Düşünce ve Kuram Dergisi

Başka bir ekonomi mümkün mü?

Mustafa Delen

Günümüzde ekonomiyi tanımlamak, sınırlarını belirlemek ve toplumda oynadığı rolü açığa kavuşturmak büyük önem taşımaktadır. Zira şimdiye kadar ekonomiye ilişkin oluşturulan kavramsal çerçeveler gibi kuramsal çerçeveler de muhteva olarak özünü ortaya koymada yetersiz kalmıştır. Bunun birçok nedeni olduğu açık. Ancak ekonominin varlık bulduğu tarihsel ve toplumsal koşullar içerisinde ele alınmaması ve dolayısıyla sadece mevcut moderniteyle anılıyor olması sorunun esasını oluşturmaktadır.

Kapitalist sistemin kendini var ettiği, ayakta tuttuğu ve aynı zamanda kendine meşruiyet kazandırdığı alanların başında ekonomi gelmektedir. Bu anlamıyla ekonomi sadece sistemin sermaye gücü veya iktidarı değil, aynı zamanda onun “toplumsal” yüzüdür. Maskesidir. Bu maske olmadan toplumsal sömürüyü kolayca gerçekleştiremez. Bunun da ötesinde sistem olarak kendini sürdürmesi bile imkânsızlaşabilir. Teorik olarak bu kesinlikle böyledir. Ancak konunun gerek kurumsal ve gerek de anlaksal olarak doğru bir biçimde sorunsallaştırılması ve toplumun gündemine taşırılması son derece önemlidir. Zira bu alanda ekol sayılan en iyi niyetli ekonomistlerin bile bilimsellik adına içine düştükleri pozitivist girdapları biliyoruz. Sonuç itibarıyla bütün bu yanlış ele alışlar ekonomi adına ekonomiyi doğasından, başat güçlerinden ve özellikle de toplumsallığından kopartmıştır.

Akademik alanda ders olarak okutulan kitaplarında ekonomi; ‘insanların sınırsız tüketim isteklerinin sınırlı kaynaklarla en iyi nasıl tatmin edileceğini inceleyen bilim dalı’ olarak tanımlanır. Dünyadaki kaynakların sınırlı olduğu bir gerçekliktir. Özellikle de günümüz itibarıyla bu gerçeklik daha da yakıcı olmaktadır. Ancak ‘insanların sınırsız tüketim istekleri’ ya da ‘tatmin’ olgusu tartışma konusudur. Her şeyden önce insanın ‘sınırsız tüketim arzusu’ gibi bir özelliği veya doğası söz konusu değildir. Olamaz da! Bu, kapitalist sistemin yaratmış olduğu tartışmalı insan şekillenmesinin bir sonucudur. Toplumsal mühendislik yoluyla yaratılan bu şekillenme, sistemin tüketim kültürü ile birlikte ele alındığında daha iyi anlaşılacaktır. Dolayısıyla kapitalist sistemin ‘insan’ veya ‘toplum’ tanımından hareketle ekonomiyi ele alamayacağımızı daha baştan belirtmek yerinde olacaktır.

O halede ekonomiyi nasıl tanımlamalı, çıkış koşulları, karakteri ve toplumda oynadığı role ilişkin neler söylenebilir? Ekonomi kelimesinin Yunanca anlamı ‘aile yasası, ev yasası, evi geçindirme kuralları’ demektir. Sözcük olarak Antikçağ Grek-Helen dünyasına aittir. Eko-nomos, ev yasası, kadının yaptığı işler, ev işleri, kadına ait işler anlamına geliyor. Ekonomos, ekonomi, kadın işidir, üretime dayalıdır, ekonomist de bu işi yapandır, dolayısıyla ekonomist kadındır. Ailenin maddi geçim kurallarını, çevresini, malzeme ve diğer materyallerini ifade etmektedir. “Ekonomiyi sosyolojik açıdan anlamlı değerlendirmek istiyorsak, en doğru yaklaşım, Ekonomi biliminin de kadın biliminin bir parçası olarak geliştirilmesi olacaktır. Ekonomi baştan beri kadının asal rol oynadığı bir toplumsal faaliyet biçimidir. Çocukların beslenme sorunu kadının sırtında olduğu için, ekonomi kadın için hayati anlam ifade eder. Namus, Eko-nomos’tan geliyor. Bunun da kadının temel işi olduğu açıktır. Kadının ekonominin merkezinde rol oynaması anlaşılır bir husustur. Çünkü çocuk yapmakta ve beslemektedir. Kadın etrafında ilk yerleşik tarımsal ailelerin doğması ve çok az da olsa başta dayanıklı gıdalar olmak üzere saklama, ambarlama imkânı ile birlikte ekonomi doğmaktadır. Fakat bu tüccar ve pazar için bir birikim değil, aile için bir birikimdir. İnsani olan gerçek ekonomi de bu olsa gerek. Birikim çok yaygın bir armağan kültürüyle göz koyulacak bir tehlike öğesi olmaktan çıkarılmaktadır. Armağan kültürü önemli bir ekonomik biçimdir. İnsanın gelişme ritmiyle de son derece uyumludur. En az devletleştirilmiş, özelleştirilmiş toplumsal gerçekliktir.” (A. Öcalan-Özgürlük Sosyolojisi)

