Düşünce ve Kuram Dergisi

Yabancılaşmada iki Temel Odak; İktidar ve Devlet

Nesimi Taşçı

Sosyal bilimler açısından günümüzün belki de en çok aydınlatılması ya da doğru tanımlanması gereken konularının başında iktidar ve devlet kurum veya kavramları gelmektedir. Çünkü özellikle de reel sosyalizmin çözülüşünün arkasından daha da yoğunlaşan sistem karşıtlığı arayışı teorik-ideolojik düzeyde her zamankinden daha fazla doğru temellerde devlet-iktidar çözümlemesini zorunlu kılmaktadır. Böylesi bir çözümlemenin gerçekleşmesinin temeli de doğru bir tarihsel toplum analizinde yatmaktadır. Ancak doğru bir tarihsel toplum analizi bizleri yabancılaşmanın kökenlerine ve bu köken içinde de iktidar ve devletin oynadığı rolün ne olduğu gerçeğine götürecektir. İşte bu gerçek, bugün yabancılaşmadan kaynaklanan tüm çelişkilerin (doğa-insan, kadın-erkek, sınıfsal, ulusal, kültürel vb. çelişkiler) ya da sorunların köklü çözümünü de beraberinde getirecektir.

Biyolojik olarak evrimleşen bir canlı türünün insanlaşabilmesi ancak, adına toplum denilen ikinci doğanın oluşturulmasıyla geçekleşmeye başlamıştır. Bu eksende toplumsallık geliştikçe insanlaşma gelişmiş, insan geliştikçe de toplumsallık daha ileri bir düzeye çıkmıştır. Bu gelişim seyri, yani toplumsallık insanlaşma döngüsü, milyonlarca yıllık bir dönemi kapsamıştır. Bu döngü, insanın kendine sistematik olarak yabancılaşmasının başlangıç süreci anlamına da gelen hiyerarşik döneme kadar devam etmiştir. Bu aşamadan sonra toplumsallık ve insanlaşma ilişkisinin yanı sıra ikinci bir eğilim, toplumsallığın çözülmesi ve insanlıktan uzaklaşma ya da insanın kendi kendine yabancılaşması bir kanser uru ya da öldürücü bir virüs gibi yayılarak, bilinç ve örgüt anlamında sistematik bir biçimde giderek tarih sahnesine girmiştir. Bugün bu giriş anından sonraki süreç pozitivist sosyal bilim tarafından olumlanarak ‘uygarlık’ dönemi diye nitelendirilmektedir. Belki de uygarlık tarihinin tanıdığı en kapsamlı(bilinç-örgüt ve eylem anlamında) sistem karşıtlığı temelinde ortaya çıkan ve toplumsal hareket olarak da örgütlenip paradigmal anlamda kendini sınama şansını elde ederek son iki yüz yıla damgasını vuran Marksizm de uygarlık tarihini pozitivist bir sosyal bilimcilik penceresinden yorumladığı için, insanlığa sağladığı birçok kazanıma rağmen bugün sistemin sol bir mezhebi olmaktan öteye gidememiştir. En azından bu deneyim bile bizleri genel olarak insanlık tarihini özelde de uygarlık tarihini yeniden yorumlamaya götürmektedir. Eğer sistem karşıtı hareketler en son reel sosyalizm örneğinde de yaşandığı gibi merkezi uygarlık güçlerini ya da genel olarak hegemonik iktidar güçlerini daha da güçlendiren pozisyona girmek istemiyorlarsa, insanı kendine yabancılaştıran olguları kendi devrimsel gelişmelerinin aracına asla dönüştürmemelidirler.

