Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Modernitede İnancın Öldürülmesi

Mahmut Yamalak

Demokratik uygarlık paradigmasın bilimsel yöntemini açarken, Kürt halk önderi Abdullah Öcalan kendi yönetimini ‘’hakikat rejimi’’ olarak ifade eder. Hakikat rejiminin başlangıç ilkesi ‘’yanılgılı toplum inşalarının’’ kabulüdür. Buna göre toplum, hukuk, devlet, ahlak, adalet, bilim gibi kavram ve kategorilerin yeniden ele alınması, egemen zihniyetin çarpıtmalarından arındırılarak özüne kavuşturulması gerekir. Bu çarpıtmalara en çok maruz kalmış olan bilimdir. Somut kabullerden hareketle bilim için kısa bir tanımlamaya gidebiliriz: ‘’Başta, bizim dışımızda bir dünyanın var olduğunu kabul etmek; ikinci olarak bizim bu dış dünyayı anlayıp tanımlamayabileceğimize; son olarak da bu anlama ve bilme çabalarının insani ve doğru olduğunu kabul eden bir bilgi biçimidir. Bilim bu olgularla hareket eder, önermeler ileri sürer ve bunları kanıtlamaya çalışır. Bunu yaparken, kendi çalışmalarının sonuçlarına karşı bile eleştireldir, bilgilenmede nesnel olanı bulup açığa çıkarmaya yoğunlaşır. Olguları genelleyerek tanımlara ulaşır ve seçicidir. Bilim olay-olguları açığa çıkarırken, gözlem ve tanımla yetinmez; aynı zamanda neden ve ne içinlerini de açıklamaya çalışır.

Bilim insani bir faaliyettir, insanlar düşünce öne sürer, tartışır, araştır, inceler, sonuçlarını derler, bazı doğrulara ulaşırlar ve bu doğrulardan hareketle genel bir sonuca ulaşırlar. Kuruluşu, örülüşü ve somutlaşması süreçlerinde böylesi bir özellik edinen bilimsel bilgi, değişime, yanlışlarıyla yüzleşmeye ve öz eleştiriye de açık olur. İnsanlar bilimsel bilgiyi bir birine aktarabilirler sınayabilirler, test edebilirler, koşulların etkisiyle eskiyen, aşılan veya yanlışlığı ispatlanan bilgileri değiştirebilir veya terk edebilirler.

Yukarıdaki genel doğrulara ekleme yapmak gerek. Bilimsel yöntemin dışında da bilgilendirme yöntemleri de vardır. Hepsini ‘’bilim’’ çatısı altında toplamak gibi bir kolaycılığa düşmeden, diğer bilgilenme yöntemlerini de insani-toplumsal kabul edebiliriz. Örneğin felsefenin doğruyu açığa çıkarma yöntemini de içeren ama ondan da öte bir yöntemdir. Felsefe, bilimin tespit ettiği verileri yorumlar, bu yanıyla bilimle iç içedir. Felsefe olmadan bilim salt laboratuvar çalışmalarına döner. Felsefenin soru sorma, verileri yorumlama ve derleme gibi özellikleri bilimi de tamamlar.

Sanat daha farklı bir bilme yöntemidir. Sanat duyulara, sezgilere dayanır; deney yapmaz, betimler, kurgular . Bu yolla yaşama dair sorulara cevap arar. Dininanç ise ahlak sezgi gibi toplumsal iyilere dayanarak arar. Dogmalar, yasalar oluşturur ve gerçeği aramaya çalışır. Yaşadığımız evreni, dünyayı, toplumu, insanı tanımak için elbette ki metodolojisi genel olarak doğru kabul edilir. Diğer tüm disiplinlerde bu metodolojinin sonuç alacağına muhalefet etmezler. Örneğin, ‘’gerçeği anlamak için sanat yeterlidir’’ anlayışını savunan yoktur diğer yandan gerçek, sadece bilimsel metodoloji ile anlaşılamayacak kadar karmaşıktır. Bunun için inanç sezgi duygu yorum gücü estetik beyni gibi olgulara da ihtiyaç vardır. Bu noktada gerçeğe ulaşmada bilimi tek gerçek yöntem olarak gören anlayışla ‘’bilim’’ gerçekliğinin ayrıştığı derin fay hattı karşımıza çıkar.

