Düşünce ve Kuram Dergisi

Osmanlı’nın Son Yüzyılı

Cafer Tar

Giriş

Bireyler ve toplumlar sürekli bir değişim süreci içerisindedirler, devletler de bu değişim sürecinin dışında kalamazlar. Bu bağlamda hiçbir devlet “ilelebet payidar kalmamıştır!” Kimi devletler ortaya çıkan yeni problemleri çağın gereklerini önceden tespit ederek çözüm yolları bulurlar, kimileri ise aksine geçmişte ısrar ederek dağılma parçalanma sürecine girerler.

İbn-i Haldun “Mukaddime”sinde devletlerin de insanlar gibi doğal bir ömrünün olduğunu ve medeniyetlerin doğrusal bir çizgiden ziyade döngüsel bir yol izlediklerini belirtir. İbn-i Haldun’a göre, herhangi bir medeniyet doğar, büyür ve ölür. Dolayısıyla hiçbir devlet payidar kalamaz; onlar da tıpkı insanlar gibi ölümlüdür.

Osmanlı İmparatorluğu’nda bozulma aslında çok daha önce başlamıştı; ancak 19. Yüzyılda dağılma ve parçalanma hız kazandı ve neredeyse kaçınılmaz hale geldi. Devleti yöneten çevreler son üç Yüzyılda bu değişimin zorunlu olduğunu görmüştü, fakat buna rağmen bir türlü istenilen noktaya gelinemiyordu.

17.Yüzyıla gelindiğinde devlet problemlerin teşhisi ve giderilmesine kayıtsız kalamayacağını görür ve bu noktada çabalar yoğunlaştırılır. İlk dönem daha çok Batı’dan geri kalma endişesiyle yapılan reformlar, 19. Yüzyılda yerini dünyadaki değişimleri anlamaya dönük faaliyetlere bırakır. Devletin bütün çabalarına rağmen imparatorluk içinde yenileşmeyi teşvik edecek bağımsız aydın kesiminin yeterince olmayışı, reform hareketlerinin toplum içinde karşılık bulma sürecini yavaşlatır; hatta söz konusu reform çabaları bırakın toplumda, resmi kurumlarda bile yeterince etkili olmaz. Bunun en önemli sebebi, zaman içerisinde bütün dinamizmini yitirmiş ve çalışanlarına menfaat edinme kapısına dönüşmüş Osmanlı kurumlarında değişimin mukavemetle karşılanmasıdır.

19. Yüzyılda reform yanlısı kişilerin çoğu ya Tercüme Odası’nda ya da büyükelçiliklerde çalışmış kişilerdi. Bu insanlar Batı toplumlarını çok iyi tanıyor ve reformların kaçınılmaz olduğunu bizzat yaşayarak görüyorlardı. Fakat bütün bu reform çabalarının zaafı aşağıdan yukarıya bir talebe dönüşmemiş olmalarıydı; aksine bunlar yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilen ve gündelik hayatın tamamının yeniden düzenlenmesini ön gören çabalardı.

Askerlikten vergi toplanmasına, eğitimden sağlığa, devlet bürokrasisinden gündelik hayatın düzenlenmesine kadar pek çok alan yeniden düzenlenmek isteniyordu. Bu değişim çabası kendiliğinden bütün toplum kesimlerini etkiliyordu; öncelerini İstanbul’dan başlayan bu değişim süreci zamanla bütün diğer illere yayılır.

Osmanlı’da devlet modernleşme çabalarına devam ederken toplumun üst sınıfları gelenekten koparak tamamen Batılılar gibi yaşamaya başlarlar. Evlerde, konaklarda tamamen Batı yaşam tarzını yansıtan eşyalar kullanılmaya başlanır. Batılı yaşam tarzını benimserken kendi halk gerçekliğinden kopan Osmanlı elitleri, zaman içerisinde “alafranga” olarak anılan halktan kopuk yeni bir yaşam biçimini geliştirirler. Geleneksel Osmanlı toplumunda büyük bir tepkiye neden olan bu yeni insan tipi, o yıllardan günümüze kadar gelen halk ile aydın arasındaki kopuşun da nedenlerinden birisidir. Aydınlar halka yukardan bakmış, onları küçümsemiş; halk da aydınları kendinden olmayan, hatta kendi yaşam biçimine düşman birileri olarak görmüştür.

Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyılda cihan imparatorluğu kibrinin artık hiç karşılığı olmadığını anlamış, birçok alanda Batı’nın gerisinde kaldığını kabul ederek, batılılaşma hamlelerini başlatmak zorunda kalmıştı. Çok önceden başlamış ıslahatlar bu Yüzyılda daha sistemli ve kapsamlı ele alınarak devam ettirilmek istenmiştir.