Bu bağlamdan hareketle doğası gereği ekonominin toplumsal bir faaliyet olduğunu önemle belirtmek gerekir. Bir evin temel yaşam olanaklarını veya mal varlığını yönetme sanatından, bir kabilenin, aşiretin ya da ülkenin geçim kaynaklarını düzenlemeye ve nihayetinde dünyadaki sınırlı kaynakların nasıl kullanılacağını inceleyen bir bilim dalı haline gelmesine kadar, ekonominin yaşadığı evrimsel süreçler bir bütün olarak irdelendiğinde; üretim kaynakları (toprak, emek, sermaye, bilgi), üretim araçları (teknik) ve üretim biçimleri (sistemler) çokça değişmesine rağmen ekonominin karakter olarak daima sosyal kaldığını görüyoruz. Bu gerçekliği ekonominin çıkış koşullarında özellikle de kadın ve toprakla olan ilişkisinde aramak yanlış olmasa gerek.

Bilindiği üzere Sanayi Devrimi öncesi temel üretim gücü veya kaynağı topraktı. Buna dayalı olarak gelişen işbölümü ise tarım ve hayvancılıktı. Bu döneme damgasını vuran ekonomiye doğal ekonomi diyoruz. Doğal ekonomi; üretim faaliyeti sonunda ortaya çıkan ürünün, değişim konusu yapılmadan, doğrudan üretime katılanlar arasında paylaşıldığı bir ekonomik düzendir. Bu ekonomik düzende piyasa ve para yoktur. Mübadele esastır. İnsanlar sadece toprağı işleyerek yaşamlarını idame ederler. Doğal olarak yegâne üretim de tarımsal ürünlerdir. Toprağın ve üretimin henüz kutsal sayıldığı bu dönemde, toplumsal dokunun, yani geleneklerin; ahlak ve moral gibi temel değerlerin daha yüksel olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz bu dönemde de daha fazla toprak ve ganimet sahibi olabilmek için egemen güçlerin gerek kendi aralarında ve gerekse de güçsüz gördükleri halklara yönelik işgal ve talan savaşları az olmamıştır. Ancak kesinlikle kapitalizm dönemi gibi bitirici ve yozlaştırıcı olmamıştır. Sanayi Devrimi’yle üretimin sanayileşmesi, makineleşmesi ve seri üretime geçmesiyle birlikte tarımsal üretim son derece geriletilmiştir. Böylece ekonomik aktörler de değişmiştir. Artık insanın kol gücünü örnek alan makineler, bunların bulunduğu fabrikalar ve buralarda çalışan işçilerin yanı sıra bunları yöneten sermaye sahibi kapitalistler söz konusu olmuştur.

18. ve 17. yüzyıllarla 18. yüzyılın başında ticaret yapan ulusların büyük bir kısmı merkantilizmi esas almıştır. Bu ekonomik görüşe göre bir ülkenin hammadde kaynakları azami oranda işletilerek altın ve gümüş gibi değerli madenlerin birikimi sağlanmalıdır. Zira bir ülkenin serveti ve gücü bu birikimle eşdeğer görülmüştür. Merkantilist politikaya göre iktidarlar, ihraç endüstrilerinde büyük yatırımlar yapmalı, içte üretilebilecek malların ithalini kısmak için yüksek gümrük duvarları kurmalı, yerli endüstri tarafından kullanılabilecek yerli hammaddelerin ihracatı yasaklanmalı yanı sıra nitelikli işçilerin göç etmesine engel olunmalı, nitelikli işçilerin yurt dışından ülkeye gelmesi ise teşvik edilmelidir.