 

1-Bilimciliğin İlk Ayağı: Ampirizm

‘’Bilimcilik’’denilen olgu burada bilimden ayrışır. Bilim ilk insanın deneme-yanılma yöntemlerinden günümüzdeki karmaşık yöntemlere kadar tüm bilme faaliyetlerini kapsarken, bilimcilik,15.16. yüzyıldan sonra İngiliz deneycileri ile başlayan, usçu Descartes’ la ilerleyen ve pozitivist Comte ile doruğa ulaşan batı düşünce formunu tanımlar. Kapitalist modernite bilimcilik ile kendi liberal ideolojisini tamamlar. Dolayısıyla bilimin sonuna gelen ek onun bilimden ayrışıp egemen bir gücün ideolojisi haline gelmesini ifade eder. Bu gerçeği daha iyi ifade etmek için yukarıda sayılan düşünce ekollerinin ana izleklerine kısaca değinmek gerek. ‘’Bilgi güçtür’’ diyen Francis Bacon, o zamana kadar hep ikincil planda tutulduğunu düşündüğü bilime hak ettiği yeri vermek ister. Aristoteles’in bilimleri sınıflandırma işini yeniden yapar ve bilimi her şeyin merkezine koyar. Onun anladığı bilim, doğanın özünü kavramak ona egemen olmak, onu yöneten yasaları bilmektir. ‘Neyi bile biliriz’ sorusuna Bacon, zihnimizle kavrayabildiklerimizi, der. Bilgiyi insana ait kılarak doğaya savaş açılarak ona ulaşılabileceğini ileri sürer. Doğayı zorlamalı, ona savaş açmalı ve onu tanıklık yapmaya zorlamalıyız, der. Doğayı nesne olarak gören Bacon, onu fethetmek ve insanın hizmetine sokmak ister. Doğayı hatta, toplumu ve insanı da bilimsel yöntemin nesnesi haline getirecek bilimciliğin gelişimine zemin hazırlar. Bacon’un tümevarım yöntemine göre tikel bir olay, çizgi-olguyu incelersek, ondan elde edeceğimiz sonuçları bütün öteki tikellere de uygulayarak genellemelere gidebiliriz. Bunu doğrulamak için deney yeterlidir, der. Deneye o denli güvenilir ki, ‘’her şeyi ayıklarsak elimizde sadece deney kalır’’ diyerek, deneyi bilginin mutlak yöntemi ilan eder.

Bacon’un açtığı yola yakın duran Thomas Hobbes, tüm bilgilerimizin temeline duyumlarımızı koyar. Bilimi de, sonuçların ve olguların bir birine olan bağlılıklarının bilgisi olarak açıklar, “zaman ve mekan hayali tasarımlardır” diyerek, bizi tanımsız bir evrende bir başımıza bırakır, günlük yaşamdaki problemleri çözmek için bile doğaya başvurur, doğa biçimlerinin yöntem ve araştırmalarının bireyi ve hatta günlük politikayı bile açıklamakta işe yarayacağını ileri sürecek kadar da determinizme saplanır. Hobbes’a göre, bilgi için elimizdeki tek araç duyumlardır. Duyumlar bize nesne (dış dünya derken) hakkında bir fikir verir. Maddi dünyayı bize yalnızca duyumlar açıklayabilir diyen Hobbes, bu noktada madde zihin ayırımını kabul eder. Maddenin dışında bir olgunun daha olduğunu çağrıştıran bu tespiti Hobbes telaşla düzeltir ‘’ide (düşünce) ontolojik olarak maddeye bağlıdır, bu yüzden maddezihin ikiliği oluşmaz. Varlık her durumda maddidir, var olan yalnızca hareket halindeki maddedir, ‘maddi olmayan şey’ demek bile çelişiktir”, der. Maddi olanı algılayan şey yalnızca duyumlar ve bu duyumları birleştiren zihindir, diyerek, yalnızca maddi dünyaya bağımlı olan, ahlak ve maneviyattan uzak bir dünya tasarlar bize.

İngiliz deneyciliğinin önemli isimlerinden John Locke, dış ve iç deneyimlerden oluşan bir bilgiden söz eder. Locke’a göre bize dış dünyanın var olduğunu gösteren şey idelerdir. İde, insanın kendisi ile ilgili olarak bilinçli olduğu her şeydir. Bunun içine algı izlenim, tasarım düşünce vb. girer. Bu idelere sahip insan bilebilir. Bilme eyleminde sınırlı bir alana sahip olana sezgi bize özdeş olanlarla farklı olanları ayırma yeteneği sunar. Ancak bilme esas olarak kanıtlamaya ve duyuya dayanır. Kanıtlama esas olarak matematikseldir. Esas olan duyudur. Duyunun yöntemi olan deneyim, kanıtlama ve sezgiden farklı olarak gerçeğe yakınlaştırır. Dış dünyayı yalnızca duyular ve onların yöntemi olan deney ile bilebileceğimizi söyler. Locke’a göre duyular ve deney de bize nesnel bilgiyi veremez. Bu şekilde bizi yeniden çıkmaza sürükleyen Locke, bilgimizin sınırlarını nesne ile sınırlandırır; nesnenin ötesini bilemeyiz, onun da gerçek doğasını bilemeyiz, der.

