Düşünce ve Kuram Dergisi

Bilgi ve Gerçeğin Arasında İktidar Vardır

Nihat Moğoltay

1949’da İran’ın Mahabad kentinde doğan Abbas Vali yükseköğrenimini İran Ulusal Üniversite’nde tamamladı. Londra Üniversite’sinden doktorasını alan Vali, kariyerine 1986 yılında başladı. Sırasıyla Galler Üniversitesi ve Erbil’de bulunan Kürdistan Üniversitesi’nde görev yapan Vali, ayrıca Kürdistan Üniversitesi’nin kurucuları arasında da yer aldı. Vali, 2008 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi sosyoloji bölümünde görev yapmaktadır.

 

“Kürt Milliyetçiliğinin Doğuşu” isimli kitabınızda tek devletsiz ulusun Kürtler olduğunu söylüyorsunuz. Ulus-devlet ekseninde örgütlenen diğer Ortadoğulu halklara baktığımızda ise milliyetçi tarih araştırmalarının bir hayli fazla olduğunu görüyoruz. Kürtlerin tarih yazımı ise, diğer Ortadoğu halklarına göre daha az. Bu açıdan bakıldığında devletsiz bir ulusun milliyetçilik tarihini ve kökenlerini yazmak ne kadar mümkün olabilir?

Neden ya da ne zaman Kürtlerin Ortadoğu’daki tek devletsiz ulus olduğunu söyledim pek hatırlamıyorum. Doğru olduğunu düşünmüyorum, Filistinliler, Azeriler ve İran’daki Beluciler var. Fakat Kürtler nüfus olarak en büyük gruptur. Devleti olmayan bir kolektif, bir nüfus ya da ulus… Devletsiz tek halk oldukları iddiasında bulunmadım. Burada bir yanlış anlaşılma olmuş. Fakat devletsiz halk terimi kendi içinde bir çelişki barındırır. Yapısında bir çelişki var. Devleti olmayan ve ulus olma iddiası taşıyan bir grup devletsiz olarak tanımlanır, fakat uluslararası hukuk ve ilişkilerde, yargı sistemlerinde ve benzeri alanlarda devlet terimi egemenlik kavramı üzerinden tanımlanır ve bu kavram ulus teriminin belirleyici bir etmenidir. Yasal ve siyasal olarak bir ulus siyasi kimliğini devletsiz bir şekilde tanımlayamaz. Kültürel veya tarihi olarak demiyorum, yasal ve siyasal olarak bir kimliğin tanımlanması için devlet gerekmektedir. Yasal olarak durum hep böyledir. Bunun sebebi, demokrat teorideki kendi kaderini belirleme hakkı ve daha da önemlisi egemenlik teorisi. Her ikisi de bir ulusun yasal ve siyasal bir yapıya dönüşmesini egemenlik koşuluna bağlar ve uluslar için egemenlik de devlet aracılığıyla gerçekleşebilmektedir. Devletsiz ulus kavramı çelişkilidir dememin sebebi ise, bir kimlik sahibi olma iddiasına rağmen bu kimliğin yasal ve siyasal alanda yer edinememesidir. Yasal-siyasal olarak bir kimliğin yerleşmesi için devletin varlığı zaruridir. Bahsettiğim çelişki tam olarak da budur. Fakat bu çelişki devletsiz ulus kavramına has değildir, modern ulus kavramını genel olarak içerir. Başka bir deyişle bu çelişkili egemenlik konsepti veya doktrini, belli hakları olan bir ulusun yasal ve siyasal birliğinin prensibi konumunda. Eğer bir ulus anayasadaki siyasi otoritenin ve meşruiyetin kaynağı olmak istiyorsa ve demokratik toplumlarda seçilmiş hükümetlere başkanlık etmek istiyorsa bu yasal birliği yerine getirmek zorunda. Ancak egemenlik hukuksal bir kavram ve bunun için gerekli siyasi gücü üretememekte. Ulus için bu tür bir birlikteliği sağlaması için kendisi dışında bir aktöre ihtiyacı var. Bunun için devletin birlikteliğinin temelinde yine devlet yatar. Başka bir durumda sadece hukuksal bir kavram olarak kalacak ulusal egemenliği dayatıp uygulayacak güce devlet sahiptir. Devlet ulusun siyasi ve yasal kimliğini belirler ve devlet olmadan, ulus siyasi bir kimlikten öteye geçemez. Daha önce bahsettiğim çelişki budur. Şimdi Kürtlerin tarihini devletsiz bir ulusun tarihi şeklinde yazıp yazamayacağımız konusunda gelelim. Kürtlerin kültürel tarihini ya da antik çağlara dayanan bir topluluk olarak evrimsel tarihini yazabilirsiniz. Fakat bir devletsiz ulus olarak Kürtlerin tarihini yazmak istiyorsanız başlangıç noktanız modernite olmalıdır. Bunun sebebi devletsiz ulus kavramını Ortadoğu’daki modern ulus-devletin oluşturmasıdır. Bir başka deyişle, ulus-devlet ve devletsiz ulus kavramları modernitenin çelişkisel sonuçlarıdır. Kürtler, içinde bulundukları Türkiye, İran, Suriye ve Irak devletleriyle ilişkili olarak kendilerini devletsiz bir ulus olarak tanımlıyorlar. Ve bu devletler de modernitenin bir tür ürünüdürler; ben bunları otoriter devletler tarafından tepeden aşağı şekillendirilen, modernitenin otoriter formları olarak adlandırıyorum. Bu devletler yerel, bölgesel ve uluslararası güçlerin ve ilişkilerin biçimlendirmesi ve dile getirmesi sonucu oluşuyorlar. Bu yüzden, Kürtlerin tarihini devletsiz bir ulus olarak yazmak istiyorsak başlangıç noktamız Ortadoğu’da ulus devletlerin kurulma süreci olmalıdır. Bu dönemde Kürtlerin kolektifliğinin Suriye, İran, Irak ve Türkiye ulus devletleri tarafından olumsuz bir biçimde oluşturulduğunu görürüz ve içindeki birçok çeşitliliğe rağmen, Kürtlerin devletsiz bir ulus devlet olarak ortak noktası budur. Modernitenin Ortadoğu’daki belirli formları tarafından oluşturulan bu ortak nokta Kürtlerin devletsiz bir ulus olarak tarihinin yazılmasının başlangıç noktası olabilir. Fakat burada tarihi ve ampirik gerçekleri dikkate almamız gerektiğini hatırlatmalıyım.