Sermayenin ilkel birikimini ifade eden merkantilizm, uygulanan her yerde ticarette büyük bir rekabete yol açmıştır. Bu çelişki ve çatışmalarla süreç içerisinde içe büzülen, dar ve kapalı bir ekonomik anlayışa sahip olan merkantilistler, ulusal düzeyde rol oynayabilecek bir ekonomik düzenden yana olan fizyokratların eleştirilerine maruz kalmıştır. Fizyokratlar, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” biçiminde yaklaşım belirlerken aynı zamanda tarih sahnesine yeni çıkmış olan burjuvaziye de ideolojik ilham ve girişim zeminini sunmuştur.

18. yüzyılın sonlarına doğru öne çıkan iktisadi görüş, klasik iktisat ekolü olmuştur. Bu akımın öncülüğünü yapan Adam Smith ve David Ricardo’dur. Her ne kadar kendisinden önce ekonomi hakkında birçok görüş belirtilse de, ilk kez “kapsamlı ve tutarlı bir iktisadi düzen modeli” ortaya koyduğu için klasik ekonomi geleneğinin babası sayılan Adam Smith “Ahlaki Duygular Kuramı” adlı eserinde toplumsal yapıda var olan doğal düzeni analiz ederken, insanın eylem ve davranışlarında rol oynayan üç itici güçten söz eder; bunlardan birincisi ‘kendini düşünme ve sempati’ olurken, ikincisi ‘özgürlük isteği ve toplumsal kurallara uyma gücü’, üçüncüsünü ise ‘çalışma alışkanlığı ve değişim eğilimi’ olarak belirtir. Smith’e göre bu üç duygu toplum içinde birbirini etkileyerek bir denge ve uyum oluşturmaktadır. Bu denge sayesinde birey, kendi istek ve çıkarları peşinde koşarken aynı zamanda başkalarının da iyiliğine yol açan sonuçlar yaratmaktadır. Smith’in “İşbölümü yoluyla bireyler kendi kazançlarını sağlamaya çalışırken, aynı zamanda toplumun da en yüksek düzeyde refaha erişmesinde rol oynarlar” görüşü, daha sonraki yıllarda onun “Ulusların Zenginliği” eserinde liberal ekonominin veya serbest piyasa ekonomisinin temel perspektiflerine dönüşecektir.

Adam Smith, bir ülkenin “zenginlik” ve “refah” düzeyinin, iki temel etkene bağlı olduğunu belirtmiştir. Birincisi ‘halkın emeğinin verimlilik derecesi ya da halkın bilgi, yetenek ve ustalık düzeyi; ikincisinin de yararlı işlerde çalışanlarla bu gibi işlerde çalışmayanların sayısı ve bunların birbirine oranı olduğunu ifade eder. Bu iki etkenden ilki Smith’i işbölümüne, ikincisi ise üretken ve üretken olmayan emek ayrımına götürmüştür. Ona göre üretken olan ve üretken olmayan emek ayrımında temel olan, değer yaratma veya bir değere yeni bir değer katmaktır. Smith’e göre emek, üzerinde harcandığı nesnenin değerine değer katıyorsa, bu üretken emektir. Üretken olmayan emeğin ise üzerinde harcandığı nesneye yeni bir değer katması söz konusu değildir. Smith, bu nedenle, hizmet üretimini üretim olarak saymamıştır. Ona göre yararlı, yani değer yaratan işle uğraşanlar, günün koşullarında Batı’nın üretim faaliyetlerinde artış sağlayanlar olmalıdır. Bu anlamda Smith’e göre hizmetçiler, memurlar, kilise adamları, hukukçular, hekimler, her cinsten yazarlar, oyuncular, müzisyenler, şantörler, opera dansörleri vb üretken olmayan emekçilerdir. Smith, bu seçimin nedenini ise şöyle açıklamıştır: “Hepsinin de yaptığı iş, tıpkı tiyatro oyuncusunun konuşması, hatibin söylevi ya da müzisyenlerin nağmeleri gibi, daha üretildiği anda uçup giden bir iştir.”