Ampirizmin (deneyciliğin)en büyük temsilcilerinden David Hume, dış dünyayı asla bilemeyeceğimizi söyler. Onun bize dayattığı imkânsızlığın özü şudur ‘’dünyayı asla tanıyamayız. Eğer dünyayı içine koyabileceğimiz kadar büyük bir laboratuvar olsaydı ve orada dünyaya deney uygulayabileceğimiz aletlerimiz olsaydı onu tanıyabilirdik. Dolayısıyla nesnel gerçeği bilmemiz imkansızdır. Bilim adına önümüze setler çeker. Ona göre, nesne ile aramızda bize ait izlenimler var, nesneden gelen veriler izlenimlerimize çarptıktan sonra bilincimize ulaşırlar. Yani dış dünya nesnel olarak değil, izlenimlerimiz tarafından çarpıtılarak bilincimize ulaşır. İzlenimler ise tamamen özneldir. Dolayısıyla nesnel gerçeği asla bilemeyiz. Bir yandan gerçeği bilmek için tek yolun deney olduğunu, diğer yandan da onu asla bilemeyeceğimizi öne sürerek bizi bilinmezliğe sürer. Hume’u izlerken ilerleyemeyiz; birkaç deneyle sınırlanmış bir aktiviteye mahkûm kalırız. Din, sanat, felsefe, metafizik ahlâk… (hepsini safsata ) olarak damgalar. ‘’Gerçeği bilmek için tek yol bilimdir, o da bize nesnel gerçeği tanımlayamaz’’ diye özetlenebilecek bir karabasan önerir. Bu görüşlerini de ‘’Hume çatalı’’ denilen bir yasayla yasalaştırır. Olgusal öncüler, önermeler kendi başlarına olması gerekeni ifade eden bir sonuç veremezler, dolayısıyla olandan olması gerekene, olgudan değere geçilemez der.

Ardından gerçeği bilmemiz için küçük bir pencere açar bize: imgeleme güvenebiliriz. Dış dünyayı sürekli izleyerek onda tutarlılık (her newrozda bahar başlar, ırmaklar hep aşağı doğru akar vb.) ve değişmezlik tespit ederek bazı doğrulara ulaşabiliriz. Ancak onlarda nesnel değil, özneldir, der. Sonuçta deneyime dayanmayan her türlü bilgiyi dışlayarak, bilgiyi yalnızca günlük yaşamda üretilen anlık doğrulara hapsederek, pozitivizmin ve bilimciliğin çok önemli taşlarını örer.

 

2-Bilimciliğin İkinci Ayağı: Akılcılık

Kapitalist modernitenin düşünce dünyasına yön veren fikirler esas olarak Descartes’la sisteme kavuşur. Descartes, bilim ve bilgi için doğru bir yöntem geliştirmek ister. Bu amaçla var olan her bilgiye kuşkuyla yaklaşır, bilgi için bir kesinlik noktası, varlığından kesinlikle kuşku duyulmayacak bir dayanak noktası arar. Hakikate ulaşmak için zihni tüm kuşku ve inançlardan arındırıp sadeleştirmek gerektiğini söyler. Descartes’ın ulaşabildiği ilk kesinlik noktası ‘cogito, ergo sum’ (düşünüyorum o halde varım) kendimin tam olarak bilincindeyim, o halde var olmanın gerektiğini biliyorum. Bilinç her konuda kuşkuya düşebilir ama kendi varlığının farkına varınca, artık kendi varlığında kuşkuya düşemez. Bu, onun kuşku duymayacağı ilk ve temel önerisidir. ‘’Benim varlığım dış dünyayı kanıtlamam için yeterli midir?’’ sorusuna, yine kendinden yola çıkarak cevap arar. Ben varım, bu kesindir. O halde beni var kılan daha büyük bir güç olmalı, ben kendi kendime oluşturamam beni, var kılan güç benden daha küçük olamaz, olursa beni yapamaz. Benden büyük olan bu güç Tanrıdır; benden daha yetkin ve büyüktür. Ayrıca onun bende kanıtı da var: O da zihnimde var olan tanrı imgesidir. Zihnimdeki Tanrı imgesini ben yaratamam. Ancak o imgenin yaratıcısı olan Tanrı onu oraya yerleştirmiş olabilir. Buradan yola çıkarak dış dünyayı kanıtlayabilirim. Zihnim ve ondaki tanrı imgesi bana dış dünyayı gösteriyorsa, dış dünya vardır, der. Böylece Descartes’la iki önemli kanıta ulaşıyoruz :

1- Cogito. Ben varım, bendeki tanrı imgesi de var. Ona duyduğum inanç bana dış dünyayı da kanıtlıyor.

