Düşünce ve Kuram Dergisi

Türkiye’nin Birliği: Demokratik Ulus

Suat Duman

Konumuzun içeriği gereği PKK öncü kadrolarından olan Kemal Pir’in Kürt Özgürlük Hareketine gerekçesi doğrultusunda yazımızı örmek en doğru tutum olacaktır. Zira en doğru birlik fikrinin ve pratiğinin oradaki ruhta olduğuna inanıyoruz. Çünkü bu gerekçe Kürt Özgürlük Hareketinin nasıl bir muhtevayla mayalandığını gösterdiği gibi, Demokratik Türkiye Birliğinin temellerinin daha o günlerde atıldığının önemli işaretidir.

Bu yazımızda daha çok Türkiye’nin birliğine; Demokratik Türkiye Ulusuna giden yolda yürüttüğümüz mücadelenin-tarihte gerçekleşmiş bazı örnekler vererek-tarihsel arka planını oluşturup, ardından dilimiz döndükçe demokratik ulusun tanımını yapmaya çalışacağız. İnsanlık tarihi birçok birlik biçimine tanıklık etmiştir. (Askeri-ekonomik birlikler de var, ancak biz bu yazımızda siyasal birlikleri konu edineceğiz) birliği birden fazla üyenin ortak çıkar ve hedefler doğrultusunda bir araya gelerek-tüm bileşenleri bağlayan ilkeler çerçevesinde-oluşturdukları siyasal yapı olarak değerlendirebiliriz. Tarihte vuku bulmuş birliklerin en belirgin özelliklerinden biri aynı coğrafyayı paylaşıyor olmalarıdır. Tarihte şekillenmiş tüm birliklerin bütün toplumun yararına oluştuğunu söyleyemeyiz. Oluştukları dönemin siyasal-konjonktürel durumuna göre her birlik kendi özgülünde değerlendirilmeli. Öyle birlikler vardır ki, egemenler dışında kalan tüm toplum bileşenleri için oluşturulan birlik, gerekli ve gönüllü Birlik’ e dönüşür. Bunun dışındaki “birlikler” onu oluşturan sınıfların karakterleri gereği iktidar-devlet-sömürü eksenlidirler. Dolayısıyla demokratik muhtevaya sahip değildirler: AB ve BDT gibi. Merkezi hegemonik sömürge sisteme (devletçi) karşı örgütlenerek birlikte hareket etmiş olan klan-kabile-aşiret-kavim ve etnisitelerin oluşturduğu birlikler, günümüz için önemli birer tarihsel arka plan oluştururlar. Bu birlikler neolitik değerleri taşıyan, onun kültürünü ve yaşam biçimi koruyan ve kendi varlık sebebi olarak gören özgür yapıların oluşturdukları birliklerdir. Uzun bir süre hegemonik sisteme dâhil olmamak için direnerek neolitik değerlerin sürdürücüsü, savunucusu olurlar. Sisteme dâhil olmanın onlar için kölelik, ölüm ve yok olma ile eşdeğer olduğunun bilincindedirler. Bu direnişler (birlikler) çarpıtılarak da olsa çeşitli mitolojilere de konu olurlar. Gılgamış destanı buna verilecek en isabetli örneği teşkil eder. “Uygarlığı” –merkezi hegemonik sistemi- simgeleyen dönemin kenti Uruk’ta Gılgamış’la arkadaşlığı işlenen Enkidu dağlı “barbarlardan” (merkezi hegemonik sisteme karşı direnen özgür kabile ve etnik yapılar) bir kadın aracılığıyla devşirilerek sisteme kazandırılmıştır. Gılgamış ile Enkidu ölümsüzlük peşindedirler. Aynı öyküde sisteme tabi olmayan, “barbarlığın” simgesi olarak gösterilen Humbaba (Huvava) da işlenir. Mitolojide sisteme tabi olmayan Humbaba “kötü” bir karakter olarak sunulmuştur. “Barbarlardan” devşirilerek “barbarlara” karşı savaştırılan Enkidu ise “iyi” karakter olarak işlenmiştir. Hatta Gılgamış ve Enkidu’nun arkadaşlığı en yüce dostluk-yoldaşlık olarak değerlendirilir! Bu mitoloji ile ciddi bir algı oluşturulur. Hakikat çarpıtılmış olur. Artık iyi ve kötü yer değiştirmiş olur. Mitolojide sisteme tâbi olmayıp direndiği için “kötü” olarak işlenen Humbaba aslında neolitik değerlerin temsilcisidir.

Yine M.ö.612 yılında aşiretler konfederasyonu biçiminde birleşmiş olan Med’ler diğer etnik yapılarla birlikte dönemin ceberut krallığı olan Asur Krallığına karşı birlik oluşturarak mücadele ederler. Bu mücadele sonucu Asur Krallığının zulmüne son verirler.

