Düşünce ve Kuram Dergisi

Bahçıvan, Makas ve Hayal Gücü

Sakıp Hazman

Max Horkheimer “Her kim ki kapitalizm hakkında konuşmak istemez, o zaman faşizm hakkında da sessiz kalmalıdır.’’ (Aktaran: Mark Neocleous, Faşizm, s.24) der. Genel bir doğruyu ifade etmek bakımından son derece isabetli bir tespittir bu. Zira, bugüne kadar yapılmış faşizm analizlerinin önemli bir bölümü, hakikati perdelemek dışında bir rol ve işleve sahip olmamıştır. Öte yandan, kapitalist moderniteye sürekli bir meşruiyet sağlamak dışında bir gayesi olmayan liberal aydınlar dışında, entelektüel zeminde, kapitalizmden soyutlanmış bir faşizm tartışması da yok gibidir. Bu noktadaki esas sorun, faşizmin kapitalist modernite sistemi içindeki yeri ve işlevinin doğru serimlenmesi sorunudur. Çünkü “faşizm” mefhumunun da tıpkı her kavram gibi, kendine has bir ruhu ve semantiği vardır. Onu parçalara bölerek tanımlamaya çalışmak, sadece daha fazla anlam yitimine yol açar. Gerek faşizme dair gerekse onun kapitalizmle ontolojik ilişkisine dair olsun, bunca müphemliğin ve çoklu zihin bulanıklığın sebebi de bundandır. Oysa faşizm ve ulus-devlet arasındaki bağdaşıklığı göremeyenler yada bu türdeşliği serimlemekten imtina edenler, en naif deyimle, kapitalist moderniteyi ibra etmekten kurtulamazlar. Bir yandan faşizme ve onun soykırımcı yüzüne karşı olmak, öte yandan varlığı, her türden tekleştirmeyi içerecek biçimde tasarlanmış terör rejimi olan ulus-devlet paradigmasını savunmak, “bilerek yapıyorsa faşizmdir, bilmeyerek alet olunmuşsa gaflet ve ihanettir.’’ Bu nedenledir ki, faşizmi Nazi Almanya’sı ile sınırlı bir süreç olarak görenler, onun 2. Dünya Savaşı’nda kaldığı varsayımıyla, ulus-devlet faşizminin vaftiz babalığını yapmaya devam ediyorlar. Öyle ki, pozitivizmin oluşturduğu doğma şablonlara uymadığı için Franco, Salazar, Güney Amerika’daki askeri rejimler ve Ortadoğu’daki despotik ulus-devlet yapıları faşizm kategorisinde  “değerlendirilemez’’ olarak görülmüşlerdir ya da öyle görülmek istenmiştir. Zira bir tercih sorunudur ve liberalizmin yarattığı zihinsel dejenerasyonla da direkt ilintilidir.

Unutmayalım ki, hakikati güçlü kılan da, onu güçten düşüren de sözün hükmüdür! Söze tanrısal bir kudretin atfedilmesi de bundandır. Varlık sebebi, “hakikati arayıp bulmak” ve topluma taşırmak olan entelektüelliğin, toplum nazarında kutsiyet kazanmış olmasının derin bir ahlaki tutumu olduğu açıktır. Demek ki hakikati bildiren konumda olmanın bu denli somut ve bağlayıcı etiği vardır. Doğu’nun maneviyat yüklü bilgelik geleneği, sözün hükmünü ve dilden döküldüğünde yaratacağı sonuçları gördükleri içindir ki, “Eline, beline, diline hakim ol.’’ düsturunu hep öncelemişlerdir. Aynı düstur Zerdüşt geleneğinde de,  “Doğru düşün, doğru konuş, doğru yap!’’ biçiminde dile gelir! Çünkü, “Dil, ete saplanmış Tanrı’dır,’’(Aktaran: Fırat Aydınkaya, Yeni Faşizmin Kökenleri, s.24) der, Paul Valery.

 

Faşizm ile Ulus-Devletin Türdeşliği

 “Modern devlet bahçıvansa, soykırım bahçıvanın makası,
Naziler bu makası tutan el, Schmitt ise bahçıvanın hayal gücü sayılır.’’
Zygmunt Bauman

Zygmunt Bauman’ın bu veciz tanımlaması bize, meseleyi “Faşizm mi, yoksa ulus devlet mi?’’ ikileminden koparıp, her iki nosyonun bağdaşıklığına yanıt niteliği taşıyor. Zira faşizm ile ulus-devlet arasındaki türdeşlik, sadece kimi özelliklerin benzerliğinden öte, özseldir, ontolojiktir. Bu iktidar biçiminin “faşizm’’mefhumuna büründürülmesi, stratejik konum atfedilen ulus-devlet paradigmasını aklama ve ona dair geniş bir toplumsal meşruiyet sağlama amaçlıdır. Kaldı ki, faşizm ve ulus-devlet arasındaki türdeşlik perdelenmemiş olsa, sağcısından solcusuna, dincisinden ateistine kadar tüm inanç, akım ve ideolojik formasyonlar da bu denli güçlü bir ulus-devlet tapınımı oluşturamazdı. Öyle ki, bu iktidar biçimine dört elle sarılanlar (sosyalistler de dahil), bir zaman sonra bizzat o iktidar mekaniğinin kurbanı haline dönüşmüş olmalarına rağmen, sorunun kaynağını ulus-devlette değil, “makası tutan el’’ de aramışlardır. Oysa bir anlık, ulus-devlet iktidarının yarattığı zihinsel uyuşukluk ve onun narkoz etkisinden kurtulunsa, görülecektir ki, gerçek fail “bahçıvan’’ın bizatihi kendisidir.