Smith’e göre, üretken olmayan emek, üretimden ne kadar az pay alır ve tüketirse, üretken emek için o kadar çok harcama yapılabilir ve dolayısıyla sermaye birikimine olanak sağlanır. Sermeye birikimi ise ulusların zenginleşmesini sağlar. Smith’in bu tezi, bugün bile kapitalist gelişmeyi benimseyen ülkeler için geçerliliğini korumaktadır.

Tarihe ilk klasik burjuva iktisatçıları olarak geçen Adam Smith ve ardılı olan David Ricardo üretim konusundaki saptamalarıyla toplumu ve özellikle de burjuva sınıfını sanayi alanına yönlendirirken tarım başta olmak üzere diğer tüm hizmetleri ise geri plana itmiştir. Bu anlamıyla çok bilinçli olmasa da aşırı sanayileşme, azami kâr ve dolayısıyla endüstriyalizme açılan kapıları bizzat kendileri aralamışlardır. Ancak çok ilginçtir ki Smith, kafa yorduğu bu dönemlerde insanların ne denli tutku, zenginlik, güç ve şöhret peşinde koştuklarını kendisi de görmüş ve bundan rahatsızlık duymuştur. Hatta kendisini bu arayışlara götüren şeyin de bu rahatsızlık olduğunu eserlerinde sık sık vurgulamıştır. Ona göre bütün bu kaosun nedeni yoksulluktur. Temel tespiti bu biçimiyle ortaya koyuyor. Bu nedenle de çözümü, insanları ‘varlığa’ ve ‘bolluğa’ kavuşturmakta aramayı esas almıştır. Dolayısıyla ekonominin görevi de bunun yollarını göstermekten başka bir şey olamazdı. Peki, insanları varlığa ve bolluğa kavuşturacak olan bu ekonomi nasıl bir anlayışa, kural ve kaideye sahip olmalıydı? İşte bu sorunun yanıtını Smith ve meslektaşı Ricardo şu satırlarda veriyor: “Malların serbest dolaşımı ve tam rekabet, ekonominin (yani üretim ve bölüşümün) en iyi şekilde işlemesini sağlayacak temel kurallar olmalıdır. Tüm mallar dünyada hiçbir sınır tanımaksızın gezebilmeli ve bu sayede her bir üretici rakibinden daha çok satış yapabilmek için daha iyi malı çok daha ucuza üretmenin yollarını aramalıdır. Böylece biz tüketiciler de istediğimiz her malın ‘daha kalitelisini’, ‘çok daha ucuza’ tüketebiliriz. Yani refah toplumuna bir adım daha yaklaşabiliriz.”

İlk görünüşte bu düşüncelerin iyi niyet duygularıyla beslendiğini savunmak çok da yanlış olmayacaktır. Ancak süreç içerisinde serbest rekabetin kendi içinden dev tekelleri çıkararak yerini tekeller arası rekabete bırakmasının ve tüm ekonominin de bu dev tekellerin egemenliği altına girmesi fazla zaman almamıştır. Süreç içerisinde bozulan arz-talep dengesini ne Smith’in gizli el mekanizması ne de başka bir güç düzenleyebilmiştir. Sanayileşen devletler daha fazla kar hırsıyla içte ucuz iş gücü elde etme amacıyla emek sömürüsünü derinleştirirken, dışarıda ise hammadde ihtiyacını karşılamak için sömürgeleştirme politikalarına hız vermişlerdir. Sonuç, milyonlarca insanın ölümüne yol açan her iki emperyalist paylaşım savaşı olmuştur. Günümüzde bile burjuva profesörler geçmişin serbest ve tam rekabetçi ekonomisine övgüler düzmeye devam ede dursunlar, kapitalizm denen garabete dönüp baktığımızda, işlerin pek de iyi niyetli ekonomistlerin düşündüğü gibi gitmediğini görüyoruz. Bir de bakıyoruz ki, “serbest piyasada birbirleriyle rekabet edebilmek için daha kaliteli malları daha ucuza” üretmesi beklenen kapitalistler, kendi aralarında anlaşıp kocaman şirketler, karteller oluşturarak birbirleriyle rekabeti geçici de olsa askıya almış durumdalar. Birbirleriyle rekabet etmek zorunda kalanlar yine işçi, emekçi ve yoksul kesimler olmuştur. Toplumdaki bu rekabeti koruyabilmek için de “yedek işçi orduları” yani işsiz işçiler, hep bir koz olarak elde tutulmaya çalışılmıştır.