Verdiğimiz bu iki örnekte de görüldüğü gibi birçok ezilen yapı (kabile-klan-etnik yapı) ortak düşmana-egemene karşı kader birliği yapmışlardır. (‘Kader birliği’ dini bir söylem gibi gözükse de aynı dert ve sorunlara muzdarip olmuş yapıların gerektiğini dile getirir). Aynı düşman-egemen hepsine aynı zulmü uygulamakta, sömürmektedir. “Ortak Kader” bu maddi gerçeklik üzerinden şekillenir. Özgürlüğün de, kurtuluşun da aynı düşman karşısında aynı safta olmayı dayatır. Bu yüzden ‘kader birliği deyimi salt içinde bulunulan anı değil, yarını da içerir, gelecekteki kurtuluş perspektifini de oluşturur. Dayatılan şartlar ezilen-sömürülenleri birliğe zorlar.

1071 yılı Türklerle Kürtlerin kader birliğinin ilk adımıdır. Selçukluların Anadolu’ya girişlerinin en önemli dayanağı Kürtlerdir. Doğu Roma(Bizans) İmparatorluğu karşısında ancak iki halkın (Kürtlerle Türkler) birlik oluşturması başarı getirebilirdi. Devasa Bizans İmparatorluğu karşısında her birinin tek başına vereceği mücadelenin bir başarı sağlayamayacağı açıktır. Sonraki dönemlerde yer yer çeşitli sorunlar yaşansa da Kürtler ve Türkler aynı coğrafyada yüzyıllarca yaşayacaktır. Ele geçen belgelerde tarihte ilk kez “Kürt Ülkesi” Kürdistan’dan bahseden Selçuklu hükümdarı Sencer’dir. Bu “birliktelik” Osmanlı döneminde de değişmeyecek, Kürdistan özerk statüsü devam edecektir.

Yukarıda verdiğimiz tüm örneklerdeki “birleşmelerin” her biri ayrıca dönemleri itibariyle değerlendirilebilir. Biz sadece yazımızın içeriği gereği bu örneklerle Türkiye Birliği’nin tarihsel arka planının var olduğunu, bir ütopyadan bahsetmediğimizi, tarihte gerçekleştiğinin altını çizmek istiyoruz.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Kürdistan’da uyguladığı merkezi otoriteyi derinleştirerek, yüzyıllardır var olan özerk yapıyı ortadan kaldırma tutumları, giderek Kürtleri yok sayan politikaları ve Kürt aristokrasisinde oluşan kısmi ulusal bilinç ve girişimleri nedeniyle Kürdistan’da bir hareketlenme başlar. 1071’de oluşan “Kader birliği” artık bozulmaya başlamıştır. Çünkü birliği oluşturan bir bileşen olarak Kürtler dıştalanmaya başlanmıştır.1800’lü yılların ortalarında Batılı hegemonik devletlerin Ortadoğu’ya el atmaları ile başlayan bu süreç sonraki yüzyıllara sarkacak kadar derin ve karmaşıklaşacak, Kürdistan’da ardı arkası kesilmeyen bir dizi ayaklanma ve isyana vesile olacaktır. Osmanlı devleti bu sorunu yerine kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti devletine daha da kangrenleşmiş olarak devredecektir.

Dönem kapitalist modernitenin kendini küresel çapta ulus-devletler biçiminde tahkim ettiği dönemdir. Milliyetçilik ideolojisi revaçtadır. Ulus-devlet oluşturma fikri Batı’dan Ortadoğu’ya ihraç edilmiştir. Geniş imparatorluklar biçiminde kalmak artık mümkün değildir. M. Kemal’in Kürdistan gezisi; Erzurum ve Sivas kongreleri, Kürtlerle hareket etme tutumları, Kürtlerde tekrardan “birlik” umutlarının yeşermesine neden olmuş ve bu anlayışla Kürtler “Ulusal Kurtuluş” mücadelesini kendi kurtuluşları(!) anlayışıyla tüm güçleriyle katılmışlardır. Ancak çok geçmeden, Cumhuriyetin ilanından hemen sonra (M. Kemal’in çeşitli yerlerde Kürtler için muhtariyet, özerklik içeren konuşmalarına rağmen, kurulan cumhuriyetin meclisine Kürtler Kürdistan mebusları sıfatıyla ve kendi ulusal kıyafetleriyle katılmalarına rağmen) Kürtlerin inkârına dayalı politikalar dışa vurmaya başlar. Kısa sürede Kürtlük adına ne varsa inkâr edilir. 1071’de oluşan “Kader Birliği” ortak inkâra dönüşmüştür. Kürdü Kürt yapan ne varsa; sosyal, siyasal, kültürel, folklorik, tarihsel her bir değeri inkâr edilerek, asimilasyona ve imhaya tâbi tutulur.

