu “dinamik karakterinin” üç temel unsur üzerinde yükseldiğini söylemektedir. İlkini “zaman ve mekânın ayrılması” olarak adlandırmaktadır. Bunu toplumsal ilişkilerin küresel sistemler dâhil, geniş zaman-mekân dilimlerinde yeniden bir araya gelmesinin önkoşulu şeklinde izah etmektedir. Küreselleşme olarak okuyabileceğimiz bu unsur, bir nevi endüstriyalizmle mümkün hale gelebilen ulaşım ve iletişim teknolojisi sayesinde sistemin mekân uzaklıklarını anlamsız hale getirerek hegemonik bir karakter kazanmasıdır. Buna küreselle yerelin aynı zaman uzamında “bir” olması da denilebilir. Ve elbette bu, zaman ile mekân arasındaki organik ilişkinin koparılması anlamına gelmektedir. Zaman evrenselleşmesi de aynı unsuru göndermede bulunmaktadır. Giddens’e göre, modernite öncesi toplumlar içinde bulundukları mekânın zamanını bilerek hareket ediyordular ve haliyle her mekânın kendine has “zamanı” vardı. Oysa moderniteyle zamanda evrenselleşerek bütün ayrı “mekanlar”daki toplumlar için aynı değeri kazandı! Küreselle yerelin diyalektik ilişkisini Giddens bu şekilde söz konusu etmektedir. İkinci unsur “yerinden-çıkarıcı mekanizmalar” dır. Bunu, soyut sistemleri oluşturan sembolik işaretler ve uzmanlık sistemlerini birlikte içerir bir tarzda ifadelendirmektedir. Yani yerinden çıkarıcı mekanizmalar etkileşimin, belirli bir “yer”in kendine has özelliklerden koparılmasıdır. Giddens, bu yerinden-çıkarma metaforunu, modernite öncesi çağ toplumlarıyla modernite çağını birbirinden ayırt etmek adına kullanmaktadır. Süreksizlik’lerle anlatmak istediği “benzersizlik” savı da bunu anlatmaktadır. Üçüncü unsur, “kurumsal refleksivite”dir. Yani, bilginin toplumsal hayat koşullarının organizasyonu ve dönüşümünün kurucu unsuru olarak düzenli şekilde kullanılmasıdır. Bunu bilginin iktidar tekelinin elinde bizzat değişim değeri ve iktidar aracı olarak dolaşıma sokulması şeklinde sadeleştirebiliriz. ”Bilgi iktidardır”, sav sözünün kitle iletişim araçları marifetiyle hegemonik karakter kazanmasıdır bu. Anthony Giddens’in moderniteyi tanımlayıp “süreksizlikler” şeklinde formülleştirmesi öz olarak yukarıda izah edildiği gibidir.

Avrupa’nın resmi uygarlığa kattığı özgünlükleri kapitalist üretim tarzı, endüstriyalizm ve ulus-devlet formu şeklinde formülleştirmek modenitenin tanımlanması kolaylaştırıcı bir değere sahiptir. Giddens’in sosyolojik analizlerinin bunda bir payı olduğu açıktır. Ve bu pay “tanımlama” değeriyle sınırlıdır. Giddens’in “katkısı” aslında 16. yy’dan itibaren şekillenmiş olan kapitalist modernite realitesini yapısallıkları içinde formüle etmekten ibarettir. Yani “bir şey” ortaya çıkarmış değildir; ortaya çıkmış olan “bir şeyi” formüle etmiştir. Zaten Giddens’in moderniteyi üç sacayağı üzerinde tanımlaması ancak eksik bıraktığı sorunlu yanlarının eleştirisiyle birlikte bir katkı olarak değerlendirilebilir. Ulaştığı formülasyon düzeyinin tek başına bir katkı değeri bulunmamaktadır; ancak eleştiriyle tamamlandığında bir anlam değeri kazanabilir.