Devletsiz bir ulus olarak Kürt ulusunun modernitede tek bir başlangıç noktası bulunmamakta, tam tersine, Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ta olmak üzere çeşitli başlangıç noktaları mevcuttur. Moderniteyi bir başlangıç noktası olarak aldığımızda Kürt tarihinin çeşitliliğini, yani Kürdistan’ın coğrafi olarak bölünmesini, Kürtlerin yaşamlarının, topluluklarının, ekonomi ve kültürlerinin bölünmesini ve ardından dört farklı sistem içerisinde gelişimini dikkate almalıyız. Bu durumda Kürtlerin devletsiz bir ulus olarak tarihi aslında Kürtlerin devletsiz bir ulus olarak tarihleri şeklinde olacaktır. Bu tarihleri bir araya getirip tümleştirecek şey ise bahsedilen devleti oluşturacak ve bölünmüş ulusa gerekli siyasi birliği sağlayacak politikalardır. Benzer bir yargısal ve siyasal sistem içinde homojen bir Kürt kimliği oluşturmayı amaçlayan etkili bir siyaset olmadıkça, bu tarihler çeşitliliğini sürdürecektir. Bu yüzden böyle bir tarih yazmak için birkaç önemli noktayı göz önünde tutmalıyız. Bunlar bir bakıma böyle bir tarihin yazılması için gerekli olası koşullardır. Öncelikle başlangıç noktası modernitedir. Bunun sebebi, Ortadoğu’da ulus devletlerin kurulduğu dönemin aksine modern Kürt kimliğinin şekillendiği ve tanımlandığı dönem modernitedir. İkinci olarak, bu ulus devletlerin oluşma süreci aynı zamanda Kürt ötekiliğin ortaya çıkış dönemidir. Yani Kürt’ün bu ulus devletlerde öteki olarak inşa edilmesi olgusundan bahsediyorum. Bu ötekilik Kürt kimliğinin yapısında merkezi bir rol oynar. Üçüncü olarak, bu ulus devletler öyle bir şekilde gelişti ki, bahsedilen ötekilik kendi içinde bölünmüş bir ötekiliktir. Dört parçaya ayrılmıştır ve biz bu parçaları bir araya getirmek istiyorsak yekpare bir kimliğe doğru giden bir sürece ihtiyacımız var. Bu bağlamda, Kürt ötekiliğinin oluşumu ve gelişimi üzerine tarihler yazmak, bu tek-biçimli kimliğin ön tarihlerini yazmak anlamına gelir. Bu stratejik bir görevdir. Bu sayede ötekilikleri bitirip yekpare bir kimlik yaratılabilir.