İdeolojileri-nitelikleri ve hedefleri farklılık gösterse de PKK hareketine kadar onlarca isyan-ayaklanma Kürdistan’da gerçekleşti. Bunların ezici çoğunluğu Kuzey Kürdistan’dadır. Her defasında hile ve komplolarla –özellikle işbirlikçileri kullanarak- mevcut ayaklanma ve isyanlar büyük katliamlarla bastırılmıştır. Bazıları isyan ve ayaklanma olarak değerlendirilemez. 1938 Dersim tertelesi bunun en canlı örneğidir. Yüzyıllardır görece özerk yaşayan Dersim’i “ıslah etme“ harekâtıdır. Dersim tertelesinden sonra Kürdistan derin bir sessizliğe bürünür. Ölüm sessizliğidir bu. Kürtlük adına tek bir yaprağın kıpırdamayacağı derinde bir sessizlik! T.C. Devletinin, cumhuriyetin ilk yıllarında dile getirdiği “kardeşlik”- “birlik” olma sözlerinin bir aldatmaca olduğu tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştı. “Kardeşlik”, “zoraki birliğe(!)”dönüşmüştü. Zoraki birlik, Kürtlerin (ve diğer etnik yapıların) inkârı ve imhası üzerinden şekilleniyordu.

20. yüzyılın ortalarından sonra Kürdistani kimi hareketlenmeler oluşmaya başlasa da zamanla tasfiye olmaktan kurtulamazlar. Başarısızlıkları ayrı bir tartışma konusudur. Aynı dönemlerde Türkiye’de sol-sosyalist kıpırdanma gerçekleşir. Bazı Kürt şahsiyetler bu hareketlerin içinde yer yer Kürt sorununu dile getirse de, sol hareketler içinde Kürdistan sorununa yaklaşım çoğunlukla egemen ulus ağırlıklı ve ertelemeci tarzdadır. 1970’li yıllardan sonra Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan öncülüğünde Ankara merkezli grupsal bir çıkış gerçekleşir. İlk başlarda Türkiyeli sol hareketler ile ilişkilenir, bu ortamlarda Kürt ve Kürdistan gerçeğini dile getirir, onları bu konuda tutum almaya sevk etmeye çalışılsa da; Türkiyeli sol hareketler Kürt sorununu öteleyen, görmezden gelen egemenlikçi tutumunu sürdürür. Hatta “sömürgenin sömürgesi mi olurmuş” biçiminde Kürt sorununa olan yaklaşımlarını dışa vururlar. Abdullah Öcalan’ın etrafında kümelenen gruba bu tutumları nedeniyle çoğu kez “provokatör” yaftası dahi yapıştırılır. Oysa Kürt Halk Önderi, Türkiye sol hareketinin önderlerinden Deniz Gezmiş’in ölüm sehpasına giderken bıraktığı mektupta “Kürt ve Türk” söylemi derinden hissetmiş, eğer kurtuluş olacaksa iki halkın birlikteliği ve dayanışmasıyla olacağına inanmıştır. Abdullah Öcalan öncülüğünde şekillenen grupta Türkiyeli sol hareketlerin Kürdistan sorununa mevcut yaklaşımı nedeniyle Kürdistani bir tavrın ortaya çıkmayacağı kanaati oluşmuştur. Grup artık merkez haline dönüşür.

Grup Marksist-Leninist bir şekillenme ve söyleme sahiptir. Ancak mevcut örgüt ve yapılardan epey bir farklılık gösterir. Ankara’da öğrenciler içinde şekillenmiştir. Sol-sosyalisttir. Dünyadaki sol-sosyalist hareketleri de inceler fakat hiç kimsenin cesaret edemediği noktaya odaklanır: Kürdistan! Kürdistani bir grup olarak şekillenseler de grubu oluşturan çekirdek yapıda Kürt olmayan devrimcilerin de olması, oluşacak hareketin nasıl bir perspektife ve hangi ruha sahip olacağının da işaretidir. Grupta Türk, Laz, Türkmen gibi Türkiye halklarına mensup bireylerde grubun içinde yer almaktadırlar. Lenin’in “devrimi en zayıf halkadan başlatmak” fikri dönemin en önemli tartışmalarından biridir. Grup Kürdistan’ın, sosyal, siyasal, ekonomik, coğrafik, birçok açıdan en zayıf halkayı oluşturduğu fikrine sahiptir. Ayrıca ulusal ve sınıfsal çelişkiler en derin çelişik haliyle yaşanmaktadır. Ertelemeksizin zayıf halkadan mücadeleye atılmayı tarihsel bir zorunluluk ve görev olarak görür. Grubun mayalanması hayli ilginç ve öğreticidir. Türkiye’de yaşayan halkların maketi gibidir. Kürdistan eksenli bir mücadele girişimi içinde olsalar da, henüz isimleri dahi yoktur. Yürütecekleri mücadelenin diğer halkların ve Türkiye halklarının mücadelesi olduğunu iyi biliyor ve inanıyorlar. Grup içinde en aktif olanlardan biri olan Kemal Pir neden gruba katıldığını “Ben, Türk halkının kurtuluşunu Kürt halkının kurtuluş mücadelesinde görüyorum” diyerek açıklar. Bu dönemde en çok Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) konusu tartışılır. Ve dönemin baskın anlayışı olarak, her ulusun kendi kaderini tayin edebilmesi için “bağımsız” ulus-devletini kurmasıyla gerçekleşeceği fikri hâkimdir. Oluşan grup bu fikri benimsemişse de en temel argüman ve söylem halkların birliği doğrultusundadır. Nihai hedef Ortadoğu devrimidir. Daha sonra 1978 yılında kurulacak olan PKK’nin programında bu söylem ve argümanlar bir hedef olarak yer alacaktır. Haki Karer, Kemal Pir başta olmak üzere hareketin oluşum süreci ve sonrasında Türkiye’nin değişik halklarından birçok devrimci bu doğrultuda gruba katılır. Aslında bugün Kürt Özgürlük Hareketi’nin dile getirdiği demokratik ulus perspektifi daha o günlerde örgütsel anlamda hayata geçmiş, mayalanmış gibidir. Grubu oluşturan her bir bireyin taşıdığı ruh bu doğrultudadır. Sonraki yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi Türkiye’de devrimi güçlendirmek için birçok pratik adım atacaktır. Amaç Kürdistan ve Türkiye devrim mücadelesini paralel yürütmektir. PKK tarihine-belgelerine bakıldığında görülecektir ki, Kürt Özgürlük Hareketi kendi mücadelesini hiçbir zaman Türkiye devrimci mücadelesinden ayrı düşünmemiş, onun önemli bir parçası olarak görmüştür.