Z.Bauman’ın bu metaforik anlatımı, çarpıcı olduğu kadar ufuk açıcıdır da. Gerçek manada bahçıvan, bir bahçe düzenleme uzmanıdır. Yapmakla yükümlü olduğu iş, tipik bir toplum mühendisliğidir. Tabiatın doğal haline müdahale ederek onu yeni çıkar ve beklentilere uygun olarak dönüştürmeye çalışır. Bunun içinde, bahçedeki “ayrıksı’’, “zararlı’’ ve “fazlalık’’ olarak tanımladığı bitkileri kırparak ya da ayıklayarak bahçeyi, beklentilere yanıt olabilecek yeni bir şekle sokar.

Ulus-devlet ise, ahlaki-politik dokusuyla kendi kendine yeten tarihsel toplumun doğal, çoklu varoluş biçimine bir müdahaledir. Zira kendi kendine yeten toplumsal bir zeminde, devletli iktidara yaşam olanağı yoktur. Zaten ulus-devlet  paradigmasını kurgulayanlar, tüm bunları da düşünerek, yeni iktidar formuyla kendilerini tüm toplumsal alana yaymayı hedeflemişlerdir.

İktidarın, toplumun gözeneklerine sızması, faşizmin ve ulus-devletin özünü oluşturur. Bu sayede, artık sömürü ve iktidarın kapsam alanı, devlet eliyle bizatihi inşa edilmiş ulusun tümüdür. ”Kapitalist modernite döneminde toplumun bütünlüğüne yayılmış iktidar aygıtları ile vatandaş denilen bireylerin hukuki çerçeve içindeki birliğine ulus-devlet demek mümkündür.’’ Bu minvalde, görev ve yükümlülükleri hukukileştirilmiş vatandaş, yeni iktidar formunun en güçlü sigortası konumundadır. Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, bilimcilik ve daha bir çok enstrüman kullanılarak; oluşturulan yeni algıya göre, devletin toplum, toplumun da devlet olduğu inancı pekiştirilir. Yeni sistem, oluşturduğu yeni kavramları dinselleştirerek veya bizati teolojiden devşirerek, topluma özümsetmeye çalışır. Dinsel kutsallıkların yerine, yeni dinin simge, sembol ve söylemleri ikame edilir. Militarizm “peygamber ocağı’’na, devlet “tanrı’’ ya, milliyetçilik yeni “din’’e ve vatandaş da, yeni dinin ve tanrının “kulu’’ olarak dönüşür. Ulus-devlet, Hegel ve Schmitt’in hayal gücüne rahmet okutacak düzeyde, zorba bir tanrıya dönüştürülür. Artık topluma karşı işlenen her türden suçlar affedilir. Ancak ulus-devlet tanrısallığına karşı işlenmiş “suçlar’’ asla affedilemez. Kendisini “İslam Cumhuriyeti’’ olarak tanımlayan İran’da, devlete karşı işlenen suçlar, “Tanrı’ya karşı işlenmiş suç’’lar olarak tanımlanır ve ölümle cezalandırılır. Benzer tutumu, hemen hemen tüm ulus-devletlerde görmek mümkündür.

Ulus-devlet tanrısallığıyla mutlak bir egemenlik tasarlanmıştır. Bunun için, öz savunma sistemi başkalaşıma uğratılarak çökertilmiş toplumsallığın yerine bireycilik ikame edilmiştir. Zaten ulus-devlet tanrısallığı, ancak toplumsallığın çözülerek, yeni mitik “değerler’’ etrafında konsolide edilmiş bir toplum biçiminin inşasıyla mümkündür. Tarihsel belleği dumura uğratılmış ve gelecek itkisinden uzak, sadece maddiyata güdülenmiş bu yeni toplumun ana bileşeni, lümpen orta sınıftır. Orta sınıf olarak tanımladığımız bu köksüz, deklase ve değer yoksunu sosyal tabaka; ulus-devlet faşizminin vazgeçilmez tabanı, inşa gücü ve koruyucu meleğidir. Zaten orta sınıfın uzman, bürokratik yapısı olmadan, ulus-devlet faşizmini tahkim etmek mümkün değildir.