 

Klandan Neolitiğe Yönetim Olgusu

Bazen hatta genellikle yönetim, devlet, iktidar ve hiyerarşi gibi kavramlar sanki aynı şeylermiş gibi kullanılır. Ya da birbirlerinden ciddi farkları yokmuş gibi ele alınırlar. Yani nerede iktidar varsa, orada egemenlik altında olan vardır, doğal olarak da nerede yönetim varsa, orada yönetilenler yani egemenlik altında olanlar vardır. Sonuç olarak da devlet de bir egemenlik aracı olarak bir yönetim aygıtıdır denilip geçilir. Buradan çıkan sonuç, yönetimler hem bir temsil-karar gücü, hem bir egemenlik kurumu ve hem de bir zor aracı olma gibi bir durumu içerirken, aynı zamanda da hiyerarşik bir aygıt olarak kendi içinde bile farklı egemenlik kategorilerini taşır şeklinde ele alınmaktadır. Hâlbuki insanlık tarihi durumun hiç de böyle olmadığını, aksine milyonlarca yıl kendi kendini yöneten toplulukların varlığına rağmen son beş-altı bin yıla kadar insanlığın ne devleti ne hiyerarşiyi ne de iktidarı tanıdığını, dahası bunlar olmadan kendilerini en demokratik ortamda, eşitlik ve özgürlük koşullarında yönettiğini göstermektedir. Geçmişe dair gün geçtikçe daha fazla bilgilenen insanlar olarak bu gerçeği bugün daha iyi görüyoruz. O zaman devlet, iktidar ya da hiyerarşi ile yönetim kavram ya da kurumları arasında zorunlu bir bağlantı kurmak, aynı zamanda sistem içine sıkışıp kalmak anlamına gelmektedir. Yani direkt uygarlıkla bağlantılı olan hiyerarşi, devlet ve iktidar kurum ya da kavramlarına olumluluk yüklemek, doğrudan sistem dışına çıkamamak demektir. Doğal olarak da ne kadar kendimizi sistem dışı ilan edersek edelim ve bu uğurda ne kadar mücadele edersek edelim sonuçta var olan merkezi sistemin değirmenine su taşımaktan öteye gidemeyiz. Başta Marksizm olmak üzere tüm fedakarlık, direnişçilik ya da başarılarına rağmen ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyal demokrasinin sonuç olarak ortaya çıkan başarısızlığının altında yatan gerçek bu olmaktadır.

O zaman nedir yönetim ve hangi tarihsel-toplumsal gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır?

Yönetim, topluluğun ihtiyaçları temelinde beslenme-barınma-üreme ve güvenlik sorunlarının çözümü için sistemik olarak tüm topluluk üyelerinin ortak iradesinin katılımıyla ortaya çıkan kendi yaşamını planlama ve bu temelde kararlaşma, eyleme geçme durumunu ifade etmektedir. Bir nevi bugün tarif edilen demokrasi kavramının primitif biçiminin klanlardan başlayarak etnisitelere kadarki örgütlenmelerde hayata geçmesidir. Kısacası topluluğun hiçbir sosyal farklılık olmadan doğal iş bölümüne de uygun olarak tüm topluluk üyelerini ortak ederek kendi kendini idare etmesidir. Burada hiyerarşi olmadığı için hiyerarşik farklılıktan kaynaklı yaşam biçimi ya da kararlara farklı katılım şekli de yoktur. Çocuk, kadın ya da yaşlı, avcı ya da toplayıcı, güvenlikten sorumlu ya da büyücü, daha sonraları da hayvancılıkla ya da tarımla veya zanaat ya da sanatla uğraşanlar burada eşittir. Bu farklılıklar yaşama hiçbir zaman bir avantaj olarak yansımaz.