 

Etnisite Her Zaman Politik Bir İnşa Olmuştur

 

Peki, yukarıda bahsettiğiniz kimlik kavramı ile vatandaşlık kavramı arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz ya da bu iki kavramın ayrıldığı noktalar nelerdir?

Benim etnisite konusuna farklı bir yaklaşımım var. Bence etnisite politik bir inşa, yani siyaset tarafından inşa edilmiştir. Politikadan kastım hegemonya ve direniş mücadelelerinin gerçekleştiği siyasal alandır. Etnik topluluklar belirli güç ilişkileri tarafından, bu ilişkilerin sınırlarının sonuçları aracılığıyla ya da bu ilişkilerin dışında kalan ilişkiler yoluyla şekillenir. Kürt etnik kimliği de aslen dışarısında kalan ve kendisini bastırmaya çalışan politik güçlerle bağlantılı olarak ortaya çıktı. Etnisite Kürt kimliğinin belirleyici etmenidir ve bu kimlik hegemonyaya direnişte kilit rol oynar. Bu yüzden Kürt kimliğinin oluşmasında etnisitenin önemli bir yer tutması, Kürt topluluğunun dış güçlere direnişinin bir sonucudur. Bence doğuştan olan bir etnisite yoktur. Yani tarih boyunca bir topluluğun kültürü içinde var olagelmiş bir doğal etnisite kavramından bahsedemeyiz. Etnisite her zaman politik bir inşa olmuştur. Bu yüzden, etnik bir toplulukla bir ulus arasındaki en önemli fark -her ne kadar az olsa dapolitik farklılıktır. Ulusal bir topluluk ya da bir ulus, içinde etnisitenin önemli olduğu, fakat belirleyici olmadığı belirli bir kimlik için mücadele eder. Etnisitenin önemi sadece belirli siyasi koşullardan gelir, bu koşullar zayıfladığında ya da yok olduğunda etnisite de önemini yitirir. Bastırılmış ulusal kimlikler genelde kendini tanımlarken etnisiteye büyük bir önem verir. Bunun sebebi etnisitenin ilk savunma hattı oluşudur. Ulusun sınırlarını, dışarıda kalanlarla zıtlaşacak biçimde tanımlayan en önemli faktördür. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürt etnisitesi ve Kürt diline bakacak olursak bunların kültürel etmenler olduğunu, fakat pek siyasi öneme sahip olmadıklarını görürüz. Bu siyasi önem, Osmanlı İmparatorluğu modernleşmeye ve merkezileşmeye başlayınca arttı. Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezileşmesinin bir sebebi, artan dış baskılar, Avrupa devletlerine karşı yaşanan yenilgiler ve toprak kayıplarıyken diğer sebebi iç baskılar ve hâsılat ve mali yönetimin güçlenen merkezde toplanması düşüncesiydi. Merkez bu süreçte Kürt topluluklarına/beyliklerine baskı uyguladı ve bu da çatışmaya sebep oldu. Yani Kürtlerle Osmanlı İmparatorluğu arasındaki çatışma merkezileşme sorunu olarak ortaya çıktı ve etnik bir özelliği yoktu. Merkezden baskı arttıkça etnisite bir faktör ve savunma hattı olarak ön plana çıktı. Bu koşullarla birlikte Osmanlı topraklarındaki Kürtlerin ötekileştirilmesi şekillendi. Fakat bahsettiğim çatışmanın etnik terimler etrafında şekillenmesi çok sonralara tekabül ediyor. Kürt etnisitesinin politikleşmesi 19. yüzyılın sonlarına denk gelmekte. Öncelikle genç Osmanlılar, sonra daha net bir biçimde genç Türkler dönemleri ve hikayenin geri kalan kısmını zaten biliyorsunuz. Etnisite ve dil, siyaset ve