 

Osmanlı’nın 19. Yüzyılda Batı’yla İlişkileri

Osmanlı Devleti özellikle kuruluş ve yükseliş yıllarında Batılı devletlerle bir süreklilikte, karşılıklı ilişkilere girmemiştir. Sadece padişahlar; cülus, savaş ilanı, barış yapılması ve ittifak teklifleri gibi konularda diğer devletlerin hükümdarlarına elçiler göndermişlerdir. Fakat bu elçiler görevlerini bitirdikten sonra geri dönerlerdi. Bu elçiler gittikleri ülkelerde kaldıkları süre boyunca edindikleri izlenimleri sefaretnameler şeklinde kaleme alarak İstanbul’a/Padişah’a gönderirlerdi. Osmanlı Devleti ülke dışında yaşanan gelişmeleri sadece bu geçici elçilerden değil sınır boylarındaki valilerden de alırdı.

Doğuda sınır eyalet valileri, kuzeyde Kırım hanları, batıda Eflak ve Boğdan voyvodaları, Dubrovnik Cumhuriyeti ve Erdel Krallığı Osmanlı Devleti’ne düzenli ülke dışında yaşanan gelişmelerle ilgili bilgi verirlerdi. Ayrıca Osmanlı Devleti’nde sürekli temsilci bulunduran devletlerin elçilerinden de dış gelişmeler üzerine bilgi alınırdı.

Osmanlı’nın Batılı devletlerde neden sürekli elçi bulundurmadığının iyi anlaşılması gerekir. Her şeyden önce Osmanlı bir İslam imparatorluğuydu ve Hıristiyan olmayan Avrupa devletleri İslam hukukunda Müslüman devletlerle eşit sayılamazlardı, ayrıca bu devletlerin toprakları Dar-ül Cihad olarak görülüyordu. Bu yaklaşım Batılı devletlerle kalıcı barış yapılmasını olanaksız kılıyordu. Diyar-ı küfr olarak adlandırılan bu devletlerle uzun süre barış içinde olmak bile uygun görülmezdi.

Bir İslam devleti olmanın yanı sıra Osmanlı Devleti uzun bir süre sahip olduğu askeri güç nedeniyle diğer ülkeleri küçümsemiş ve onlarla düzenli diplomatik ilişiler kurma gereği duymamıştı. İmparatorluğun gölgesi altında padişah ve sadrazamlar çoğu kez yabancı elçileri küçümser bir tavır içinde olmuşlardır. Ancak imparatorluğun gerilemesiyle birlikte dış ilişkiler İslam hukukuna rağmen değiştirilmek zorunda kalmıştır.

Dolayısıyla Osmanlı Devleti çok uzun bir süre dünyanın geri kalanıyla ilişki kurmayarak potansiyel bir tehdit olarak var olmuş; bu devletleri sürekli Osmanlı Devleti’ne karşı tedbir almak zorunda bırakmıştır. Diğer yandan da Batılı ülkelerde düzenli elçiler bulundurulmayarak, bu ülkelerde yaşanan gelişmelerden bihaber kalmış, kendi içinde zamanında ve yeterince güçlü bir biçimde reform yapma olanağını yitirmiştir.

Kendi kabuğunu kıramayan Osmanlı İmparatorluğu dünya Sanayi Devrimi sonrasında muazzam bir değişim sürecine girmişken başka ülkelere ilgisizliği nedeniyle bu gelişmeleri takip edememiş; fark ettiğinde ise iş işten geçmişti.

Devleti eski gücüne kavuşturmak için başlatılan Batıcı reformlar ilk olarak askeri alanda uygulanmaya başlanır ve zamanla diğer alanlarda da etkisini gösterir. Bu durum karşısında toplumda aydın olarak bilinen çevreler farklı tutumlar takınırlar. Sürekli baş aşağı giden devleti kurtarma meselesi aydınların temel konusu haline gelir ve bu konuda farklı yaklaşımlar ortaya çıkar.

Kimi aydınlar İslami esaslardan ayrılmanın devleti yıkılma noktasına getirdiğini, bundan kurtulmanın tek çaresinin İslami esaslara yeniden dönmek olduğunu söylerler. Ayrıca bazıları ise İslami esasları Batı medeniyetiyle bağdaştırmak ve yeniden yorumlamak gerektiğini belirtirler. Bazıları ise uç noktada İslam’ın geri kalmaya neden olduğunu bu nedenle de İslami esasların toplum hayatından tamamen çıkarılması gerektiğini ileri sürerler.

Hem geçmişin daha iyi anlaşılması hem de günümüzde hız kesmeden devam eden politik tartışmaları ve iktidar mücadelelerini daha iyi anlayabilmek için; Batıcılık, İslamcılık ve milliyetçilik kavramlarına o dönemin koşullarında bakmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Günümüzde bu kavramlara yüklenen manalar her ne kadar büyük bir değişim geçirmiş olsa da, o dönemin koşullarında insanların bu kavramlara nasıl baktığını bilmek hem geçmişi anlamamıza hem de günümüzde yaşananları daha isabetli yorumlamamıza yardım eder.

