Düşünce ve Kuram Dergisi

Bireyin Politik Alana Nitelikli Katılımı

Ali Sinemilli

Zayıf bir varlık olan insan çevresine şekil verdiği, onu değiştirip dönüştürdüğü oranda ayakta kalmış, büyük toplumsallaşma yolculuğuna adım atmıştır. İnsan doğası gereği daima çevresi ile, içinde bulunduğu toplum ile alakalı olmuş, olmak zorunda kalmış, bu biçimde hayatını sürdürür hale gelmiştir. İstisna yoktur ki, topluma rağmen ayrı bir yaşam devam ettirilmiş olsun. Tarih insanın tüm zamanlarda sosyalleşme çabasına, içinde bulunduğu toplumu daha iyi ve güzel yapma arzusuna fazlasıyla tanıktır.

Fakat kapitalizm koşullarında insanın bu en temel özelliğinin aşındığını, sistemin bilinçli çabaları sonucu, toplumdan oldukça uzak bir birey tipinin ortaya çıktığını gözlemlemek mümkündür. Doğallığında gelişmeyen, yüzyıllara hatta bin yıllara dayanan ve iktidar-devlet sisteminin organizasyonu ile gelişen bu durum, kapitalizm koşullarında bireyin toplumdan kopuşuna kadar vardırılabilecek bir düzey kazanmıştır. “Bireysel özgürlük” adına kişi, toplumu toplum yapan temel değer yargılarını yadsımakta, onlara sırtını dönmekte ve bu biçimde mutlu bir yaşam süreceğini iddia etmektedir. İddia ne ölçüde yerini buluyor, o tartışma konusudur.

Bireyin bu kerteye gelmesinden öte, getirilmesi olgusu üzerinde fazlasıyla durma ihtiyacı vardır. Nasıl oldu da, yaşamak için toplumsallaşan birey-insan bugün sırtını topluma dönmekte, topluma rağmen yaşayacağını var saymaktadır? Kuşkusuz kapitalist sistemin yaşanan durumda bir payı söz konusudur. Sistemin toplumdan kopuk, yalnız birey arayışı, çabası aralıksızdır. Fakat sorunun kaynağının çok daha gerilere gittiğini de görmek gerekir. Devletin ortaya çıkışına kadar gidecek olan, iktidar ve devlet sisteminin ilk kurumsallaşma aşamasına kadar götürülmesi gereken bir yanı mevcuttur. İktidar – devlet sisteminin kuruluş mantığı, her ne kadar toplumsal sorunlara çözüm olarak sunulsa da, özünün bu olmadığı, küçük bir elit kesimin geniş halk kesimleri üzerinde tahakküm kurmasının esası teşkil ettiği görülmektedir. Biliyoruz ki özgür iradeli birey ve topluluklar üzerinde tahakküm kurmak mümkün değildir. Tahakküm sistemi boyun eğen, kaba tabirle emirleri yerine getiren bireyler- kullar- ister. Bunun için uğraşır. Toplumu itiraz etmeyen, uygulayan bir pozisyona çekmek için çabalar. Sümerlerde ilk devletin kuruluşundan başlayarak ziggurat sistemi ile hayata geçirilmek istenen ve başta ideolojik altyapısı olmak üzere, siyasal ve toplumsal ayakları örülerek kurulan bu yapının hedefinde esas olarak bireyin olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Hedef haline getirilen bireyin önemli oranda doğalitesinden uzaklaştırıldığı, etkisiz, denileni yapmanın ötesinde pek fazla varlık göstermeyen bir duruma getirildiği bugün daha iyi anlaşılmaktadır.

İdeolojik propagandaya başlayan ve zamanla sistemin kendisini kurumlaştırması neticesinde, yaşamın tüm alanlarında hakimiyetini ilan eden bu yeni yapının, doğal toplumun özgürlükçü- eşitlikçi değer yargılarına dayalı toplumsallığını aşındırdığını, yaşamı yaşam olmaktan çıkaran bir rol oynadığını tarih okumalarımız bize söylüyor. Devletin, Tanrı’nın yeryüzündeki yansıması, devletin başında Tanrı’nın temsilcisi olarak addedildiği bu yeni sistemde, birey olarak kula itaat etmek ve yapmak dışında bir seçenek bırakılmamıştır. “En iyi kul, en fazla itaat eden ve yapandır.” düsturu tüm ağırlığıyla geçerlidir.