Osmanlı’nın son dönemlerindeki siyasi durumdan ötürü önem kazandı. Eğer bana bir Kürt çiftçisinin 1880’de Kürt kimliğinin ve bu kimliğin doğurduğu politik ve kültürel sonuçların farkında olup olmadığını sorarsanız, büyük bir şüphe ve tereddütle cevap vermek zorunda kalırım. Fakat Osmanlı’nın son dönemlerinde rütbeli Kürt askerlerin, Kürt bürokratların veya Kürt gazetecilerin kendilerini Kürt dili ve etnisitesi ekseninde düşünmeye başladıklarını söyleyebilirim. Bunun sebebi, Türk kimliğinin belirleyici etmeni bu dönemde değişmekteydi ve Kürt kimliğinin sınırlarını belirleyen faktörler de buna bağlı olarak değişim gösterdi. Bir önceki konumuza geri dönecek olursak, etnisitenin sabit bir kültürel olgu olmadığını, aksine politik bir inşa olduğunu ve hakim siyasi koşullar tarafından şekillenen bir işlevi bulunduğunu belirtmek gerek. Etnisite milliyetçilik ortaya çıkmadan önce bir toplumda belirli bir rol oynarken, milliyetçi mücadeleler bağlamında farklı bir role bürünür ve ulus siyasal ve yasal açıdan kurulduğunda yine farklı bir işleve sahiptir. Etnisite, milliyetçi söylem ve pratik bağlamında ulus olma iddiasının meşruiyetinin önemli bir parçası haline gelir ve ulusal talepler etnik terimler aracılığıyla meşrulaştırıldığında topluluk milliyetçiliğe yönelir. Bu önemli bir nokta, etnisite ulus olma talebinin önemli bir parçası olduğunda sadece kültürel olmaktan çıkıp tamamıyla politikleşmiştir. Aynısı dil için de geçerlidir. Eğer ulusal kimlik talebi anadil talebi yoluyla dile getiriliyorsa dil artık sadece kültürel ilişkilere dayanan dilbilimsel bir kavram olmaktan çıkmıştır. Artık politik bir faktördür. Anadilde özerklik talebi dilin politikleşmesinin bir aracıdır. Aynı etnisite gibi, dil de bir savunma ve ulus olma talebini meşrulaştırma aracıdır. Hem topluluğu dışarıya karşı korumada, hem de kendi içinde meşrulaştırmada önemli bir rol oynar. Örneğin, bildiğiniz gibi Kürt gençliğinde Kürt dili ve tarihini öğrenmeye yönelik güçlü bir istek var. Bunun sebebi, dili, etnisiteyi, kültürü, tarihi ve medeniyeti, kolektif bir kimliğin meşrulaştırılmasında önemli olarak gören kolektif bir bilinç ve algıdır. Burada altı çizilmesi gereken önemli bir sorun var. Etnisite ve dilin geçmişte bazı kişiler tarafından bir meşrulaştırma aracı olarak kullandıkları doğrudur. Fakat ben meşrulaştırma aracı olur dediğimde daha geniş bir topluluktan ve ulus olma iddiasının ifadesi olarak toplumsal bir meşrulaştırma aracı olduğundan bahsetmekteyim. Bireyselden toplumsala geçiş, milliyetçi söylem ve pratiğin topluluk içinde yükselmesinin göstergesidir. Kürtçeye yönelme ve bu dili bir meşrulaştırma aracı olarak kullanma henüz yaygınlaşmış değil. Dilin kullanılması konusunun HEP’ten BDP’ye birçok Kürt partisi tarafından dile getirilmiş olması önemli kesimlerde hassasiyet yaratmıştır. Fakat dilin politik bir meşrulaştırma aracı olmasını engelleyebilecek bir zaaf söz konusudur. Bu zaaf asimile Kürt olarak bildiğimiz olgunun varlığıdır. Asimile Kürtler bu döngünün dışındadırlar ve bu geçişlere çok nadir dahil olurlar.