Kapitalizmin sistem olarak batıda ve özellikle de İngiltere’de zafer kazanmasında sözü edilen ekonomistlerin ve geliştirdikleri ekonomik teorilerin büyük bir rolü olmuştur. Sözü edilen ekonomistler her şeyden önce dünyanın dört bir tarafına yayılan ve sömürgeciliği temel bir politika olarak geliştiren bu sisteme meşruiyet kazandırmıştır. Geliştirdikleri ekonomik modelle adeta kırsal alanı boşaltarak tüm yoksul ve emekçi kesimleri sistemin çarkları içine çekmişlerdir. Böylece bu sistemin başına çeken kapitalistler, sömürgeleştirdikçe sermaye biriktirmiş, sermaye biriktirdikçe de pazarlarını genişletmişlerdir.  Doğa katliamı başta olmak üzere sayısız insanın canına ve emeğine mal olan bu kanlı süreçlerin sonucu sistemlerini geliştirip perçinleyen burjuvalar, dışarıda geliştirdikleri kölecilikle yetinmeyerek zamanla tüm toplumsal kesimleri de kendi hizmetlerine geçirmede gecikmeyeceklerdir

1. Marks, yaşamı boyunca kapitalist sistemi çözmeye çalışmıştır. Onunun sömürgeci karakterini, talancı politikalarını ve özellikle de emek-değer gaspını kapsamlı bir biçimde gözler önüne serebilmiştir. Kuşkusuz Marks’ı normal bir ekonomist olarak ele almak doğru değildir. O kendi zamanında tüm dünya emekçilerinin idolü ve umuduydu. Kapitalist sistem şahsında serbest rekabeti, artı değer gaspını ve diğer tüm sömürü uygulamalarını çözümlerken, sadece sistemin sürdüremezliğini değil aynı zamanda onun alternatifini de ortaya koymaya çalışmıştır. “Tüm dünya işçileri birleşin” çağrısını yaparken, özgürlüğün, eşitliğin ve demokrasinin güvencesi olarak gördüğü ve inandığı sosyalist sistemi hedef göstermiştir. Eksik ve yetersizlikleriyle birlikte bu alternatif sistemin manifestosunu hazırlamıştır. Marks, ekonomik sömürüye ilişkin tüm düşüncelerini ‘Das Kapital’ ile dünyanın dört bir tarafına yaymayı başarabilse de vahşilik sürecini yaşayan kapitalist sistemin önünü alamamıştır. Buna ne ömrü ne de çabaları yetmiştir. Marks’ın eleştirilerinde bilimcilik adı altında pozitivizmin girdaplarını aşamaması ve son tahlilde ekonomizmin iyi niyetli bir dilendiricisi konumuna düşmesi sadece kendisiyle ilgili bir durum değildir. Özellikle de sonraki ardılları bırakalım onu tamamlamayı veya düzeltmeyi sadece karikatürize etmekle yetinmişlerdir.

Tabiatı gereği ekonomi, en az devletleştirilmesi, özelleştirilmesi gereken bir toplumsal alandır. Zira toplum kolektivizminin en temel dokusudur. Ekonomiyi özelleştirmek, devletleştirmek, temel toplumsal dokuyu tahrip etmek demektir; toplumu en hayati yaşam kurallarından yoksun bırakmak demektir. Tarihte hiçbir sistem kapitalizm kadar bu denli özelleştirme ve devletleştirmeyi toplumun baş özelliği haline getirmemiştir. Buna ne cesaret etmiş, ne de bunu düşünmüştür. Şüphesiz uygarlık toplumunda tüm toplumsal alanlar devletleştirildiği gibi, en temel dokusu olan ekonomisi de hem özel mülkiyetin hem devlet mülkiyetinin konusu olabilmiştir. Daha doğrusu her şey ekonomiye indirgenmiştir. Buna ekonomizm veya metalaştırma da diyebiliriz.