Endüstriyalizm kapitalizm ve ulus-devletle birlikte kapitalist modernitenin önceki çağ uygarlık formlarından farklılık gösterdiği doğrudur. Modernitenin 16.yy’dan itibaren Batı Avrupa’da hâkim toplum formuna dönüştüğü görülmektedir. Toplumun yarıklarında-dehlizlerinde gizlenmiş olan para-sermaye tekeli tarihte ilk kez 16.yy’de hegomonik güç olarak yükselme imkânı bulmuştur. Ve bununla bağlantılı olarak entelektüel hegemonya Avrupa merkezli sosyal bilim ve özellikle pozitivizm şeklinde gelişmiştir. Bilim ve teknolojinin bu dönem aralığında sanayi devrimi şeklinde atılım yapması modernitenin uygarlıksal gelişim serüveninde özgün bir yer kazanmasına zemin sunmuştur. Resmi uygarlık tekelinin hegemonik olarak Avrupa ya kayması böylelikle söz konusu olabilmiştir. 15. yy’da Venedik –Anvers; 16.ve 17.yy’da Amsterdam-Hollanda; 18.ve 19 yy boyunca Londra-İngiltere merkezli ticariekonomik-askeri ve zihniyet eksenli atılımlar kapitalist modernite şeklinde Avrupa üzerinde vücuda gelmiştir. Uygarlığın en az 5000 yıllık kesintisiz sermaye-iktidar birikimi 16.yy. Avrupa’sında zirveye çıkmıştır. Ve gerçekleşen hegemonik kaymadır. Athony Giddens’in merkezi uygarlıktaki bu hegemonik kaymayı üç sacayağı üzerinden formüle kavuşturması öğretici olmuştur. Ancak, asıl sorun yine bu özgünlüklerin “süreksizlik”ler şeklinde dayatılması üzerinde çıkmaktadır.

Kapitalist modernitenin üzerinde yükseldiği üç sacayağının hegemonik benzersizlik savıyla “süreksizlikler” şeklinde formüle edilmesi sorunludur. Öncelikle, üç “süreksizlik” den kapitalizmin tekil bir benzersizlik örneği gösterdiği ve sadece 16.yy Avrupa’sında gerçekleştiği savının doğru olmadığını belirtmek gerekir. Çünkü kapitalizm’in sermaye birikimi özelliği bütün uygarlıksal gelişim süreçlerinde gözlemlenebilmiştir. İlk sermaye (kapital) tekeli Sümer rahip tapınağı Zigguratlara kadar geri götürülebilir. Hiç kuşku yok ki şehirsınıf-devlet üçlüsü ilk hegemonik tekelini kurarken Sümer sermaye birikimi üzerinde yükselmiştir. Ki iktidar tekeli bu sermaye tekelinin farklı bir biçimi olarak şekillenmiştir. Şehir-tapınak zanaatçılığı da zamanın endüstriyel imkânlarının toplamı olarak ifade bulmuştur. Tüccarın tarihte elde ettiği ilk vaha diyebileyeceğimiz ticaretin para-sermaye (kapital) olarak dolaşım-değişim değeri kazanması söz konusudur. Ve para sermayenin anayurdunun Avrupa olmadığı bilinmektedir. En basitinden ilk para basımı Ege’nin doğusunda Lidya Krallığı (M.Ö. 7. yy’da) Krezus’un altın paraları şeklinde değer kazanmıştır. Zaten birikim çok eski bir gelenektir. Parasermayenin kâr amaçlı kullanımının “Asur Karumları” eliyle yaygın ve yetkince geliştirdiği tarih doğruları arasındadır. Tüccarın ilk kapitalist olarak değerlendirilmesi bu minvalde daha anlaşılır bir hale gelmektedir. Abdullah Öcalan’ın dediği gibi “Tüccarla birlikte pazar da şekilleniyor. Eski armağan ve kurban sunma merkezleri yavaş yavaş pazara dönüşüyorlar. Farklı bölgelerin ürünleri arasındaki bir nevi ilkel fiyatlandırma ayrıcalığına kavuşan tüccara ilkel kapitalist diyebiliriz. Çünkü fiyat tayin etme olanağıyla hiç kimsenin o döneme kadar başaramadığı bir mal birikimine sahip oluyor.”[3]