 

Batıcılık

Batıcılık, bir ülkenin Batı’nın sistemini benimseyerek kurtuluşa ve refaha ulaşacağını, yükseleceğini öne süren fikir akımı olarak tarif edilmektedir. Batılılaşma sürecine girmiş toplumlar geleneksel inanç, düşünce ve kurumlarından vazgeçerek, egemen uygarlık olan Batı uygarlığının öne çıkardığı düşünce ve kurumları benimseyip yerleştirme eğilimine girerler. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bunu “Muhasır Medeniyet” olarak tanımlar ve ulaşılması gereken bir hedef olarak belirler.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaşma Tanzimat Fermanı’yla hukuki bir şekil almıştır. Fakat aslında İmparatorluk çok öncesinde askeri, idari ve eğitim kurumlarını Batılılaştırma çabalarına başlamıştı.

Başta Reşit Paşa olmak üzere Tanzimat Fermanı’nın mimarı olan diğer Batıcı aydınlar, devletin gidişatının iyi olmadığını ve bu nedenle bir yenilik hareketinin şart olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu çevreler Batı’nın ilimde, teknolojide, siyasi ve idari organizasyon konularında çok ilerlediğini tespit etmişler ve ülkeyi onların seviyesine çıkarabilmek için onların kurumlarını aynen almaktan başka çare olmadığını düşünmüşlerdir. Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyılın başlarından itibaren yapmaya çalıştığı reformların askeri, idari, yasal ve kurumsal alanla sınırlı kaldığı; toplumsal ve iktisadi alanlara etkisinin çok yavaş seyrettiği düşünülmektedir. Bu gelişme yönetici sınıfla halk arasındaki mesafeyi her geçen gün daha da açmış, bu ilişki bir süre sonra neredeyse kopma noktasına gelmiştir. İnsanlar aynı ülkede paralel hayatlar sürdürmeye başlamışlardır.

Osmanlı’nın son döneminde yavaşlama eğilimine giren Batılılaşma hareketleri Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte yeniden büyük bir hız kazanmıştır. Bu dönem; siyasi, hukuki ve eğitim alanlarında köklü reformlar yapılmıştır. Cumhuriyeti kuranlar bu reformlarla hem gelenekçiliği ortadan kaldırmak, hem de ortadan kaldırılan gelenekçiliğin yerine toplum hayatına uygun kuralları ve kurumları yerleştirmek istemişlerdir.

Batıcılığı belli bir sistem halinde savunan birkaç Batıcı aydından söz etmek mümkündür. Bunlar; Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı ve Ali Kami’dir. Bu yazarlar İçtihat dergisini çıkarmışlardır.

 

İslamcılık

Bilinen anlamda İslamcılık 19. Yüzyılda ortaya çıkmış; 20. Yüzyılda şimdiki halini almıştır. Bu yaklaşım İslam’ı bir bütün olarak; inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset ve eğitim alanlarında yeniden hayata hakim kılmak, Müslümanları, Batı sömürüsünden, kötü yöneticilerin esaretinden kurtarmak, bütün Müslümanları bir çatı altında birleştirmek ve kalkındırmak iddiasıyla ortaya çıkmış bir harekettir.

Osmanlı Devleti 19. Yüzyıla kadar yapılmış olan kanunlarda ve kurumlarda İslami esasları referans almıştır. Fakat 19. Yüzyıldan sonra bu yaklaşım terk edilmeye başlanmış ve yeni kanunların yapımı ve yeni kurumların oluşturulması sürecinde Avrupalı kurumların işleyiş esasları ve Avrupalı ülkelerin kanunları da dikkate alınmaya başlanmıştır.

Avrupa’da milliyetçilik hareketlerinin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan azınlıklar da bağımsızlık arayışına girmişlerdir. Bunun üzerine devlet içinde bir grup azınlığı bir çatı altında birleştirebilmenin arayışına girişmiştir. Osmanlıcılık düşüncesi işte bu arayışların sonunda ortaya çıkmıştır. Osmanlıcılık siyaseti Osmanlı’daki bütün insanları; ırk, dil ve din ayrımı yapmadan birleştirmeyi amaçlayan bir düşünce olarak ortaya çıkmıştır.

Fakat bu düşünce Osmanlı devlet yöneticileri tarafından yeterince inanılarak hayata geçirilmemiştir. Ayrıca Müslüman nüfus Hristiyanlarla eşitlenme fikrine olumlu bakmamış; Hristiyan nüfus da bu durumda bağımsızlık fikrinden vazgeçmek istememiştir. Bunun üzerine Osmanlı yöneticileri en azından Müslümanları birleştirmenin mümkün olduğunu düşünmüşler ve İslamcılık fikrinin toplum içinde yaygınlaşması için çaba sarf etmişlerdir, böylece bir süre sonra İslamcılık bir ideoloji halini almıştır.

