Düşünce ve Kuram Dergisi

21. Yüzyılda Feminizm ve Sosyalizm: Kürt Kadınlarına Mektup

Claudia Korol

Bizim Amerika’mızda feminizm ve sosyalizm; ulus-devlet sınırlarını aşan, politik olduğu kadar kültürel, ideolojik ve felsefi bir devrim için mücadele ederken, Türkiye’de günümüzde Erdoğan hükümetinin baskılarıyla yüzleşen, hapse atılan, zulüm gören Kürt aktivistlerle kamusal, ama aynı zamanda samimi bir diyalog ve fikir birliği içerisinde değerlendirilmelidir. Bu, birbirinden en farklı şekillerde karşımıza çıkan baskılara karşı nice zamandır başkaldıran ve mücadelelerini ortaklaştırmak için birbirlerini daha iyi tanımaya ihtiyacı olan halklarımız arasında bir köprü kurmanın yoludur.

Bu satırları dostlar arasında sohbet ediyor hissiyle yazıyorum. Deneyimlerini paylaşan, şüphelerini, kesinliklerini, hayallerini, girişimlerini paylaşan dostlar gibi hissediyorum. İfade etmek isterim ki siz yoldaşlarıma büyük bir saygı, hayranlık ve mücadele içerisinde gelişen bir dayanışma hissi duyuyorum. Bölgedeki devletlerin karşısında nasıl durduğunuzu, özyönetim alanlarınızın nasıl işgal edildiğini biliyoruz. Kobane, dünya halkları ve dünya kadınları için dev bir umut ışığıdır. Kürt halkının devrimi bizlere umut ve azim veriyor, ancak en önemlisi dünyanın her yerindeki halkların ihtiyaç duyduğu dönüşüm hakkında yeni düşünme biçimleri kazandırıyor. Kürt halkının teorik arayışlarıyla, kadınların bedenlerinden ve gözlerinden hayatı tekrar keşfettiğini biliyoruz. Biz de Kürt halkını örnek almaya çabalıyoruz, kendi gözlerimizle, bedenlerimizle ve mücadelelerimizle, yalnızca tarihte kadının yerini değil, tüm bilgiyi baştan ele almaya cesaret topluyoruz.

Bizim Amerika’mızda yaşayan pek çok kadın Kürt devrimiyle dayanışma içerisinde, Kürt kadınlarının yaptığı gibi feminizmi yeniden keşfetmenin mücadelesini veriyor. Bu hislerle, aramızdaki diyalog baş kaldıranların kucaklaşmasının devamı, kendi mücadelemiz bildiğimiz mücadelenizle militanca dayanışmamızın bir ifadesidir.

 

Bedenlerimizi Sömürgecilikten Arındırma

21. yüzyılda, şiddetle fethedilmiş, işgal edilmiş, üzerinde egemenlik kurulmuş, istila edilmiş halklar için feminizm ve sosyalizmi düşünmek. Dünyayı anlama, üzerinde yaşama, insanlar ve doğa arasında ilişki kurma şeklimizi ortaya koymak için olmazsa olmaz bir koşul olarak sömürgeciliğe meydan okumak. Halklar olarak egemenlik hakkımızı hayata geçirmek için sömürgeciliği zor aygıtlarından mahrum bırakmayı şart kılmaktadır.

Erkek egemen kapitalizmin içine düştüğü kriz, dünyayı, halkları, toplumları ve doğayı savaşların, çatışmaların, vahşetin, talanın, iklim değişikliğinin, çölleşmenin, kirliliğin uçurumundan aşağı itiyor. Sizlerin de doğrudan maruz kaldığınız gibi halklar, yaşam alanları yok edilirken, soykırımlar, kadın kırımları yaşanırken, bu çok daha zorlu bir mücadeledir.

Dünyanın acımasızca parçalanması yeni bir hâlden geçiyor, dünya hegemonyalarını sürdürmeyi ve çoğaltmayı “güvence altına almaya” çalışan uluslar üstü şirketlerdir. Ve onları koruyan hükümetler, ortak (doğal) ürünleri kanunsuzca yağmalamaya yöneliyorlar. “Güvenlik” adı altında yürütülen politikalar, küresel ekonomik ve politik blokların yeniden teyit edilmesi ve desteklenmesi politikalarıdır. Bu savaşların ve tahribatların meşrulaştırılmasının söylem merkezlerinden biri de tekçi düşüncedir ve bu da çeşitliliğin imhasına denktir. Araştırmacı Rita Segato’nın deyimiyle “zulüm pedagojisi” mekanlarımızı, zamanlarımızı, düşlerimizi ve ortak varlıklarımızı acımasızca sömüren kapitalizmin bu aşamasının pedagojisi haline gelmiştir.