Ulus-devlette, toplumu, siyasal homojenizme tabi kılmak temel bir uygulamadır. Faşizm diye tabir edilen süreç, bu homojenizmin en kaba ve insanlık dışı bir hal almasıdır. Kaldı ki Nazi Almanyası’nın, uygulamalarından ilham aldığı ülkeler de dahil, birçok benzer uygulamaları gerçekleştiren ulus-devletler, faşizm olarak dahi tanımlanmamıştır. Bazı ülkelerin eylemleri “soykırım’’ olarak tanımlanmış olmasına rağmen, iktidarın kendisi faşizm olarak tanımlanmamış veya tanımlanmak istenmemiştir. Oysa faşizmle ulus-devleti türdeş kılan temel saikler vardır; bunları kısaca korporatif devlet, milliyetçilik, ekonomik, askeri ve siyasi tekelcilik, homojenizm, paramilitarizm, totalitarizm vb. esaslar üzerinden irdelediğimizde, kolaylıkla her iki iktidarın madalyonun iki farklı yüzleri olduğunu görebiliriz. Zira, “faşizm, bir devlet biçimi olarak, her zaman burjuva liberalizminin başköşesinde bir yere sahiptir. Bunalım dönemlerinin yönetim biçimidir. Bunalım bünyesel olduğundan, yönetim biçimi de bünyeseldir. Adı ulus-devlet yönetimidir. Finans kapital çağının bunalımının zirve yapmasıdır. Günümüzde küresel düzeyde zirve yapan kapitalist tekelin devleti de en gerici zorba döneminde genel olarak faşisttir.’’(4) Üniterlik veya tekçilik en karekteristik özellikleridir. Siyasal sistem anlamında tekelleşme, sosyal anlamda ise homojenizm olarak karşımıza çıkar. Fakat tekleştirme, toplumun özüne aykırıdır. Bu nedenle de devreye, “bahçıvanın makası’’ girer. Soykırım nesnesi haline getirilenler ise; coğrafya ve ülkelerin siyasal iklimine bağlı olarak etnik, dini-mezhepsel veya siyasal tercihlere göre değişmiştir. Değişmeyen ve evrensel kılınan yön ise; ulus-devlet ve onun soykırım aracıdır. Soykırımın düzeyi ve şekli, sistemin yaşadığı krizin de düzeyini ifade eder. Bir yerde öjenizm (ırk arıtma) olarak gerçekleşen, başka bir yerde mezhepsel temizlik olarak gerçekleşebilir; bir ülkede asimilasyon öncellenirken başka bir ülkede siyasal homojenleştirme olarak uygulanabilir. Fakat tümü de, soykırım yöntemleri olarak kabul görürler. Ancak, soykırım uygulanırken, kullanılan yöntemin de, iktidar açısından evrenselleştirildiğini belirtmekte fayda vardır.

Örneğin, R.Grünberger, soykırım üzerine araştırmalar yaparken, Alman faşizminin Yahudi soykırım politikalarına ilişkin şu çarpıcı tespiti yapar. “Yahudilerin fiziksel olarak uzaklaştırılması genellikle göze çarpmadı, çünkü, Almanlar onları çoktan yüreklerinden ve kafalarından uzaklaştırmıştı.’’(7) Soykırım kurbanı bir halkın nesneleştirilmesi, değersizleştirilip aşağılanması için, önce bir takım uygulamaların öznesi haline getirilmesi gerekir. Yahudi halkı önce nefret ve kötülük öznesi haline getirilmiştir. Kapitalist modernitenin doğasında var olan faşizmin, Alman ulus-devlet versiyonu, soykırımı uygulamadan aylar, yıllar önce nesneleştirecekleri bir şeylerin faili olarak göstermiştir: “Pis Yahudi!’’, “Hırsız Yahudi!’’, “Kirli Yahudi!’’ vb. söylemler bu amaçla geliştirilmiştir. Bununla Alman toplumunun algısı yönlendirilerek, yeni Yahudi bakışı özümsetilmiştir. Ardından gelen soykırım uygulamaları, bu anlamda, ciddi bir itirazla karşılaşmamıştır. Bunun bir nedeni toplumda oluşturulan algı iken, diğer nedeni ise, iktidarın, toplumu şiddet ve korku iklimine hapsetmiş olmasıdır. Bu yöntem bütün halk direnişlerinden, reel sosyalizmin “siyasal temizlik’’ adına gerçekleştirdiği tasfiyelere kadar, tüm ulus-devlet yapılarında başvurulan temel bir uygulama olmuştur. Zira, korkularla bezenmiş bir “iç düşman’’ ve “dış düşman’’ algısı olmaksızın, böylesi hastalıklı bir iktidar biçiminin yaşama şansı yoktur. Fakat bu denli tekçi ve farklılıkları yok sayıcı bir iktidar biçiminin, toplumun çoğulcu, demokratik, özgürlükçü varlığıyla çatışacağı aşikardır. Bu nedenle de, tarihte hiçbir iktidar biçimi, toplumun bu varoluş halini, soykırım siyasetiyle tekleştirememiştir. Ama ulus-devlet paradigması aşılamadığı için de, bu soykırım siyaseti de son bulmamış, zamana ve mekana göre varlığını  sürdürmüştür.

 

Ulus-Devlet Faşizminin Vebali

Zygmunt Bauman, ulus-devletin hayal gücünü, Carl Schmitt’e yüklemiştir. Alman faşizminin fikir babalığı anlamında, bu tespit doğru olabilir. Zaten öyle de kabul ediliyor. Bu nedenle de Schmitt, ‘’20. yüzyılın lanetli düşünürü’’ olarak itham edilir. Fakat, ne Nazi Almanyası’nı, ne de Schmitt’i bu kötülüğün yaratıcı öznesi yapmak, hakikati tam ifade etmez.