2- Dış dünyayı gözleyen ben, algılarımın, duyularımın var olduğunu kanıtlıyorum. Her iki kanıt da bizi Descartes’ ın düşüncesindeki temel izleğe ulaştırır. Benim varlığımın kanıtı-ben düşüncemin kanıtı-ben Tanrının kanıtı-ben dış dünyanın kanıtı-ben sonuç: tamamen subjektif bir evren doğa-insan anlayışının mutlak hakimiyetidir. Descartes düşüncesinin ikinci ayağı ‘’Kartezyen düalizmi’’ dir. Bunun açık ifadesi; ‘’madde ile bilinç, özne ile nesne kesin olarak bir birlerinden ayrıdırlar’’ önermesidir. Ona göre bedenle ruh aynı değildir, biri madde, diğeri de öz dür. Dünya ve evren de böyledir. Madde ile bilinç kesin olarak ayrıdır; beden maddedir ve insanın özünü yansıtamaz. Öz, ruhtur. Bedenim var ama ben beden değilim, benim özüm ruhumdur. Böylece Kartezyen dualizmi denilen olguya ulaşıyoruz. Bu ikilemin temel iddiası, ikilemlerden her bir tarafın diğerinden mutlak olarak ayrı olduğudur. ‘Madde-bilinç, özne-nesne, gözlemci-gözlenen gibi ikilemler tamamen ayrıdır’ diyen pozitivist düşünce formunun ifadesidir bu. Kartezyen dualizmi madde ile bilimi ayırır ama, ikisinin arasındaki etkileyişimi açıklayamaz. Dolayısıyla kendi açtığı girdaptan çıkışı gösteremeden, yarım kalmış kötü bir film gibi sona erer. Descartes’a kadar filozoflar ‘’var olan nedir?’’, ‘’varlık nedir?’’ “Dünya evren nasıl var olmuştur?’’ gibi sorular sorarken Descartes, ‘’neyi bilebilirim?’’ diye sorar. Soruyu soran kendisidir, cevabı arayan da. Kuşkusuz Descartes’ın düşünceleri orta çağdan çıkış arayan insan için son derece çekici önermeleri içerir. Ben hak ettiği tahta oturmuştur. Çok geçmeden kendini,’’ben ! ben!’’ diyenlerce çevrelenmiş bir dünyada çıldırmış ve beton bir tahta yalnız başına oturuyor bulacaktır. Kapitalist modernite Descartes ile birlikte bilimle tanıştı denemez elbette, ancak onunla başlayarak bilime tapınmayı, bilimi egemen çıkarları için kullanmayı öğrendi. ‘’Ben’’den yola çıkarak insanı, dış dünyayı tanrıyı kanıtlama çabası, Kartezyen dualizmi gibi temel ögeleriyle Descartes, kapitalist modernitenin felsefî-düşünsel arka planını örer. Sonuçta evrenin her parçasının diğerleriyle mekanik bağlarla bağlı olduğu kocaman bir makinanın bir dişlisi haline getirir bizi. Onun katı akılcılığını esnetmeye çalışan Spinoza, Kant gibi filozoflar asla sistem üzerinde bu kadar etkili olmadılar. Descartes’la başlayan süreçte akıl, gerçekliğin tek doğru ölçüsü oldu. Buna göre, aklı çalıştıracak şeyi de yine akıl sağlar, bilgi edinmenin yolu ahlak, din, felsefe değil, bilimsel akıldır. Akıl için denemeye başvurmaya da gerek yoktur, o tek başına yeterlidir. Böylece egemen kapitalist akıl doğrulugun gerçekliğin tek ölçüsü kılındı.

 