Uzun ve ağır bir savaş süreci yaşandıktan sonra 1993 yılında Özal’ın girişimleri üzerine Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın arayışları başlar. Arayışlar içinde Kürdistan sorununu barışçıl yöntemlerle çözmek de önemli bir yer tutmaya başlar. İnkâr edilen Kürt, verdiği amansız mücadele sonunda varlığını kabul ettirmiştir. Dolayısıyla varlık mücadelesi amacına ulaşmıştır. Bundan sonraki süreçte silahlı mücadele dışındaki yöntemler de temel yöntemlerden biri olabilirdi. Sonraki yıllarda bu arayış giderek bir paradigma değişimine doğru evrilmeye başlamış; Kürt Halk Önderi nihayet 1999 yılında uluslararası bir komplo ile kaçırılarak İmralı’ya konduktan sonra, fikirlerini daha da sistemleştirerek yeni bir paradigma ile cevap vermiştir. İdeolojik, siyasal, ekonomik, tarihsel, ahlaki, kültürel, birçok açıdan dünya, bölge ve ülke analizleri yapmış, sosyalizmi demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmaya göre kritik etmiştir. Bu paradigma ekseninde Kürt sorununun nasıl çözülmesi gerektiğinin analizlerini yaparak UKKTH’nin iktidar-devletçi yorumları yerine demokratik ulus-demokratik cumhuriyet tezini ileri sürmüştür. Demokratik ulus, ulusu oluşturan tüm bileşenlerin ortak iradesi ile oluşan zihin ve kültür birliğidir. Bünyesinde barındırdığı ne kadar bileşeni varsa hepsinin mutlak eşitliği ilkesi üzerinden oluşan gönüllü birliktir. Ulus olgusu kapitalist modernitenin bir yaratımı olarak ele alınıp değerlendirilmekte idi. Oysa ulus kapitalist modernitenin dışında toplumsal bir form olarak şekillenmiştir. Toplum, klan, kabile, aşiret ve kavim formlarından sonra kendini ulaştırdığı form oluyor.

Ulus kavramına birçok tanım yapılmıştır. “Ortak tarih, kültür, pazar, dil ve vatana sahip etnik yapı” Marksist literatürde de kabul gören ve en fazla dillendirilen tanımdır. Bu tanıma göre “ulusu” oluşturan bu olgulardan birinin olmaması o etnik yapıyı ulus olmaktan çıkarır. Söz gelimi Kürtlerle Belucilerin ortak pazarları olmadığı için ulus olarak tanımlanamazlar. Oysa ulus böylesi kalıplaşmış, sığ, teknik tanımlara girmeyecek kadar karmaşık-kompleks bir toplumsal yapıyı arz eder. Dolayısıyla bu tanım ulus olgusunu tanımlamakta yetersiz kalmaktadır. Bu konudaki en büyük çarpıtma ulusu devletle ele alan yaklaşımdır. Ulus eşittir devlet yaklaşımı kapitalist modernitenin sömürü aracının tekelidir. Devleti, ulusla özdeş olarak sunulup meşrulaştırılmaya çalışılması, oluşturacağı tekelin güvencesi ve sürekliliği içindir.