“Köle” ile başlayan zamanla “serf”leşen bireyin kapitalizm koşullarında adı “işçi” olmuştur. İlk dönemlerde görece özgürlük yanılsaması yaratan, bireye nefes aldırdığı sanılan işçi olgusu zamanla, evveli karakterlerin çok uzağında olmadığını, onların yeni dönemdeki ifadesi olduğunu göstermiştir. İktidar-devlet sistemi, öncesinde köle ve serf üzerinden yaptığı işlerini bu defa işçi üzerinden yapmaya koyulmuş ve epey mesafe kat etmiştir. “İşçi” ile yaşama yeniden bir dönüş yapacağı varsayılan birey, eskinin tekrarı olmaktan kurtulamamış, ismi değişmiş fakat özü değişmemiştir.

Kapitalizm karşıtı sosyal demokrat-sosyalist-devrimci hareketlerin gelişen pratiklerinde de bireyin özne olarak varlığından söz etmek mümkün değildir.

Gerek sol cenah gerek de dünyaya sağdan bakan cenah için bireye vaat edilenler, paradoksvari bir biçimde aynı akıbeti paylaşmıştır. Kapitalizmin yürütücüleri de, sosyalizm bayrağını dalgalandıranlar da, toplumu yönetim-politika işlerinden uzak tutmuşlar, bu alanı belli bir elitin denetimine sunmuşlardır. Bugün daha fazla görülüyor ki, sosyalizm adına yola çıkanlar, iktidar-devlet tahlilini yeterince yapamadıklarından böyle bir sonla yüz yüze gelmişlerdir. Fakat aynı şeyi kapitalizmin yürütücüleri için söylemek oldukça masum bir değerlendirme olacaktır. Eşit – özgür bir yaşam iddiası ile yola çıkan devrimciler-sosyalistler tarih okumalarında eksik kaldıkları için, sağ sapma denilebilecek bir eğilim göstermişlerdir. Fakat kapitalizmin kurucu babaları için hikaye başkadır. Devralınan ve yeniden kurularak, güne uyarlanan bu yeni sistemin fikir öncüleri, ne yaptıklarının bilincindeydiler ve toplumu yaşamda pasif kılmadan, zararsız hale getirmeden saltanatlarını sürdüremeyeceklerinin farkındaydılar. Toplumu politik alandan, yönetim işlerinden uzak tutulması bu organize çabanın sonucu olarak gelişmektedir.

Temsili demokrasi denilen ve toplumdaki tüm bireylerin özgür iradesiyle, geleceği hakkında söz ve karar sahibi olduğu iddia edilen parlamenter sistem sayesinde, birey sözüm ona yaşama katılmakta, politik alana-yönetim işlerine dahil olmaktadır.

Kapitalizm kendi belirlediği listeden sizin tercih yapmanızı ister ve yaptığınız tercihin de iradenizle gerçekleştiğini söyler. Listenin hazırlık sürecine girmeden, sonuçlarına odaklanmasını salık verir. Toplumun işleri olarak politik alan daima bir elitin denetiminde, gözetiminde tutulmaya çalışılır, tabandan gelişen zorlamalar karşısında ise restorasyon ve reform ile var olan sorunlar aşılmaya çalışılır.

Bireyin politik alanın dışında tutulması hiç kuşku yok ki, beraberinde daha büyük sorunlara neden olmuş ve olmaktadır. Politik alandan, toplumun yönetim işlerinden uzak duran-tutulan birey, bir yandan daha fazla yalnızlaşıp, yaşama, içinde bulunduğu topluma yabancılaşırken diğer yandan ise var olan yöneticinin kendisi ve içinde yaşadığı toplum üzerinde her türlü talan ve yıkımına izin verir, ona zemin oluşturur.