3- Bilimciliğin Zirvesi: Pozitivizm

Bilimleri yeniden düzenlemek, toplumu yeniden düzenlemek ve örgütlemek için bir girişim olan Comte’un pozitivizmi, insan düşüncesinin gelişimini üç aşamaya ayırır: Teolojik, metafizik ve pozitif evreler. Teolojik halde insan şeyleri doğa-üstü güçlerle ve onların keyfi davranışlarıyla yorumlar. Metafizik halde soyut güçlerle tanımlar. Pozitif halde ise akıl yürütmede, gözlem ve deneyle bilgilerini sınayarak kanıtlar. Pozitivizmin, olayolguların temel yasalarını keşfetmek, bundan hareketle her şeye yön veren en temel yasaya ulaşmak ister. Bu açıdan bilime bakışı da genellemecidir. Bilimleri bir birinden ayrı disiplinler olarak görmek yerine, hepsini tek bir gövdeye bağlı dallar olarak tasarlar. Tüm bilimlerin bağlı olduğu tek ortak bir yasanın var olduğunu iddia eder. Ona göre bilimin ortak amacı da bu ortak yasayı keşfetmek olmalıdır. Auguste Comte, pozitif felsefe ile tüm bilimleri tek bir homojen doktrin altında toplayıp özetlemeye girişir. Pozitivizm için yegâne bilgi formu bilimdir. Bilim, temellendirilmeye ihtiyaç duyulamayacak kadar gerçektir. Etik, metafizik teolojik form ise tamamen gerçeğin dışındadır. Onların bilgi alanları hiç bir zaman ve hiç bir bilimsel yöntemle temellendirilemez. Önceki haller(teoloji, metafizik)aşılmışlardır. Onlar geride kalmışlardır ve gerçeklikle ilişkileri yoktur. Sürekli ilerleme düsturuyla hareket eden pozitivizme göre ilerleme hep olumluya, sadeleşmeye ve genelleşmeye doğrudur. Geride kalan geri kalmıştır, aşılmıştır. Onun ilerleme anlayışı sosyalist teoriyi de etkilemiştir. 150 yılı aşan sosyalizm pratiğinde en çok eleştirilen veya övülen, değişik biçimlerde yorumlanan tespitlerden biri de ilerlemeciliktir. Kapitalist modernite ise sürekli ilerleme hedefi ile yaşamı bir yarışla rekabet alanına dönüştürerek, etrafını yıkarak ‘’ilerlemeye’’ devam etmektedir.

 

4- Bir İdeoloji Olarak Bilimcilik

Bu felsefi düşünsel alt yapıya dayanan bilimcinin temel önermeleri vardır. Birincisi; yaşadığımız dünyayı anlamak için bilim yeterlidir ve tek gerçek yöntemdir, der. Yukarıdaki anlatımda çıkan sonuç “bilim’’ derken duyularla elde edilen bilgi ve bu bilginin deneyle doğrulanmasından başka bir şey olmadığı düşünülünce, her şeyi anlatacak bu tek yöntemin pratik ifadesi deneydir. Hume, bilgide duyu deneyimin ötesine geçemez derken, Locke sezgi ve kanıtlamayı önemsiz görüp her şeyin temeline deneyimi koyar. Bacon daha radikal bir tavırla, her şeyi ayıklayınca geriye sadece deney kalır, der. Diğer cephede Descartes, deneye ihtiyaç olmadığını tek ölçünün akıl olduğunu söylerken, dünyayı anlamak için yalnızca bilim yeterlidir görüşünde diğerleriyle aynılaşır. Böylece bilim tek gerçek metodoloji olarak mutlaklaştırılır.

İkinci olarak; tüm diğer metodolojileri(teoloji, metafizik, ahlak, sanat vb.)yalnızca bilimi tek ve gerçek bilgi yöntemi olarak kabul ettiği oranda geçerli sayar. Sanatın veya metafiziğin gerçeği ne kadar ifade ettiği önemli olmaz burada; belirleyici olan onun bilimin hakimiyetini resmen kabul etmesidir. “Bilgi güçtür’’ diyen Bacon bu gücün tüm diğer alanlar üzerinde hakimiyetini kurarak kurumsallaşmasını ister. Diğer alanları bilimin hakimiyetine terk etmek ve bilimi de gözlem ve deneye indirgemek, beraberinde bir düşünce kısırlığını, entelektüel çoraklığı da getirmektedir. Doğrular, tam da Comte‘ un istediği gibi giderek teke inmekte, yalnızlaştıkça da belirsizleşerek anlamdan sapmaktadır.

Üçüncüsü; bilimcilik, felsefi düşünsel problemler dahi her çeşit probleminde bilimsel metodolojiyle çözülebileceğini ileri sürer. Nasıl âşık olduğumuzun, nasıl acıktığımızın veya heyecanlandığımızın cevabını da verebilir, vermelidir, der. Eğer veremiyorsa, şu an üzerinde yeterli çalışılmadığındandır der. Buna göre felsefi akıl yürütmeler, entelektüel uğraşlar, argümanlar, tasarılar hatta hayaller de bilimce cevaplandırılabilecek, açıklanabilecek şeylerdir. Bunun anlamı felsefi, ahlaki, teolojik vb. her çeşit doğruluk öncelikle bilimsel-deneysel doğruluğuna bağlıdır.

Dördüncüsü; bilim, insanlık açısından vazgeçilmezdir. İnsan kendi yaşamını kolaylaştırmak ister. Bilim ve teknoloji buna hizmet istedikleri anda geçerlidir, olumludur. Bu durumda insan bilimle yol almaktadır, der. Bu görüşe göre bilim sadece araçsal bir uğraştır. Günlük tüketimi kolaylaştırmaya, toplumu, doğayı daha kolay denetim altına almaya ve savaş tekniklerini geliştirmeye hizmet eder.