Kapitalin, parasermaye şeklinde sürekli birikim halinde oluşu ise kapitalizmdir. F.Braudel’in dediği gibi iktidar-devlet “kapitalizm salgılar”. Kapitalin primitif halinin, kapitalist modernite çağında hegemonik bir karakter kazandığı görülmektedir. Ve elbette kapitalizm, 5000 yıllık resmi uygarlık serüveninin içinde kesintisiz bir biçimde ve önemde yer almıştır. Dahası, ilk kent kuruluşunun uygarlık merkezleri formunda başatlık kazanmaları proto-kapitalist bir karaktere sahip olmuştur. Kapitalizm, başından beri askeri-siyasi-ekonomik olarak örgütlenmiş ve bu anlamda zor araçları üzerinde tekel kurmuş olan iktidar kliğinin, maddi birikimlerle birlikte toplumsal değerleri gasp etme kurnazlığını süreklileştirerek 16.yy’dan itibaren Batı Avrupa’da hâkimhegemonik bir sisteme dönüşümüdür. Para-sermayenin bu 400 yıllın sonunda, önceki bütün uygarlıksal süreçlerden farklı olarak ilk defa böylesine bir hâkimiyet sağlayarak modern zamanlara damgasını vurmuştur. Ve elbette yaşanan hegemonik kaymadır. Yoksa sermaye birikimi sadece 16.yy. Avrupası’nda ortaya çıkmış değildir ve üstelik anayurdu da Avrupa değildir. Ancak, para-sermayenin ilk hegemonyasını Avrupa’da inşa ettiği doğrudur. Farklılık-özgünlük buradadır.

Haliyle Anthony Giddens’in kapitalizmi sadece kapitalist modernite çağına bağlayarak sisteme bir benzersiz-süreksizlik atfetmesi doğru değildir. Onun “süreksizlik” olarak adlandırdığı kapitalizmin gerçekte 5000 yıllık bir sürekliliğe sahip olduğu açıktır. Benzersizlik iddiası aşırı ve Avrupa merkezli bir iddiadır. Kapitalist modernite dâhil merkezi uygarlığa damgasını vuran ve karekterini belirleyen temel özellikler özü itibariyle 5000 yıldır değişmemiştir, dahası sürekli bir benzerlik göstermiştir. Ve elbette bu gerçeklik son 400 yıllık modernitenin kimi farklılıklar ve özgünlükler göstermediği anlamına gelmemektedir. Para-sermayenin 5000 yıllık kümülatif birikiminin zirve yaptığı çağ, kapitalist modernite olmuştur.

Giddens’in modernite adına belirlediği “süreksizlik”lerden ikincisi endüstriyalizmdir. Endüstriyalizmin 19.yy. Avrupası’nda devrimsel bir hamle gerçekleştirdiği doğrudur. Bilim-teknik alanında yaşanan gelişmeler, endüstriyalizme devrimsel karakterde büyük bir hamle imkânı tanımıştır. Ve Avrupa modernitesinin ikinci sacayağı endüstriyalizm olmuştur. Endüstriyalizmin etkisi tarihin hiçbir toplumunda görülmediği kadar kapitalist modernite çağında görülmüştür. Öyle ki artık toplum endüstriyel teknik imkânlar olmadan doğal yaşam yeteneğini kaybedecek bir raddeye gelmiştir. Modernite toplumuna, endüstriyel toplum da denilmektedir. Ancak endüstriyalizmi “süreksizlik” şeklinde kapitalist modernite uzamına hapsetmek, ona bir benzersizlik atfetmek doğru değildir. Belki 19.yy.’da gerçekleşen nitelikte olmasa bile, endüstri insanlık tarihi boyunca sürekli var olagelmiştir. Endüstri tanımının bunu mümkün kıldığı ortadadır. Öyle ki, insan elinin direkt eylemi yerine araçlarla yapılan bütün yaşamsal faaliyetler endüstri tanımına dâhildir. Niteliksel sıçramalar dışında kalan bütün teknik gelişmeler bir nevi endüstriyel adımlar şeklinde ilerlemiştir. Endüstrinin evrimsel gelişimini tarihin bütün aşamalarında ve her defasında birer keşif heyecanıyla takip edip kapitalist modernite çağına kadar gelmek imkân dâhilindedir. Kısacası, endüstriyalizm sadece kapitalist modernite çağına ait değildir. Endüstriyalizmin tarihinin hiçbir aşamasında olmadığı kadar devrimsel hamleyi 19.yy. Avrupa’sında gerçekleştirdiği inkâr edilemez Ancak bunu modernitenin benzersiz “süreksizlik”lerinden biri şeklinde adlandırıp, tarihten kopartarak getirip son yüzyıldaki Avrupa mekânına hapsetmek, Giddens’in aşırı öznelci Avrupa merkezli hegemonist bakış açısı olmaktadır ve tarihsel-toplumsal gerçekliklerden uzak bir yaklaşımdır.