Günümüz finans kapital çağı; ekonomi, toplum ve doğa açısından yıkımın zirvesini ifade etmektedir. Durum böyle iken, sistemin ürettiği küreselleşme kavramı tam bir aldatmacadır. Sözüm ona yeryüzündeki tüm medeniyetler ve ekonomiler uzlaşma içerisine girerek bireysel ve toplumsal refahı yükseltecek ve böylece dünya barışı sağlanacaktır. Oysa özünde tüm dünya istihbaratlarının bir araya geldiği, rejimlerin birbirine entegre olduğu ve özellikle de hâkim merkez sermayenin sıkışan kâr hadlerini yükseltebilme ve kendisine yeni üretim ve tüketim merkezleri oluşturabilmek amacıyla yeryüzünü kaplaması durumudur. Fiili durum bu biçimdedir. Öyle ki, toplumun neredeyse yarısını işsizliğe çeken, silah ekonomisi adı altında imha araçları üretimini temel ekonomik sektör haline getiren, sadece kârı hedefleyen, toplumun zorunlu ihtiyaçlarıyla alakasız, çevreyi yıkan, tüm doğa ve toplum kaynaklarını kâra dönüştüren çılgın bir anti-toplum, anti-insan ve anti-doğa karakteri taşıyan bir sistem ile karşı karşıyayız.

Konuyu toparlayacak olursak, ekonomik sorun esas olarak kadının ekonomik yaşamın dışına itilmesiyle başlar. Genelde uygarlık tarihinden özelde kapitalist modernitede kadın dışlanınca erkek egemenlikli zihniyetin üzerinde en çok oynadığı ekonomi bu nedenle sorunlar yumağına dönüşmüştür. Ekonomiyle organik ilgisi olmayan, sadece aşırı kâr ve güç hırsıyla başta kadın olmak üzere tüm ekonomik güçleri denetimleri altına almak için girişilen bu oyun, sonuçta her tür hiyerarşinin, iktidar ve devlet güçlerinin toplum üzerinde bir ur gibi büyümesine yol açarak sürdürülemez ve oynanamaz bir aşamaya dayanmıştır.

Gerçekten de ekonominin kadının elinden alınarak tefeci, tüccar, para, sermayedar; iktidar, devlet ve ağa gibi davranan bürokratların eline geçmesi, ekonomik yaşama en büyük darbe olmuştur. Ekonomi karşıtı güçlerin eline verilen ekonomi, hızla iktidar ve militarizmin temel hedefi haline getirilerek, tüm uygarlık ve modernite tarihi boyunca sınırsız savaş, çatışma, bunalım ve kavgaların baş etkenine dönüştürülmüştür. Günümüzde ekonomi, ekonomiyle alakası olmayanların, kâğıt parçalarıyla oynayarak kumardan beter yöntemlerle sınırsız toplumsal değer gasp ettikleri bir oyun alanı haline getirilmiştir. “Kadının kutsal mesleği, tamamen kendisinin dışlandığı, savaş makinelerini, çevreyi yaşanmaz hale getiren trafik araçlarını ve temel insan ihtiyaçlarıyla pek fazla alakası olmayan kâr getiren fuzuli ürünleri üreten imalathanelere, borsalara, fiyat ve faiz oyunlarına çevrilmiştir.” (A. Öcalan)

Kadından sonra başta çiftçiler olmak üzere gerçek ekonomiyle ilgilenen çobanlar, zanaatkârlar ve küçük tüccarların da iktidar ve tekel aygıtları tarafından adım adım ekonomik faaliyetlerden uzaklaştırılmasıyla tam bir ganimet ortamı yaratılmıştır. Öyle ki, bu asli güçlerin devre dışı bırakılmasıyla birlikte pazara çekilip metalaştırılmayan hiçbir toplumsal değer bırakılmamıştır. Azami kara kilitlenen para-meta-para zihniyet sahipleri, hangi kesimi ekonominin dışında bırakmışsa öte yandan ise iliklerine kadar egemenliği altına almaya çalışmıştır. Yani bu alanda etkisizleştirilen, hatta bitirilen, toplumda da etkisizleştirilip bitirilmiştir. İşte toprakla birlikte tarımın, bu alanda çalışan emekçilerin, çoban ve zanaatkârların ve özellikle de kadınının toplum içerisinde bu denli nesneleştirilmesini ancak bu gerçeklik ışığında değerlendirebiliriz.