Bedenlerimizi sömürgecilikten arındırmak… Yalnızca yüzyıllardır süregelen bireysel ve kolektif projelerimizden yabancılaşmanın empoze edildiği bedenlerimizde, kendi tarihimizi yaratma ihtiyacını, tutkusunu, gücünü ve enerjisini keşfetmek karmaşık bir görevdir ve devrimci hareket olarak kendi pedagojimizi inşa etmemizi gerektirir. Brezilyalı usta eğitimci Paulo Freire ile gördüğümüz gibi bu, dayanışma, enternasyonalizm, özgürlük, infial, öfke ve isyanın pedagojisidir.

Kadınlar olarak bedenlerimizi sömürgecilikten arındırmak ise erkek egemen şiddeti durdurmanın ve dağıtmanın yollarını aramaktan geçer. Kadınların bedenleri ve yaşamları üzerindeki mülkiyetleri gibi ayrıcalıklarını kaybetmeyi kabullenmeyen erkeklerin öfkeli tepkisi haline gelen kadın cinayetlerini durdurmanın yollarını bulmaktan geçer.

Feminist bilincimiz tarafından özgürleştirilen her alan, ataerkil şiddetle tehdit altındadır. Toplumsal bir suç duyurusu ve pedagojik uygulamalar olarak kitlesel eylemlilik ile feminist öz savunmanın yollarını kesiştirmek için çabalıyoruz. Okullarda kapsamlı cinsel eğitim programlarının uygulanması, bedenlerimize dair haklarımızın uygulamalarında ilerlemeler, kendi iradesiyle gebeliğine son vermesi gereken genç ya da yetişkin kadınlarla yoldaşlık içerisinde kürtajın yasal, güvenli ve serbest hale getirilmesi mücadelesi bunlara örnektir. Art arda ırzına geçtikleri bedenlerin kullanılıp atılmak için var olduğuna inanan erkek müşterileri tatmin etmek üzere 21. yüzyılın köleleri haline gelmiş, fuhuş ve insan kaçakçılığı ağlarında kaybolmuş kadınların izlerini feminist kolektifler sürüyor. Uyuşturucuyla yok edilmiş çocuklarına bakan annelere ya da yalnızca yoksul oldukları gerçeğinden ötürü öldürülen genç insanlara yoldaşlık ediyoruz. Mahkemeye gitmelerine yardımcı oluyoruz, ırzımıza geçenleri ifşa edip haklarımızı birlikte talep etmeye gidiyoruz. Sloganımız “Bir kadına dokunurlarsa, tüm kadınlar cevap verir” oldu. Bu, ataerkil şiddetin neden olduğu çaresizlik ve yalnızlığa karşı ortak bir eylem programı.

Toprağı, ormanı, tohumu, nehirleri, ortak varlığı elinden alınan, askeri güçle disipline edilen halklar olarak kolektif bedenlerimizi sömürgecilikten arındırmaktır. Bedenlerimizi kurtarmak ve egemenliğini geri kazanmaktır. Meksika, Chiapas’ta direnmenin, örgütlenmenin, yönetimin ve içinde tüm dünyaların yer bulabildiği, her şeyin sadece bizim için değil, herkes için olduğu emrine uyarak dünyalar yaratmanın yeni yollarını bulan Zapatista toplulukları gibi. Honduras’ta kutsal Gualcarque Nehri üzerine baraj yapılmasına sayısız kardeşimizin arasında, dünya devrimlerine, özellikle Kürt kadınların devrimine gönlünü vermiş bir Lenca kadını olan kız kardeşimiz Bertha Cáceres’in canı pahasına engel olmak için mücadele eden Lenca halkı gibi. Ya da Honduras’ta ölüm şirketleri tarafından işgal edilen ve satılan toprakları için mücadele eden Garífuna halkı gibi. Guatemala’da toplum temelli iyileşme yolunda feminizmi var eden, halklarının uğradığı soykırımları mahkemeye taşıyan, cinsel şiddetin insanlığa karşı suç olduğunu savunan, madencilik ve ormancılık şirketlerinin karşısında durarak topraklarına girmelerine engel olan Ixil kadınları, Xinca halkı, K’iche halkı gibi. And dağlarının iki yanında topraklarını koruma ve dünya görüşlerine uygun bir yaşamın olanaklarını keşfetme mücadelesi veren Mapuche halkı gibi. Peru, Cajamara’daki lagünleri koruma mücadelesi verenler gibi. Ekvador’da topraklarına kurulmak istenen mega madenin getireceği yıkımı reddeden Shuar halkı gibi. Bolivya’da hükümeti sömürgecilik ve erkek egemenlikten uzaklaşmaya sürüklemeyi başarmış olan, ancak bunu toplumda somutlaştırmanın gerekliliğini bilen toplumsal feministler gibi. Suyun altından daha değerli olduğunu, dağların madencilik için parçalanamayacağını, nehirlerin barajlarla durdurulamayacağını, ormanların ağaç sızlandırılamayacağını söyleyen tüm halklar gibi. Bu halkların bir diğer söylediği de şudur: Bizler doğayı koruyan insanlar değiliz, bizler kendini koruyan doğanın kendisiyiz.