Daha da sıralanabilecek bu olguların toplamında bilimcilik bir ideoloji olarak karsımıza çıkar. Tıpkı endüstriyalizm gibi, bilimcilik de sistemin bir ideolojik bakışıdır. Bu ideolojiye göre bilim araçsaldır. Bilimin araçsallaştırılması ideolojik bir formasyonla sahiplenilip güç haline getirilişinin ifadesidir. Bilimcilik bilimden yola çıkar, bilimi temel alıp onu ilerlemenin motoru olarak kabul edip araçsallaştırır. İlerlemeyi de tasarımla ifade eder. 

Bunun toplumsal plandaki ifadesi şudur; ilerlemek için doğa, toplum ve üzerinde her türlü planlama, tasarım yapılabilir. Bilgi bu amaçla depolanabilir. tekelleştirilebilir, bunu elinde tutan insan maddi doğayı bu güçle kontrol altına alabilir, istediği gibi sömürülebilir. Bunun için teknolojiden yararlanabilir; ilerleme her şeyden önce bilginin birikmesini, güce dönüştürülmesini, bu güçle doğa ve toplumun denetim altına alınmasını kaçınılmaz bir süreç olarak kabul eder. Bilimciliğin nazarında tarih de bir çizgi üzerinde ilerleyerek gelişen bir süreçten başka bir şey değildir.

Bilimcilik, kartezyen düalizmle mutlaklaştırılmak istenen özne-nesne gibi ikilemleri olduğu gibi kabul eder. Varlığı parçalara ayıran, giderek toplumsal dokuyu parçalayan bu anlayışın en büyük açmazı da aslında uğruna her şeyi göze aldığı ‘’gerçekliği’’ bu şekilde asla elde edemeyeceği bilincine de sahip olmasıdır. Descartes’la başlayan ‘’mutlak bir dayanak noktası arama’ telaşı ve kaygısı güderek aslında mutlak bir dayanak noktasının olmadığı gerçeği ile yüzleşmeye uzanır. Bir dayanak noktası aramak sadece sağlam bir başlangıç için değil, aynı zamanda yalnızlaşmayı da ifade eder. Varlığın neden kendini yalnız hissettiği sorusunu cevaplamak için bilim ile sistemin ilişkisini anlamak gerek. Feodal imparatorlukların yıkılmasıyla başlayan süreç rönesans, reform ve aydınlanma süreçleriyle devam etti. Bu süreçte iplikleri yavaş yavaş ele geçirmeye çalışan kapitalizm öncelikle insanı gerçek dayanak noktaları olan topluma ahlaka, inanca karşı yabancılaştırmaya yöneldi. Buna hizmet eden felsefeleri destekledi, toplumsallığı benimseyen görüşleri bastırdı. Kendisine muhalif olabilecek, sınıf çıkarlarına uygun olmayan her bilme metodunu etkisizleştirmeye yöneldi. Kozasından, beşiğinden kopartılarak pazara itilen insan, emeğini satarak hayata katılmaya çalıştı. Spontane veya örgütlü direnişler sergiledi. Ancak muazzam bir şekilde örgütlenip gücü ele geçiren kapitalist modernite karşısında başarılı olamadı. Birey güçsüzleşti, toplumdan ve inançlarından uzaklaşıp yalnızlaştı. Dolayısıyla toplumsal insanın yalnızlaşması doğal bir süreç değil, müdahaleyle gerçekleşen bir sapma halidir. Bu şekilde dayanak arayan insanın duygu dünyası kendi köklerinden uzaklaşmıştır. Toplum içinde varlığını duyumsayan insandan farklı olarak kendine yabancılaşır.

 

Bilimciliğin İnançla Savaşı 

Akılcılık, deneycilik ve olguculuğun beslediği kapitalist modernite zihniyeti, bilimin her şeyin yerini aldığı bir dünyayı hayal eder. Buna göre ahlak dâhil, her şeyin yerini bilim alabilir, her şey bilimsel olabilir veya bilim tarafından ortadan kaldırılabilir. Kapitalist düşünce ilk önce var olan mitolojikdinsel formlara karşı çıktı. Onları dogmacılıkla, gericilikle suçladı. Bunun yerine kendi kendisine ilerici ve gerçekçi ilan etti. Ancak kısa sürede kendi dogmalarını, mitolojilerini ve ritüellerini yaratmaya başladı. Toplumun ahlaka, geleneksel değerlere veya ideolojilere olan inancını engelleyerek yerine kendi dogmalarını yerleştirdi. Geleneksel ideolojilere ve özgürlük ütopyalarına savaş açmak, kapitalist modernitenin ideolojik hedeflerine hizmet eder. Bu şekilde toplum-insan, dar bir zaman aralığına, bugüne bu ana sıkışır. Bunun sonucunda;

 