Devlet kendi birliğini ve sınırlarını güvenceye alabilmek için bütün Müslümanların kendilerini İslam milletinden saymaları için yoğun bir çaba harcamıştır. II. Abdülhamid özellikle bu politikanın kurucularından birisidir. Ona göre, İslam kardeşliği düşüncesi Müslümanların birleşmesini sağlayacaktı. Kendi ırkını üstün görme anlayışının İslam’a tamamen ters olması bu anlayışın bir dönem Osmanlı Devleti içinde taraftar toplamasına yardımcı olmuştur. II. Abdülhamid Hilafet Kurumu üzerinden Osmanlı Devleti sınırları dışında bulunan Müslüman toplulukların da desteğinin alınması için yoğun çaba harcamıştır.

İslam birliği fikri etkili olmuş ve Osmanlı Devleti dışındaki topluluklarda o günün koşullarında bir karşılık yaratmıştır. Balkan savaşları ve I. Dünya Savaşı sonrasında birçok ülkedeki Müslümanlar, Osmanlı Devleti ile dayanışma içerisinde olmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin sınırları dışında yaşayan Müslüman halkların Osmanlı Devleti ile dayanışma göstermesi Batılı devletleri ürkütmüştür; bu endişe Hilafeti Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Kemalistler ile Batılılar arasında önemli pazarlık konusu haline getirmiştir.İslamcılık akımının belli başlı temsilcileri; Said Halim Paşa, Mehmet Akif (Ersoy), M. Şemsettin (Günaltay), Abdülhak Bağdadî ve Ahmed Naim’dir. Yayınları ise; Sırat-ı Müstakim (daha sonra ismi Sebilürreşad olmuştur), Beyanü’l Hak, Mahfel, Livai İslam, Mekatip ve Medaris, Ceride-i İlmiye, İslam, Sada-yı Hak, Volkan dergileridir.

 

Milliyetçilik

Avrupa’da milliyetçilik fikri ortaya çıkmadan önce Osmanlı aydınları arasında böyle bir düşüncenin izine bile rastlanmaz. Türk aydınları arasında milliyetçilik düşüncesinin sistemli bir şekilde savunulması 1910’lu yıllardan sonra başlamıştır. Bu tarihten sonra ilk olarak “Türk Yurdu” dergisi yayınlanmaya başlanmış, daha sonra ise “Türk Ocakları” kurulmuştur.

19.Yüzyılda giderek artan milliyetçilik hareketlerini önlemek için imparatorluklar baskı yoluna başvurmuşlar ve bu fikirle mücadele edebilmek için imparatorluk ideolojileri geliştirmeye çalışmışlardır. Bu yolla farklı etnik kökenden gelen unsurları bir arada tutmaya çalışmışlardır. Fakat buna rağmen bunu yaparken hakim olan etnik unsurun milliyetçiliğine dayanmadan edememişlerdir. Bunun dışında milliyetçilik ideolojisi bazen de dine dayanılarak savunulmuştur. Rusya Slav birliğini savunurken Ortodoks kilisesini, Avusturya İmparatorluğu Katolik Kilisesi’ni, Osmanlı İmparatorluğu ise Sünni İslam’ı yardıma çağırmıştır.

Batı’dan etkilenerek kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan Osmanlı aydınları Batı gibi seküler bir çizgi benimsememişlerdir. Onlar da Batı tipi milletçiliğin Osmanlı’da toplumsal tabanının zayıf olduğunu bildikleri için seküler bir yaklaşım benimsememiş; dini, siyasi, kültürel ve dil gibi değerlere dayanmışlardır. Türk milliyetçiliğinin kurucularından en önemlisi olarak bilinen Ziya Gökalp de bir dönem Osmanlıcılık fikrine sıcak bakmıştır; ancak daha sonra Gökalp, “Çok uluslu imparatorlukların artık tarihe karıştığı, bir devletin varlığını bir millete dayandırmadan sürdüremeyeceği” noktasına gelmiştir.

Ona göre bir devletin kurulmasında etkin rol oynayan millet dışında kalan diğer milletler, o devlete gereken saygıyı göstermeyebilirler; bundan kurtulmanın yegane çözümü “milli devlettir.” Ziya Gökalp Türk milliyetçiliğini ülkenin birliği ve dil esasına dayandırır. Gökalp devletin hızla Türkçüleşmesini tavsiye eder. Konuşma ve yazı dilinde İstanbul Türkçesinin esas alınmasını ister. Ekonomik gelişmeden endüstrileşmeyi, din Türkçülükten ise din kitaplarının ve hutbelerdeki vaazın Türkçe okunmasını, Mevlid ve Türkçe ilahilerin yaygınlaşmasını anlar.