Günümüzde kapitalist-liberal ekonomiye alternatif olabilecek birçok ekonomik modelden söz edilir. Sosyalist ekonomi, karma ekonomi, katılımcı ekonomi ve son dönemlerde de topluluklar ekonomisi en çok konuşulan modeller arasındadır. Bu tür arayışlar elbette ki gerekli ve önemlidir. Ancak şu da bir gerçektir ki mevcut sistemin ekonomi adına yaratmış olduğu toplumsal anlayış ve alışkanlıklar, yani yalan yanlış düşünceler ve retorik ezberler, yani bir bütün olarak oluşturulan zihniyet aşılmadan, hiçbir modelin alternatif olma şansı yoktur. Öyle ki, böylesi bir model ne kendini örgütleyebilir ne de özümsenme imkânını bulabilir. Bu açıdan sorunu doğru tespit edip analiz etmek kadar, çözüme nereden başlanması gerektiği da büyük önem taşımaktadır.

Metalaşma ve kâra dayalı ekonomiden, kullanım değerine ve paylaşmaya dayalı ekonomiye geçiş koşulları her zaman olmuştur. Toplumsal dinamikler böylesi bir anlayışa müsaittir. Yeter ki, “başka bir sistem de mümkündür” bilinç ve kararlılığına ulaşılsın. Buna inanılsın. Kendiliğinden olamayacağı çok açıktır. Neticede toplumsal bir sorundur. Dolayısıyla toplumun ortak aklı, iradesi ve tutumuyla olmayacak, değişmeyecek veya gerçekleşmeyecek hiçbir şey yoktur. Ekonomiyle alakası olmayan kapitalist sistemin süregelen tahribatlarına müdahale edilmediği takdirde mevcut durum sürüp gidecektir. Sosyalizmin asıl rolü de burada karşımıza çıkar. O da yavaş yavaş meta toplumundan kullanım değeri için üretim yapan topluma, kârı esas alan üretimden paylaşımı esas alan üretime geçişle tanımlanabilir. Sosyalizmin ekonomi politiği budur. Bu ekonomi politikası uygulandığında işsizlik, bolluk içinde yoksulluk, aşırı üretimin yanında açlık, kâr ile birlikte çevre tahribi bir kader olmaktan çıkar. Ekonomik faaliyetlerin siyaset ve ahlakla da doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. Ekonomiyi alt yapı diğerlerini üst yapı biçiminde ayrıştırmak yanlıştır. Toplumsal alanı oluşturan bütünün birer parçaları olarak ele almak daha doğru olacaktır. Bu anlamıyla bir tamamlayıcılık söz konusudur. Dolayısıyla ahlak, ekonominin veya temel gereksinimlerin elde ediliş tarzı iken; politika ise ekonominin gerçekleşme biçimi veya ifade tarzı olmaktadır. Bu çerçeveden hareketle toplum sağlığı açısından tıptan daha gerekli olan toplum ekonomisi üzerinde düşünmek, kafa yormak ve çözüm yollarını aramak kaçınılmaz olmaktadır. Zira hiçbir toplumsal eylem ekonomi kadar ahlaki ve politik olamaz.

Ekonomik sorunlar dünyanın her tarafında benzer nitelikler taşısa da Ortadoğu’da daha derinlikli ve kapsamlıdır. Bu farklılık bölgenin tarihsel, toplumsal ve siyasal gelişim süreçlerinden kaynaklanmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de dünyanın en zengin kaynaklarına sahip olmasına rağmen bölge, işsizlik ve açlık konusunda Afrika’dan çok farklı bir durumda değildir. Bunun nedenlerini sorguladığımızda karşımıza karmaşık bir tablo çıkar. Zira ekonomi sistemden; yani siyasal ve toplumsal yapıdan bağımsız ele alınamaz. Bu açıdan bölge gerçeğini oluşturan etnisite, ulus, vatan, şiddet ve sınıf gibi kavramlar çözümlenmeden ekonomiyi ve ekonomik sorunları yeterince tanımlayamayız. Ancak ne yazık ki Ortadoğu kültüründe bu olgular bilimsel düzeyde ele alınma yerine ya milliyetçi-şovenist bir perspektifle değerlendirilmekte ya da dinsel bir bakış açısıyla yorumlanmaktadır. Dolayısıyla bu kavramlar ile ekonomik sorunlar; yani işsizlik, yoksulluk, açlık, gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi toplumsal sorunlar arasındaki ilişkiler kurulmamaktadır.