Ulus-devlet, kapitalist modernitenin üçüncü sac ayağı olarak kurgulanmış ve başta İngiltere-Hollanda’da, daha sonra da 1. ve 2. Dünya Savaşlarıyla evrensel bir karaktere büründürülerek, çağın temel bir iktidar biçimi olarak tahkim edilmiştir. Şayet bu iktidar biçiminin ilahi bir kuramsal müsebbibi aranacaksa; pozitivizmin ve Avrupa Aydınlanmacı aklını oluşturan birçok bilgi yapısının ele alınıp irdelenmesinde fayda vardır. Soruna buradan müdahil olduğumuzda, ipin ucunun Sümer Rahip sınıfına kadar uzanacağından kuşkumuz yoktur. Zira iktidar da, tıpkı ekonomik sermaye gibi, tarihsel birikimin bir sonucu olarak oluşmuştur. Dolayısıyla günahkarlığın tabelasını Carl Schmitt’in boynuna asmadan önce; iktidar mekaniğinin “hayal gücünü’’, Nazi Almanyasına kadar döşemiş onlarca “düşünür’’ ve “bilim insanına’’ bakmak gerekecektir.

19. ve 20. yüzyılda yaşamış düşünür ve bilim insanlarının tümü kuramsal açıdan Newton paradigmasının etkisi altındadır. Newton paradigması ise, esasta hakikati özne-nesne ikiliğine dayalı olarak serimler. Yani, “akla ve mekanizmanın matematiksel ilkelerine uygun olarak işlemeyen şeyler, ikincil, yeterli olmayan, gerçeklikten uzak ve adlandırılamaz, öteki olarak kabul edilir.’’ Demek ki, Newton’un gezegeninde yaşama olanağına sahip olmak için, akla, mekanizmanın matematiksel ilkelerine uygun olarak işlemek gerekir. Peki, kimin aklına göre? Elbette ki, öznenin aklına göre! Yöntemi böyle belirledikten sonra; zaten her türlü çatışma ve birbirini yok etmenin fitilini de ateşlemiş oluyoruz. Zira, kendisini özne derecesinde gören birey, sınıf, etnisite veya iktidar; doğal olarak dışındaki her şeyi nesneleştirerek, egemenliğini bina etmeye çalışacaktır. İnsanlık, son beş bin yıldır, bu düzlemde kurgulanmış filmi izlemek zorunda bırakılmıştır zaten!

Bir de F.Bacon’un “bilimsel yöntem’’ini düşünelim. Bu yöntem, canlı tabiat üzerinde kalıcı ve “bilimsel’’ bir düzeni (tabiat ana’ya) kabul ettirmeyi öngörür. Bu yöntemin kendisi kadar, keyfi de etik dışıdır! F.Bacon, “cadı avı’’ döneminin bir rahibidir. “Cadı’’ ithamıyla, sorguda işkenceye maruz kalan bir kadının nasıl da “itiraf’’ etmek zorunda bırakıldığını izler ve kadına dönük uygulama ile doğayı da ele geçirmenin, kontrol edebilmenin olanak dahilinde olduğunu “keşfetmiş’’tir! Bacon, “bilimsel yöntem’’ini de şöyle tanımlamaktadır: “Doğanın serüvenlerini izlemek ve deyim yerindeyse onu köşeye kıstırmaktan başka çare yoktur; ancak bu yolla onu yönetebilir ve zaman içinde başladığı yere döndürebilirsiniz.’’ Bacon, “köşeye kıstırılan’’ kadının, özne karşısındaki “teslimiyet’’ halinden çıkardığı sonuçla; aynı kırımın doğaya da uygulanabilir olduğunu belirtiyor. Bu “bilimsel yöntem’’in doğada ve toplumsal alanda yarattığı talan ve her türlü soykırımı, okuyarak ve yaşayarak görüyoruz.

Çarpıcı olması hasebiyle, bir de Machiavelli’ye bakmakta fayda vardır. Machiavelli’ye göre, “servet/talih’’, güç ve şiddetle yönetilmesi gereken bir kadındır: “servet/talih bir kadındır ve onu yönetebilmek için onu dövmek ya da sarsmak gerekir. Soğuk hesaplardansa, cesarete çok daha kolay teslim olduğu söylenebilir.’’ İktidarcı aklın ilk mülkleştirdiği kesim kadındır. Kadını “karılaştırılma’’ (köleleştirilme) serüveninin, beş bin yıllık bir soykırım tarihi olduğu biliniyor. Fakat tarihsel köleleştirilmelerin en stratejik yönü olması hasebiyle; kadının sürekli örnek gösterilmesi bir semantiğe göndermeyi içerir. Kadının nesneleştirilmesiyle birlikte; tüm yaşam özne-nesne ikilikleri üzerinden izaha kavuşturulmuştur. O nedenle de özneleşen eril iktidar yapısı, dışındaki her şeyi nesneleştirerek ele geçirmeye yönelmiştir. Uygarlığı inşa eden özne-egemen iktidar; uygar olmayan herkesi ve her şeyi “vahşi’’, “barbar’’ ve mutlaka “uygarlaştırılması’’ gereken nesneler yığını olarak görmüştür. Gördüklerinin kurgusal hayattaki karşılığı ise, halklar mezbahası ve mezarlığı olmuştur.