Sömürgelikten kurtulmak, fethederek gelenin dilini dayatmak için yasakladığı dillerimizi geri kazanmak demektir. Sembollerimizi, maneviyatımızı, danslarımızı, şarkılarımızı, resimlerimizi, şiirlerimizi, sağlık ve eğitim sistemimizi, atalarımızdan gelen bilgiyi kurtarmak demektir. Sömürgelikten kurtulmak için tohumları, bitkileri ve insanların bilgisini patent altına alma girişimleriyle yüzleşmek ve bunların uluslar ötesi şirketlerin elinde alınıp satılan şeylere dönüşmesine engel olmak zorundayız.

Sömürgelikten kurtulmak, Afrika’dan köle olarak getirilen insanlara boyun eğdirmek ve yerli halkları köleleştirmek için, kullanılan kültürel silah olan ırkçılıkla savaşmak demektir. Irkçılık, iş gücünün değerini düşürerek ve “ırk temelli iş bölümü” yaratarak bu insanların çocuklarına ve torunlarına daima alt sıralarda kalacakları, daha az fırsata sahip olacakları, hatta köle iş gücü koşullarında çalışacakları bir yaşamı dayatan bir baskı kültürü olarak varlığını sürdürmektedir. Irkçılık, bu halkların topraklarının çeşitli şekillerde ellerinden alınmasını, toplumsal haklarının tanınmamasını meşru kılar. Değeri azalan yalnızca iş gücü değildir, işçilerin bilgileri, dünyayı anlama şekilleri, kültürleri ve kimlikleri de değerinden kaybetmektedir. İnsanların zorla göç ettirildiği süreçlerde ırkçılık ifadesini yabancı düşmanlığı şeklinde bulur. Doğdukları topraklardan zorla göç ettirilen insanlar, geldikleri yerlerde de reddedilmiştir. Irkçılık, yoksul, yerli, siyah, göçmen kadınların üzerinde erkek egemen iktidarın ve kapitalist kazancın artırılması, mülksüzleştirme ve sömürü için bir argüman olmayı sürdürmektedir.

 

Sosyalizm Deneyimlerinden Ders Çıkarma

Abya Yala[1] denen bu topraklarda yeniden inşa ettiğimiz feminizm ve sosyalizm, geçmişte farklı kıtalarda yaşanan deneyimlerden öğrendiklerimizle güç buluyor. Aynı zamanda onlara hem bedenlerimizde ve yaşadığımız topraklarda hem de bugün mücadelemizi sürdürdüğümüz bağlamda yer vermeye çalışıyor. Feminizm ve sosyalizmden aynı anda bahsediyorum. Çünkü özgürlükçü düşünceler arasındaki sınırları kaldırmanın mevcut tasavvurumuzun bir parçası olduğuna inanıyorum. Çünkü baskının olmadığı bir toplum aynı anda hem sosyalist hem feminist, hem de sömürgecilikten uzak olmak zorundadır.

Ekim devriminin yüzüncü yıl dönümüne yaklaştığımız şu zamanlarda, bize bıraktıkları miras, üzerinde tekrar düşünmemiz gereken çok önemli bir bilgi kaynağı olarak önümüzde duruyor. Bazı düşüncelerimi sizinle paylaşıyorum. Biliyorum ki tasarlamakta olduğunuz Kürt devriminde bu düşünceler de dikkate alınıyor. Bu düşünceler henüz tamamlanmış değil ve bizim bölgemizden, bizim deneyimlerimiz ve tasavvurlarımız ışığında yazılmış. Dolayısıyla aramızda kurduğumuz diyaloğun, inşa etmeye devam ettiğimiz köprünün de bir parçası olacak.

Lenin öncülüğünde yapılan devrim bize Çarlık gibi kanlı bir rejimi yenip, tüm iç ve dış karşı devrim güçlerine rağmen halkın gücüne dayanan bir topluma, işçi-köylü dayanışmasına doğru ilerlemenin mümkün olduğunu gösterdi. Sovyetler daha eşitlikçi ve demokratikti; herkes için eğitim, sağlık, barınma ve iş imkânları sağladı. Ancak başından beri üretimde ve devlet yönetiminde halkın öncülüğünü derinleştirmeyi başaramadı. Bu, devletin en sonunda bir parti yönetiminin eline geçerek bürokratikleşmesi ve halktan kopması anlamına geliyordu.

Sovyetlerden edindiğimiz ve 20. yüzyılın başlarında enerjisini tüm dünyaya yayan devrim tecrübesi, Stalin yönetimiyle sona erdi; “proletarya diktatörlüğü” adı altında, temeli şiddet üzerine kurulu yeni bir egemenlik sistemine dönüştü.

Halkın kaynaklarının kamulaştırılması politik bürokrasinin işine geliyordu. Bu durum, zamanla kendi burjuva ve mafya sınıfını yaratarak, kapitalizme geri dönüşü kolaylaştırdı.