 

Kapitalizmin Bireye ve Topluma Etkisi

Kapitalizm, bugün başta ekolojik kriz olmak üzere insanlığı toplumsal ve siyasal bir kriz ve kaos ortamına sürüklemiş durumdadır. Dünyamız çokça ifade edildiği üzere giderek yaşanmaz hale gelmektedir. Bir yanda açlık-yoksulluk diğer yanda zenginlik ve şatafat almış başını gitmektedir; bir tarafta büyük bir tüketim çılgınlığı, israf, diğer tarafta yiyecek bulamadığı için hayatını kaybeden milyonlarca insan; bir yanda sınırsız bir kimyasal üretim, diğer yanda kirli hava sorunu. Örnekler çoğaltılabilir. Fakat önemli olan ve görülmesi gereken kapitalist sistem açısından artık alarm zillerinin çalmasıdır. Sistem tüm çabasına rağmen, restorasyon, reform denemelerine rağmen bir türlü yaşadığı krizi aşamamaktadır. Kriz derinliklidir ve çözüm de radikal olmak durumundadır. Ne yüzeyde kurumlarla uğraşmak ne de hayali senaryolarla var olan duruma cevaplar aramak mümkündür. Meselenin kaynağında insanın yaşamını sürdürememesi, yaşamda mutlu olamaması söz konusudur ve insan odaklı bir çözüm kaçınılmaz olarak kendisini dayatmaktadır. Kapitalistlerin yaptığı gibi çözüm, bir kısım kerameti kendinden menkul şahsiyetin havsalasında, iki dudağının arasında değildir. Tarihten de öğreniyoruz ki, çözüm kolektif olmak zorundadır. Kuşkusuz birilerinin daha fazla önde olduğu, öncülük rolüne soyunduğu bir gerçeklik olacaktır fakat esas değişim, yeni bir aydınlanmaya dayanan toplumsal bir kalkışa ihtiyaç duymaktadır. Bu nokta da daha somut bir tartışma yürütmek mümkündür.

Bireyin sosyalitesiyle-toplumuyla var olma gerçekliğini göz önünde bulundurduğumuzda bugün karşımıza ifade edilmesi zor bir durum çıkmaktadır. Birey–kişi-insan çevresini değiştirip dönüştürerek bugüne kadarki tarih serüveninde yer almıştır. Kapitalizm koşullarında da kısmen insan-birey böyle bir rolle hareket etmiş ve etmektedir. Fakat bu rol giderek silikleşmekte, neredeyse görünmez olmaktadır.

O halde, önümüzde cevaplanması gereken temel bir soru durmaktadır: Birey hangi toplumsal zeminde kendisini var edebilir? Kapitalizmin ‘özgür’ bireyi, insan yaşamının devamına dair olumlu bir cevap oluşturmuyorsa, alternatif birey tipi nasıl olacaktır. Birey var olan toplumsal yaşama dahil olamıyor, toplumsal zemin bireyin ihtiyaçlarına yanıt vermiyorsa, bireyin topluma katılımı ve yaşanılır bir dünya kurması nasıl gerçekleşecektir?

Dikkat edilirse mevcut durum bir toplumsal inşayı, yeni bir kuruluş sürecini insanlığın önüne şart olarak koymaktadır. Yani var olan durum restorasyon ve reform temelindeki üstten müdahaleleri önemli oranda aşmakta, daha radikal bir değişim ve dönüşümü öncelemektedir. Bu radikallik klasik devrim yaklaşımlarında olduğu gibi yukarıdan güç kullanma temelinde olmayıp esas olarak zihniyet dönüşümünü içerisinde barındıran, toplumsal sorumluluk bilincini geliştiren ve bu temelde her bireyi harekete geçiren mahiyet taşımaktadır. Kapitalizm bireyi toplum karşısında tam bir izleyici konumuna getirmiştir. “Dünya yıkılsa kılını kıpırdatmaz” deyimi bir nevi bu durumu açıklar. Halbuki tek tek her birey de, yaşanan bu durumdan rahatsızdır. Değişmesini ister. İşte! Tam da bu noktada, devreye politika girer, bireyin politik alana katılması girer.

Bireyin politik alana girmesi ile, dahiliyetinden kuşkusuz klasik siyaset alanına girmesini, parlamenter demokrasi peşinden koşmasını kastetmiyoruz. Bu kanalların kapitalizmin kurucu babaları tarafından toplumu makul bir sınırda tutma, sisteme yedekleme araçları olduğu bugün artık herkesin malumu.

Şu gerçeği tekraren de olsa ifade etmek gerekir: Kapitalizmin yarattığı “birey tipli özgürlük” tümüyle toplum karşıtı bir hal aldı. Ahlaki-politik toplumundaki özgür bireyin yaşam alanı giderek ortadan kalkmaya başladı. Birey yaşamını sürdüremez noktaya geldi. Çağın önemli filozoflarından M.Foucault buna biyoiktidar dedi. “İnsanın duygu, düşünce ve davranışlarına yön verilmesi”. İktidarcı sistemin “beyinleri ele geçirme” eylemi olarak ifade edilebilecek bu yeni durumda birey her haliyle teslim alınmakta, çizilen sınırlar içinde hareket etmesi istenmekte, aksi her adım sapma ve suç kapsamına alınmaktadır. Kapitalist sistemin en çok sonuç almak istediği alanlardan birinin hapishaneler olması tesadüf değildir. Yine var olan hastanelere her gün yenilerinin eklenmesinin başkaca bir açıklaması yoktur. Islah merkezleri olarak işlev gören ve gün geçtikçe daha fazla yaşamın içerisinde yer kaplayan bu mekanlar, yaşanan krizin bireye nasıl yansıdığını görmek açısından çarpıcıdır. Foucault bu durumu şöyle tahlil eder: “…ve bu ıslah tekniğinde son olarak yeniden oluşturulmak istenilen şey, toplumsal antlaşmanın genel ilgi alanının içine alınmış olan hukuk öznesinden çok; boyun eğen özne, alışkanlıklara, kurallara, emirlere, etrafında ve üzerinde inşa edilen ve kendinde otomatik olarak islemesine izin vermek zorunda olduğu bir otoriteye tabi kılınmış olan bireydi.”

Tüm bunların kapitalizmin toplumu yönetme mantığından, yönteminden kaynaklandığı aşikardır ve bu alana etkili bir giriş yapılmadan da verili sistemik krizin aşılması mümkün görünmemektedir. Bunun için de en başta bireyin politik alan dediğimiz, toplumsal işlere girmesi, birilerine bırakmadan yaşanan sorunları çözme iradesi göstermesi, tarihte tek tek örneklerde olduğu gibi yaşama yön veren, değiştirip-dönüştüren bir rol üstlenmesi gerekmektedir.

Birey daha iyi bir yaşam hedefi-özleminden vazgeçemeyeceğine göre, tüm yaşam çabası iyiyi ve güzeli yaratma, daha kaliteli bir hayat sürdürme olduğuna göre değişim kaçınılmazdır. Şöyle bir değerlendirme yapmak mümkün; sistemin yanında ya da karşısında yer alsın, tüm bireyler için temel bir hedef söz konusudur: Yaşamın güzelleştirilmesi, iyileştirilmesi. Bu kavramlara herkes farklı anlamlar yüklese de özünde değişim isteği olan bir talep, arzu vardır. Var olan yaşam bireyleri tatmin etmemektedir. Birey her ne kadar yaşam içinde silikleşmiş, pasifleşmiş bir görüntü verse de, esas olarak bu halden rahatsızdır.

Politik alan klasik siyaset alanıyla sınırlı olmayıp, toplumun işlerini (ekonomik alan başta olmak üzere güvenlik, sağlık, eğitim, daha iyi hizmet vb.) kapsamakta ve hemen her alanda yeniden bir inşa çalışmasını gerekli kılmaktadır. Tabi ki bunun için öncelikle vurgulandığı üzere bir zihniyet dönüşümüne ihtiyaç vardır. Kapitalist sistem, iktidar devlet sisteminin tarih içinde yarattığı algıyı, daha fazla katmerli kılarak sürdüren ve bunu tek geçerli doğru diye topluma dayatan bir noktada olmuştur. O da toplum işlerinin belli bir yönetim elitinin işi olduğu gerçeğidir. Bu bakış açısına göre toplumun genelinin bu işlere girmesine, alakadar olmasına ihtiyaç yoktur. Bu bir curcunaya neden olup, işleri karmaşıklaştırır. En doğrusu bu işleri “ehil kişilere” –ki bunlar sistemin tüm kirliliğini kapatmakla meşguldürler- vermek ve rahat etmektir.

Hakikat bu olmadığına göre hareket de başka türlü olmak durumundadır. Yani en başta toplum ile bütünleşme, toplumsal işleri kendi esas işleri olarak görme ihtiyacı vardır. Birey – toplum bütünleşmesi olarak ifade edilebilecek bu yeni algı ile toplumun var olan sorunları artık bireyin sorumluluk alanına girmekte, birey kendisini tüm bu sorunları çözmekle yükümlü bir pozisyonda görmekte, ona göre hareket etmektedir. Kapitalizm yarattığı sorunlar ile bireyi adeta toplum karşıtı- düşmanı haline getirmiştir. Birey içinde yaşadığı topluma kendisini ait hissetmemekte, değiştirme gücü de gösteremediğinden kaçma yoluna, yalnızlaşma eğilimine gitmektedir. Bu kaçış tek tek bireyleri birbirinden daha fazla uzaklaştırdığı gibi toplumsal sorunları da kat be kat arttırmaktadır. Bu anlamıyla öncelikle zihniyette toplumsal sorumluluk bilincini geliştirme, toplumu yaşamın devamı hususunda varlık ve yokluk alanı olarak ele alma şart olmaktadır. Birey toplumuyla vardır, toplumsallığın ortadan kalkması bireyin ortadan kalkması anlamına gelmektedir.

 

Çözüm Olarak “Demokratik Ulus”

Belli bir aydınlanma, yeniyi yaratma, oluşturma bilincinin ardından eylem aşaması diyebileceğimiz toplumsal işlere girişme, toplumsal sorunlara yönelme merhalesi gelişmek durumundadır. Toplum iktidar – devlet sisteminin ağır baskısıyla binyılların birikmiş sorunlarıyla boğuşmaktadır. Bu sorunlar karşısında alternatif çözüm yolları, projeler geliştirilmedikçe, söylenenin havanda su dövmekten farkı yoktur. Sadece söylemek, fikir belirtmek değerlidir fakat yaşanan durum felsefi-teorik bir tartışmanın çok ötesinde tamamen yaşamın içerisinde ve gerçektir. Gerçekçi çözümler geliştirmek kaçınılmazdır. Toplum klasik siyaset alanının söyleyip yapmama durumundan da kaynaklı, söze eskisi kadar değer vermemekte, uygulamaya odaklanmaktadır. Eğer söylediğiniz biçimde yapmıyor, yaşamıyorsanız bunun pek bir kıymeti harbiyesi olmamaktadır. O halde “söylediği kadar yapmak” ikinci temel nokta olmaktadır. Günümüz dünyası için fazlasıyla fikir-zikir-eylem birlikteliğine ihtiyaç vardır. İyi ve güzel bir dünya arzuluyorum-istiyorum demenin anlamı vardır, fakat bu istemin karşılığı olarak pratikleşme, toplumun işlerine girme durumu yoksa, bu toplumsal kültürümüzde kaba bir biçimde ifadesini bulan haybeden gazel okumanın ötesine geçemeyecektir.

Ali Fırat yaşanan duruma çözüm olarak “demokratik ulus” çözümünü geliştirdi ve şu değerlendirmeyi yaptı: “Demokratik ulusun bireyi kendi özgürlüğünü toplumun komünalitesinde, yani daha işlevsel küçük topluluklar halindeki yaşamında bulur. Özgür ve demokratik komün veya topluluk, demokratik ulus bireyinin gerçekleştiği temel okuldur. Komünü olmayanın, komünsel yaşamayanın bireyselliği de gerçekleşemez. Komünün veya toplulukların demokratik karakteri kolektif özgürlüğü, diğer bir deyişle politik komün veya topluluğu gerçekleştirir. Demokratik olmayan komün veya topluluk politik olamaz. Politik olmayan topluluk veya komün ise özgür olamaz. Komünün demokratikliği, politikliği ve özgürlüğü arasında sıkı bir özdeşlik vardır.”

Ali Fırat devamla “Kapitalist bireycilik ulus-devlet tanrısına mutlak kulluğu, demokratik ulus yurttaşlığı ise gerçek anlamıyla özgür birey haline gelişi ifade eder.” belirlemesinde bulunur ve günümüzün en fazla tartışma konusu yapılan özgür birey tartışmasına nitelikli bir cevap sunar.

İktidar, politika, otorite üzerine yazdığı yazılarla gündeme gelen ve kendisini kabul ettiren geçen yy.’ın önemli düşünürü Hannah ARENDT, “Politikanın bittiği yerde özgürlük başlar.” biçiminde ifadeye kavuşturulan liberal görüşe karşı çıkar ve politika ile özgürlük arasındaki ilişkiye yapıcı bir katkıda bulunur: Özgürlük kamusal ve birlikteliğe dayalı bir kavram olarak hayat bulur.

Dikkat edilirse ortak yan, toplumsal sorumluluk bilinciyle kamusal alana katılma ve kolektif bir yaşam inşasıdır. Ki bunun da yolu politik alana girmekten, bu alanı doldurmaktan geçmektedir.

Peki başlangıç nasıl olacaktır, nereden değiştirilmeye başlanacaktır? Üstten yapılan müdahalelerin çözüm oluşturmadığını, hatta var olan sorunları ağırlaştırdığını ifade ettik. O halde tabandan, her bireyin örgütlü karşı duruşu, toplumsal inşa çalışmalarına katılışı önemli olmaktadır. Mahalle ya da köyden başlayarak her birey devlete, kurulu sisteme başvurmadan, ona ihtiyaç duymadan, “kurucu” bir rol üstlenerek hareket ettiği oranda alternatif sistem örülmeye başlanacak, yeni yaşam anlam kazanacaktır. Soyut olmayıp tamamen somut mekanizmalara dayalı olan komün ve meclis örgütlenmeleri ile ete kemiğe bürünecek bu yeni toplumsal inşada, her birey yerelden başlayarak en üst toplumsal koordinasyona kadar kendisini ifade etme imkanı bulacak, söz söyleyecek, karar alacaktır. Birey devletçi sistemin geliştirdiği ve dört yılda bir dahil olunduğu söylenen siyaset alanının çok ötesinde, günlük olarak politik alana girecek, yaşanan sorunlara müdahil olacak, görüş belirtecek, red ve kabul hakkını kullanacaktır. Politik alan bireyin herhangi bir işi, yan işi, dönemsel işi, kendisinin dışındaki bir işi değil “hakikat bir bütündür” ilkesi gereği temel işi olmaktadır. Politika bir yük, kaldırılması zor, birilerinin yaptığı, diğerlerinin izleyip onay verdiği ya da reddettiği bir alan olmaktan çıkacak, toplumdaki her bireyin eşit özgür katılımına açık bir alan haline gelecektir Bu biçimde sorunlar kendiliğinden azalacak, toplum birbiriyle daha fazla alıp verdikçe, diyalog kurdukça daha dengeli bir toplumsal yaşam açığa çıkacaktır. Bugün yaşandığı üzere bireyler birbirine yabancı, birbirini tanımayan bir pozisyonda olmayacak, birbirinin derdine, tasasına, sevincine, coşkusuna ortak olan, yaşamı paylaşarak, yükü hafifleten bir toplumsallık açığa çıkacaktır.

Birey politik alana girdikçe, iktidar devlet güçlerinin elindeki temel araç –yönetme aracı- giderek etkisizleşecek, devlete ihtiyaç duymadan kendi sorunlarını çözme iradesi ve gücü gösteren bireyler-topluluklar özgür ve eşit bir yaşamı gün be gün daha fazla büyüteceklerdir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.