Günümüz Türkçülüğünün fikir babası olarak kabul edilen Gökalp, “Turan” adı verilen ülkelerde yaşayan Türklerin siyasi bir birlik altında toplanmalarını istemiştir. Ziya Gökalp’e göre Türk’ün üç aşaması vardır. Bu aşamalar; 1. Bugünkü gerçek: Türkiyecilik, 2. Yakın bir gerçek: Oğuz Türkçülüğü, 3. Pek uzak bir hayale yöneliş: Turancılık. Ona göre Turan ülkesi Türkçe konuşulan yerlerin tamamıdır.

Türkçülük akımının belli başlı temsilcileri; Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Tekin Alp, Ömer Seyfettin, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, Kazım Duru ve İsmail Hakkı Baltıcıoğlu’dur. Yayınları ise; Genç Kalemler, Türk Yurdu ve Küçük Mecmua gibi dergilerdir.

 

19.Yüzyılda Osmanlı Ekonomisi

Osmanlı Devleti’nin son döneminde onu Batı’ya yakınlaştıran ve Batı’nın etkisine açık hale getiren gelişmelerin başında 19. Yüzyılda yaşanan hızlı ekonomik gelişmeler gelir. Bu Yüzyılda ortaya çıkan teknolojik gelişmeler çok hızlı toplumsal dönüşümlere neden olmuştur. Üretim eskiye nazaran bir hayli artmış, bütün bu gelişmeler tüketim alışkanlıklarının değişmesine neden olmuştur. Bu dönem teknoloji ve sanayi üretiminde ortaya çıkan bu gelişmeler Batılı ülkelerin günümüze kadar devam eden hegemonyalarının önünü açmıştır.

19. Yüzyılda da Osmanlı ekonomisi geleneksel yapısını korumaktaydı; ekonomik yaşamda himayeci politikalar belirleyiciydi. İç ve dış ticaret devletin gözetimi altında sürdürülüyor, üretim ve tüketim ise esnaf locaları aracılığıyla denetleniyordu. Bütün çabalara rağmen dış ticarette kaçakçılık bir türlü önlenemiyor, her geçen gün artıyordu. Yasal yollarla yapılan dış ticaret ise bilgi ve denetim yetersizliği nedeniyle yeterince etkili olamıyordu.

Çeşitli Avrupa devletlerine tanınan ticaret kolaylıkları ise dış ticaret dengesini Osmanlı Devleti aleyhine bozmuştu. Bütün bu gelişmeler 19. Yüzyılın ortalarına doğru klasik Osmanlı ekonomik zihniyetini yavaş yavaş değiştirmeye başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu Yüzyılda geçirdiği değişimin yönünü önemli ölçüde 19. Yüzyılda sanayide ve ticarette ortaya çıkan gelişmeler belirlemiştir.

Bu Yüzyılda Avrupa devletleri ve ABD başta olmak üzere bütün dünya ekonomisi büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Kol gücü yerine buhar gücü kullanılmaya başlanmış ve teknolojik gelişmeler sonucunda üretimde büyük artışlar sağlanmıştır. Sadece bununla da kalınmamış tarım ve hayvancılıkta da teknolojiden yararlanılmaya başlanmıştır.

Avrupalı devletler Osmanlı pazarlarından daha fazla pay alabilmek için Osmanlı Devleti’nden sürekli ticaret kolaylıkları ve ayrıcalıklar talep etmişlerdir. Bütün bu dönem boyunca zaten ayakta durmakta zorlanan Osmanlı Devleti bu baskılara çok fazla direnememiş ve Osmanlı toprakları bu ülkelerin açık pazarına dönüşmüştür. Böylece Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde el emeğine dayalı olarak üretim yapan zanaat işletmeleri yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştır. Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan fabrikasyon üretim elbette İstanbul, İzmir ve Selanik gibi büyük şehirlerde de etkili olmaya başlamıştı, fakat bu işletmeler Avrupa’dakilerle karşılaştırıldığında oldukça küçük kalıyordu. Bu işletmelerin Avrupa’daki rakipleriyle rekabet etmeleri bu halleriyle elbette mümkün değildi.

Bunun yanı sıra Osmanlı topraklarında yaşayan Gayrimüslimler ticarette ve sanayi üretiminde öne çıkıyorlardı. Gayrimüslim kesimler zamanla Batılı tüccarların Osmanlı topraklarındaki ticari muhatapları haline gelmişlerdi. Zamanla ticaret yoluyla Gayrimüslimlerin elinde biriken sermaye Müslüman tebaada alttan alta tepkisel bir birikime neden oluyordu. Bütün bu ekonomik gelişmeler dış politikayı önemli ölçüde etkilemiş; sanayileşmiş Batılı ülkelerin Osmanlı üzerindeki planlarını gözden geçirmelerine neden olmuştur. Hem Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan ulusçuluk akımları hem de ekonomik gelişmelerin hızla toplum hayatında etkili olması, Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü konusunda o zamana kadar ortaya koydukları tutumlarını değiştirmelerine neden olmuştur. Özellikle İngiltere 1791 yılından 1878’e kadar Rusya’nın Avrupa’nın en büyük devleti olmasını engellemek için bütün bu dönem boyunca Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikası izlemiştir. Fakat 1878 yılından sonra Osmanlı’nın iyice zayıflamasıyla birlikte İngiltere bu politikasını değiştirmiş ve kendi eliyle Osmanlı Devleti’ni yıkıp, onun toprakları üzerinde kendine daha yakın ve İngiltere’nin çıkarlarına bağlı kalacak küçük devletler kurma siyaseti sürdürmeye başlamıştır.