Giddens, ulus-devleti modernitenin üçüncü süreksizliği olarak adlandırmaktadır. Ulus-devlet, sermayeiktidar tekelinin kapitalist modernite çağında ulaştığı devlet formudur. Devlet, ulus devlet formu olarak 5000 yıllık uygarlık tarihinde elbetteki kimi farklılıklara uğramıştır. Ancak o esasında hanedan ve kavim devletlerinin ulus-toplumdaki hali olarak devletli uygarlıktaki yerini almıştır. Ulus-devlet, Giddens’in iddia ettiği gibi modernite çağında birden yapılaşmış “modern” bir devlet değildir; aksine tıpkı sermaye gibi biriktirilmiş iktidar tekelinin kapitalist modernitede ulaştığı devlet formudur. Ulus-devletin süreksizlik şeklinde bir benzersizlik örneği gösterdiği savı, bu bağlamda aşırı subjektif bir tezdir. Bu Avrupa merkezci tekilci özelliğinin entelektüel hegemonyasının devlet teorisi alanındaki tezahürü olmaktadır. Özcesi, ulus-devlet 5000 yıldır birikerek süreklilik gösteren iktidar tekelinin 16.yy’dan itibaren Avrupa’da form kazanan devlet geleneğinin modern halidir.

Kuşkusuz, ulus-devlet resmi uygarlık tarihinde çeşitli veçheler kazanan devlet formlarından kimi önemli farklılıklar içermektedir. Tarihte hiçbir devlet ulus-devlet kadar iktidar biriktirmemiş ve iktidarın azami formu olma yeteneği gösterememiştir. Bütün tekelleri bünyesinde birleştirmeyi başarmış en komple iktidar tekelidir ulus-devlet. Maddi birikimlerin gaspı kadar manevi kültürün asimilasyon yoluyla gaspını gerçekleştirme unvanı da ulus-devlete aittir. Demir kafes örneğinde olduğu gibi, bütün toplum adeta ulus-devlet içinde eritilmiştir. Bu yapının toplumun iç dokularına kadar sirayet ettiği görülmektedir. İdeolojik-kültürel hegemonyanın vücut bulduğu en gelişmiş devlet modelinin ulus-devlet olduğu açıktır. Üniter-tekliğini toplumun çoğul yapısına sürekli bir şekilde kültürel ve zor araçları marifetiyle dayatmaktan geri duramamıştır. Tek tanrı devleti şeklinde inşa ettiği üniter “tek”lik, ulus-devletin teolojik karakterini açıklamaktadır. Devletin teolojik kökenli olduğu, zaten onun 5000 yıllık soy kütüğünde verilidir.

Ulus-devletin kapitalist modernitenin devlet formu olduğu doğrudur. Ancak, bu ulus-devletin 5000 yıldır birikerek gelen iktidar tekelinden, önceki devlet modellerinden keskin bir benzersizlik gösterdiği, hele de “süreksizlik” arz ettiği anlamına gelmemektedir. Aksine, devletin ontolojik sürekliliğinin zirvesel ifadesi olduğunu açıklar sadece. Bu bağlamda, Giddens’in ulusdevletin “süreksizliği”ne dair savı Avrupa merkezci hegemonist bir yaklaşım olmanın ötesine geçememektedir.