 

Etkili Direniş Bilgiyi de Gerektirir

 

Şu ana kadar birçok konuya değindiniz, Kürt meselesi ile ilgilenen aydınların, bu mevzuda yaptığı tarih okumalarını nasıl buluyorsunuz? Sizce aydınlar doğru bir şekilde okudular mı? Bu konuda yapılan tarih okumalarını nasıl buluyorsunuz?

Gördüğünüz gibi, kültürden bahsetmekteyiz: resim, yazı, şiir, müzik, sinema, tiyatro… Bütün bunlar kültürel pratikler ve iletişim şekilleridir. Doğmakta olan, ortaya çıkan ve merkezinde direnişin bulunduğu bir kültürün dışavurumlarıdır. Türkiye’deki Kürt kimliğinin en önemli boyutu baskıya karşı politik ve kültürel direniştir. Fakat bence bu direnişin farklı boyutları olmalıdır, direniş sadece dış baskıların araçları ve mekanizmalarına karşı durmak değildir. Bu tabii ki önemli bir boyuttur. Fakat etkili direniş bilgiyi de gerektirir. Nasıl direneceğinize karar vermeden önce kime karşı direndiğinizi bilmeniz gerekir. Örneğin bir Kürt entelektüeli şiir, roman, oyun, tarih veya felsefe yazdığında, film ya da müzik yaptığında, yaptıklarının direniş siyasetine yöneldiğini görüyorsa tek görevinin halkını baskılar karşısında savunmak olmadığını, aynı zamanda baskı uygulayanların tarihini, ekonomisini, antropolojisini, psikolojisini ve popüler kültürünü bilmesi gerektiğini kavramalıdır. Niçin? Çünkü (kültürel, siyasi) kimlik oluşumunun temelinde ötekilerle ilişki yatar. Kendisi ve öteki arasındaki ilişki de farklılıklara dayanır. Bu farklılık şu anlama gelir: benim ötekinden farklarım onun kimliğini, ötekinin benden farkları benim kimliğini tanımlar. Yani bu farklılıklar olumsuz bir “eksiklik” olarak tanımlanır ve her kimliğin içinde vardır. Öteki benim kimliğimde olumsuz olarak daima vardır, ben de onun kimliğinde aynı şekilde varım. Bunun sonucu olarak insanın kendisini tanımlaması için öteki hakkındaki bilgi gereklidir. Eğer ötekini bilmiyorsam, kendimi güç ve kapasitemi bilemem ve etkili bir direniş ortaya koyamam. Bir Kürt olarak, direnmek için Türk devletini, kültürünü, şiirini, sinemasını ve tarihini bilmem gerekir. Kürt entelektüelleri sadece Kürt milliyetçiliği, tarihi ve kültürü hakkında yazmak yerine Türkiye’deki kültürel moderniteyi, siyaseti ve tarihi bilmelidir ve bastırılmış kimliğini bunlardan sıyırmalıdır. Eğer tarihlerini bizim bakış açımızdan yazmazsak bize söz hakkı tanımazlar. Tarihlerini gördüğümüz gibi, kendi bakış açımızdan, ezilenin perspektifinden yazmalı; devletlerinin kuruluşunu, yapısını ve temel ideolojisini, askeri yapılarını, tarihini ve siyasetini analiz etmeliyiz. Olumsuz anlamda olsa bile, Osmanlı’nın son dönemlerinden beri içinde olduğumuz o kültürün, kimliğin, topluluğun, etnisitenin ve ulusun katmanlarından sıyrılmalıyız. Bu kültürün ve gücün merkezindeki iktidar tarafından bastırılan kimlik ve ses bizimdir. Bu