Milliyetçilik bu konuda en fazla kullanılan ideolojik argüman olmaktadır. Devlet karşıtlığı ulus karşıtlığı olarak sunulur, ya da tersi. Amaç tüm toplumu devlet aracıyla kendi hizmetine koşturmaktır. “Asker millet” söylemi, tekele alınan ulusal coğrafyada yaşayan her bir bireyi sistemi koruyan birer asker-nöbetçi haline getirmek içindir. Kapitalist modernite bunu büyük ölçüde başarmıştır. Bunun için ırkçı-milliyetçi söylem çeşitli araçlarla sürekli işlenir, canlı tutulur. Homojen bir toplum yaratmak kapitalist modernist sistemin en başat politikasıdır. Tekçi mantık üzerinden politikalarını oluşturur. Tüm ayrı renkleri yok etmek için dayandığı TEK’e kutsallıklar atfeder. Bu konuda kullanılan literatürde dini söylem başattır. Kapitalist modernite temel sömürü aracı olan devlet eliyle başka araçlar da kullanır. Eğitim sistemi, medya vb. araçlar. “Eşit yurttaşlar (aslında tek tip, tek renk) yaratma çabasındadır. Etnik, dini farklar, sosyal renkler, gruplar yok edilerek, eritilip tek renk ve tek tip yaratmak özü gereğidir. Amaçları kurdukları tekel ve sömürü sistemine tepki vermeyecek “insan yığınları” oluşturmaktır. Uluslaşma önceki toplumsal formların(klan, kabile, aşiret ve kavim) barındırdığı ahlaki ve politik kültürel değerler üzerinden var olmuştur. Bu formlar doğal toplumun formudur. İnsanlık tarihini yüzde doksan sekizini bu formlar oluşturmaktadır. Onlar aynı zamanda komünal formlarda olmaktadırlar Bu değerler dahi ulusun bir kapitalist modernite yaratımı olmadığının bir göstergesidir.

Ulusal toplumlar kabile ve kavim toplumuna göre daha kapsayıcı ve geniş hacimli, bu nedenle de gevşek bağlarla birbirine bağlı insan topluluklarıdır. Ulusal toplum daha çok çağımızın bir olgusudur. Genel bir tanım yapılırsa, ortak bir zihniyeti paylaşanların topluluğudur denebilir. Yani zihnen var olan bir olgudur; dolayısıyla soyut ve hayali bir varlıktır. Buna kültür temelinde tanımlanan ulus da diyebiliriz. Sosyolojik anlamda doğru olan da bu tanımdır. Sınıf, cins, renk, etnisite, hatta farklı ulus kökenliliğine rağmen en genelde ortak bir zihniyet ve kültür dünyasının oluşması ulus olmak için yeterlidir. Bu genel tanımlı ulusu daha sofistike kılmak için devlet ulusu, hukuk ulusu, ekonomik ulus, asker ulusu(ordu-millet) türünden üretilen ve genel ulusu tahkim eden ulusçuluklar daha farklı kategorilerdir. Bunlara “güç ulusu” demek de mümkündür. Güçlü ulus olmak kapitalist modernitenin temel bir ülküsüdür. Zira güçlü ulus sermaye ayrıcalığı, geniş pazar, sömürge imkânı ve emperyalizm üretir. Dolayısıyla bu tür tahkim edilmiş ulusların yegâne ulus modeli olarak görmemek, hatta şoven güç ulusları, sermayenin hizmetindeki uluslar olarak değerlendirmek önemlidir. Zaten sorunun kaynağını oluşturmaları bu niteliklerinden ötürüdür. Kültür ulusundan üretilebilecek, ama sömürü ve baskıyı yemleyen ve dışlayan ulus modeli demokratik ulus modelidir. Demokratik ulus özgürlüğe ve eşitliğe en yakın ulustur. Bu tanım gereği özgürlük ve eşitlik arayışı olan toplumların ideal ulus anlayışıdır.’’[1]

Yukarıda Abdullah Öcalan’dan alıntıladığımız bölümden “ortak zihniyet” deyiminin altını çizmek istiyoruz. Görülüyor ki Öcalan klasik-kalıplaşmış, kapitalist modernite eksenli tanımlamaları eksik, hatalı buluyor ve reddediyor. “Zihni ortaklaşma” eksenli ulus tanımı yapıyor. En başta şu vurguyu yapmak gerekiyor ki “ortak zihne” sahip toplumların üzerinde yaşadığı coğrafya bu sebeple ortak vatandır. Kapitalist modernite eksenli fikirlerin etkisiyle oluşmuş ulus, tanım ve yapılanmalar hiyerarşiktir; ayrıştırıcı ve ötekileştiricidir. Birlikten kastı, diğer renk ve grupları silikleştirme, giderek yok etmedir. Sosyal yaşamın her alanına “bizden olan ve olmayan” fikrini oturtur. Oysa “ortak zihin” eksenli ulus modeli sınıf, cins, renk ve etnisiteleri tüm ayırıcı özellikleriyle kabul eder. Bileşenlerin kendini var edebilmeleri için gerekli kolaylıkları sağlar. Her bir bileşen, diğer bileşenlerin karşıtı değildir. Bizzat diğer bileşenlerin hak ve hukukunu savunur. Bu onun zihninden kaynaklı ahlaken ve hem de bileşen olarak sorumluluğudur. Burada “ortak zihin” nedir sorusu önem taşıyor. Eşitlik, özgürlük ve adalet gibi demokratik, ahlaki ve toplumsal kavramların tüm bileşenlerce benimsenerek, tüm detaylarıyla yaşamın her alanında kendisine hak bildiği alanları diğer bileşenlere tanıması, varsa bir sorun, hakkını savunmasıdır. Bu kavramlar etrafında birleşmiş birlik olmuş tüm bileşenler, üzerinde birleştikleri temel ilkeleri anayasası olarak görürler.