Ulus-devletin “hayal gücü’’nü oluşturan pozitivist külliyatın içinde bu örnekler sayılarak bitmez elbet. Zaten amacımız da tüm bunların dökümünü buraya sığdırmak değil. Fakat şunun altını çizmekte yarar var; gayemiz bilimi ve bilimsel olanı, her sorunun kaynağı, öznesi halinde getirmek değildir ve olmamalıdır da! Faşizmi yaratanlar, sistemin liberal tandaslı bilgi yapılarıdır. Bu noktada bilgi-yöntem çıkarsamalarıyla buna  özel katkı sunanlar kadar, hakikati eksik, hatalı ve parçalı yorumlayanların da katkısının olduğunu görmek lazım.

 

Ulus-Devletten Sosyalizm Yaratmak

Marx’ın “büyük tarihsel uluslar’’ diye tarif ettiği, esasta ulus-devlet paradigmasıydı. Modernizmin, “kapitalizm’’ ve “endüstriyalizm’’ ayaklarını işçi sınıfının gelişim zemini olarak gören Marx, onun iktidar ayağını da reddedemezdi. Düz-ilerlemeci tarih okuma biçiminin, modernizmi ve onun üç sac ayağını taktiksel de olsa, “devrim zamanı’’nın doğurucu ebesi olarak görmesi, en köklü yanılgıya sebep olmuştur. Zira Marx’ın ardılları, birçok taktik tutumu kendi eyleyişlerinde stratejiye dönüştürmüşlerdir.

1.Dünya Savaşı daha başlamadan evvel Lenin, 1913 yılında “ulusal sorun’’ bağlamında bir araştırma yapması için Stalin’i görevlendirmiştir. Stalin ise, bu araştırmayı bir aylık kısa zaman dilimi içinde tamamlayıp rapor haline getirmiştir. Böylesine hayatiyet arz eden bir konuya dair gösterilen ilgi düzeyi ve biçimi sorunun ne düzeyde ciddiye alındığını görmek bakımından önemli bir veridir. Hazırlanan bu rapor, “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı’’nın tanınmasını içerir. Bu yüzeysel tespite rağmen belirlenen ilkesel tutum, daha sonraki dönemde kimi gerekçelerle değiştirilmiştir. Fakat ulusal sorun konusundaki yüzeysel tutumların oluşturduğu fatura, son derece ağır olmuştur.

1.Dünya Savaşı’nın ön gününde, II. Enternasyonal’de yaşanan tartışmalar, kısa sürede krize yol açmıştır. Zira, Enternasyonal üyesi Avrupalı Sosyalist hareketlerin önemli bir bölümü; bu emperyalist paylaşım savaşına katılmaktan yanadır. Şovenizm ve revizyonizmin ağır etkileri altında yürüyen bu tartışmaları Lenin, öfkeyle karşılamıştır. Bu tutum sahipleri, sınıf savaşımını geçici olarak dondurmak ve bu emperyalist savaşta, işçi sınıfı olarak kendi milli burjuvazilerinin safında “vatan savunması’’na katılmayı dayatmışlardır. Zaten bu sebeple de, kendilerini “sosyal yurtseverler’’ veya “savunmacılar’’ olarak tanımlamışlardır. Bu tutum, II. Sosyalist Enternasyonalin en hakim eğilimi olarak öne çıkmıştır. Bu eğilimin dışında az sayıda da olsa tümden “savaş karşıtları’’ da var.

Lenin, açığa çıkan bu sosyal şoven ve revizyonist eğilimleri kuramsal açıdan ciddi düzeyde eleştirmiş ve mahkum etmiştir. Savaş karşısındaki kendi tutumunu ise; “ihtilalci yenileyici’’olarak tanımlamıştır. Lenin, Dünya Savaşı’na katılan ülkelerin işçi sınıfının, bu savaşı bir devrim fırsatına dönüştürmesi gerektiğinde ısrar ediyordu. Çünkü bu, işçi sınıfının savaşı değildi; ama savaş ortamı, işçi sınıfına devrim yapma koşullarını oluşturuyordu. Fakat “koşulların kullanımı’’ demek, savaşta yer alan kendi “milli burjuvazi’’lerinin, dolayısıyla ülkelerinin yenilgisine de sebep olmak anlamına da geliyordu ve Bolşevikler de dahil en yoğun eleştiri konusu  edilen bu noktadır. Tüm eleştirilere rağmen Lenin, bu zemini Ekim Devrimi’ne dönüştürmeyi başarmıştır. Ekim Devrimi, kapitalist hegemonya için ne kadar kaygı ve korku gerekçesi ise; ezilen insanlık için de, aynı düzeyde umudun ve özgür yaşamın çekim merkezine dönüşmüştür. Ne var ki devrimi yapanlar, klasik iktidar mekaniğinin harcıyla, yeni sistemi inşada ısrarlıdır. Başta Kropotkin olmak üzere, inşa edilen şeyin sosyalizm değil, bürokratik bir devlet kapitalizmi olduğunu söyleyip eleştirenler ciddiye alınmamış ve iktidarın başına proletarya geçtiği takdirde, bu inşa edilen şeye devlet kapitalizmi denemeyeceği veya bunun klasik burjuva devlet kapitalizmi olmadığında ısrar etmişlerdir.