Tunus’ta bedenini ateşe veren gencin feryadı doğru çözümlendiğinde söz konusu olguların toplumu nasıl kuşattığını biraz daha yakından görmüş oluruz. Bölge, hem küresel sistemin egemenliği altında hem de diktatör rejimlerin baskı ve sömürüsü altında inim inim inlerken, insanların bedenlerini ateşe vermesi toplumsal bunalımın derinliğini göstermektedir. Söz konusu bu ülkelerde totaliter rejimler tarafından uygulanan olağanüstü hal yasalarıyla düşünce özgürlüğüne nasıl prangalar vurulduğunu, kadının şiddetle nasıl özdeşleştirildiğini ve dolayısıyla hiçbir toplumsal örgütlenmeye geçit verilmediğini çok iyi biliyoruz. Peki, bütün bu uygulamaları yıkılmakta veya aşılmakta olan rejimler tek başına mı gerçekleştiriyordu? Hayır! Kapitalist sistemden bağımsız değildi. Zira bu rejimler iki kutuplu dünya gerçeğinin birer ürünüydüler. Her biri bir tarafın işbirlikçisi konumundaydı. Dolayısıyla her zaman destekleniyorlardı. Bugün de durum çok farklı değildir. Hatta küresel güçler geçmişe nazaran daha fazla bölgeye müdahale etmektedir. Fiilen içindedir. Öyle ki günlük, anlık olarak bölgenin siyasal, diplomatik ve ekonomik nabzını tutmaktadırlar. Yine medya yoluyla yirmi dört saat düşünce ve yaşam anlayışlarını empoze etmeye çalışıyorlar. Böylece toplumu kendi bilinç ve algıları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyorlar.

Toplumun tepesine binenler her tür yozluk ve yolsuzlukta yarışırlarken; ülke kaynaklarını kişisel-ailesel-çevresel çıkarları doğrultusunda; zevk ve sefaları için çarçur ederlerken; en alttakiler daha ne kadar açlık ve yoksullukla boğuşabilir? İşte Tunus örneği bir bakıma bu sorunun bir cevabıdır. Derinleşerek süregelen toplumsal sorunlara “Artık Yeter” denildi. Bir çığı hareket geçiren yankı ne ise “Arap Ateşi”ni veya “Arap Baharı”nı başlatan Tunuslu gencin eylemi de odur. Toplumun biriken öfkesini harekete geçiren bir kıvılcım olmuştur. Mevcut durumuyla daha doğrusu Mısır süreciyle birlikte batılı devletlerin veya küresel sistem aktörlerinin müdahil olmasıyla bu toplumsal dalgalanmanın amaç ve hedeflerinin muğlaklaştığını; bahar mı kış mı tartışmalarına yol açtığını biliyoruz. Elbette ki bu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak burada anlatmak istediğimiz şudur; dünyanın her tarafında olduğu gibi bölgedeki ekonomik sorunlar da sözünü ettiğimiz siyasal ve toplumsal sorunlardan bağımsız değildir. Dolayısıyla bu baskıcı, işbirlikçi, sömürücü rejimler zihniyetleriyle birlikte ortadan kaldırılmadan, toplumsal özgürlüklerin ve demokratik siyasetin önü açılmadan ekonomik sorunlar da çözülemez. Ekonomi, gerçek unsurlarıyla buluşamaz.

Sonuç olarak, eğer mevcut sistem ve özellikle de ekonomik boyutu sürdürülemez sınırlarında seyrediyorsa ve gün geçtikçe yaşam kaynaklarımızı, doğamızı ve nihayetinde dünyamızı tahrip ederek yaşanamaz kılıyorsa, elbette ki başka bir sistem ve dolayısıyla başka bir ekonomi mümkündür diyeceğiz!

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.