Demokratik ulusun inşası, yani bedenleşmesi için salt zihin ve kültür ortaklığı yetmez. Ulusu oluşturan tüm bileşenlere demokratik özerk yapıları ve kurumlarıyla bünyesinde yer verir. Her bileşen kendisini özerk kurumlaşmalarıyla ifade edebileceği ve örgütleyebileceği alanlar, imkânlar oluşturur. Bu haliyle oluşmuş bir yapıya demokratik ulus bedenleşmesi diyebiliriz. Oluştuğundan beri sorun yaratan, sorunun kaynağı haline gelen ulus-devlete alternatif olarak Kürt Halk Önderi, demokratik ulus, demokratik konfederalizm ve demokratik özerklik modelini öne sürüyor. Her bileşen kendini özerk kurumuyla bedenleştirdiğinde her bileşenin oluşturduğu bedenleşme demokratik ulusu da bedenleştirmiş olacaktır. Zihniyetin kurumlaşma biçimi, özü, felsefesi gereği demokratik ve özgürlükçüdür. Bu yaklaşıma göre ortak dil, tarih, kültür, pazar gibi olgular göreceli ve sınırlayıcı oluyor. Kaldı ki, çok dilli, kültürlü, federatif-konfederatif yapılar günümüzde mevcut. İsviçre, Belçika, İspanya gibi ülkeler buna örnek verilebilir. Ancak bu örnekler demokratik ulus tanımlamamız çerçevesine giremezler. İsviçre, Belçika, İspanya gibi örnekler her ne kadar bünyesinde farklı teknik grupları barındırıyor, kısmi düzeyde sorunlarına çözüm bulmuşlarsa da devletçi ve iktidarcı mantık üzerinden şekillendiği için, dahası kapitalist modernite menşeli oldukları için demokratik muhtevaya sahip değiller. Bu sebeple tanımını yaptığımız demokratik ulus çerçevesi dışında kalırlar.

 

Devlete Dayalı Ulusun Demokratikleşmesi

Kapitalist modernitenin ulus kavramında olduğu gibi en fazla çarpıttığı kavramlardan biri de “birlik” kavramıdır. Dünyamızda tek bir etnik yapıdan oluşan ulus-devlet sayısı bir elin parmak sayısını geçmez. Diğerleri çok etnisiteli, dinli ve mezhepli yapılara sahiptirler. Türkiye ve Ortadoğu’daki diğer devletler de böylesi çoklu bir yapıya sahiptirler. Kapitalist modernite sömürü alanlarını geniş tutmak, süreklileştirmek için ulus kavramında olduğu gibi devlet aracının “Birlik” konusunda da temel araç olarak kullanır. Her devlet tahkim edilen coğrafya üstünde kapitalist modernist sistemin bir sömürü şubesi gibidir. Bu durum devletli olmakla “bağımsız” olunduğu görüşünün ne derece yanlış ve gerçekdışı olduğu önemli bir göstergesidir. Ulus-devlet kapitalist modernist sistemin alandaki sahiplerinin varlık ve korunma aracıdır. Onsuz kendini var edemez. Bu yüzden sahibi olduğu devleti kutsallık derecesinde yüceltir. Toplumu oluşturan her bireye sanki devletin sahibiymiş gibi ona- kutsal bir görev yapıyormuş gibi sahip çıkmayı koşullar. Oysa insanlığın tanıklık ettiği hiçbir devlet tüm toplumun olmamıştır. Bunu gerçekleştirmek için meşrulaştırma politikası en vazgeçilmez tutumudur. Eğitim, din, medya vb. araçları yoğunca kullanır. İdeolojik argümanı dini söylemlerle bezenmiş milliyetçiliktir. Diyanet kurumlarının en başat görevi vatan, devlet, millet birliği ve bütünlüğü yönünde fetvalardır. Yaşamın her karesi teke indirgenir (sistemin kendi dayandırdığı etnik yapıya). Türkiye’de herkes Türk’tür; yasal, anayasal tüm kanun ve tanımlamalar buna göre dizayn edilmiştir. Yapay, bilimsel olmayan, kargaların bile güleceği trajikomik(aslında alçaltan), mistik hikâyelerle diğer etnik yapıların Türklerin bir kolu ya da boyu olduğunu ileri sürer. Bu mantıkla bir “birlik” inşası yapmaya çalışır. Türkiye’de bu politika büyük ölçüde sonuç almıştır. Bu uygulama zora dayanır. Zaten katliamdan geçirilmemiş etnik yapı yok gibidir. Yukarda anlattığımız yöntem ve araçlarla diğer halklar asimile edilmiş, edilmeye çalışılmıştır. En küçük bir kıpırdama halinde katliamlar devreye konulmuştur. Özünde ikisi de soykırım rejimidir. Son yüz yıldır bu politika başat bir politikadır ve devam etmektedir. Sonuç almıştır diyoruz çünkü farklı etnik yapılara mensup oldukları halde büyük bir kesim (Çeçen, Çerkez, Laz, Abaza, Türkmen, Boşnak ve Arnavut) kendini Türk olarak tanımlamaktadır. Hatta yer yer Türk’ten daha çok Türkçülük yapmaktadır. Saydığımız bu etnik yapılara mensup bir insanın neden aşırı Türkçülük yaptığı psikolojik-sosyolojik açıdan ayrıca bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Türkiye’de Türk olmayan etnik yapılara uygulanan politikaların ne derece insanı kök ve kültüründen koparttığı, kendine yabancılaştırdığı bu gerçekte ortaya çıkmaktadır. “Milli birlik ve bütünlük”, ”vatanın birliği ve dirliği” söylemleri bu noktada gerçeği çarpıdan bir söylem olarak yüzyıllardır toplumun beynine zerk ediliyor. Her şey Türklük üzerine bina edilmiştir. En küçük farklılık tavrı dahi “milli birliği ve devlet bütünlüğünü bozma” ve “vatana ihanet” olarak değerlendirilmiştir. Tarih bu yargılamalarla doludur. Bu çarpıtma üzerine bina edilen sistem öyle işlenmiştir ki, en fazla sistem savunuculuğunu yapanlar çoğunlukla Türk olmayan etnik gruplara mensup olanlardır. Kendini inkâr eden sistemin savunucusu olmak!