Hayal kırıklığıyla sonuçlanan gerçek sosyalizm deneyimlerinden henüz gereken dersleri çıkarmış değiliz. Oysa 21. yüzyılda, devletin bir baskı kurma aracına dönüşmeden özyönetime ve halk iktidarına olanak tanıdığı, her daim zulme başkaldıracağımız devrimleri gerçekleştirebilmek adına bunların üzerinde düşünmenin elzem olduğu kanaatindeyim.

İki önemli olay, Sovyetler Birliğinin çöküşü ve Çin’in kapitalist güce yönelmesi, bize Che Guevara’nın yaptığı uyarıyı acı bir şekilde hatırlatıyor: Sosyalizmi yalnızca gelir dağılımından ibaret göremeyiz, bunu bir bilinç olarak benimsemeliyiz. ‘Küba’da Sosyalizm ve İnsan’ bölümünde Che, Küba Devriminin erken yıllarında çıkardığı dersleri yazıyor:

“Bizi kapitalizme sıkı sıkıya bağlayan verimsiz araçların (yani ekonomik birim olarak mal, hareket kolu olaraksa kâr ve kişisel maddi çıkarlar vs.) yardımıyla sosyalizme ulaşmak için “aldatıcı umut” yöntemini izlemek bizleri bir çıkmaza sürükleyebilir. Ayrıca, buraya birçok dörtyol ağzı bulunan uzun bir yolu aştıktan sonra ulaşırsınız, fakat nerede yanlış bir dönüş yaptığınızı tam olarak anlamak güçtür. Zaten kurulmuş olan ekonomik temeller bilinç gelişmesine zapa[2] ile yapacağını yapmıştır. Komünizmi kurmak için yeni ekonomik temeller atmak ne kadar gerekliyse, yeni insanı yaratmak da o kadar gereklidir.

… emek yeni bir şekil almalıdır; Ticarî ilişkilerin egemenliği altındaki insanın varlığına son verilmeli ve bireyin toplumsal görevini tam olarak yapması için bir norm ortaya koyacak sistem yaratılmalıdır. Topluma ait üretim araçları ve makineler yalnızca görevin tamamlandığı yerlerde mevzilenmelidir. İnsan, tamamladığı işler ve yarattığı nesneler aracılığıyla insan olarak gerçek değerini anlamaya ve yaptığı işin kendisini yansıttığını görmeye başlayacaktır. Çalışma, artık insanın kendisine ait olmayan, satılmış işgücü şeklinde varlığının bir kısmını tüketmesini gerektirmeyecek, bunun yerine kişinin ortak hayata katkısını yansıtan bir eserini, yerine getirdiği toplumsal görevini temsil edecektir.

… Daha hâlâ bireyin, tüm yönetim ve üretim mekanizmalarına bireysel ve kolektif olarak bilinçli biçimde katılmasının desteklenmesi ve bunun teknik ve ideolojik eğitim ihtiyacı fikrine bağlanması gerektir; öyle ki, birey bu süreçlerin nasıl sıkı sıkıya birbirlerine bağlı ve ilerleyişlerinin nasıl paralel olduğunu anlayabilsin. Bu şekilde, bir kez yozlaştırıcı zincirlerin kırılmasıyla insan, tam olarak yeniden yaratılışına eşdeğer olan toplumsal işlevinin tam anlamıyla bilincine varacaktır.”[3] Bu metinde Che, devrimin kurumlaşması sonucu devrimci enerjinin ve isyancı öznelliğin oluşumunun engellenmesi ihtimaline yönelik endişesini ifade ediyor. Aynı metinde diyor ki:

“Ne sözde özgürlükten yararlanan fakat resmi görüşleri körü körüne kabul eden hizmetkârlar, ne de devlet hesabına yaşayan okul öğrencileri yetiştirmeliyiz. Şimdiden, halkın gerçek sesiyle yeni insanın türküsünü söyleyecek olan devrimciler yaratılıyor.”

Rosa Luxemburg da kendi döneminde devrim tasavvurunun bürokratikleşme ihtimaline yönelik tartışmaları ortaya koydu. Halkın örgütlenme dinamiklerinin devrimlerde kilit nokta olarak görülmesi gerektiğini söyledi ve coşkuyla, tıpkı yarım asır sonra Che’nin de yapacağı gibi, enternasyonalizmin sosyalizm tasavvurunda olmazsa olmaz koşullardan biri olduğunu öne sürdü. Rosa tıpkı devrimciliği gibi, özgürlük bayrağını da hep yükseklerde taşıdı. Rus Devrimini coşkuyla selamladı, Alman sosyal demokrat burjuvalarla tartıştı ve devrimci Sovyet tasavvurundan kopuş olarak nitelendirdiği özgürlükleri yok etme eğilimini daima sorguladı.