yaklaşım çerçevesinde tabii ki Türk entelektüellerine de görev düşmekte. Eğer Türk aydınları bize hitap etmek, tarihimizin ve kültürümüzün farkına varmak istiyorlarsa kendileri araştırmalı, bizi bulmalı ve kendi tarihleri ve siyasetlerini gözden geçirip yeniden yazmalıdırlar. Hakkımızdaki gerçeği, kendi tarihleri ve siyasetlerinin katmanları arasında, gücün ve baskının sakladığı yerlerde bulabilirler. Bir başka deyişle kurulu düzeni, tarih yazımını, sosyolojiyi, felsefeyi, şarkıları ve diğer alanları güçlü bir şekilde eleştirmelidirler. Kendileriyle bizim aracılığıyla konuşmazlarsa kendilerine açık olamazlar, çünkü modernitelerinin içinde baskı görenler bizleriz. Bu yüzden on yılımı kapitalizm öncesi İran’ın kuramsal tarihini, bir Kürt olarak ve hiçbir Farslı akademisyenin yazmak istemeyeceği bir şekilde yazarak geçirdim. Bu stratejik bir karardı. Sizin tarihiniz ve modernitenin başlangıcını yorumlamam bu şekildedir demek istedim. Şimdi kendi yorumunuzla kıyaslayın, eleştirin, saldırın veya yırtın, ancak sessiz kalamazsınız. Çünkü kendi tarihiniz ve tarih yazımınız aracılığıyla size hitap ettim. Modernitenizin tarihi oluşumu ve kimliğiniz hakkında bir bilgiye sahibim ve kendinizi tanımak istiyorsanız bana benim tanımlamalarım üzerinden cevap vermelisiniz. Tabii ki beni görmezden gelebilirsiniz, fakat hiçbir zaman kimliğiniz hakkında sahip olduğum bilgiye ulaşamazsınız. Bensiz yarım kalırsınız.

Şimdi bir önceki konuya geri dönecek olursak, direniş sadece Ahmedê Xanî ya da herhangi bir siyasi Kürt partisinin oluşumu ve gelişimi hakkında yazılar yazmak değil, aynı zamanda ötekinin tarihi, siyaseti, ekonomisi ve kültürü hakkında da bir şeyler üretmektir. Tarihimiz, toplumumuz ve kültürümüzle ilgili gizli kalmış gerçekleri ancak ötekilerin kimlik oluşumunu ve söylemsel inşasını çalışarak ortaya çıkarabiliriz. Bu, sizi reddeden, saklayan ve susturan iktidarın gözlerinin içine dik dik bakmaktır. Bu, direnişin diğer safhasıdır. Fikrimce Kürt entelektüellerinin direnmek ve farkındalık yaratmak gibi iki temel görevi vardır ki, bunlar birbirleriyle bağlantılıdırlar. Bu bağlantı, bilgi, gerçeklik ve iktidar arasındaki ilişkiye işaret eder. Eğer kendinizi tanımak istiyorsanız ötekini tanımalısınız ve öteki de kendini tanımak istiyorsa sizi tanımalıdır. Fakat bu bilgi iktidarın gizlediği gerçeği ortaya çıkaracaksa, Kürtler tarafından üretilmiş olmalıdır, çünkü ezilenler Kürtlerdir. Bu yüzden Türkiye’deki Kürtler Türkiye’deki siyasi, yasal ve kültürel gelişmeleri ele almanın yanı sıra öncü olmalıdırlar. Eğer Kürtler ciddiye alınmak ve gündeme gelmek istiyorlarsa sadece kendileriyle ilgili yazmamalıdırlar. Çünkü kendilerini sadece başkaları aracılığıyla tanıyabilirler. Bilgi ve gerçeğin arasında olan şey ise iktidardır.