Belki de hayatında tek bir Kürt’le karşılaşmamış Karadenizli, Laz etnisitesine mensup bir köylü gencinin “istekle” Colemêrg (Hakkari) dağlarına çıkıp “vatan hainleriyle” savaşmayı istemesini nasıl yorumlamalıyız? Diğer etnik gruba mensup insanlar da bu gerçeğin dışında değiller. Oysa Kürt’ün uğradığı haksızlığa ve zulme bizzat kendisi de uğramıştır. Kürt’ün talepleri onlar içindir de. Fakat Kürt’ün özgürlük mücadelesi onun için “bölücülük” tür, öyle öğretilmiştir. Okulda aldığı eğitimle çarpık tarih bilgisi edinmiştir. 24 saat vatan-milletin bütünlüğü söylemiyle ideolojik bombardımana tabii tutulan toplum ve bireyinde oluşacak algı “bilinç” sistem savunuları dışında olmayacaktır. Devlet hakikat diye ileri sürdüğü yalana inandırmadan insanları savaşa gönderemez.

Gerçekten o Laz genci “teröristle” savaştığını, vatan savunması yaptığını, milli birlik için kutsal bir görevi yaptığını sanmaktadır. Bir de bu gerçeğin aslında yalanın toplumun büyük bir bölümüne nüfuz ettiğini düşünelim!

Amacımız felaket tellallığı yapmak değil. Mücadele yürüten bizler için işin ne derece zor olduğunu vurgulamaya çalışıyoruz. Sistemin uzun yıllardır oluşturduğu bu algı toplumun davranış biçimine dönüşmüşse onu değiştirmek kolay olmayacaktır. Mevcut halin birlik olmadığını topluma anlatmakta zorlanacağımız açık. Elbette sözünü ettiğimiz halkların da kimi çalışmaları var; parti ve dernek gibi çeşitli örgütlenmelerle mevcut sistemin değişmesini, ülkede demokrasinin yerleşmesini isteyen bir kesim var. Ancak son derece zayıftır. HDP-HDK deneyimi bu konuda kilit bir öneme sahiptir. Mevcut halin zora dayalı bir birlik olduğu, demokratik bir muhtevaya sahip olmadığını halklara anlatmak ertelenemez en devrimci görevlerin başında gelmektedir. Gerçek birliğin Türkiye toplumunu oluşturan tüm halkların, inançların, mezheplerin, sosyal renklerin bütün ayırıcı özellikleriyle, eşit bileşenler olarak değer gördüğü, bileşenlerin örgütlenme ve ifade özgürlüğüne kolaylık sağlandığını, iradelerinin her açıdan ülkede karar ve etkinliklere yansıdığı koşullarda gerçekleşeceği fikrini topluma taşımanın imkânı mutlaka oluşturulmalıdır.