19. Yüzyılın sonuna doğru siyasi birliğini tamamlamış ve Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmiş Almanya’nın ortaya çıkması Osmanlı yöneticilerine İngiltere’nin boşalttığı alanın Almanya tarafından doldurulması olanağı vermiştir. Dönemin Osmanlı yöneticilerinde Almanya’nın Osmanlı çıkarlarına daha fazla hizmet edebileceğine dair bir inanç oluşmuştu. Zaman içinde Almanya hariç diğer Batılı devletlerle yaşanmış olan gerilimler, bu devletlerin Balkanlarda bağımsızlığını kazanmış devletleri tanıması Osmanlı Devleti’ni Almanlara yakınlaştırmıştır. İlişkiler başlangıçta ordunun modernizasyonu odaklı gelişse de bir süre sonra bu yakınlaşma ekonomik ilişkilere de yansımış ve en sonunda siyasi bir içerik kazanmıştır.

O yıllarda sanayisi için hammadde ve yeni pazarlara gereksinim duyan Almanya da Osmanlı Devleti ile ilişkilere özel önem veriyordu. Alman İmparatoru II. Wilhelm, 1889 yılında Şam’a yaptığı gezi sırasında “Sultan ve dünyanın her tarafına yayılmış olan 300 milyon Müslüman bilsin ki, Almanya İmparatoru kendilerinin dostudur!” diyerek, iki ülkenin müttefik olarak bir araya gelmesini kolaylaştırmak istemiştir.

19.Yüzyılın sonunda Padişah olan II. Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti görünürde Panislamist ama arka planda gizli Pantürkist bir politika izlemiştir. Panislamist politikalar yoluyla Hilafet üzerinden bütün Müslümanlar Osmanlı halifesi etrafında birleştirilecek ve bir Osmanlı milleti oluşturulacak, en sonunda da bu milletin başına Türkler geçecekti. Bu yaklaşım özellikle Balkan Savaşları sırasında zirve yapmış ve devleti I. Dünya Savaşı’na sürükleyen İttihat Terakki Partisi’nin temel yaklaşımı haline gelmişti. Savaş sonrası Enver Paşa’nın Turancılığa yönelmesi bir anda olmuş bir şey değildir, onu bu noktaya getiren şey bu yaklaşımın kendisidir. Her ne kadar Osmanlıcılıkta Müslümanların birliği savunulmuşsa da Türklük her zaman ön planda tutulmuştur.

Osmanlı Devleti ve Almanya arasında geliştirilen en önemli projelerden birisi de Bağdat Demiryolu Projesi’dir. Almanya sömürge edinme yarışında başta İngiltere olmak üzere diğer Avrupa devletlerinden geri kaldığından, açığı kapatmak için büyük bir çaba içerisine girmiş ve bu rekabet Avrupa’nın diğer devletleri ve Almanya arasında ciddi bir düşmanlığa neden olmuştu. Bu durum sömürge ve hammadde rekabeti nedeniyle devletler arasında bir savaşın başlama olasılığını oldukça yüksek bir ihtimal haline getiriyordu.

Fakat olası bir savaş durumunda Almanya’nın özellikle İngiltere ile tek başına mücadele etmesi mümkün gözükmüyordu. Bu nedenle Almanya ilk elden İngiltere’nin sömürgelerle olan bağlantısını koparmalıydı. Bu amacına ulaşabilmek için ise Osmanlı topraklarına ihtiyacı vardı. Bağdat Demiryolu Projesi bu yönüyle sadece ekonomik bir proje değil, olası bir savaş durumunda stratejik bir yaklaşım olarak Almanlar tarafından çok önemseniyordu. Projeye İngiltere de büyük bir endişeyle yaklaşıyordu. Zira İngilizlere göre, Almanların Ortadoğu’da üstünlük kazanması zamanla İngiltere’nin Hindistan’daki sömürgelerine giden yolu tehdit eden bir karakter kazanacaktı.

Bağdat Demiryolu Projesi, ekonomik anlamda da Almanlara büyük katkılar sağlayacaktı. Çünkü bölge tahıl, pamuk, taşkömürü ve petrol açısından son derece zengindi. Ayrıca bu anlaşma sonucunda Deutsche Bank bölgede petrol arama ve çıkarma hakkını da elde etmişti.