 

Anayasal Eşitlik Siyasi Farklılıklarımızı Gidermez

 

Yukarıda değindiklerinizle bağlantılı olarak biraz daha güncel bir meseleye gelirsek, biliyorsunuz, Demokratik Toplum Kongresi geçtiğimiz yaz Demokratik Özerklik’i ilan etti. Tarihsel olarak bu Demokratik Özerklik Projesini ve Demokratik Özerklik teorisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bunun hakkında konuştum, dediğim gibi modern yaşamda Kürtlerle ilgili çeşitli sorunlar var. Burada siyasi özerkliği tartışan kişiler, bunun bir ilk olmadığını, bu kavramın Kürt hareketlerinde bir geçmişi olduğunu bilmelidirler. Örneğin Irak ve İran’daki Kürtler özerkliği tartıştılar. Ve şimdi çeşitli nedenlerden dolayı federalizmde karar kıldılar. Burada bizim o deneyimlerden bir şeyler öğrenmemiz gerekmekte. Örneğin, İran’daki Kürdistan Cumhuriyeti’nde ilk önce özerklik tartışıldı. Sloganları, Kürdistan için özerklik, İran için demokrasi idi. Bu onların sloganıydı ve daha sonra Irak’taki Kürtler tarafından benimsendi, yani bu kavramın bir geçmişi var. Fakat özerklik genel bir kavram. Birçok özerklik çeşidi var, bahsettiğimiz özerklik belirli bir coğrafyanın özerkliği mi? Ya da belirli bir topluğun özerkliği mi? Bu iki durumun olabilirlikleri farklıdır, ben şahsen bir hak olarak belirli bir coğrafyaya kısıtlanmaması gerektiğini düşünüyorum. Bence böyle bir şeyi Türkiye gibi bir ülkede yapmak çok zor olur. Tüm Türk hükümetleri böyle bir planı bölünmeye ilk adım olarak yorumlayıp reddedecektir. Eğer haklar belirli bir coğrafyayla ilişkilendirilirse Kürtler de bu hakları korumak için bahsedilen coğrafyayı korumak zorunda kalacaklar. Bunu yapmak için güçlü bir orduya ihtiyaç olacak ve bu da iyi bir fikir değil. Irak’ta bu yöntem denendi, fakat ne oldu? Irak hükümeti, zayıf olduğu 1970’lerde kapsayıcı bir özerklik anlaşmasını kabul etti. Çünkü Kürtler askeri olarak güçlüydü ve İran ile Amerika arkalarındaydı. Irak ordusu iyi durumda değildi ve hükümet özerkliği kabul etti. Fakat bir yıl sonar Saddam Hüseyin iç çekişmelerden galip ayrıldı ve iktidarını sağlamlaştırdı. Sovyetler Birliği ile 15 yıllık bir dostluk anlaşması imzaladı ve bu sayede Irak ordusunu yeniledi. Bundan sonra Irak özerklik istemediğini dile getirdi ve savaş yeniden başladı. Bu da ‘75’te Kürtler için çok kötü sonuçlar doğurdu ve Kürtler özerklik istiyorsa bu tür karmaşık sonuçları göz önünde bulundurmalıdır. Özerkliği bir topluluk için isteyebilirsiniz, fakat bu durumda topluluğu nasıl tanımlayacaksınız? Bunun ön şartı radikal bir anayasa reformu, vatandaşlığın radikal bir yeniden tanımlanması ve Kürt dili ve etnisitesinin anayasada kabulüdür. O zaman Kürt topluluğunu, kabul edilen yasal etmenler