Diğer yandan esas olarak ahlaki-politik yaşam diye de nitelendirilen bu kendi kendini yönetme anında tüm yaşam ve yaşama anlam veren her değerin yanında yaşamın sürdürülmesinin temel nesnelerinin hepsi topluluğa ait olduğu için buradaki yönetim tarzı ile iktidar arasında hiçbir bağ yoktur. Çünkü iktidar özelleştirilmiş ya da mülkleştirilmiş ya da özelleştirilip mülkleştirilmek istenen şeyler üzerinde güç kullanılarak ya da hile ile sağlanan egemenlik olmaktadır. Bunun temelinde de güçlü-kurnaz erkek bulunmaktadır. Avcılık kültünün bir sonucu olarak ortaya çıkan bu özellik nedeniyle erkek, kendine ait olmayanı, o günün koşullarında ise topluluğa ait olanı egemenliği altına alma istem ve arzusu üzerinden çeşitli düzeylerde iktidar alanları oluşturur. Bu oluşumun temelinde ise hile-zor, istismar vb. gibi doğal topluma ait olmayan yöntemler hakimdir. Bu durum bir anlamda da kurnaz-güçlü avcı erkeğin doğal topluma en güçlü ve kalıcı etki bırakan saldırısı olmaktadır. Bu nedenle yönetim ile iktidar arasında tarihsel bir bağ kurmak iktidar için propaganda değerinden başka bir anlam ifade etmez. Reel sosyalizmin, ‘bütün iktidar halka’, ‘iktidar namlunun ucundadır’, ‘bütün iktidar işçilere’ ya da ‘işçi-köylü iktidarı’ gibi daha da arttırılabilecek sayıdaki hedefleri ifade eden sloganları, gerçekte propaganda değeri dışında bir anlamı olmayan iktidar tanımına sanki mutlak yaşanması gereken bir özgürlük alanı olma anlamı yüklemiştir. Özellikle reel sosyalizmin iktidarı bu şekilde bir özgürleşme alanı ve yöntemi olarak görmesi gerçek iktidarcı güçler için tarihi anlamda bir destek manasına gelmiştir. Gerçekte şimdiye kadar yukarıda belirtilen hedef sloganlarıyla yola çıkılan pratiğin ortaya çıkardığı sonuçlar da bunun canlı tanığı durumundadır.

Bu tanıklık tarihsel dayanaklarıyla da göstermiştir ki, toplumcu güçler asla iktidar olmayı hedefleyerek dünyayı değiştiremezler. Aksine yaşamın tüm gözeneklerine ve her anına sinmiş olan iktidar tüm toplumsal hedefli güçleri baştan çıkarmayı başarmıştır. Bu durum bile tek başına tarihin neden yeniden yorumlanması gerektiğine ışık tutmaktadır.

Bugün gündemimize giren ya da genel olarak insanlığın demokratikleşme anlamında bir adım olarak gördüğü öz yönetimler, yerel yönetimler ya da demokratik özerk alanlar kavramı kaynağını işte yukarıda değindiğimiz yönetim olgusundan almaktadır. Demek ki bugün biz eğer doğru bir yönetim tarifi ya da gerçeğine ulaşmak istiyorsak, onu kesinlikle toplum dışı doğal olarak da demokrasi düşmanı olan, esas olarak da yeni egemenlik alanları açma uğruna toplumu yozlaştıran, insanı insanlıktan uzaklaştıran iktidar ve devlet gibi kurum ya da kavramlarla birlikte ele almaktan uzak durmalıyız. Yani iktidar ya da devlet asla gerçek manada bir yönetim tarifini ya da olgusunu içermez. Çünkü yönetim üretimle, topluluğun çıkarlarını korumak ya da ihtiyaçlarını karşılamak için doğrudan sorumluluk ya da katılımla bağlantılıdır. İktidar üretmeyi değil de kar esası üzerinden el koymayı esas alır. Yani üretken değildir. Yaşamın her alanına egemenliği yayarak doğrudan katılımla irade olmayı değil, kullaştırarak iradesizleştirmeyi esas alır. İktidar olgusunun tüm yaşam içinde ve giderek devlet biçiminde kendini yasallaştırması elbette hiyerarşik gelişimin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Hiyerarşik dönem, ana evcil topluluk örgütlenmesinin özellikle neolitikle birlikte ortaya çıkardığı zengin maddi ve manevi değerlerin gasp edilmesi için önceleri yaşlı tecrübeli erkek, şaman ve giderek askeri şefin kadın ve gençlik kısacası topluluk karşısında oluşturduğu ve bugün yaşanan tüm toplumsal sorunları doğuran kutsal ittifakla birlikte başlamıştır.