Lenin, devlet kapitalizmine dair dile gelen eleştirilere; partinin 11. Kongre’ye sunulan politik raporda şöyle yanıt veriyordu: “Ekonomi konulu kitaplarda tartışılan devlet kapitalizmi, kapitalist sistemde, devletin belli kapitalist girişimleri doğrudan kontrolünü soktuğu bir sistemde var olan türdendir. Fakat bizimki bir proleter devlettir; proletaryaya dayanır; proletaryaya tüm politik ayrıcalıkları tanır. Ve yine proletarya aracılığıyla kendine alt tabakadan köylüleri seçer. Tam da bu nedenle birçok kişi devlet kapitalizmi teriminde yanılgıya düşmektedir.” Lenin, kendilerinin inşa ettiği devlet kapitalizmine dair, Karl Marx da dahil daha önce kimsenin kuramsal bir analizde bulunmadığına da dikkat çekip, bu sorunu da bizatihi kendilerinin çözüme kavuşturacaklarını belirtir. Ancak, devlet iktidarını yöneten sınıfın niteliğine yüklediği stratejik önem, sorunun da temel kaynağına işaret ediyor. Zira inşa edilen devlet kapitalizminin başına geçen “proletarya’’; kısa sürede iktidar mekaniğinin uyuşturucu ve cezbedici etkisi altında mutasyona uğrayarak, yeni bir bürokratik sınıfa dönüşüyordu. Devletin kendisi, toplumsal değerlerin gasbı üzerinden inşa edilmiş bir tekelleşme iken; bu ceberrut yapı ile sosyalizmi inşa edilebileceğini sanmak ciddi bir ideolojik yanılgıydı. Devlet aygıtının zamanla sönümleneceği varsayılmıştı; ama zamanın ruhu ve akışı, sönümlenenin devlet değil, toplumun ahlaki ve politik dokusu olduğunu ispatlamıştır.

Sovyet halkları Çar’ın zulmünden kurtulmuş ancak bir süre sonra yeni devletin otoriter, baskıcı ve anti-demokratik baskılarına maruz kalmıştır. Tarihsel toplumun özgürlükçü, demokratik muhtevasını zehirleyen milliyetçilik mefhumunun ulus-devletle bağı ciddiyetle ele alınmadığı için; inşa edilen sistemin ürettiği şovenizm ve ulusalcılığın da önü alınamamıştır. Bu nedenle de, Ekim Devrimi’yle bir anda ilizyone edilen milliyetçilik, reel sosyalizmin dağılmasıyla birlikte mantar gibi türemiştir. Oysa, “Rusya’da daha 1920’ye varmadan Sovyetlerin demokratik yapısı sona erdirilmiştir. Geriye ulus-devlet modeliyle tek ülkede sosyalist inşa yolu kalmıştır. Bunun için tüm muhalifler tasfiye edilmiş, demokratik güçlerin başında gelen köylülük yok edilmiş, aydınlar susturulmuştur. Ortaya çıkan, ‘modern firavun sosyalizmi’dir.’’ 70 yıllık uygulama bize göstermiştir ki, ulus-devletten sosyalizm türetmenin imkan ve olanağı yoktur.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, bu sistemin kendisini “sosyalist devlet’’ olarak tanımlamasını, en az liberal devlet kadar bir safsatadan ibaret olduğunun altını çizer. Evet, belki reel sosyalizmi direkt faşizmle kıyaslamak haksızlık olacaktır. Ancak devlet eliyle inşa edilen şeyin, sosyalizmle ilgilisinin olmadığını da belirtmek gerekiyor.  Gerçekleştirilen şeyin, tam anlamıyla bir toplum mühendisliği olduğu ve yarattığı tahripkar sonuçların, totalitarizm bağlamında faşizmle benzeştiğini belirtmek gerekiyor. “Firavun sosyalizmi biçiminde kavramlaştırılan olgunun günümüzdeki karşılığı olan sosyalist devlet, kapitalizmin en açık devlet şekli olması nedeniyle pro-faşizmle de çok alakalıdır: Ulus-devletin (faşizm) reel sosyalizmdeki karşılığıdır.’’