Toplam bir ifadeyle Anthony Giddens’in üç süreksizliğini ele aldığımızda karşımıza 500 yıllık Avrupa merkez merkezli hegemonist bir tez ortaya çıkmaktadır. Merkezi “Dünya Sistemi” nin 5000 yıllık mı yoksa 500 yıllık mı olduğu, yönlü tartışmada Giddens, 500 yıllık Avrupa merkezli uygarlık tezini esas almaktadır. Giddens, gerçekten de “süreksizlik’lerinin sürekliliğini tarih ve mekân uzamında göremeyecek kadar miyop bir sosyolog mudur? Avrupa merkezli sosyal bilimlerin taktığı sosyoloji gözlüğünün hegemonik merkezi uygarlık tarihinin son 500 yıllık diliminden ötesini-gerisini göremeyecek kadar miyopluk hastalığından muzdarip olduğu açıktır. Tabi, burada Giddens’in bilerek “görerek” süreksizlikler formunda bir okumayı tercih ettiği görülmektedir.

Anthony Giddens’in üç süreksizliğe orijin arayışı, onu orijinleri belirlemenin ötesinde kapitalist moderniteyi anayurdunda kurtarmanın teorisyenliğine götürmüştür. Kendisi modernite sosyolojisini bu bağlamda bir ‘kurnazlık’ üzerine inşa etmiştir. Öcalan’ın dediği gibi “kurnaz İngiliz sosyologu Anthony Giddens modernitenin üç süreksizliğinden bahseder: kapitalist üretim biçimi ulus-devlet ve endüstri moderniteyi bu üç ayakla tanımlarken görünüşte gerçekçidir. Fakat sanırım farkındadır bu paradigmayla özünde kapitalizmi anayurdunda kurtarma savaşının yeni bir aşamasının teorisyenliğini yapmaktadır. Kapitalizmin değişerek sonsuz kılınmasının teorisi liberalizmin sağ tarzı tarihin sonu iddiası, liberalizmin sol tarzı sonsuzluğu ideasıyla birlikte bir kez daha beyinlere sızdırılmak isteniyor son kapitalist küresel hamleyle birlikte.”[4] Sistemin, kapitalist üretim tarzı, endüstriyalizm ve ulus-devlet formuna dayanarak varlığını çoğaltıp sürekli yeniden üretebileceği teorisi moderniteye ‘sonsuzluk’ kazandırma amaçlıdır. Bu bağlamda Giddens, Fukoyama’nın sol liberal tezahürü olarak teori değeri kazanmaktadır. Söz konusu olan, sistem sol ve sağ cenahlarıyla restorasyonudur. Giddens, kapitalist moderniteyi, süreksizlikler teorisiyle 500 yıllık kökeninden koparmakla yetinmiyor. Bir de sistemi tek ve hâkim modernite şeklinde ilan ederek onu ‘sonsuz’ kılma kurnazlığını sergilemektedir. Sisteme kimi esneklikler tanıdıktan sonra, onun bu esnek hatlar üzerinde varlığını sonsuzca sürdürebileceği iddiasında bulunmaktadır. Bunun bir diğer anlamı, kapitalist moderniteyi alternatifsiz ilan etmektedir. Giddens’ın burada gösterdiği kurnazlık, teori illizyonistliğidir.