1- Toplum ütopyasız kalır, düşünce çoraklaşır

2- Bu dünya, bu an yüceltilir; bu dünyada ve bu anda ve bu anda yaşanacak tek yaşam için yapılacak her şey meşrulaştırılır. Dinsel kurtuluş ütopyası ve gelecek tasarımı yerini dünyasal mutluluğa bırakır. Kapitalist modernite anlamdan uzaklaştı, deneyle, akıl yürütmeyle elde edeceği sonuca güvenerek anlam arayışını geri plana itti. Anlam, parça ile bütün arasında, tikelde genel arasında gidip gelerek, aralarında rasyonel bir tutarlılık oluşturarak ortaya çıkar. Kapitalizmin olguyu parçalayıp salt parça veya genel üzerinde yoğunlaşması onu anlamdan uzaklaştırdı. Bu yüzden verileri yorumlayacak ve doğru soruları soracak felsefe geriletildi, mekanik ve matematik ilerletildi. Dinin-inancın bilimden, siyasetten kopartılması liberalizmin gelişimiyle paraleldir. Böylece din inanç salt bir tapınmaya ve kişisel uğraş haline getirilip tüm toplumsal kültürel dayanaklarından soyutlanması amaçlanır. Dinin iktidarlaşmış, devletleşmiş formu, dinin kendisi olarak lanse edilip ona savaş açılınca toplum nezdinde de kabul görmesi kolaylaşmıştı. Toplumsal dayanaklarına yabancılaşmış, kültürel özelliklerini yitirmiş, muktedir olmuş, ve salt korkutmayla ve tapınma ritüelleriyle tüm diğer kültürel arka planını yok etmiş bir formdur. Bu formun din olarak gösterilip onun üzerine yeni dünyayı tasarlamak da en az din kadar ideolojik ve iktidarcı bir tutumdur. Kapitalist modernite dinsel-ahlaki inançlara savaş açtı, çünkü onun sağdan-soldan devşirdiği kendi tanrıları, tanrıçaları, dogmaları ve ritüelleri vardı. Sistemini oluştururken, öncelikle para-ticaret tanrılarına ve onlara hizmet eden diğer kavram ve kategorilere alan açmalıydı. Onun cennet-cehennem tasviri, iyikötü, doğru-yanlış, anlayışı vardı, ibadet ve ritüelleri vardı. Ya sekülerlik biçiminde dini siyasal alanın dışına itecek, ya da Protestanlık gibi kendi amaçlarına zarar vermeyecek bir mezhebin arkasına sığınacaktı. İnancın hedeflenmesinin iki önemli nedeni vardır;

1- İnanç toplumsal değerlere, kültüre dayanır, toplumun, doğanın, nesneleştirilmesine izin vermez, toplumsal inşaları savunur, toplumsal iyi gözetir ve komünaldir. Din-inancın bu toplumsal özelliklerini hedef almak, toplumsal bütünü hedef almaktadır. Sistemin bu yönelişte esas hedefi de toplumdur.

2- İktidarlaşmış, devletleşmiş, dogmatik özellikler edinmiş dinleri kapitalist modernitenin ele geçirmek istediği iktidarda buluyorlardı. Onları elinde bulunduran gücü etkisizleştirmek için sahip oldukları ideolojik argümanlar da hedeflenmeliydi. Dolayısıyla bu savaş ‘’ilericigerici ‘’ savaşı değil, bilimin egemen hale getirilmesi savaşı da değil; gelişen burjuva sınıfının iktidarı elinde bulunduran kesimlerle yürüttüğü kirli bir iktidar savaşıdır. Bu kirli savaşta inancı elinde bulundurduğunu iddia eden kesim de, ona karşı kirli bir savaşı yürüten burjuvazi de toplumsal değerlere, kültürel değerlere karşı savaşmışlardır. ‘Savaşta galip gelen taraf, inanç-din siyasal alanın dışına çıksın’ diyerek zaferini kalıcılaştırmak ister. Bu tıpkı ‘’Kürt bireysel haklarına kavuşsun ama onun için siyaset yapmasın’’ demek gibidir. Toplumsal grupları siyasetin dışında tutmak, onları dar, tepkisel, mezhepsel, grupsal, siyaset adacıklarına bölmek ve böylece etkisizleştirmek içindir. Kapitalist modernitenin gözünde her şey soyut niceliklere, sayılara indirgenebilir. Toplumsal, kültürel, insani olgular hesaplanabilir, ölçülebilir ve birbiriyle kıyaslanabilir. Sayısal değerlere indirgenemeyen ‘’şeyler’’ in bir anlamı yoktur, boş ve safsatadırlar.

Sistem doğayı nesneleştirerek insanı da nesneleştirir ve yabancılaştırır. Madde-bilinç keskin ayrımı, insanı özneleştirmesi kaçınılmaz bir nesneleştirmeyi de getirir.