Sınıf merkezli bir sosyal homojenizm (tüm toplumu proleterleştirme), iktidar mekaniğiyle buluşunca hem otoriterliğe ve hem de otoritenin siyasal eğilimine uygun bir siyasal homojenizme dönüşmüştür. İktidar nosyonu etrafında oluşan, oluşturulan patolojik ruh hali, reel sosyalizmde de en kaba şekliyle gerçekleşmiştir. Stratejik önem atfedilen iktidar kurumu; onun temsil eden lider kültüyle özdeşleştirilmesi ve oluşturulan tüm “iç ve dış düşman’’ algısı, esasta lider algısı esas alınarak belirlenmiş ve siyasal soykırımlar gerçekleştirilmiştir. Bu yönelim ve saldırı dalgası; gerek kurşuna dizilen, gerek çalışma kamplarında zorla çalıştırılan ve bu zor şartlarda hayatını kaybedenler, yine Stalin’e has, içteki azınlıklara dönük “ulusal sorun’’ çözümü, gerçek manada bir tehcir uygulamasına dönüştürülmüştür. Milyonlarca insanın işkence, ölüm ve sakat kalmasından ve bir o kadarının da ailelerinden koparılıp yetimhanelere konmasından söz ediyoruz! Stalin’in çok güvendiği Sergey Kirov, Leningrad valisi iken, genç bir muhalif komünist tarafından, 1 Aralık 1934’de öldürüldü. Ancak, sadece bu cinayet nedeniyle yüzlerce insan kurşuna dizilmiş, on binlerce genç komünist Sibirya’ya sürgün edilmiş veya çalışma kamplarında zorla ikame edilmişlerdir. “Kirov’un katilleri’’ olarak kamuoyuna sunulan, teşhir edilenlerin sayısı yüz binleri buluyordu. Zira sürgün edilen bir genç ile birlikte tüm ailesi de aynı biçimde cezalandırılıyordu. Kendi çocuklarını yiyen devrim değildi; devrimi ulus-devlet faşizmine teslim eden çocuklar; aynı zamanda kendi mezar kazıcılarını besleyip büyüterek, kurban sunumunda bulunuyorlardı. Çünkü ortada devrim olarak tanımlanacak bir şey kalmamıştır. Her şeye rağmen, ezilen halklara bıraktığı, özgür, eşit yaşam umudu ve kurtuluş itkisi oldu!

 

Faşizmin Özü: Ulus-Devlet

Faşizmin, anlamsal ve yapısal bakımından ulus-devletle olan türdeşliğini ifade etmeye çalıştık. Fakat buna rağmen Batı merkezli faşizm analizlerinin, bunca hakikati perdeleme çabalarının da, doğru anlaşılmaya muhtaç olduğu açıktır.

Faşizm nosyonu, İtalyanca “fascio’’dan gelir ve anlamı “tomar’’ veya “demet’’ olarak belirtilir. Fakat, İtalyanca fascio’nun kökleri ise Latince “fasces’’e uzanır. “Fasces, Roma’daki geçit törenleri sırasında devletin otoritesini ve birliğini temsil etmek üzere hakimlerin önü sıra ve sırıklardan oluşan bir kılıf içinde taşınan bir baltanın adıydı.’’ Daha 1. Dünya Savaşı öncesine kadar da, fasces; sol-sosyalist grup ve hareketlerin kullandığı bir semboldür. 1. Dünya Savaşı ve sonrasında, başını Mussolini’nin çektiği bir grup, kendilerini “Fascio D’azione Rivoluzionaria İnterventista’’ (Devrimci Müdahaleci Eylem Birliği) olarak tanımlamaya başlamıştır. Özellikle 1. Dünya Savaşı’nın ardında bıraktığı ruh hali; savaştan yenilgiyle çıkmış olan Alman ve İtalyan toplumunda derin travmalara yol açmıştır. Siyasal yapıların da, bu travmaları, milliyetçi hisleriyle dönüştürme gayreti , politik atmosferi tam bir kaosa dönüştürmüştür. Savaş sonrası yaşanan ve yaratılan buhranı kullanarak, Nasyonal Sosyalizm adında ucube bir siyasal hareket oluşturmaya çalışan bu grup; fasce’nin tarihsel anlamına da gönderme yaparak fascismo (faşizm) nosyonunu oluşturdu.

Mussolini, savaşın geride bıraktığı askerlerden, gazilere, milliyetçi sendikalistlere kadar, birçok kesimin bir araya gelip dayanışma duygusunu geliştiren en çarpıcı sembol olarak fascismo’yu görmüştür. Unutmayalım ki, bu nasyonel sosyalistlerin büyük çoğunluğu II. Enternasyonal üyesiydi ve sosyalizm davası için mücadele ediyorlardı. II. Enternasyonal’in ciddi ve köklü bir “ulusal sorun’’ perspektifinin olmayışıyla; bir anlamda sosyalist zeminden faşizm türetilmiş oluyordu. Almanya, İtalya, İspanya gibi ülkelerde, sokak çeteleri türü lümpen kesimlerle ortaya çıkmış ve sistemin eğim vererek, destekleyerek hızla gelişmesini sağladığı, faşizmler, daha ilk günden “anti-komünist’’ konumlanma içindeydi.

İtalya ve Almanya, geç ulus-devlet formuna dönüşmüş ülkelerdir. İki ülke de, uzun süre konfederal tercihte ısrar etmiş, sınıf mücadelelerinin ciddi ivme kazandığı ülkelerdir. Bu nedenle de, sosyalist devrimin gelişeceği esas merkezler olarak görülüyorlardı. Başta Lenin olmak üzere, Ekim Devrimi’ni geliştirenler, uzunca bir süre Almanya’da bir sosyalist devrimin olacağı beklentisi içindedirler. Sosyalist cephenin gördüğü bu gerçeği, kapitalist hegemonya da görüyordu elbet. Bu nedenle; birincisi, 1. Dünya Savaşı ve sonrası yaşanan yapısal krizi aşmak; ikincisi, Batı Avrupa’da, Almanya ve İtalya şahsında gelişen sınıf mücadelelerini bastırmak ve yok etmek; üçüncüsü de 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı yeni ve daha büyük tehlike olarak Ekim Devrimi’nin yayılmasını önlemek ve mümkünse devrimi yok etmek istemiştir. Faşizme, bu temel noktalar düşünülerek eğim verilmiş, dolaylı veya direkt desteklenmiş, büyümeleri sağlanmıştır.