Bu ittifak aslında doğal akışı içindeki insanlık tarihine bugüne kadar gelen tüm olumsuzlukları üreten bir müdahale anlamına gelmektedir. Bu ittifak eşitliklerin, özgürlüklerin adım adım rafa kaldırılması, kendi kendini yönetme anlamına gelen demokrasinin yerine her türden egemenliğin ikame edilmeye başlanması anlamına gelmektedir. Toplulukların milyonlarca yıllık toplumsal bilinci ya da demokrasi geleneğinin elbette hiyerarşinin hemen her alanda etkin olmasını engellediği bilinmektedir. Bunun böyle olduğunu mitolojik anlatımlarda da rahatlıkla görmekteyiz. Toplulukların komünler-meclisler biçimindeki örgütlenmeleri bireysel otorite ya da iktidar odaklarının birden etkin olmasını engellemiştir. Hatta başlangıçta toplumun saygınlığını da kazanan belli bir yetenek ve birikim de isteyen hiyerarşik güçler belli bir tarih dilimi içinde bir yandan toplumu kendine göre şekillendirmeye çalışırken diğer yandan da etrafını kuşatan toplumsallık çemberi dışına çıkmaya cesaret de edememiştir. Bu nedenle hiyerarşinin istemeye istemeye de olsa toplumsal gelişmelere hizmet ettiği bu aşama için olumlu hiyerarşi dönemi de denilmektedir.

Hiyerarşik dönemin ilk iktidar odaklarının ittifak üyelerinin yetenekleriyle ilgili alanlarda gerçekleştiği ve ataerkil aile ile de toplum içinde erkek egemenlikli sistemin yaygınlaştırıldığı görülmektedir. Yaşlı bilgenin birikimi, toplumun kendi kendisini yönetmesi yerine onun toplum iradesine ket vurması anlamına gelmektedir. Temsili demokrasi adına bugünün parlamentolarına ya da hükümetlerine kadar giden sürecin başlamasıdır bu. Yani toplum adına birilerinin onu temsilen idare etmesi geleneğinin başlangıcıdır. Şaman ya da rahip giderek bilgi tekeli-iktidarı anlamına gelmektedir. Bu durum zihniyet oluşturma çalışmasının toplum dışında birilerinin tekelinde yürütülmesi anlamına gelmektedir. Buna bilim-sanat çalışmaları da eklenebilir. Artık bilim ve sanat elit grupların işi olmaktadır. Toplumun yerine onlar düşünecektir. Toplum değil onlar estetik ürünler üretecektir. Doğal olarak da toplum deyince kabalık-kafasızlık akla gelirken sanatçılar-düşünürler zarafetin-düşünmenin simgeleri olacaktır. Rahmetli Necmettin Erbakan’ın deyişi ile ‘pazarda toplanan insan sürüsü olarak halk’ hep güdülmeyi bekleyecektir. Çünkü egemenlikçi paradigmaya göre halk, kendini yönetme düşüncesinden yoksun sürüleşmiş ve sürekli çobanını arayan bir topluluktur. Bu durum da bilgi iktidarını oluşturmaktadır. Ve ittifaka en son katılarak sadece gençler üzerinde değil tüm toplum üzerinde zora dayalı iktidar odağını da askeri şefler oluşturmuştur. Bu iktidar odakları yaşamın her alanına erkek egemenlikli sistem olarak sirayet etmiştir. Artık bu iktidar odaklarının yani toplum adına düşünen, toplumu toplum adına idare eden-yöneten ve topluma rağmen topluluğun güvenliğini sağlayan iktidar odakları aralarındaki sorunları giderebilmek, iktidar alanlarının paylaşımında güçleri oranında yararlanmak için devlet kurumuna ihtiyaç duymuştur. Bu nedenle esas olarak iktidar odaklarının çıkar birliği arayışı üzerinden yükselen devlet, iktidarla birebir aynı değildir.