Osmanlı Devleti’nin çıkarlarının İtilaf devletlerinin çıkarlarıyla aynı olmaması, ayrıca Osmanlı topraklarının pazar olma potansiyeli ve hammadde arayışı için çok elverişli olması, yine bunun yanı sıra sömürgelere giden yolların Osmanlı topraklarından geçmesi, Osmanlı Devleti ile İtilaf devletlerini karşı karşıya getiriyordu. Bu durum Osmanlı Devleti’ni Almanlara mecbur ediyordu. Osmanlı yöneticileri arasında özellikle İngiltere ve Fransa’nın devleti parçalamak istediği fikri gün geçtikçe yaygınlaşıyordu.
Üstelik Almanlarla kurulacak bir ittifakın sadece parçalanmayı durdurmakla kalmayacağı, aynı zamanda Balkanlarda kaybedilen toprakların da geri alınabileceği hesaplanıyordu. Almanların aktif desteğiyle artan Rus saldırılarından kurtulabilir ve kapitülasyonlar da kaldırılabilirdi. Ayrıca İttihat Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden olan Enver Paşa olası bir savaşta Almanların galip geleceğine inanıyordu. Bu anlayış diğer İttihatçılar tarafından da paylaşılınca 2 Ağustos 1914 yılında dönemin Osmanlı hükümeti, Alman hükümetiyle ittifak anlaşması imzalamıştır.

 

Sonuç

Osmanlı Devleti 19. Yüzyıl boyunca Batı’yı anlama, onların seviyesine ulaşmaya çalışmış; bu çaba beraberinde birçok soruyu da akla getirmiştir. “Batı’nın bir bütün olarak mı alınacağı, yoksa kısmen mi alınacağı” sorusu o dönemde başlayan ve günümüze kadar gelen bir tartışma olmaya devam ediyor. Dönemin devlet adamları Osmanlı Devleti’nin tekrar eski gücüne kavuşması için öncelikle askeri sahada güçlenmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Bundan dolayı önce askeri alanda başlayan reform çabaları daha sonra birçok alana yayılmıştı. Fakat bu reformlara toplumun çeşitli kesimlerinden tepkiler de gecikmemişti. Bu tepkiler zaman içinde bir ideolojiye dönüşmüş ve günümüze kadar gelmiştir.

Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyılda tarımsal bir ekonomiye sahipti; bu haliyle Almanya, Fransa ve İngiltere gibi büyük ekonomilere sahip sanayi ülkeleri karşısında varlığını korumakta zorlanıyordu. Askeri harcamalar ve borç ödemeleri bütçeden ciddi oranda pay alıyordu. Osmanlı tarım ekonomisi büyük oranda geçimlik küçük üreticiliğe dayanan bir yapıya sahipti. Bu durumda köylünün kendi ihtiyaçları dışında artı değer üretmesi neredeyse imkansızdı. Devletin temel gelir kalemleri söz konusu tarım ekonomisinin vergilendirilmesine bağlıydı. 1840 yılından 1910’a kadar geçen sürede devlet vergi gelirlerini bu kesimlere baskı yaparak beş kat artırmış; bu gelişme Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki huzursuzlukları büsbütün açığa çıkarmıştır.

Sürekli reform vaadinde bulunan Osmanlı Devleti, bu vaatlerini bir türlü yerine getirememiştir. Bu konu Türk devlet geleneğinde günümüze kadar geçerliliğini koruyan bir tartışma olmaya devam etmektedir. Osmanlı Devleti’nde bürokrasi, taşra eşrafı, mülk ve toprak sahibi kesimlerden oluşan imtiyazlı bir zümre vardı. Bu kesim asalak bir biçimde Osmanlı köylüsünün sırtından geçiniyor, hiçbir toplumsal sorumluluğunu yerine getirmiyordu. Devlet toplumun yoksul kesimlerinden fedakarlık beklerken, bu çevreler insanların gözüne batırırcasına refah içerisinde yaşıyordu. Osmanlı toplumu sosyal adaleti bir türlü sağlayamadığı gibi bu konuda bir adım da atmıyordu. Bu da Osmanlı içerisinde yaşayan halklarda ayrıca bir öfkeye neden oluyordu.

Benzer sorunlar günümüzde de devam etmekte, iktidara gelen çevreler yerel uzantılarıyla birlikte devlete çökmekte ve iktidarı zenginleşmenin bir aracına dönüştürmektedir. Bütün bunlar toplumun gözü önünde olmakta ve toplumun geniş kesimlerinde büyük bir tepkiye neden olmaktadır. Sözüm ona bu yozlaşmaya tepki olarak iktidara gelen çevreler bir süre sonra şiddetle eleştirdikleri şeyleri kendileri yapmakta ve benzer bir yolla iktidarı kaybetmektedirler. Türkiye’yi yönetenlerin birkaç istisna hariç neredeyse tamamı yolsuzluk şaibesiyle iktidarı bırakıp gitmişlerdir. Türkiye’de devlet, İslamcılar, Batıcılar ve milliyetçiler için bir rant kapısıydı ve hala öyle olmaya devam ediyor.

Ayrıca devleti yönetenler, kendi ayıplarını kapatmak için tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi dünyanın geri kalanıyla güç dengesi siyasetini sürdürmeye devam ediyor. Dönemin Avrupa devletleri Osmanlı’nın siyasi olarak çökmesinden korkuyorlardı; çünkü onun yerini Çarlık Rusya’sı dolduracaktı. Şimdi ise Türkiye’nin dağılması halinde ortaya çıkacak muhtemel göç dalgası Avrupa’yı fena halde korkutuyor ve gönülsüz Türk devletine destek oluyorlar. Ayrıca tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi Batılı devletlerin Türkiye’de ciddi yatırımları var ve bunların riske etmek istemiyorlar.

Osmanlı’dan günümüze devlet geleneği varlığını olduğu gibi sürdürüyor. Günümüz koşullarını Osmanlı’nın son dönemine benzetirsek sanırım çok fazla abartmış olmayız. Devleti yönetenler sürekli reform yapmaktan bahsediyorlar, Türkiye’de sürekli bir anayasa tartışması var; fakat bu reformlar bir türlü hayata geçirilemiyor. Devlet farklılıkları bir türlü bir harmonide bir arada tutamıyor; inkarcılıktan bir türlü vazgeçemiyor. En sonunda tıpkı II. Abdülhamid gibi İslamcılık üzerinden devletin birliğini sağlamaya çalıştılar, fakat buna da nefesleri yetmedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan şimdilerde MHP’ye taş çıkartacak kadar milliyetçilik yapmaktadır.

Osmanlı’dan beri olmayan şey şudur; devlet bir türlü demokratlaşamıyor, toplumsal sorumlulukları eşit dağıtamıyor, kendini toplumun en yoksul kesimleri üzerindeki baskıyı artırarak finanse etmeye çalışıyor. Ulusal sorunun çözümünde neredeyse aradan üç Yüzyıl geçmiş olmasına rağmen hala bir adım öteye gidebilmiş değil. Hâlbuki bu siyaset ona Balkanları ve Ortadoğu’yu kaybettirdi. Fakat hala devlet etnik Türkçülükten vazgeçemiyor. Kürt sorunu bizzat devletin bu etnik Türkçülük takıntısından kaynaklanmaktadır ve devlet bu noktada hala korkularını aşmamıştır. Osmanlı’nın son dönemi sadece devletin parçalanması değil, devleti yönetenlerin beceriksizliği ve aç gözlülüğü yüzünden milyonlarca insanın ölümü ve acı çekmesi pahasına gerçekleşmişti. Umalım Türkiye Cumhuriyeti de benzer bir akıbeti yaşamaz. Böyle bir felaketi bir daha yaşamamak için hep birlikte çaba sarf etmeliyiz. Demokratik bir dönüşüme uğramış, etnisiteler karşısında tarafsız kalmış ve herkesin devletine dönüşmüş bir Demokratik Cumhuriyet sadece birikmiş sorunları çözmekle kalmaz, ayrıca hepimizi onurlandırır.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

  • Fahir Armaoğlu, (2004), “20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995)”, İstanbul, Alkım Yayınevi
  • Ergün Aybars, (2000), “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1”, İzmir, Ercan Kitabevi
  • Niyazi Berkes, (2004), “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları
  • Mehmet Beşirli, “II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Ordusunda Alman Silahları” EÜSBE Dergisi, Sayı: 16, Yıl: 2004/1 ss. 121-139
  • Edward Mead Earle, (1972), “Bağdat Demiryolu Savaşı”, Çev.: Kasım Yargıcı, İstanbul
  • Cemil Meriç, (2004), “Umrandan Uygarlığa”, İstanbul, İletişim Yayınları
  • Bernard Lewis, (2014), “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Ankara, Arkadaş Yayınevi
  • İlber Ortaylı, (2004), “Gelenekten Geleceğe”, İstanbul, Ufuk Kitapları
  • İlber Ortaylı, (2006), “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”, İstanbul, Alkım Yayınevi
  • İlber Ortaylı, (2006), “Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu”, İstanbul, Alkım Yayınevi
  • İlber Ortaylı, (2000), “Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri 1840-1880”, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi
  • Nadir Özbek, (2000), “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet”, İstanbul, İletişim Yayıncılık
  • Şevket Pamuk, (2003), “19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti”, Ankara, Devlet İstatistik Enstitüsü
  • Şevket Pamuk, (1984), “Osmanlı Ekonomisi ve Dünya Kapitalizmi 1820-1913”, Ankara, Yurt Yayınevi
  • Taner Timur, (1998), “Osmanlı Çalışmaları İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine”, Ankara, İmge Kitabevi
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.