1918’de W.Wilson, “14 ilke’’yi açıklamıştır. Bu ilkeler, esasta kapitalist modernite sisteminin gelecek tahayyüllerini de içeriyordu. Bu ilkelerden biri de, Lenin’in UKKTH’nin ilkesinden devşirilmiş “self-determination’’dur. 1. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan İmparatorlukların, minimal ulus-devletlere dönüşmesini bu ilke ile sağlamışlardır. Eksik kalan coğrafyaların da; gerek kapitalizm ve gerekse de reel sosyalizmin katkılarıyla (ulus-devlet formu) önemli oranda evrensel bir karaktere bürünecekti.

Bu küresel politikanın hayat bulmasında Alman ve İtalya faşizmi, yeni bir savaşın koç başları olarak görülmüş ve hazırlanmışlardır. Küresel hegemonya, faşizme, ağırlıklı olarak Sovyetler’e yönelecek tarzda meyil vermiştir. Fakat Hitler Polonya’dan başlayıp Avrupa’ya yönelmiştir. Bu durum, küresel hegemonyanın, hesap hatası yaptığını gösterir mi? Aksine, esas hedef Sovyetler’dir (ki öyle de olmuştur). Fakat Batı Avrupa’daki sınıf mücadelelerin dumura uğratılmasında da, Hitler heyulasının tüm Avrupa üzerinde dolaşması, hegemonyanın faydasına olmuştur. Açığa çıkan sonuç, bu konuda başarı sağlandığını gösteriyor. Zira Batı Avrupa’da içeriği boşaltılmış sol dışında bir şey kalmamıştır. Yani kapitalist hegemonya açısından; Hitler’in Sovyetler’e yönelmesi kadar, tüm Avrupa’ya da korku salmış olması son derece isabetli bir tutum olmuştur. Ama Hitler, her halükarda yok edilecekti; çünkü kapitalizm kendi iktidar formunun (ulus-devletin) bu kara yüzünü asla sahiplenmez/sahiplenemezdi de!  “Çünkü Hitler hepsinin ortak entelektüel pisliği, siyasi pratiklerinin ortak ‘kusmuğudur.’, ‘kargaya yavrusu Anka görünür’ derler. Hiçbiri, ideolojik ve eylemsel olarak ‘pislik kustum’ der mi?’’ Demez, çünkü hegemonya açısından baki kalacak olan, ulus-devletin “modern’’ yüzüdür. Hitler ise, ulus-devletin, sadece meşruiyetine ve tapınımına hizmet eden bir siyasi figürdür. Toplum ölüm gösterilerek, sıtmaya razı edilmiştir. Fakat razı olunan da, esasta ölümdür; hem de ölümün sürekliliği ve kuramsal meşruiyete dönüşmüş halidir. Öcalan’ın ifadesiyle, Hitler kaybetti ama faşizm kazandı. Zira, ulus- devletin ruhu ve bedeni olarak evrensel bir karakter kazanarak kurumsallaştı. Dolayısıyla faşizmin, kapitalizmle olan bağını koparmak ve onu istisnai bir durum olarak addetmek ve topluma da böyle algılatmak için birincisi; faşizmi 2. Dünya Savaşı’na has, istisnai bir sistem olarak sunmak; ikincisi, onu, yani faşizmi sistemin, tüm kötülüklerin öznesi haline dönüştürmek; üçüncüsü de, “Faşizm eşittir Yahudi soykırımıdır” algısını oluşturmak, hakikati perdelemektir. Bu anlamda faşizmin, ulus-devletin kendisi olduğu gerçeğinin altını çizerek, şunu belirtebiliriz ki, faşizm Batı aklının yarattığı mitik bir kurgudur! Yaşanmış ve halen de yaşanıyor olmasına rağmen, eski zamanlara dair bir mit haline dönüştürülerek güncelle bağı koparılmak istenmiştir.

Sonuç olarak; faşizm nosyonunun bunca mistitize edilecek bir yönü yoktur. Ama bu denli özel ve özenli bir uğraşla çarpıtılma gayretinin etkileyici olduğu ortadadır. Oysa gerek öz ve gerekse biçimiyle ulus-devlet iktidarı, faşizmin bizatihi kendisidir ve tarihsel gerçeklikler, devletli iktidarla, toplumcu, demokratik, özgürlükçü bir sistem kurmanın imkansızlığını ispatlamıştır. Liberal ulus-devlet faşizmi ise, aynı ulus-devletin sosyalist olanının karşılığı olarak tanımlanmış sosyalist devlette de, pro-faşizm demektir. Devletli iktidarın başına oturanla değil, devletin bizzat kendisinin belirleyici, dönüştürücü ve değer öğütücü olduğunu görmek lazım!

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.