Hiyerarşi ve devlet egemenlik sahasını başlangıçta kan bağı alanları dışında ikame etmeye çalışmıştır. Bu nedenle yalan ve zorbalık üzerinden hiç de doğal olmayan ve adına da sınıf denilen yapay bir toplumsal ilişki ya da çelişki ağı oluşturmuştur. Belki de bu nedenle ilk zora dayalı egemenlik alanları kan bağı ilişkileri dışında gerçekleşmiştir. İktidar olgusunun tarih sahnesine çıkışta böyle bir kaygısı olmamıştır. İktidar güçleri esas olarak da erkek, kan bağı olsun olmasın başta kadın olmak üzere her kişi ve doğal çevre üzerinde iktidar kurmayı esas almıştır. Onun için en başta aile ana ve çocuklar erkeğin temel iktidar alanı olmaktadır. Zaten bu kadar geniş iktidar alanının üzerinden yürütülen iktidar savaşları nedeniyle devlet ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de ‘tarihsel-toplumsal ve kurumsal ilişkiler toplamı’ olarak da tarif edebileceğimiz iktidar, ‘toplumsal gelişmenin en hayati dokuları, alanları üzerinde konumlanır ve gelenekselleşmeye çalışır’ kurumlaşır. Bunun içindir ki, ‘İktidarlar en kurumsallaşmış, özen gösterilen, hatta protokole bağlanan toplumsal ilişkiler alanıdır’. Bu temelde iktidar alanlarının yaygınlığı üzerinden onu geniş bir yelpazede kategorilere ayırabiliriz. Bunlar;

“I-Siyasal İktidar: En çok kullanılan iktidar biçimidir. Devletin ve izdüşümlerinin (parti ve sivil toplumun devleti esas alan örnekleri) yönetim, yürütme işlevini ifade eder. Çok büyük belirleyici ve tarih boyunca en çok üzerinde durulan ve kullanılan bir iktidar biçimidir.

II-Ekonomik İktidar: Artık-ürün ve değerleri ele geçirme eylemini yürüten tekel güçlerini ifade eder. Tarih boyunca birçok biçimleri uygulanmıştır.

III-Toplumsal İktidar: Temel toplumsal kesimlerin birbirleri üzerinde kurdukları güç eylemini, geleneğini ifade eder. Aile, sınıf, cinsiyet ve etnik kökenli birçok önemli ayrımları vardır. Bazılarını ayrıyeten ele almak gerekir. Ailede baba, sınıfsallıkta artık-değeri ele geçiren, cinsiyette erkek, etnisitede ezen, hâkim olan etnisite iktidarı temsil eder.

IV-İdeolojik İktidar: Yönetici zihniyet anlamındadır. Bilim ve kültür ilişkilerinde gelişkin olan kişi ve gruplar ideolojik iktidar konumundadır.

V-Askeri İktidar: İktidarla en önde özdeş kurumdur. İktidarın en aşırı, en anti-toplumsal, en anti-insani biçimidir. Bütün iktidarların anasıdır (daha doğrusu babasıdır) o.

VI-Ulusal İktidar: Ulus çapında uygulanan merkezî iktidarı ifade eder. Bir ve bölünmez olarak kendini ifade etmeye özen gösterir. Ulusal egemenlik de denilebilir.

VII-Küresel İktidar: Hâkim uygarlık ve modernitenin hegemon konumunu veya imparatorluğunu ifade eder. Günümüzde kapitalist modernite bu iktidarını ABD önderliğinde küresel ekonomik tekel ve ulus-devletlerle kullanmak durumundadır. Bu tip bölümlemeler daha da çoğaltılabilir.”(Abdullah Öcalan- Kapitalist Uygarlık)

Bütün bu anlatımların arkasından devlet ve iktidar ayrımını da ortaya koyan bir alıntı ile konumuzu bağlayalım.

“… İktidar devletten daha yaygın bir olgudur. Devlet olmadığında da iktidar yoğunca yaşanabilir. Dolayısıyla iktidar odaklanmaları bir nevi kapital (sermaye) tekelleri olarak değerlendirilmelidir. Kâr olmadıkça iktidar olmanın bir anlamı yoktur. İktidar oluşumlarının esas hedefi kârdır. İktidarı kârdan ayrı bir kurum olarak düşünmek bir sapmadır… Tekeller sadece kapitalist sistemle ve sermaye olarak kurulmazlar. Tarihte ezici çoğunluğuyla iktidar tekelleri, grupları olarak kurulurlar. Kârı iktidarsız düşünmek olanaksızdır. Bu tespit Avrupa uygarlığı için de geçerlidir. İktidar tekellerini daha rafine ve klasik kâr araçları olarak düşündüğümüzde tarihi daha iyi yorumlayabileceğiz.