Anthony Giddens “alternatif politikalar” şeklinde önerdiği “özgürleşmeci politika” yaklaşımı da sorunludur; dahası alternatif adı altında alternatifsizliğin sunulmasıdır. Modernitenin varlığını daha “yararlı” bir şekilde nasıl sürdürebileceği bu “özgürleşmeci politika”nın konusu olmaktadır. Öncelikle “özgürleşmeci politika” tanımının müphem olduğunu belirtmek gerekiyor. “Modernite ve Bireysel-Kimlik ”adlı kitabında, “özgürleşmeci politikayı öncelikle bireyler ve grupların hayat fırsatlarını olumsuz yönde etkileyen kısıtlamalardan kurtarmaya çalışan bir genel bakış açısı olarak tanımlıyorum” diyor Giddens. Devamında özgürleşmeci politikanın iki temel unsuru içerdiğini dile getiriyor. Bunlardan ilki “geçmişin zincirlerinden kurtulmak ve böylece geleceği dönüştürecek bir tutumun yolunu açmak” iken; ikinci unsur “bazı bireyleri ve grupları diğerlerinin haksız tahakkümünden kurtarmak” olmaktadır!  Görüldüğü üzere Giddens “özgürleşmeci politika” adı altında moderniteye kurtarıcılık rolü atfetmektedir. Ki bu politika, Avrupa ve Amerika’nın dünyanın diğer bölgelerindeki toplumları ‘özgürleştirmesi’ şeklindeki klasik emperyal anlayışı ifade etmektedir. Mesela Giddens’in danışmanlığını yaptığı Tony Blair’in de içinde yer aldığı küresel-hegemon güçlerin Irak savaşında Ortadoğu’ya yönelik saldırıları bu “özgürleşmeci politikalar”ın bir tezahürü olsa gerek! Bu “özgürleşmeci politikalar”ın özünde hegemonik küresel güçlerin sömürü-işgal savaşlarına kuramsal meşruiyet zemini sunduğu açıktır. Buna kapitalist-küresel çağ militarizmi denilebilir. Slavoj Zizek’in “İnsancıl militarizm” şeklinde tanımlayıp eleştirel yaklaştığı saldırganlık argümanı bu “özgürleşmeci politika”dan başkası değildir. Güce dayanan bu “özgürleşmeci politikalar” her ne kadar Giddens tarafından “sömürü eşitsizlik ve baskıyı azaltmaya veya ortadan kaldırmaya” yönelik olarak sunuluyorsa da özünde “hümanist-militarizm”dir. Giddens’in “özgürleşmeci politikayı” güç hiyerarşileri içinde konumlandırması da bunu doğrular bir veri olmaktadır. Giddens’e göre “özgürleşmeci politika hiyerarşik bir güç anlayışı içinde işler: Güç bir birey veya grubun iradesini diğerlerine dayatabilme kapasitesi olarak anlaşılır. “Açık ki bu güç hiyerarşisinde işleyen iktidar retoriğidir. Giddens, “özgürleşmeci politika” savıyla sistem adına sürekli iktidar üretmenin yolunu aramaktadır. Giddens’in “özgürlük” kavramını modernitenin hegemonik saldırgan karekterini kamufle etmek için kullandığı görülmektedir. Avrupa merkezli sosyal bilimler sosyolojik hakikatlerden ziyade hegemonik iktidar ilişkileri üretmiştir. Ve bunun en yetkin temsilcilerinden birinin Anthony Giddens olduğu açıktır.

Üniter-tekçi modernite paradigmasının eleştirel analizinde Anthony Giddens sosyolojisi önemli veriler sunmaktadır. Görüldüğü üzere, Giddens’in moderniteyi üç sacayağı üzerinde formüle etmesi “tanım değeri” boyutuyla öğreticidir. Ancak eleştirel olarak ele alınıp değerlendirildiğinde tamamlayıcılık değeri kazanmaktadır. Giddens’in kapitalist modernite anlayışı yapısal eleştirileri hak eden, Avrupa merkezli sosyal bilimlerin sürekli hegemonik analizler üreten bir başka tezahürü olmaktadır.

 

Yararlanılan Kaynaklar 
[1] Özgürlük Sosyolojis= Abdullah Öcalan
[2] Çürümenin Kitabı=E.M.Cioran
[3] Kapitalist Uygarlık-Maskesiz Tanrılar Ve Çıplak Krallar Çağı= Abdullah Öcalan
[4] Kapitalist Uygarlık-Maskesiz Tanrılar Ve Çıplak Krallar Çağı= Abdullah Öcalan
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.