 Nesneleştirilen bir şey ‘’kendisi için ‘’ olmaktan çıkar. Nesne, bir öznenin hizmetindedir, öznenin ihtiyaçlarına göre konumlandırılır. Nesneleştirilen doğa insanın öznel ihtiyaçlarının karşılanması için vardır. Toplumsal düzlemde nesneleştirme ezen-ezilen çelişkisi ayrımını doğurur. Ezilen sınıflar egemen sınıf için; ezilen halklar ezen halk-devletler için; baskı altına alınan inançlar egemen inançlar için var olur. Sınıf, halk, kimlik ve inançlar kendileri için var olmaktan çıkarlar. Bu da ezenin ezilen üzerindeki sonsuz tasarrufu demektir.

Nesneleştirilen inanç da kendisi için var olamaz. İnanç kapitalist bilinçliğin hizmetine koşulur, bir laboratuvar nesnesi gibi incelenir, ölçülür, kıyaslanır ve sisteme hizmet edeceği kadarıyla kabul edilir. Bu yanıyla kapitalizmin inanç anlayışı ekonomik göstergeler gibi ölçülere tabidir. Egemenlik özlemlerini kamçılar; komünal, toplumsal yanları marjinalize eder, bastırır. İnancın geriye olan ritüellerini dogmalaştırır, kapitalist sınıfın ”ayinleriyle’’ harmanlayıp ona görkem ve azamet katar. İnancın özünü değil ama törensel şaşaasını geliştirir, böylece neye inanıldığı değil, inancın görkeme şaşaaya, dolayısıyla hegemonyaya ne kadar hizmet ettiği önem kazanır. Kiliseler camiler birer görkem abidesine dönüştürülür. Ritüel inancın önüne geçer, göstergelerin bolluğu, parlaklığı ve görkemi karsısında inanan birey, kendi inancıyla hegemonya arasında paralellik kurar. İnanç adına ona dayatılan hegemonyayı inancın gereği sayar. Sistem adına ‘’ideolojilerin ölümü’’ söylemi bile kabullenilir.

Bilim adına inanca yönelen kapitalist modernitenin kendisi söylenceler, ritüeller, mitoslar, yaratma yeteneğinde değildir. İnançlardaki imgeler, simgeler ve ritüellerden yararlanır ancak bunu sınıfsal süzgecinden geçirerek kabul eder. İnançlarda özne ile nesne arasında dolaylı bir akrabalık ilişkisi kurulur; onlar Tanrının yaratımı olarak eşit görünürler. İnsan bu eşitlik içinde en iyi olandır. Hegemon ilişkilerden uzak durmayı başaran kimi inanışlarda bu ilişkideki taraflar eşittir, her an bir başka canlıya, hatta ‘’cansız’’ nesneye dönüşmek olasıdır. Bu metamorfozda var olan hiyerarşi zayıftır. Kapitalist modernite ise, bu özellikteki hegemonya ilişkileri altında değişime uğratır. Giderek daha fazla simgelere, ritüellere gömülüp sonuçta savaştığını iddia ettiği gücün kaba bir taklidini uygular. İnanca karşı savaşımında kullandığı araç ve argümanları da yine inançtan alır. Onları taklit edip güncelle uyarlayarak kendisine ait kılar. Başlangıçta özdeşlik kurularak yapılan ibadet eğilimi, kapitalist modernitede derin bir yabancılaşmaya hizmet eder. Sonuç olarak, kapitalist modernite için inanç ancak bir boyun eğdirilme aracı olarak önemlidir. Dinlerden, inançlardan topladığı mitos ve söylence kırıntılarını biriktirerek, kitlelerin maneviyatının dejenere edilmesinde kullanmayı hedefler. Toplumsal doğanın maneviyatı beslemek, komünal yaşamı korumak ve varlığa dair sorulara cevap bulmak amacıyla oluşturduğu evren çizgi-dünyatoplum-insan algısını parçalar, insanı koca evrende bir başına bırakarak maneviyatını kurutur. Yalnız kalan insan boyun eğer, hegemon olanın buyruğuna tabi olur, giderek onun baskısını içselleştirerek ona benzemeye çalışır. Böylece hegemonun gönüllü yürütücüsü uygulayıcısı olur, iktidarın iz düşümüne dönüşür.

Birleştirici rolü olan inanç kapitalist modernitenin elinde ayrıştırıcı, hegemonyayı kutsallaştırıcı bir araca dönüşür. İnancın ölümü de esas olarak bundan sonra başlar. İnancın ölümü ütopyanın ölümüdür. Sistem açısından bu, ‘’tarihin sonu,’’ ‘’ideolojinin sonu’’ söylemlerine kadar götürebilecek manevi değerlere yöneliminde yolunu açar.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.