Devlet iktidardan farklı bir olgudur. O da iktidara dayanır, fakat farklı bir biçimleniş olarak. Öncelikle birçok iktidar odağı birleşerek daha çok kâr elde edeceklerini olasılık dahilinde gördüklerinde, devletleşmeyi şiddetli bir tutku olarak amaçlarlar. Devlet daima farklı iktidar odaklarının ortaklaşa kâr örgütü olarak inşa edilir. Dolayısıyla kâr payları nedeniyle iç yapısında sürekli çekişme ve kavgalar, hatta iç savaşlar yaşanır. Ayrıca daha rafine ve meşru kılınan bir geleneğe sahip olduğu için, tüm kâr tekelleri genel çıkarlarının bir ifadesi olarak her zaman devletten yana olurlar. Ancak devletin çıkarları için ağır bir tehdit oluşturması durumunda mevcut devleti parçalama, yeni devlet ve iktidar arayışlarına girme gündeme gelir. Ortadoğu uygarlığı tarihi boyunca bu yönlü sayısız deneyime sahiptir.”

Buraya kadar anlatılanlardan da ortaya çıktığı gibi toplumsal çıkarlar temelinde, topluluğun tüm üyelerinin doğrudan ve eşit-özgür katılımı ile gerçekleşen, nesne olmayı kabul etmeyen ve adına meclis ya da komün türü örgütlenmeler denilen organizasyonlar yoluyla ortaya çıkan kararlaşma, planlama ve düzenleme faaliyetlerinin tamamı yönetimin ilgi alanı içindedir. Burada yönetilen, insanlar değil iş olmaktadır. Onun için yönetimler, yönetilensiz yapılan en demokratik faaliyet olmaktadır. Burada işlerin düzenlenmesini sağlayan temsil güçleri sürekli topluluğun ve onu bir arada tutan ahlaki değerlerin gözetimi altındadır. Bu doğal toplumun normal işleyiş esasıdır. Hiyerarşisiz, yönetilensiz, üretmeyi esas alan bir işleyişi yani esas olarak da demokrasiye işaret etmektedir yönetim.

Bu da gösteriyor ki egemenlikle hiçbir bağlantısı olmayan yönetim,  devlet, iktidar, hiyerarşinin tamamen zıddı ve ahlaki değerler üzerinden toplumun kendini özgürce ifade etmesinin adıdır.

O zaman bugün kulağa ne kadar hoş gelirse gelsin ‘halk iktidarı’ gibi kavramlar kapitalist modernite çağında hem de gürül gürül akan devletçi paradigma ırmağını daha da güçlendirmek anlamına gelir. O zaman insanlığın tüm hastalıklarının merkezinde yer alan iktidar-devlet gibi virüslerden kurtularak dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu her zamankinden daha güçlü haykırırken, bunun ideolojik-örgütsel alt yapısını insanlık tarihinin deneyimlerine yakışan bir şekilde inşa etmenin arayışı içine mutlaka girilmelidir.

Bu nedenle, hemen hiyerarşiyi ya da iktidar gücü olmayı hatırlatan davranış ve söylemleri terk etmek kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenle de halk adına karar veren ve onların iradesinin temsili anlamına gelen söylemler yerine, halkı politikanın direkt içine çeken ve bu temelde kendi kendini yönetme sürecine dahil eden tutumları esas almak olması gereken temel tutum olmaktadır. Eğer bir topluluğun ya da toplumun sorunu varsa, bu sorunu gören öncülerin temel görevi o sorunu ve çözüm gücünü topluluğa mal etmektir. İşte politikanın aktif unsuru olan topluluğun sorun tespit ya da çözüm arayışı ve bunu hayata geçiren kararlaşması yönetim kapsamı içinde değerlendirilmelidir.

Yoksa aksi durumda uygarlık tarihi boyunca yaşanan sürü-çoban ilişkisi ortaya çıkar ki bu da sürekli iktidar ve en örgütlü egemenlik aracı olan devletçi zihniyet üretir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.