1918’de cezaevinden yazdığı bir bildiride 1917 Ekim zaferini açık bir sevinçle selamlıyordu: “Tarihi bir anda bir devrimci partinin ne kadar cesaret, enerji, devrimci anlayış ve mantık sergileyebileceği bizzat Lenin, Trotsky ve arkadaşları tarafından kanıtlanmıştır. Açıkça görülmüştür ki batılı sosyal demokratlarda eksik olan onur ve devrimci eylem kapasitesi Bolşevikler’de mevcuttur. Ekim ayaklanması yalnızca Rus devrimini değil, enternasyonal sosyalizmin de onurunu kurtarmıştır.” İşte bu dayanışma ruhunun bir sonucu olarak Bolşevik politikalarında tespit ettiği hatalar için sert eleştirilerde bulundu. Devrimci demokrasinin temel ilkelerini hatırlatarak, otoriterlik tehlikesine dikkat çekti: “Eğer özgürlük sadece devleti destekleyenlere veya belirli bir partinin üyelerine verilecekse, sayıları ne kadar çok olursa olsun, bunun adı özgürlük değildir. Özgürlük her zaman ve yalnızca, farklı düşünene tanınandır (…) Genel seçimler olmadan, basın özgürlüğü olmadan, sınırsız toplanma özgürlüğü olmadan, … tüm devlet kurumlarında yaşam baskı altına alınıyor ve bürokrasi tek etkin unsur haline geliyor.”[4] Sosyalizm, özgürlük ve demokrasi arasındaki değişmez bağ, onun düşüncelerinin temelini oluşturuyordu. İç savaş sonucu ortaya çıkan tarihsel koşulları kalıcılaştırmanın, yani sosyalizme geçiş döneminde yaşanan zorlukları romantikleştirmenin tehlikelerine karşı uyarılarda bulundu.

Rosa da Che de kendi dönemlerinde, devrimin eğer dar milliyetçi düşünceler ve politikalar içine hapsedilirse mutlaka düşeceği konusunda bizleri uyardılar. Gerçekten de bu düşünceler devrim esnasında halkın ve sosyalist örgütlerin bilinçlenmesinin önünü öyle tıkadılar ki, dünya savaşı çerçevesinde ideallere ihanet etmekte ve savaşın bir tarafı olup başka şehirlere saldırmakta bir mahsur görülmedi.

Rosa Luxemburg devrimci hareketlerde kadının yerini de sorgulamamızı sağlıyor. Clara Zetkin ile birlikte, Alman Sosyalist Partisinin erilliğiyle karşı karşıya geldi ve emperyalist savaşa karşı barışı savunmak için Avrupalı sosyalist kadınlarla birlikte ilk konferansı düzenledi. 1902’de Leipziger Volkszeitung’da şunları yazdı: “Kadınların politik anlamda kurtuluşu [sosyalist hareketin] politik ve ruhsal durumuna yeni bir soluk getirecek; böylece parti üyelerine, işçilere ve hatta liderlere de şüphesiz bulaşmış olan mevcut gerici aile hayatının boğucu havası dağıtılmış olacak.” Rosa’nın yalnızca toplumda değil, sosyalist parti üyelerinin ve liderlerinin de günlük yaşamında ataerkinin ne derece hâkim olduğuna dikkat çekmesi önemlidir. Bunu o dönemde sapkınlık olarak değerlendiren kimi ataerkil kişiler yıllar sonra sosyalizm bayraklarını teslim edip savaş tezkerelerine imza atacaktı.

Sosyalizm, feminizm, enternasyonalizm ve barış, aynı tarihi tasavvurun birer bileşenidir ve bu tasavvur, savaş yanlısı emperyalizmin zorbalığını, burjuva güçlerini ve uluslararası sermayeyi yenmenin tek yoludur.

Bu demek oluyor ki, mücadeleyi işçilerin, kadınların, gençlerin, köylülerin, yerlilerin kurtuluşlarının toplamından ibaret görmemeliyiz. Bunu yalnızca bir sınıf mücadelesi, ataerkiye karşı mücadele, sömürgeciliğe karşı mücadele veya antiemperyalist mücadele olarak görmek doğru değil. Dönüşümü, birbirinden farklı özgürlük mücadelelerinin eşzamanlı olarak yürütüldüğü, birbirini desteklediği ve karmaşık bir bütün olarak somutlaştığı bir devrim olarak düşünmek gerek. İnsan haklarını ve doğayı korumak, üretim araçlarının özel mülkiyete geçirilmesine ve bunun yol açtığı işgücü sömürüsüne son vermek gibi. Böylece özel mülkiyetin devredilmesi veya artı değerden gelir elde edilmesiyle sınırlı kalmadan, halkların yaratıcı kapasitesini yok sayan bir bürokratik devlete dönüşmenin de önüne geçmiş oluruz.

20. ve 21. yüzyıllarda devlet kontrolü ile sınırlandırılan sosyalizm, Venezuela’daki komün örneklerinde de gördüğümüz gibi, umduğumuz stratejik konuma gelemedi çünkü. Parti bürokrasisi kendi ayrıcalıklarını yaratırken yozlaşmayı da beraberinde getirdi ve sistematik bir şekilde halkların refaha ermesine engel oldu. Bolivarcı devrimciler, Chavezciler, bir yandan hala faşist ve gerici güçlere karşı savaşırken, bir yandan da devleti kuşatmış olan bürokrasiyle de mücadeleyi sürdürüyor. Aynı zamanda da komünlerin sosyalist yapısını güçlendirmeye çalışıyor. Çünkü biliyorlar ki devrimin temellerini, şehirlere de öncülük edecek olan bu komünler oluşturuyor.

Yirminci yüzyıldaki devrimlerde yapılan en büyük hatalardan biri, tek başına sosyalizmin tüm ayrımcılıkları ve baskıları ortadan kaldırmaya yeteceğine inanmaktı. Burjuvazi eliyle özel mülkiyeti kaldırdığımızda, aynı anda ataerkinin ve sömürgeciliğin yol açtığı eşitsizliklerin de giderileceğini sandık. Ataerki ve sömürgecilik çoğu zaman ayrı bir sistem olarak tanımlanmadı veya varlıkları hep geri plana atıldı. Bu yüzden, her ne kadar kadınlar ve baskı altındaki diğer gruplar için bazı önemli değişiklikler getirmiş olsa da ekonominin yanı sıra politik, toplumsal ve kültürel alanda bu sistemleri yok etmeyi başaramamıştır.

Sosyalist, feminist, sömürgecilik karşıtı devrimler, halkın üzerinde otorite ve baskı kuran güçlere karşı çoğulcu ve kalıcı devrimlere dönüşebilmek için kendini yeniden üretmek zorundadır.

 

Feminizmlerin Katkıları

Yirminci yüzyıl deneyimi, önemli süreçlerde, kadınların lehine yasal, ekonomik, toplumsal, kültürel ve politik dönüşümler gerçekleşmesine rağmen, eğer ataerki doğrudan hedef alınmazsa, uyarlanır, yeniden düzenlenir ve sonunda güçlenir. Erkeklik, intikam, öfke ve şiddet yoluyla alanı yeniden düzenler.

Popüler, toplumcu, sosyalist feminizmler, kadınların sistematik olarak “savaş ganimeti” olarak görüldüğü ve bulunduğu bir kıtadaki Abya Yala’da barış mücadelelerine önemli katkılar sağlamıştır. Barış mücadelesinde, Kolombiyalı kadınlar, çeşitli saldırılara maruz kalarak, yılmayan en ön saflardaki kahramanlardır. İsyancı toplumlara öğretilmesi hedeflenmiş cinsel şiddet, kadın bedenini disipline etmek ve evcilleştirmek için bir silah olmaya devam ediyor. Meksika, Atenco kadınları, cinsel şiddeti uğradıklarını rapor ettiler. Arjantin, Şili, Uruguay gibi çeşitli ülkelerde 1970’lerin diktatörlüklerinde gizli tutulan kamplarında bulunan kadınlar bunu sistematik olarak yaşadılar ve insanlığa karşı suç olarak- bazı kanaatlere ulaşabilmek için- kınadılar. Savaşlar, iç savaşlar ve diktatörlüklerle talan edilmiş topraklarda bu sistematik saldırıyı dillendirmek, kadınlar için tabuları, konuşulmadı fikrini kısacası dokunulmazlığı devam ettirecek yüzyıllık sessizlik sözleşmesini kırmaya yönelik meydan okumadır. Sadece savaş mantığının kuralları bağlamında değil, aynı zamanda görünüşte “barışçıl”, evlerin içinde, kapıların ardında küçük ve acımasız savaş alanlarında, ataerkil sözleşme tarafından doğallaştırılan farklı cinsel şiddetlerin üzerinden geçme…

Çocuk cinsel istismarı, cinsel taciz, fiziksel, ekonomik, sembolik şiddet, ailede, okulda, iş yerlerinde somutlaşan, arzuların ve özerkliklerin evcilleştirilme pratiklerinin günlük repertuvarının bir parçasıdır.

Aynı zamanda, 20. ve 21.yüzyıl feminizmlerinin öncü olduğu ilerlemeler: Yoksul, köylü ve yerli kadınların kendi bedeni ve yaşamı hakkında özgürce karar verme ve resmi olarak kazanılan hakları kullanma imkânı olmaksızın, çalıştıkları görünmez kılınırken; bu başarıların bir kısmını burjuva ve küçük burjuva kadınlar için haklarla sınırlı tutar. Sınıf farklılıklarıyla kapitalist sistem çerçevesinde ara buluculuk yapar ve bağ kurar.

Ataerkil kapitalizmi, hükümetlerini, devletlerini, mahkemelerini, ordularını devirmek, iktidar, sömürü ve zulmü yeniden üretmek için oluşturulmuş bilgi ve güçlere meydan okumak, feminist sosyalizmin yaratıcılığını gerektirir. Abya Yala’da, muazzam bir direniş ve ayaklanma kültürü var. Yüzyıllar boyu kadın örgütlenmesinin farklı biçimleri, ataerkil sistem içinde bir iktidarı amaç edinmeyen feminizmler var. Bu sistemden kopmaya doğru yürüyorlar. Yerliler, toplumcular, köylüler, popülerler, sosyalist feministler, dünyanın farklı görüşleri ile ama aynı inancı paylaşarak, “bireysel kurtuluş” meselesi değil ama iktidara karşı büyük bir ayaklanmaya teşvik etti. Feminizm olmadan sosyalizm, sosyalizm olmadan feminizm olmaz. Devrimin anahtarı olarak düşünülmezse sosyalizm de feminizm de olamaz.

Kıtasal ve dünya çapında tutucu, kökten dinci, sağcı, militarist saldırıların aksine, harekete geçmeye devam eder. Bayrağı yükselten, yaşamı devam ettiren ve dönüştüren halkların ve kadınların hareketi var. 3 Haziran 2015 te, Arjantin’de, kadına karşı her türlü şiddet ve kadın cinayetlerine karşı, ülkenin tüm sokaklarında “Ni una menos (bir kadın daha eksik değil)” diye bağıran kadın yığınları vardı. Bu hareket, Latin Amerika’nın bazı ülkelerinde, özellikle Meksika, Şili ve Peru da yankı uyandırdılar. 3 Haziran 2016 da tekrarlandı. Aynı yılın Ekim ayında, Latin Amerika delegeleri ile birlikte, ülkenin her köşesinden gelen 70000’den fazla kadınla 31 inci Ulusal Kadın Toplantısı yapıldı. Bu eylemlerin birçoğunda, Kürt Kadın Hareketinin temsilcileri bulundular. Güçlü devasa bir birleşme ve dayanışma ile karşılaştık. Günler sonra, genç bir kadının öldürülmesinden ardından, ilk ulusal kadın grevi için çağrı yapıldı ve yine büyük bir kitleselliğe kavuştu. Bu dev yürüyüşler ve bir saatlik iş bırakma, ataerkil şiddete “Basta(yeter)” demenin bir yoluydu. Kadınların tarihsel hareketlerinin sınırlarını aşarak önemli bir toplumsal sorgulama yarattı. Bundan sonra, kadınların, feminizmlerin, LGBTİ gurupların örgütlenme biçimleri çoğaldı ve popüler hareketli militanların erkek şovenist uygulamaları hakkında tartışma ve sorgulama başladı. Örgütlerde ifade edilen cinsiyetçi iş bölümü açıkça sorgulandı. Erkeğe mal edilen “sağlayıcı” olma ve kamusal alanda var olma gibi ve kadına mal edilen başkaları için var olan, görünmez olan “bakım verenler” gibi cinsiyetçi iş bölümü tıpkı ailedekine benzer, halk örgütlerinde sıklıkla aynı şekilde üretildi. Kadınlar, ortak yemek salonu, sebze bahçesi ve çorba tenceresinin günlük desteğini sağlayanlardır… Grev hattında, eğitim görevlerinde; ancak aynı oranda politik ve toplumsal örgütlerin temsilcilik görevlerinde değil. Hareketlerin politik görevlerinin, özellikle ailelerine bakan kadınların katılamayacağı şekilde organize edilmesi de sorgulanmaktadır. Ve hatta örgüt militanlarının bir kısmı, erkek şovenist taciz ve şiddete maruz kalmaktadır. Yani popüler ve devrimci hareketlerin günlük yaşamı sorgulandı. “Yeni erkeği” ilan etmek yeterli değildir. Bu kavramda yer alan erkekliği dönüştürmek gereklidir, böylece kavram, sadece halk eylemlerinde militan kahraman değil, aynı zamanda insanların ataerkil toplum tarafından tanınan ayrıcalıklarından vazgeçebilme kapasitesi anlamına gelir. Aynı zamanda, aile ve örgütlerde, ataerki mantığını yeniden üreten kadınların da erkek şovenist konumlarını değiştirmesi anlamına gelir.

Feminizm, devrimci örgütlerden birçok ipucu almakta: günlük hayata ciddi bir bakış, şahsi olan politiktir fikrine olan inanç, toplum ve kadının ertelenmediği, baskı ve zulme tolerans gösterilmeyen kolektif çalışmalar düşüncesi. Bu sadece teorik olarak değil, sorgulamayı ve varoluş biçimimizi, bağlarımızı, politik düşünce tarzımızı değiştirmeyi/dönüştürmeyi içeren bir pratik. Toplum projesinin; bizim gelecekte olması gereken toplum hayalimiz doğrultusunda zorunlu bir gelişim içinde olmasıdır. Hareketimizde kurduğumuz bağlarla ilerlemesi ve halkın arasından olması gerektiğini öğrendik.

“Yeni Kadın”ın Yaratılmasında Feminist Bir Pedagoji Gereklidir

Kültürel dönüşümler kendiliğinden gerçekleşen işleyişler değildir. En iyi devrimci okulun mücadelenin kendisi olduğunu bilsek de bu tür girişimlerin erkek egemen kültürü değiştirmediğini de öğrendik.

Kıtadaki devrim mücadelelerinde liderlik rolünde olan kadınlar, yenilgi ve gerileme yaşandığında aile kurumunda ve toplumsal yapılanmada ikincil planda yer aldılar. Bu kadınlar sembolik, politik ve bazı durumlarda fiziksel şiddetin kurbanı oldular ve halk hareketlerindeki ve devrimlerdeki rolleri görünmez hale geldi.

Sandinista tecrübesi; kadının güçlü rolüyle gerçekleşmiş en önemli devrimlerden birinin nasıl ataerkil ve otoriter, kadın haklarını geriye götüren ve feminist aktivistlerin peşine düşen bir yönetime sebep olabileceğini açıkça gösterir. Kadınlar olarak tarihi yeniden yazmak zorunlu bir görevdir.

Bu topraklarda devam eden Küba Devrimi, erkek şovenizmine, homofobiye, lezbofobiye ve faşist kültüre karşı sistemli bir mücadele yürütmeyi ele aldı. Resmi olarak bir gelişim kaydedilmiş olsa da, ataerkil yapı aile ve politik liderler nezdinde devam ediyor. Bunu uyarlamak, kuşatma karşısındaki dirençte, sosyalist blokun düşüşünde karşılaştıkları kendi ekonomilerindeki “özel dönemlerinde” feminist perspektifle hareket eden ve kadının yerini büyüten,aktivist kadınların bilinci/farkındalığı anlamına geldi. Küba Devrimi bizi devrimlerin ilişkiler ve uluslararası baskı sonucuyla gerçekleşmediği ve halkın yaratıcı politikalarıyla gerçekleştiği konusunda cesaretlendirmeye devam ediyor.

Kadınları her gün ailelerini beslemeye, onları iyileştirmeye, onların yanında olmaya itiyor. Ve bu yorucu eforla devrimlerin kıtasal ve uluslararası perspektifinden katılmaya zorlayan “survival” kadın rolü politikalarının limitlerini aşma düşüncesi, bu kez feminist pedagojinin kişisel ve toplumsal öznelliklere meydan okumasıdır. Postmodernitenin bireysel kurtuluşa iten mantığını reddetmesini gerektirir. Empoze edilen bu demirden kanunlara karşı Rosa Luxemburg “ya sosyalizm ya da barbarlık” der.

Bugün ise kapitalizmin krizleri, insan soyunun tükenişini sürdürdüğü için “ya feminist sosyalizm ya da ölüm” diyebiliriz. Çünkü kapitalizmin yıkıcı konseptinde hayatta kalmaya çalışmaktan daha büyük bir aldatmaca yoktur. Erkek egemenlik imtiyazlarının kaybına vahşi tepkiler verir.

Ancak sosyalist ve feminist devrimler küçük grupların fikirlerinde çözümlenemez. Devrimci kuruluşlar yaratmak elzemdir: Büyük çapta kadın, trans, travesti, lezbiyen kuruluşlar ve genel olarak feminist ve sosyalist düşünceyi yaratacak halk gücü.

Her tarihi dönemin kendi zorlukları, yapılması gerekenleri ve cesaret ve örnek veren gücü vardır. Bu, yolu açandır.

Bu yaşadığımız karanlık dönemin de kendine has yükümlülükleri var: Bedenleri, bölgeleri ve kültürleri sömürüden kurtaran sosyalist feminist devrimi gerçekleştirmek ve özgürlüğü, dayanışmayı, hayatlarımızı ve ortak evimiz olan dünyayı temel alan uluslararası fikirlerin yolundan gitmek. Kürt Devrimi bu yolda bize ışık tutuyor ve yolumuza devam etmemiz gerektiğini öğretiyor. Bu yüzden bu satırları başladığım gibi bitiriyorum. Kürt Kadınlarına bize ilham verip iyi birer örnek oldukları için teşekkür ediyorum. Özgürlük talep eden, Türkiye ve diğer bölgelerde tutsak olan Kürt aktivistlere teşekkür ediyor, bu bağları kurdukları, devrimle bizi mutlu ettikleri ve halka güvenimizi sağladıkları için kutluyorum.

Trump, Erdoğan ve Macri’ye rağmen insanlığa sevgi besliyorum çünkü biz mücadele ve duyguları hayal eder, halklar ve savaşlara, diktatörlere, soruşturmalara karşı hayatta kalma mücadelesi veren asi özgürlükçü cadıların fikirleriyle düşünürüz.

Bizi içine attıkları ateşlerden kendi devrim ateşimizi yakacağız.

 

Çeviri: Çevirmenler Meclisi

*İspanyolcası için Lucrecia Fernandez’e teşekkürler

[1] – Abya Yala: Kristof Kolomb ve diğer Avrupalılar kıtaya ayak basmadan önce, Panama ve Kolombiya’daki Kuna halkının Latin Amerika’ya verdiği isimdir. Sözcük karşılığı olgunluk ülkesi veya yaşamsal kan ülkesidir.
[2] Zapa: Hendek kazmaya yarayan bir tür kürek
[3] – https://www.marxists.org/espanol/guevara/65-socyh.htm
[4] https://www.marxists.org/espanol/luxem/11Larevolucionrusa_0.pdf

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.