Sonuç olarak, Kürt Özgürlük Hareketi özelde Kürt sorununun çözümü, genelde Ortadoğu ve dünya genelinde yaşanan sosyal, siyasal sorunların çözümü için model olabilecek, gerçekçi bir çözüm ve mücadele perspektifi ileri sürüyor. Demokratik ulus çözümü salt Kürt-Türk ilişkileri açısından değil, Kürt-İran, Arap ve diğer benzer sorunları yaşayan tüm alanlar için bir modeldir. Yine salt etnik sorunların çözümü için ileri sürülmüş bir perspektiften öte cins, inanç, ekonomik, kültürel, ekolojik ve sosyal alanlar olmak üzere yaşamın her alanına dair çözüm perspektiflerini de içeriyor.

Demokratik Türkiye-özerk Kürdistan, demokratik İran-özerk Kürdistan, demokratik Irak-özerk Kürdistan, demokratik Suriye-özerk Kürdistan formülü kocaman bir coğrafyanın zincirlemesine özgürleşmesi ve demokrasiye kavuşması demektir. Kürtlerin demokrasi ve özgürlük mücadelesi bölge ülkelerini demokrasiye yöneltecekse salt Kürtler değil, Araplar, Lazlar, Çerkezler, Türkmenler gibi halklar ve dini inanç ve mezhepler de özgürleşecektir. Bir an için saydığımız ülkelerin demokratik ulus perspektifine göre yapılandığını varsayalım; her ülke barındırdığı tüm özgür, eşit bileşenleri ile bir birlik oluşturmuş olur. Bu birliklerin de kendi aralarında birlik oluşturduklarını düşünelim; “Demokratik Ortadoğu Birliği” vücut bulmuş olacaktır. Bu birliğin gerçekleşmesi için sosyal, siyasal ve kültürel koşullar bölgede her zamankinden daha fazladır.

Kürt Halk Önderi Öcalan bu formülasyonun ideolojik ve paradigmasal analizleri detaylıca yapmıştır: Dokuz boyutta önümüze koyduğu demokratik ulus perspektifi, diğer adıyla demokratik ulus birliğidir.

Yazımızın başlarında PKK öncü kadrolarından Kemal Pir’in “Türk halkının kurtuluşunu Kürt halkının mücadelesinde görüyorum” deyişi bugün tüm eksiklerine rağmen gerçekleşme yolundadır.

Demokratik ulusu salt birden fazla etnisiteli yapıya indirgemek, demokratik içeriğine, kapsayıcı yönüne denk düşmeyeceği gibi dar ele alan bir yaklaşım olur. Ulusal yapılardan etnisitelere, dini cemaat ve mezheplerden çeşitli parti ve meslek gruplarından ekoloji hareketlerine, feministlerden çeşitli kadın örgüt ve yapılanmalarına, gençlik örgütlenmelerine kadar çoklu bir yapıyı içerir. Her biri bir bileşen olarak özerk kurumlaşmaları ile birlikte yer alır, demokratik ulusun ona yüklediği görevleri ifa eder. Bu konuda HDP-HDK önemli bir işlev görmektedir. Bu iki kurumun bileşenleri yukarıda saydığımız çoklu yapılardan oluşmakta. Elbette kapsam olarak çok daha genişlemeli. Demokratik ulus zihniyetine göre genişleyip örgütlendikçe, Türkiye’de demokratik ulus ete-kemiğe bürünerek bedenleşecek, Türkiye halkları tüm yapı ve bileşenleriyle gerçek demokratik birliğine kavuşacaktır.

Kemal Pir’in yıllar önce söylediği sözler Kürt Özgürlük hareketinin ruhunun dışavurumudur. Bu sözler artık salt sözle sınırlı kalmıyor, gerçek hayatta da somutlaşmakta, bedenleşmektedir. Bu sözler halkların birliği ve birlikte mücadele etme ruhuna dayanmaktadır. HDPHDK bu sözlerin pratik ifadelendirilmesidir. Kemal Pir ruhunun en görünür şekilde bedenleşmiş hali bugün Rojava Kürdistan’da gerçekleşiyor. Rojava devrimi Kürdistani bir devrim olduğu kadar Süryani-Asuri-Keldani, Ermeni, Türkmen, Çeçen, Arap, dini grup ve mezheplerin de devrimi: en önemlisi de Ortadoğu gibi bir coğrafyada yaşamın her alanından silinen kadının özgürlük devrimidir; Rojava devrimi genel olarak Suriye devrimidir. Şimdiden Ortadoğu’ya demokratik ulusun temel boyutları olan sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, öz savunma, özgür eş-yaşam, hukuk, diplomasi gibi temel alanlarda bedenleşerek örnek teşkil ediyor. Gerçek birliğin nasıl olması gerektiğini de!

 

 

 

[1] Öcalan Abdullah, Demokratik Uygarlık Çözümü 5.cilt, Amara Yayın, 2015, İstanbul

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.