çerçevesinde tanımlamak mümkün olur. Bu yapıldığında, bu topluluğun tümü için özerklik istiyoruz denilebilir. Fakat buna alınacak cevap “Özekliğe ihtiyacınız yok, çünkü kimliğiniz, diliniz, her şeyiniz tanındı. Niye ihtiyacınız olsun ki” olacaktır. Fikrimce tanınmak yeterli değildir, bu sadece bizi eşit kılar. Sen Arapsın, Kürtsün ya da İranlısın, ama hepimiz eşit bir düzlemdeyiz, eşitlik de farklılıkları ortadan kaldırmaz. Türkiye’de vatandaşlık üzerine yapılan tartışmalar bu önemli noktayı ıskalıyor. Türkiye’deki aydınlar bu konuyu ele alıyorlar ve diyorlar ki, “Tamam, Türkiye’nin adını değiştirmeliyiz.” Evet, bu bizi eşitler, fakat anayasal eşitlik siyasi farklılıklarımızı gidermez. Bu farklılıkların tanınması ve özerk bir temsiliyetin oluşması gereklidir. Coğrafi alan değil de bu topluluğun hakları ekseninde tanımlanan özerk bir temsiliyet, belirli alanlarda siyasi temsiliyeti ve hakları beraberinde getirir. O zaman örneğin Diyarbakır, Batman, Mardin veya Hakkâri’de seçilenler Ankara’daki Türkiye Meclisi’nde de temsil edilecekler. Bu çifte temsiliyet, farklılıkların kabulünün bir yoludur. Farklılıklarımız var, özyönetim kültürümüze ve kendi alanımızda özerkliğe ihtiyacımız var, fakat merkezde de temsil edilmeliyiz. “Gidin Diyarbakır’da kendi kendinize takılın” diyemezsiniz, bizim burada yönetim özerkliğimiz var, fakat Ankara’da da siyasi temsiliyet istiyoruz. Ankara’da temsiliyet olmalıdır. Bir nevi Britanya’daki sistemden bahsediyorum. Galler ve İskoçya’nın kendi temsiliyet kurumları bulunmakta. İskoçya’da bu özerklik Galler’den daha fazladır. İskoçya’nın bir parlamentosu, Galler’in ise bir meclisi var. Kendi meseleleri hakkında söz sahibidirler. Bizde İskoçya, Galler ve İngiltere arasındaki sınır siyasi bir sınır değildir. Dediğimiz gibi, Diyarbakır ve Ankara arasındaki sınır siyasi bir sınır değildir, kültürel ve idari bir sınırdır diyebilmeliyiz. “Burası Kürdistan, girebilmek istiyorsanız pasaportunuzu gösterin” demiyoruz. Galler ve İskoçya meclisleri Britanya parlamentosunda temsil ediliyorlar, İskoçya’daki parlamenterler Londra’da da bulunuyorlar. Türkiye’deki birçok iyi niyetli aydın “anayasayı değiştirelim, ‘Türkiyeli’ gibi Kürtleri kapsayan terimleri kullanalım, Kürtçe okullarda kullanılabilsin” diyor. Bunlar iyi, güzel, fakat başka bir şey de var. Beni Diyarbakır’da, Batman’da temsil edenler Ankara’ya da gidecek ve demokratik siyaset süreçlerine katılacak. Kapsamlı bir demokratikleşme ve anayasal reform süreci sonrası, topluluğu temel alan özerkliğin ve çifte temsiliyetin bulunduğu bir durum gerekli. Ancak o zaman özerklik projesinin bir umudu olabilir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.