Düşünce ve Kuram Dergisi

Bookchin, Öcalan ve Demokrasinin Diyalektiği

Janeth Biehl

Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 1999 Şubat’ında, Murray Bookchin benimle Burlington, Vermont’ta yaşıyordu. Öcalan’ın yakalandığını haberlerden öğrendik. Bookchin Kürtlerin halini anlıyordu ve bu konu ne zaman açılsa bu durum hep böyleydi. O, Öcalan’ı MarksistLeninist bir gerilla lider ve modern bir Stalinist olarak görürdü. Murray yıllarca bu tür insanları halkın özgürlük istencini otoriteye, dogmaya, devletçiliğe ve her ne kadar tam tersini ister gibi görünseler de kapitalizmin benimsenmesine kadar götürmekle suçladı.

Bookchin’in kendisi de gençliğini yaşadığı 1930’lu yıllarda bir Stalinistti. O yılların sonuna doğru, bu çizgiden uzaklaşıp Troçkistlere katıldı. O dönemlerde, Troçkistler Birinci Dünya Savaşı’nın Rusya Devrimine yol açtığı gibi İkinci Dünya Savaşının da Avrupa’da ve Birleşik Devletlerde gerçekleşecek proleter sosyalist devrimlerle sonuçlanacağını düşünüyorlardı. Savaş sırasında Bookchin işçilerin başkaldırıp bu devrimi gerçekleştirmesi için çalıştığı dökümhanede çabalayıp duruyordu. Ancak 1945’te bunu yapamadılar. Tahminleri boşa çıkan Troçkist hareket başarısız olmuştu. Hepsi olmasa da üyelerinin çoğu Marksizm’den ve devrimci politikalardan vazgeçip sistemin içinde kalarak ya akademisyen oldular ya da dergi editörlüğüne başladılar.

İşçi sınıfının evrimci olmadığı açık bir şekilde görüldüğü için, Bookchin de Marksizm’den vazgeçti. Ancak ana akıma katılmaktansa o ve arkadaşları baka bir yola baş koydular: Onlar sosyal devrimciler olmaya devam ettiler. 1940’ta öldürülmeden önce Trotsky’nin dediğini hatırladılar. Trostky savaşın devrimle sonuçlanmaması halinde Marksist öğretinin yeniden düşünülmesi gerektiğini söylemişti. 1950ler boyunca Bookchin ve arkadaşları her hafta bir araya geldiler ve yeni koşullar altında devrim projesini yeniden yapılandırmanın yollarını aradılar.

Onlar şundan çok eminlerdi: Kapitalizm doğası gereği kendi kendini yıkıma sürükleyen sorunlu bir sistemdi. Ancak bu sistemin zayıf noktası işçi sınıfı değilse kimdi? 1950lerin başında Bookchin kapitalizmin en büyük sorununun doğal çevreyle çatışma halinde olması ve doğayla insan sağlığı için yıkıcı olması olduğunu fark etti. Kapitalizm tarımı sanayileştirip bitkileri ve hatta insanları zehirliyordu. Kentleri dayanılmaz bir büyüklüğe mahkûm edip, onların doğayla olan ilişkisini kesiyordu, insanları otomatlara dönüştürüp bedenlerini ve ruhlarını tahrip ediyordu. Reklam yoluyla insanları üretimi doğaya ayrıca zarar veren işe yaramaz ürünler almaya zorluyordu. Dolayısıyla, kapitalizm krizi işçi sınıfının sömürülmesinden değil de insanların tahammül edilmez biçimde insanlıktan çıkarılmasından ve doğanın yok edilmesinden kaynaklanıyordu.

Ekolojik bir toplum yaratmak için, kentlerin bağımsız bir şekilde yönetilmesi gerekiyordu. Bu sayede, insanlar daha küçük sınırlar arasında yaşabilecek, kendi kendilerini yönetebilecek, yerel olarak yiyeceklerini üretip yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanabileceklerdi. Bu yeni toplum piyasanın gerektirdikleri ve devlet otoritesinin emirleriyle değil, insanların kendi kararlarıyla yönetilecekti. İnsanların kararları ise müşterek bir şekilde ahlak tarafından belirlenecekti.

Böyle rasyonel ve ekolojik bir toplum yaratabilmek için, bizim kendi ayakları üzerinde durabilen kurumlara ve “özgürlük reformlarına” ihtiyacımız vardı. Bu yeni toplumun devrimci hareketi ve kurumları hakikaten özgürlükçü olmalıydı ki sosyalizm adı altında yeni bir zorbalığa, yeni bir Stalin’e yol vermesin. Öte yandan da kapitalizmi bastırabilecek kadar güçlü olmaları gerekiyordu.

Bookchin bu kurumların ancak demokratik meclisler olabileceğini anladı. Halka dair meselelerin kolektif bir şekilde ele alınabilmesi için mevcut ulus devlet yıkılmalı ve sahip olduğu güç meclisler halinde insanlara devredilmeliydi. Mesela çevreyle ilgili kararları, sanayi ustalarındansa artık kendileri alacaktı. Sadece yerelde çalıştıklarından, meclislerin daha geniş bir coğrafyada faal olmaları için konfederasyon halinde bir araya gelmeleri gerekecekti.

Sonraki yıllarını bu ekolojik ve demokratik toplum üzerinde düşünmeye adadı. Mesela 1980lerde halk meclisleri konfederasyonunun ulus devlete karşı bir güç veya ikili bir iktidar yaratacağını belirtti. Daha sonra federe topluluklara dayalı bir siyasal sistem diye adlandırılan bu projenin adı özgürleştirici belediyecilik oldu.

O yıllarda diğer Amerikalı ve Avrupalı solcuları da projenin önemi hakkında ikna etmeye çalıştı. Ancak o günlerde çoğu Mao, Ho Chi Minh ve Fidel Castro’ya özenmekten başka bir şeyle meşgul olacak halde değillerdi. Bookchin onların birer diktatör olduğunu savunuyordu ancak solcular bu eleştirileri duymak dahi istemiyordu. Onlara göre, ekoloji ve demokrasi küçük burjuvazi fikirleriydi. Sol, Stalinizmle yaptığı şeytan paktında sıkışıp kalmıştı. Bookchin’e sadece anarşistler kulak veriyordu. Nitekim onlar da devlet karşıtıydılar. O artık herkes tarafından tanınan bir anarşistti.

Anarşistlere özgürlükçü belediyecilik projesinin yani şehirlerin meclisler halinde özyönetimlerinin onların doğal politikası ve devrimci teorileri olduğunu söyledi. Onlar da kendisini saygıyla dinledikten sonra herhangi bir devlet yapısına karşı olduklarından yerel hükümet fikrine karşı çıktıklarını belirttiler. Oy çokluğuyla karar alma ilkesine karşı geldiler çünkü bu azınlık grupların taleplerinin göz ardı edilmesi demek olacaktı. Onlar, daha çok politik olmayan komüniter gruplar, kooperatifleri, radikal kitapevleri ve halk komünlerinden yanaydı. Bookchin bu yapıların kesinlikle daha doğru yapılar olduğunu düşünüyordu ancak böyle ciddi bir devrimi gerçekleştirebilmek için aktif, sağlam, yetkin, yapısal ve yasal bir siyasal güce ulaşmanın yollarını bulmak gerekiyordu. Özgürlükçü belediyecilik bunu gerçekleştirmenin ve ulus devlete karşı yere sağlam basmanın bir yoluydu.

O da anarşistlerin desteğini kazanmaya çalıştı. Onlarla biraya geldi, zaman zaman onarı sıkboğaz etti. Onları ikna etmek için zamanlarca dil döktü ve yeri gelince onları eleştirdi. Onları özgürlükçü belediyeciliğin anarşizmi siyasal bir yapı haline getirmenin bir yolu olduğuna ikna etmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Ancak, Öcalan’ın yakalandığı 1999 yılı dolaylarında, başarısız olduğunu ve anarşizmden uzaklaştığını nihayet kabul ediyordu.

Bütün bunlar olurken, Öcalan’ın vatana ihanet suçundan yargılanmasına karşı yaptığı savunmalarını pek okumamıştık. Mesela, kendisinin de Bookchin’ in yarım yüzyıl önce geçirdiği değişimi yaşadığını ve demokrasi lehine Marksizm ve Leninizm’i reddetmeye başladığını bilmiyorduk. Marksizm’in otoriter ve dogmatik olup yaklaşan sorunları çözmek için yetersiz olduğunu o da anlamıştı. Hâkimlere “bu tarihi anın gerektirdiklerini yapmalıyız” diyordu. Daha da ileri gitmek gerekirse, “kuralları, projeyi ve eylem biçimimizi değiştirmek gerekiyordu.” Bu, Bookchin’in 1946’da söylediği bir şeydi.

Öcalan bugün Türk hâkimlere baskıcı sistemlerin tek tek yıkıldığını ve “ulusal, kültürel, etnik, dini, dilsel ve yerel sorunların en yüksek demokratik standartlarda çözülebileceğini” söylemektedir. PKK bağımsız bir Kürt devleti amacından vazgeçmeli ve demokrasiyi bütün Türkiye için benimsemelidir.

Ona göre, demokrasi Kürt sorununun çözümünü sağlayacaktır. Demokratik bir sistemde her bireyin hakları ve oyu vardır ve etnik kökeni ne olursa olsun herkes bu sürece katılabilmektedir. Türkiye Devleti, Kürt halkının varlığını ve onların dil ve kültür haklarını kabul etmek için anayasada sadece birkaç düzenleme yaparak kolay bir şekilde demokratikleştirilebilir. Bu durum Kürtlerle birlikte ülkede daha büyük bir toplum yaratacaktır. Bu Bookchin’in desteklediği bir meclis demokrasisi değildi, daha ziyade tavandan tabana doğru bir yaklaşımdı. Öcalan “hedef demokratik cumhuriyettir” diyordu.

Öcalan’a göre, demokrasi Türkiye’nin geleceği için hayati öneme sahipti, çünkü Kürtler olmadan Türkiye gerçek bir demokrasiye ulaşamazdı. Diğer demokratik ülkeler de etnik sorunlarını bir dönem marjinalleştirilmiş grupları kendi içlerine dahil ederek çözmüştü ve biraradalık ve çeşitlilik onları daha da güçlendirmişti. “Türkiye’de olduğundan çok daha karmaşık etnik sorunları olan” Birleşik Devletler, Hindistan ve daha birçok yer etnik katılımla daha da güçlenmişlerdir. Kabul etmek, bütün dünyada farklılıkları güce dönüştürmüştür.

Türk hâkimler bu mesaj hakkında ne düşünürlerse düşünsünler, bu durumun hayati olduğu oldukça aşikâr. Ancak onlar suçlayıp hücre tecridine mahkûm ettikleri bu elçiyi dikkate almadılar.

Bookchin en iyi anarşistlerin eski Marksistler olduğunu söylerdi. Onlar nasıl düşüneceklerini ve mantıklı kararlar alabilmeyi biliyorlardı. Ve onlar diyalektiği biliyordu. Eğer tanışmış olsalardı, Öcalan için de aynı şeyi düşünürdü. Her ikisi de diyalektik bir bakış açısına sahip ve ortak bir Marksist tarihi paylaşıyor. İkisi de Marksist materyalistler değil ve Marksist konseptin yetersiz olduğunu ve tarihsel nedenselliğin sadece ekonomik değil çok yönlü olduğunu düşünüyorlar. Ancak ikisi de diyalektik düşünüyor ve tarihin gelişim süreçleriyle barışıklar.

Diyalektik, değişimi tanımlar. Bu değişim, fizikte söz konusu olan kinetik değişim değil de organik yaşamda ve sosyal tarihte meydana gelen gelişimsel değişimdir. Değişim çelişkiler arasında ilerler. