Düşünce ve Kuram Dergisi

Bismillahirrahmanirrahim!*

DTK Demokratik İslam Kongresi Sunumu

Değerli Alimler ve Aziz Misafirler!

Günümüz İslam coğrafyasının Dünyanın en sorunlu coğrafyalarından biri olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir. Bu coğrafyada yaşayan devletler ve toplumlar hem kendi içlerinde hem de dünya sistemiyle büyük bir çatışma içerisindedirler. Bunun günahı uluslararası Hegemonik güçlere, yani Kapitalist Moderniteye ait olduğu bir gerçekliktir.

Sorunların bu coğrafyada yoğunlaşması tesadüfi olmayıp tarihsel olaylar ve olguların sonucudur. Dolayısıyla çözümün de burada aranması en doğru yaklaşımdır. Çözüm arayışında temel problem, kimin sorundan ve çözümden ne anladığıdır.

İslam toplumunda sorunun başlangıcı, Hz. Peygamberin vefatından otuz yıl gibi kısa bir süre sonra, İslam dininin iktidarlaşma aracı yapılarak kendi özünden uzaklaştırılması ve çok çeşitli siyasi ve ekonomik çıkarlara alet edilmesidir. İslam’ın Arab’ı Acemden(Arap olmayan tüm topluluklardan)ayrıcalıklı görmeyen ve zenginin yoksul karşısındaki ayrıcalığını ortadan kaldıran ümmet anlayışının Arap şovenizmi ve Emevi saltanatıyla ikame edilmeye başlanması, bunun karşısında farklı kültür gruplarıyla sosyal sınıfların kendilerini çeşitli mezhepler ve tarikatlar biçiminde örgütleyerek büyük bir iç savaşa tutuşmaları sorunun temelini teşkil etmiştir.

Oysa farklı tarikat ve inanç örgütlenmelerinin olması bir zenginliktir. Ne var ki bazı tarikat ve inanç örgütlenmeleri özünden boşaltılıp iktidar odaklı siyasete alet edilmiştir. Bu nedenle de bir çok iç çelişki ve çatışmalar yaşanmıştır.

Bu iç çatışmalar farklı tonlarda 1300 yıldan fazla bir zamandır sürmektedir. Bu durum İslam toplumlarını sürekli olarak bir yıkıma mahkum etmiş, İslam dinini de dogmatikleştirerek katılaştırmıştır. Keza bu durum İslam’ın bir barış, kardeşlik ve adalet dini olma niteliğini geri plana itmiş, onu Cihad adı altında savaş ve şiddetle anılır hale getirmiştir. İslam’ı iktidar ilişkilerine bulaştıran bu kesimler zamanla kendi çıkarlarını ve farklılıklarını İslam’la özdeşleştirmiş, karşılarındaki farklı sınıflar ve kültürleri yok etmeyi de çözüm olarak bellemişlerdir. Bu çözüm yaklaşımı içte ve dışta sorunları adeta kangrenleştirmiş, İslam toplumlarını kıyameti aratmayacak bir kaos ortamının içerisine sürüklemiştir.

Kapitalist Modernite açısından sorun daha farklı algılanmakta, İslam toplumuna çözüm diye de çözümsüzlük dayatılmaktadır. Kapitalist dünya sistemi kendi içerisinde bir tıkanma yaşamaktadır. Kapitalist sistem yaşadığı bu tıkanmayı İslam toplumları içerisine derinlemesine yaymakta, İslam toplumlarını kültürel ve manevi değerlerine kadar metalaştırarak kendince bu tıkanmayı aşmaya çalışmaktadır.

Ancak bu coğrafyada yaşayan toplumlar Kapitalist Modernitenin yapmaya çalıştığı karşısında güçlü bir ideolojik ve kültürel direniş sergilemektedir. Kapitalist sistem kendisine karşı gösterilen bu direnişten İslam dinini sorumlu tutmakta ve bu ‘engeli’ aşmayı kendisini sürdürmek açısından hayati önemde görmektedir.

Uzun bir zamandır İslam toplumlarının dini ve kültürel değerlerine şiddet temelinde ve cepheden yaptığı saldırılarla sonuç alamayan hegemonik güçler, son iki yüz yılda İslam toplumunun bu koruyucu zırhını içerden çökertmeyi temel politika olarak benimsemişlerdir.

Bu içten çökertmeyi iki biçimde yapmaktadır: Bir yandan İslam toplumlarında tarihsel olarak oluşmuş katılık ve dogmatizme dayanmakta, diğer yandan ‘Radikal İslam’ adı altında çeşitli grupları bizzat örgütleyerek beslemekte, bunlar eliyle bir insanın tasavvur edebileceği en çirkin eylemleri bizzat İslam adına yaptırmaktadırlar. Bununla hem İslam dışı toplumlarda hem de bizzat İslam toplumları içerisinde İslam dinine karşı bir tepki uyandırmayı hedeflemektedirler. Bu uygulamalarla İslam’ı adeta vahşet ve gericilikle özdeşleştirmekte, deyim yerindeyse Müslüman’ı adeta kendi dininden kuşku duyar hale getirmekte; “İslam buysa ben Müslüman değilim” dedirtmektedirler. Bununla da yetinmemekte; bu noktaya getirdiği mümini önceden hazırladığı ve adına da ‘Ilımlı İslam’ dediği ikinci bir tuzağın içerisine çekmektedirler.

‘Ilımlı İslam’ adına insanları içeriği tamamen boşaltılmış ve sadece bir kabuktan ibaret bırakılmış bir ‘İslam’ kavramlaştırmasına mahkum etmektedirler. Bu anlayışla da kapitalizmin 15. ve 16. yüzyıllarda Hıristiyan ahlakını yok ettikten sonra Batı dünyasında egemen olması gibi, İslam ahlakını yok ederek kapitalizmi İslam dünyasında hakim kılmak istemektedirler.

Değerli Alimler ve Aziz Misafirler!

İslam dinini içeriksizleştirip bu şiddet ve yozlaştırma sarmalında çökertmeyi amaçlayan bu politikalar, günümüzde İslam dini ve Müslümanların varlığını tehdit eder düzeylere ulaşmıştır. Yanı başımızdaki Suriye, Irak ve Mısır gibi ülkelerde İslam adına yapılan vahşet düzeyindeki yıkım ve katliamlar dehşet vericidir. Yaşananlar adeta kıyamet öncesinde geleceği haber verilen Deccal’ın yapacağı belirtilen şeyleri andırmaktadır.Yapılan tasvirlere göre, tüm kötülüklerin temsilcisi olan Deccal, ‘İslami’ kimliğe bürünerek ortaya çıkıyor ve kandırarak arkasına aldığı on binlerce insandan oluşan ordusuyla kelimenin tam anlamıyla bir insanlık kıyımını gerçekleştiriyor. İslam dini bu zamanda yeryüzünde o kadar azınlığa düşüyor ki, adeta yok olmakla karşı karşıya kalıyor ve büyük bir umutla kendilerini Deccal’ın zulmünden kurtaracak bir ışıltıyı arar hale geliyorlar.

Bugün başta Suriye ve Irak olmak üzere İslam coğrafyasında yaşanan gerçeklikler, yapılan bu tasvire ne kadar da uyuyor! Bu coğrafyada türeyen ve yüce İslam adını yüzlerine bir örtü olarak çeken gruplar adeta Deccal gibi ortalığı kasıp kavuruyorlar. Bunlar kadın, çocuk ve yaşlı demeden İslam adına her gün yüzlerce insanı katlediyor ve insanların en kutsal varlıkları olan inançlarına ve namuslarına saldırıyorlar. Yine aynı zihniyeti paylaşan insanlar, bedenlerine bombalar bağlayarak kendilerini birbirlerinin camilerinde patlatıyor, ortada yaşam adına ne varsa silip süpürmeyi bir marifet sayıyorlar. Bunlar adeta Truva Atı misali ‘İslam’ adına İslam’ı yok etmeye çalışıyorlar.

Değerli Alimler ve Aziz Misafirler!

Daha da kötüsü, İslami değerleri esas aldıklarını iddia eden bu kesimler, kitlelerin gözleri önünde adeta gösteri yapar gibi camilere gidiyor ve iftar sofralarında devletler ve partilerin yöneticileriyle ve bu devletlere bağlı dinî kurumların temsilcileriyle pozlar vermekte,İslam adına Fetvalar vermekten geri durmamaktadırlar.

Bu devletler yaşanan bu ‘kıyametten’ sorumludur. Bunlar kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için kâh silahlı kâh silahsız Deccal’la işbirliği yapıyorlar. Çıkarları gerektirdiğinde Deccal’lara her türlü silah ve mali kaynak sağlamada bir an bile tereddüt etmiyorlar. Bunlar bir yandan Suriye ve Rojava’da masum Arap, Kürt, Türkmen, Asuri-Süryani, Ermeni ve diğer halkları katleden çetelere kamyonlar, tırlar ve ambulanslar dolusu silah ve patlayıcı gönderiyor, öte yandan çetelerin bu silahlarla yaptıkları vahşetlerin mağdurlarına gıda ve ilaç göndererek ne kadar “insani” ve “imanlı” olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Bu biçimde işledikleri suç ve günahları sözde gizlemeye çalışıyorlar. Bunlar Allah’ın (c.c.) her şeyi gören olduğunu bilmiyorlar mı?

Bu devletler, partiler ve bunların yöneticileri alenen bu kadar riyakarlık ve münafıklık içerisinde oldukları halde, yanı başlarında bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kuruluşlar tek bir itiraz sesi yükseltmemekte,“Sizin yaptığınız İslam dinine, onun barış, kardeşlik ve hoşgörüyü emreden şeriat ve ahlakına uymuyor” dememekte, bunun aksine, yeri ve zamanı geldiğinde, hükümetlerin yaptıkları kirli ve gayrimeşru uygulamaları aklamak için dinî değerleri çarpıtmaktan geri durmamaktadırlar.

Bunlar Hz. Peygamber’in “Âlimler Peygamberlerin varisleridir” buyruğunun tersine, hükümetlerinin buyruklarına boyun eğiyor; başlarının vurulması pahasına da olsa yüce Allah’ın kelamını toplumlarına ulaştırmak yerine, hükümetin toplumu hizaya getirmek için ellerine tutuşturdukları ‘hutbeleri’ okumaktan çekinmiyor, bu biçimiyle de İslam’ın yaşanan dünyevi çıkar çatışmalarına alet edilmesine göz yummuş oluyorlar.

Değerli Alimler ve Aziz Misafirler!

Yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız gibi ‘İslam dini’ ve toplumları, hem günümüzde dünya çapında yaşanan sorunların, hem de çözüm arayışlarının en önemli parçasıdır. İslam’ın sorun üreten bir din değil, aksine insanlığın yaşadığı sorunları çözmek için indirilen bir din olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz. O halde İslam adına yapılması gereken ilk iş, İslam dininin nasıl sorunların bir parçası haline getirildiğini tespit etmek ve onu sorunların bir parçası olmaktan çıkarmaktır. Zira İslam dini sorunların bir parçası olmaktan kendini kurtarmadan asla sorunlara çözüm gücü olamaz.

İslam dünyasının yaşadığı sorunlar iki boyutludur. İlki kendi içerisinde, ikincisi de kendisi dışındaki dünyayla yaşadığı sorunlardır. Fakat her iki durumda birbiriyle bağlantılıdır. İslam toplumları kendi içindeki sorunları çözmeden dışarıyla olan sorunlarını çözemeyeceği gibi, kendi iç sorunlarından dolayı Kapitalist Modernitenin çıkar çatışmalarının basit bir malzemesi olmaktan da kurtulamaz.

İslam toplumlarının kendi iç sorunlarını çözmesi kendi tarihleriyle cesurca yüzleşmelerine bağlıdır. İslam toplumları ancak kendi tarihiyle objektif bir şekilde yüzleşip İslam dinini, Kuran-ı Kerim’in ayetlerini, Hz. Peygamberin yaşamını ve hadislerini, Allahu Taala’nın kendilerine en büyük lütfu olan akılları temelinde yeniden tanımladıklarında, hem kendilerinin hem de insanlığın sorunlarını çözme gücüne kavuşmuş olacaktır. İslam toplumlarının en temel iç sorunu 1300 yıldan beridir bünyesinde devam eden mezhep, tarikat ve farklı din anlayışlarından kaynaklı çatışmalardır. Bu çatışmaların en uzun,en büyük ve diğer tüm çatışmaların da neredeyse ana kaynağı durumunda olanı hiç kuşkusuz Sünni-Şii çatışmasıdır.

Sünnilikle Şiiliğin karşı karşıya konulması kesinlikle İslam tarihindeki en büyük çarpıtmadır. Bunlar iki karşıt güç değil, aksine iki müttefiktir. Karşıtlaştırılmaları, iktidarla içerisine girdikleri ilişkiler ve devlet ve iktidarların bunları ortaya çıktıkları ilk özlerinden uzaklaştırmalarıyla ilgilidir.Şiilik de, Sünnilik de Emevilere karşı ortaya çıkmıştır. Yani ikisinin de mücadele ettikleri hedef ortaktır. Şiilik, Emevi saltanatının Muaviye’yle birlikte İslam dinini Medine Sözleşmesi temelindeki demokratik siyaset çizgisinden uzaklaştırmasına karşı ortaya çıkan ve aslında İslam’ın toplumcu ve demokratik özünü muhafaza etmeyi amaçlayan bir siyasi toplumsal çıkıştır. Bu çıkışın başında Hz. Ali’nin bulunması yeterince açıklayıcıdır.

Sünniliğin ortaya çıkışı daha geç dönemlere tekabül etmektedir ve bu çıkış daha çok inanç problemleriyle ilgilidir. Bu çıkış da Emeviler döneminde ve bizzat Emevi saltanatının İslam’ı saltanat çıkarlarına göre yeniden düzenleme girişimine karşı ortaya çıkmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife, bu girişime karşı çıktığı için önce Emevi saltanatı, daha sonra da Abbasiler tarafından kovuşturmalara tabi tutulmuştur. Yine Sünni mezhebin diğer üç büyük imamı olan İmam Şafii, İmam Maliki ve İmam Ahmet bin Hanbeli de Abbasiler döneminde göz altına alınıp kötü muamelelere muhatap kılınmışlardır.

Aynı uygulamalar Şii cemaate yönelik olarak da gerçekleştirilmiştir. Gerek Emeviler gerekse Abbasiler döneminde onlarca Şii katliamı yapılmış, Ehlibeyt’ten olan İmamların neredeyse tamamı bu iktidar güçleri tarafından katledilmiştir.

İslam tarihinde saltanata karşı Şii ve Sünni birliğinin güzel örnekleri de mevcuttur. İmam-ı Azam Ebu Hanife, bir Şii isyanı olan ve İmam Hüseyin’in torunlarından Zeyd’in başlattığı başkaldırıya para desteğiyle katkı sunmuştur. Yine İmam Şafii Yemen’deki bir Şii isyanına bizzat katılmış ve bu tavrından dolayı da dönemin iktidarı tarafından tutuklanmıştır. Ayrıca söz konusu bu kuruluş döneminde her iki mezhepten büyük âlimlerin karşılıklı olarak birbirlerine talebelik ve hocalık yaptıkları da tarihsel olarak tespit edilebilen bir gerçekliktir.

Tarihsel gerçeklik böyle olduğu halde, ne oldu da başlangıçta müttefik olan ya da aynı gerçeği farklı iki açıdan korumaya çalışan Sünnilik ile Şiilik birbirlerine bu kadar düşman hale getirildi? Bu soru İslam tarihindeki ikinci büyük sorunu, aslında dile getirdiğimiz ilk sorunun da kökeninde bulunan İslam’ın devlete ve iktidara bulaştırılması sorununu gündeme getirmektedir. İslam saltanat ve iktidar ilişkilerine bulaştırıldıkça kendi özünden uzaklaştırılmıştır.

Hz. Peygamber bu durumu önceden fark etmiş ve “Benden sonra hilafet otuz senedir, ondan sonra saltanat başlayacaktır” şeklindeki Hadis-i Şerifiyle bizleri uyarmıştır. Nitekim tarih Hz. Peygamber’in sözlerini doğrulamış, 661 yılında Hz. Ali’nin şehit edilmesiyle beraber 29 yıl süren Halife-i Raşidun dönemi kapanmış,Emevilerin Bizans ve Sasanilerden devraldıkları saltanat dönemi başlamıştır.

Değerli Alimler ve Aziz Misafirler!

İktidar ve saltanat din ile imanın tam tersi yöndeki oluşumlardır. Her ikisi de sürekli olarak birbirlerinin karşıtı bir faaliyet halindedir. Bir toplumda din ve iman ne kadar güçlüyse, orada iktidar ve saltanat o kadar zayıftır. Bunun tersi de doğrudur: Bir toplumda saltanat ve iktidar ne kadar güçlenmişse, orada din ve iman o kadar zayıflamış demektir.

Bir toplumda din ve imanın mı, yoksa saltanat ve iktidarın mı hakim olduğunu günlük yaşamda gözlemlemek te mümkündür. Zira ikisinin de hakimiyet düzeyleri kendisini pazarda, mahallede ve sokakta hissettirir.

Eğer bir toplumda faiz, tefecilik, yolsuzluk, yoksulluk, hırsızlık, yalan, fuhuş, uyuşturucu ve işsizlik gibi kötülükler yaygın hale gelmişse ve utanmadan çarşıda pazarda dolaşıyorsa, bilinmelidir ki orada din ve iman zayıflamış, saltanat ve iktidar hakim hale gelmiştir. Eğer bir toplum Hz. Peygamber dönemindeki Medine-i Münevver’eyi andırırcasına dayanışma içerisinde yaşıyorsa, ürettiklerini birbirleriyle paylaşıyor ve herkes emeği ve alın teriyle kazandığı ile bir yaşam sürüyorsa, bilinmelidir ki orada insanların onurlarıyla yaşadıkları, din ve imanın hakim olduğu bir toplum vardır. Bu toplum aynı zamanda Ahlaki Politik toplumu da ifade etmektedir.

İnsan toplumlarında bu iki olgu, yani din ve iman ikilisiyle saltanat ve iktidar ikilisi aynı anda var olurlar. Zaten imtihan dediğimiz şey, insanların bu ikisinden hangisini tercih edecekleri konusudur. Ahlak yada ahlaksızlık olarak nitelendirdiğimiz şey de bu noktadaki tercihlerimizdir. İşte tam da bu noktada, iktidar ve saltanat, tercihimizi kendisinden yana çekmek için dini ve imanı bulandırmaya çalışır.

Din, beyaz bir kumaş gibi tertemiz ve apak iken, iktidar kömür tozu gibi bulaşıcı ve kapkaradır. İktidar ancak kendi kir ve karalığını o tertemiz ve apak kumaşa bulaştırdığı oranda kendisini sürdürüp yayabilir. Beyaz olanı bulamak ve karalamak onun varlık nedenidir.

Buna karşı beyaz kumaşın yapması gereken şey sadece kendisini korumaktır. Zira o apak kaldığı sürece insanların kapkara kömür tozuna meyletmeleri asla düşünülemez. Maalesef beyaz bir kumaş gibi tertemiz olan İslam dini ve mezhepleri, tarihi gidişat sırasında iktidar ve saltanat güçlerinin kara çalmalarına maruz kalmış ve karaya bulanmıştır.

Oluşumları tertemiz ve apak olan ve halen de bu özlerini koruyan Şiilik de, Sünnilik de zaman içerisinde iktidar odaklarınca bulandırılarak alacalı bir hale getirilmiştir.

Dolayısıyla neredeyse 1300 yıldır süren bu savaş mezhep savaşı değildir; sadece mezhep örtüsüne büründürülmüş bir iktidar savaşıdır. Toplumsal hayat açısından kendi başına var olan, dolayısıyla meşru olan, beyaz ve tertemiz kumaş olan İslam dinidir. Diğeri yani iktidar, kendi başına var olamamaktadır, dolayısıyla gayrimeşru ve geçersizdir. Bu nedenle iktidar ve saltanat yaşamak için kendinden var olana, meşru ve geçerli olana sinmek zorundadır. Sinmeye çalışmak onun emeli, onu defetmek de tüm müminlerin görevidir.

Değerli Alimler ve Aziz Misafirler!

İslam’ı ve mezheplerini kendilerine bulaştırılmış karadan ve isten temizlemek, içerde ve dışarıda yaşadığımız sorunları çözmenin en temel yoludur. Unutulmamalıdır ki, mezhepler ve tarikatların ortaya çıkış nedenleri de, İslam’ı kendi dönemlerinde ona bulaşmış olan is ve karadan temizlemekti. Hiç kuşkusuz bu mezhep ve tarikatların çoğu bu uğurda büyük mücadeleler verdiler ve İslam’ın özünün günümüze kadar gelmesini sağladılar. Kendilerine müteşekkiriz ve Allah’tan onların kurucu ve imanlı sürdürücülerine cennetten bir yer vermesini niyaz ediyoruz.

Ancak günümüzde İslam coğrafyasında ve İslam adına yaşanan kıyım ve kötülüklerden de anlıyoruz ki, bu mücadele yeterli olmamıştır. İktidar ve saltanatın bulaşıcı is ve karası sadece İslam’ın ana gövdesine değil, mezhep ve tarikatlarına kadar sirayet etmiştir. Bu nedenle günümüzün âlim ve müminlerinin görev ve sorumlulukları eskilerini katbekat aşan düzeydedir. İslam’ı mezhep ve tarikatlarıyla birlikte kendisine bulaşan kara ve isten arındırmak silah ve şiddetle olacak bir iş değildir. Bilakis silah ve şiddetin çok zorunlu meşru savunma veya nefs-i müdafaa dışında kullanılması temiz olan her şeyi kirletir. Bu bakımdan bugün İslam adına yapıldığı söylenen ‘silahlı cihadın İslam dinini kirletmekten başka bir sonucu yoktur. İslam adına gerçek bir cihattan bahsedilecekse, bu ancak ilim ve irfanla yapılacak bir cihat olur. Hz. Peygamber bunun böyle olması gerektiğini“Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından daha faziletlidir” şeklindeki hadisiyle bizlere bildirmiştir.

Değerli Alimler ve Aziz Misafirler!

İslam dinini ve toplumlarını kendilerine bulaştırılan iktidar ve devletin veya iktidarlaşma ve devletleşme heveslilerinin is ve karasından arındırmanın en temel yolu, alimlerin kalemlerinden dökülecek mürekkeple yapılacak cihattır. Bu cihatta yapılması gereken ilk iş, yukarıda da belirttiğimiz gibi İslam dinini Kuran-ı Kerim’in ayetlerine, Hz. Peygamber’in yaşamı ve hadislerine,Allahu Teala’nın insana en büyük lütfu olan akıl temelinde özüne uygun olarak yeniden anlayıp doğru bir yorum kazandırmaktır. Böyle bir yaklaşım, İslam’ın kendisini kendisi olmayandan temizlemektir. İşte tam da bu noktada Demokratik İslam kavramlaştırması gündeme gelmektedir. Bazılarının sandığının tersine İslam dininin, önüne ya da arkasına konulacak bazı sıfatlarla tanımlamanın bir 49 zararı yoktur.Aksine bu bir ihtiyaçtır. Bu konuda dikkat Müslüman toplumların hem kendileriyle birlikte yaşayan farklı inanç gruplarıyla ortak yaşamada bir takım sorunlar yaşaması, hem de kendi içerisinde sosyal adaletsizliklerin oluşması, Ümmet kavramının tüm müminlere yüklediği yükümlülüklerin hakkıyla yerine getirilmemesiyle ilgilidir edilmesi gereken, sıfatların özüyle uyumlu olmasıdır.

Tüm kâinatın ve mahlukatın yaratıcısı yüce Allah (c.c.) kendisini doksan dokuz İsm-i Hüsnası, yani sıfatlarıyla insana tanıtmıştır. Allah’a sığınmamız gerektiğini, onun Rahman ve Rahim olmasından biliriz. O, Rezzak olduğu ve tüm mahlukata ihtiyaçlarını verdiği için, Ondan bizlere helâl rızık vermesini dileriz. Yine Hak ve Adil’in Onun niteliklerinden olduğunu bildiğimizdendir ki, ilahi adaletin tecellisini Ondan bekleriz. Eğer Yüce Allah’ın İsm-i Hüsnalarını, dolayısıyla da sıfat ve niteliklerini bilmiyor olsaydık, Allah’ı da en azından şimdi bildiğimiz kadar biliyor olamayacaktık.

Bu durumda rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Kendisini bu kadar açıklıkla tanıtmış, adeta insanların saf ruh ve kâmil aklın gözüyle kendisini görmesine izin vermiş yüce Kudretin, insanlara doğru yolu göstermek üzere indirdiği dinini tanımsız, sıfatsız bırakması düşünülebilir mi? Kaldı ki, söz konusu olan İslam dini için yeni tanımlar, sıfatlar ve nitelikler icat etmek de değildir. Zaten kendi özünde var olan, Kuran-ı Kerim’in ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadislerinde de dile gelen özellikleri, insanların daha iyi anlaması için günümüzün diliyle ifade etmektir. Yoksa sıfat ve nitelikleriyle tanımlanmayan salt bir ‘İslam’ kavramından herkes dilediğini anlayabilir.

Nitekim günümüzde kimilerinin İslam’dan anladıklarının en ucuz Amerikan işbirlikçiliği, başka kimilerinin de anladıklarının seri katliamcılık olduğu ortadadır. Oysa İslam bunların ikisinden de, bunların çeşitli tonlarından da uzaktır.

Değerli Alimler ve Aziz Misafirler!

İslam’ın sıfat ve niteliklerini yeniden hatırlarken en temel olanından başlamak durumundayız. Zira bu temel nitelikten yaşanan sapmadır ki, İslam dinini ve toplumlarını hem kendi içerisinde hem de küresel düzeyde bu kadar sorunlu kılmış ve sorunların bir parçası haline getirmiştir.

İslam iktidarcı ve devletçi bir din değildir ve hiçbir zaman da iktidarlaşmayı ve devletleşmeyi hedeflememiştir. Hz. Peygamber yukarıda zikrettiğimiz “Benden sonra hilafet otuz senedir, ondan sonra saltanat başlayacaktır” şeklindeki hadis-i şerifiyle zaten saltanatın, yani iktidar ve devletleşmenin İslam dininden bir sapma olacağını ifade etmiştir.

Bu nedenle İslam’ı iktidar ve devletle özdeşleştirmek ya da İslam adına iktidar ve devlet olmayı hedeflemek ona yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü iktidar kötülüklerin birikmesi, devlet de bu birikimlerin en üst düzeyde organize olmasıdır.

Şimdi Suriye, Rojava ve Irak’ta sözde Irak-Şam İslam devleti kurmak için terör estiriyorlar. Suriye’de son iki yılda resmi rakamlara göre 200.000 kişiden fazla insan katledildi, yüz binler yaralandı ve milyonlar göçtü. Suriye ve Irak’ın binlerce yıllık geçmişi olan şehirleri yerle bir edildi. Geriye ne insan kaldı ne de insanlık. Peki, insanın ve insanlığın kalmadığı yerde İslam’dan bahsedilebilir mi? İnsanın ve insanlığın kalmadığı yerde, bin tane ‘İslam devleti’ kurulsa bir kıymeti olur mu?

Bu noktada bir konunun altını özenle çizmek zorundayız: Hz. Peygamberin, Mekke ve Medine’de kurduğu kendi demokratik özyönetimini, iktidar ve devlet olgularıyla karıştırmamak gerekir. Orada günümüzün tüm sorunlarına çözüm olabilecek muazzam bir sistem örgütlendirilmiştir.

Hz. Peygamber’in Medine’sinde yürürlükte olan sistem iktidar ve devlet idaresi değil, toplumun demokratik yönetimidir. Medine Sözleşmesi’ne göre, her sosyal grubun dini, kabile kimliği ve kültürel değerleri sözleşmeye taraf tüm grupların ortak güvencesindedir. Her grup yaşamını kendi inancı, kabile gelenekleri ve kültürü temelinde kurma ve sürdürme özgürlüğüne sahiptir.

Bu sözleşmeyle dışarıdan gelen saldırılara karşı birlikte bir meşru savunma savaşı verilmesi yasalaştırılmış, sözleşme taraflarının birbirlerinin aleyhine üçüncü bir tarafla anlaşma içerisine girmeleri yasaklanmıştır. Sözleşmenin haksız kazancı zararlı ve gayrimeşru ilan etmesi de, onun iktidar ve tekel karşıtı olma özelliğini ortaya koymuştur.

Ayrıntıları daha da yazılabilecek Medine Sözleşmesi, özü itibariyle bir demokratik siyaset belgesidir. Değeri ne İslam aleminde ne de çağdaş sosyal bilimler ve siyaset dünyasında yeterince takdir edilmiştir. İngiliz Magna Charta’sı, Amerika Bağımsızlık Bildirgesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden çok daha önce yazıldığı ve içerik olarak da en az onlar kadar güçlü olduğu halde, adeta bilinçli olarak hasıraltı edilmiştir.

Medine Sözleşmesi ve Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminin siyasal toplumsal sistemi iyice incelendiğinde görülecektir ki, İslam dininin hedefi devlet değil; eşitlik, kardeşlik, sevgi ve barışı esas alan demokrasidir. Yüce Allah (c.c.) her insanı, özgür iradesiyle tercihini ortaya koyabileceği demokratik bir zeminde imtihan edeceğini, Maide suresinde bizlere, “Her biriniz için bir kanun ve bir yol tayin ettik. Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat sizi, her birinize verdiği şeylerde imtihan edecek. O halde durmayın, hayırlı işlerde yarışın” şeklindeki ayetiyle emretmiştir.

İslam dininin diğer bir temel niteliği, onun anti-kapitalist olmasıdır. İslam dini sosyal farklılıkları tanıyan, ama sömürü, tekelcilik ve sınıflaşmaların aşırısına karşı olan bir dindir. Kapitalizmin hakimiyet sahalarında zulüm ve sömürünün bu kadar pervasızca gelişmesi, onun dini ve ahlaki değerlerden yoksun olmasıyla ilgilidir.

Hz. Peygamber bunu erkenden tespit ettiği içindir ki faiz, tefecilik ve gereksiz sermaye birikimini en büyük günahlardan saymıştır. Allah yolunda sarf edilmeyen her türlü maddi birikimin, mahşer gününde tasarrufçusunun boynunda yakıcı bir yük olacağını önceden bizlere bildirmiştir.

Allah’ın yolu toplumda barışı, adaleti, eşitliği ve refahı sağlayan yoldur. Bu yolda yürümek demek, toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşması pahasına bazılarının birikim sağlaması değil, birikimlerin toplumsal adalet temelinde paylaşılması demektir.

Nitekim İslam’ın büyük Müminlerinden biri olan Hz. Peygamber’in sahabesi Ebuzer-i Gıffari “Yoksulluk bir hanenin kapısından içeri girdiği zaman, İslam diğer kapıdan dışarı çıkmaktadır” diyerek, yoksulluğun İslam’la bağdaştırılamayacağını ifade etmiştir. Ebuzer-i Gıffari, Hz. Peygamber’in vefatından sonra büyük sermayeler biriktiren dönemin Emevi Hanedanlığına karşı da büyük mücadeleler vermiş ve İslam’ın sömürü ve talanla elde edilen sermaye ve israfla da bağdaştırılamayacağını ölene kadar ifade etmekten geri durmamıştır.

Değerli Alimler ve Aziz Misafirler!

İslam dininin temel özelliklerinden biri de eşitlikçi olmasıdır. İslam tevhid dinidir; Allah’ın birliği ve mutlak hakimiyeti karşısında bütün insanlar eşittir. Aralarında ırk, renk, kültür ve cinsiyet bakımından bir eşitsizlik söz konusu değildir. İnsan toplumlarında gerçekleşen zümre ve sınıflaşmalar, yaratılışın bu ilkesinin tersine oluşmuştur. Sınıfsal eşitsizlikler ve sosyal zümreler, yaratılışlarında eşit olan insanları, birbirleri karşısında efendi-köle ilişkisine zorladığından, özünde şirkin özelliklerini taşımaktadır. Şirk ise İslam dininin bağışlanamaz saydığı günahların başında gelmektedir. İslam’ın eşitlik anlayışı ilkesel ve ahlaki olup, farklılıkları reddetmemektedir. Farklılıklar Allah’ın büyüklük ve gücünün kanıtlarındandır.

Başta çeşitli dinler ve kültürler olmak üzere, toplumsal farklılıklara hoşgörü ve adalet temelinde yaklaşmak da İslam dininin esaslarındandır. Her mümin, günlük olarak namaza dururken onlarca kez Fatiha suresini okumaktadır.

Fatiha suresi, “El hamdu lillahi Rabbül Alemin… yani, Alemlerin Rabbine hamd olsun ki…” diye başlamaktadır. Bunun anlamı şudur: Yüce Allah, sadece gezegenimizin değil, tüm farklılıklarıyla insan toplumları, canlı varlıklar ve kâinatların Rabbidir. Onun her yarattığını ondan dolayı sevmek ve insan olarak yaratılıştan kaynaklanan hak ve özgürlüklerimizin dışına çıkmamak doğru bir yaratan ve yaratılan idrakinin temelidir.

Başka toplumları ve varlıkları Allah karşısındaki durumlarından dolayı yargılamak ve cezalandırmak, ilahi hikmet alanına müdahale etmektir. İnsanlar ancak birbirleriyle olan ilişki ve sorunlarında yargılayıcı olabilirler. Yargılamada da esas olan, ilahi adalet ilkesine yakın durmaktır; yani yargılanan, yargılayan ve toplumun vicdanında adalet duygusunun oluşmasını sağlamaktır.

Nitekim yüce Allah, bir insanı inancından dolayı kınayan ve cezalandırmak isteyen Hz. İbrahim’i (a.s.) Cebrail(a.s.) vasıtasıyla uyararak düzeltmiştir. Sofrasında her gün bir misafiri ağırlamaktan zevk duyan Hz. İbrahim, bir gün evine davet ettiği doksan yaşlarındaki bir ihtiyarın yemekten sonra önüne koyduğu putuna ibadet ettiğini görünce öfkelenir ve onu tevhide iman etmeye çağırır. Yaşlı adam kendi inancında ısrarlı davranınca, ona verdiği yemekten pişmanlık duyduğunu söyleyerek adamı evinden uzaklaştırır. Bunun üzerine Yüce Allah, Cebrail’i göndererek, Hz. İbrahim’e “Ey İbrahim, bu adam on beş yaşına kadar çocuk sayılırdı ve bundan dolayı yaptıklarından sorumlu tutulamazdı. Ama yetmiş beş yıldır bu puta ibadet ettiği halde, ben ondan rızık ve merhametimi esirgemedim. Sen nasıl benim rızkını verdiğimi rızıksız bırakmaya, merhametimle koruduğumu sevgisizliğinle cezalandırmaya kalkıyorsun” diyerek, tüm yaratılanların kendisinin himayesinde olduğunu Hz. İbrahim’e, dolayısıyla hepimize hatırlatır. Bize düşen Yüce Allah’ın hikmetlerini yargılamak değil, anlamaktır. Zira Onun hikmetlerini anladığımız kadar ona yakın oluruz.

İslam dininin en temel niteliklerinden biri de onun her türlü etnik, dini, mezhebi şovenizm ve taassuba karşı olmasıdır. Ümmet kavramı en dar anlamıyla bunun ifadesi olmakla birlikte, bağrında bundan daha fazlasını taşıyan, İslam dininin en kilit kavramıdır.

Medine Sözleşmesi aslında bu kavram üzerinde inşa edilmiştir. Ümmet, dini aidiyetten ziyade, demokratik bir topluma mensup olmayı ifade etmektedir. Zira Medine sözleşmesinin tarafları sadece Müslümanlar değildir; Medine’de yaşayan tüm inanç gruplarıyla kabileler bu sözleşmenin taraflarıdırlar. Bu da, Ümmetin, kapsam olarak evrensel bir karakter taşıdığını göstermektedir. Sözleşmenin içeriğinde ise eşitlik, dayanışma, özerk yapılar ve ahde vefa gibi sosyal ve ahlaki özellikler öne çıkmaktadır. Bunlar da Ümmetin, toplumcu ve demokratik olmayı da içerdiğini ortaya koymaktadır.

Bu özellikleriyle Ümmet, çağımızın Evrensellik, Enternasyonalizm ve Demokratik Ulus kavramlaştırmalarına hem içerik hem de kapsam bakımından son derece yakındır. Hz. Peygamber’in, bu kadar büyük anlamlar yüklediği bu kavramın, günümüzde kapsam olarak daraltılıp içeriğinin zayıflatılması İslam dini açısından büyük bir talihsizlik olmuştur. Müslüman toplumların hem kendileriyle birlikte yaşayan farklı inanç gruplarıyla ortak yaşamada bir takım sorunlar yaşaması, hem de kendi içerisinde sosyal adaletsizliklerin oluşması, Ümmet kavramının tüm müminlere yüklediği yükümlülüklerin hakkıyla yerine getirilmemesiyle ilgilidir. Bu nedenle, Medine Sözleşmesiyle birlikte Ümmet kavramlaştırması da Hz. Peygamberin ona yüklediği anlam temelinde yeniden ele alınabilmelidir.

İslam dini toplumsal sorunlara bir çözüm gücü olarak nazil olduğundan dolayı, adalet temelinde toplumsal barışı sağlamak da İslam’ın en temel niteliklerindendir. Cahiliye döneminin Arabistan’ında yoksulluk ve sınıflaşmadan kaynaklanan husumet ve çatışmalar toplumun en temel sorunlarından biriydi. Medine Sözleşmesi hem husumet içerisindeki toplumların barışını sağlama, hem de barış içerisinde bir arada yaşamanın belgesidir. Yine Hudeybiye barışı, kısmen Müslümanların aleyhine bile olsa, Hz. Peygamber’in, dolayısıyla İslam dininin her zaman barışı savaşa tercih ettiğinin belgesidir. İslam dininde barış ilkeseldir ve Müslümanlar içerisinde olduğu kadar diğer toplumlarla olan ilişkilerde de aynı ilkesel değeri taşımaktadır. Bu nedenle barış içerisinde yaşayacak bir toplumun kuruluşuna katkıda bulunmak İslam dininin en temel gereklerindendir.

İslam dininin ayırt edici özelliklerinden birisi de, onun kadın ve çocuk haklarına gösterdiği özendir. Hz. Peygamber döneminde kadınlar ve çocuklar hiçbir zaman Peygamber’in mescidinden ve cemaatlerinden eksik olmamışlardır. Kadınlar siyasal, sosyal ve ekonomik yaşamın içerisinde yaygınca yer almış ve değer bulmuşlardır. Aile yaşamında kadınla erkeğin karşılıklı olarak birbirlerinden sorumlu oldukları vurgulanmış, müminler arasındaki farkın tek ölçüsünün takva olacağı birçok kez ifade edilmiştir.

Nitekim Hz. Peygamber Mekke’yi fethettiği zaman erkeklerden olduğu gibi kadınlardan da biat almıştır. Kadınların daha sonraları toplumun siyasal, sosyal ve ekonomik yaşamından uzaklaştırılarak dört duvar arasına mahkum edilmeleri, İslam diniyle değil, iktidar ve sınıflaşmayla ilgili bir durum ve uygulamadır.

Emeviler ve Abbasiler döneminin egemen sınıfları, üstünlüklerinin bir ifadesi olarak, kendilerini toplumdan yalıttıkları gibi, kadınlarını da toplumsal alanın dışına çıkarmak suretiyle yalıtmışlardır. Sınıfsallaşmanın bir sonucu olan bu durumu zamanla dinin bir gereği olarak sunup meşrulaştırmaya çalışmışlardır. İslam dininin ahlak anlayışı, insanların siyasal, sosyal ve ekonomik yaşamın içerisinde olmamaları değil, bu yaşamda nasıl davrandıkları üzerinde kurulmuştur.

Dinin siyasetle ilişkisi kuşkusuz doğru kurulmalıdır. Dinin iktidara alet edilmesi en kötü olandır. Din iktidar ve devlet karşıtıdır. İslam dini ve tüm dinler özünde barış ve sevgi ile doludurlar. Haksızlığa, hırsızlığa, inkara, zulme ve zorbalığa karşıdırlar. Bu anlamda İslam dini aynı zamanda bir direniş dinidir. Nerede haksızlık, zulüm, inkar ve adaletsizlik varsa orada adalet, eşitlik, hakkaniyet, sevgi ve barış için bir sesini yükseltme bir karşı koyuş ve mücadele vardır. İman ve inancın gereği de budur.

Nitekim Hz. Peygamberin Medine’de gerçekleştirdiği de bu husustur. Medine Sözleşmesinin çözümleyiciliği kadar tarihsel değeri de bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. Demek ki dinin siyasetle bir bağı vardır. Bu bağ iktidardan uzak kültürel İslam’ın özüne uygun olmak durumundadır. Maneviyatını her şeyin üstünde tutarak toplumda politik ahlak geliştirme temelinde siyaset üzerinde etkili olmak yanlış değildir. Farklılıkları bir zenginlik olarak görüp tüm inanç ve etnik toplulukların bir arada özgür ve kardeşçe yaşamasını benimsemek ve savunmak politik ahlakın gelişmesi ve toplumun özgürleşmesi için çok önemlidir. Bu noktada siyasetin yapamadığını İslam dininin kültürel özellikleriyle başarması hem mümkündür hem de gereklidir.

Yukarıda kısaca ana başlıklar biçiminde ifade etmeye çalıştığımız, İslam dininin temel niteliklerine dikkat edildiğinde çok iyi görülecektir ki, İslam birçok dinin aksine, ahiret sorunlarından daha çok insanların günlük yaşam sorunlarıyla ilgilenmektedir. Bu durum tesadüfi olmayıp, İslam dininin insanların günah ve sevaplarını toplumsal ilişkileri bağlamında değerlendirmesiyle ilgilidir. Müslümanlar ahiretlerini bu dünyada ve temelde toplumsal olarak inşa ederler. Bunu da tek tek kişilikler bazında ve ellerini eteklerini dünya işlerinden çekerek değil, bizzat Kuran-ı Kerim’in emrettiği, Hz. Peygamberinde sıklıkla öğütlediği eşitlikçi, adil, hoşgörülü, çoklu ve barışçı bir yaşamı kurmak suretiyle gerçekleştirirler. Bu yaşam İslam dininin gereği olduğu kadar, toplumsal doğanın, dolayısıyla demokrasinin de gereğidir. Demokrasi sanıldığı gibi sadece bir siyasal ve toplumsal rejim değil; esasta toplumun doğal varoluş halidir.Toplumun doğal varoluş hali de,eşitlikçi, özgürlükçü, paylaşımcı, hoşgörülü, şiddet karşıtı, politik ve ahlakidir. Tüm bu özellikler İslam dininin özünü teşkil ettiği gibi, şemsiye kavram olarak demokrasi kavramının muhtevasını da oluşturmaktadır.

Değerli Alimler ve Saygıdeğer Misafirler;

Demokratik İslam kongremizi ülkemizde ve bölgemizde çok önemli ve tarihsel gelişmelerin yaşandığı bir dönemde gerçekleştiriyoruz. Maalesef inanç ve İslam adına büyük haksızlıkların, adaletsizliklerin ve cinayet düzeyinde gaddarlıkların gerçekleştirildiği günler yaşıyoruz. El Kaide denilen örgütün uluslararası hegemonik güçler ve bizzat Amerika’nın desteğiyle yetmişli yılların sonlarında kurulduğunu hepimiz biliyor ve bunun tanığıyız. Daha sonra türevleri olan El Nusra, IŞİD vb. örgütlerin bu gün İslam dünyasını nasıl bir kan deryasına dönüştürdüğü ve halkların birbirlerini nasıl boğazlayan bir duruma geldiklerini derin acılarla her gün izliyor ve görmekteyiz.

Kongremizin İslam’la hiçbir ilgisi olmayan bu gibi örgüt ve yaşanan gelişmelere karşı elbette bir cevap ve perspektifi olmalıdır. İslam’ın hoşgörü, sevgi, barış ve kardeşlik özünü tekrar yaşamak ve yaşatmak için sorumluluklarımızın olduğuna inanıyoruz. Kongremizin bu anlamda geliştireceği yapıcı ve kapsamlı tartışmalar sonucunda bir sonuç bildirgesiyle doğru bir perspektife ulaşacağı ve bunu tüm İslam dünyasıyla paylaşacağı kanaatindeyiz.

Gerçekleştirmekte olduğumuz Demokratik İslam Kongresi bir ilktir. Bu açıdan tarihsel bir saygınlık ve değere sahiptir. Kongremiz muhakkak önemli karar tasarılarına ulaşacak ve almış olduğu kararları uygulamak üzere bir örgütlenme düzeyine gidecektir. Demokratik İslam Kongresinin sürekliliğine önem verilecektir. Bunun için şura ve komisyonlar düzeyinde kendisini örgütleyip devamlılığını sağlayacak ve kongre kararlarını hayata geçirecektir.

Bu temelde Kongrenin tüm aziz bileşen ve katılımcılarını hürmetle selamlarken, Allah’tan üzerimizde lütf ve merhametini esirgememesini diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyoruz.

 

*Demokratik İslam Kongresine Kongre Hazırlık Komitesinin Sunumudur

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.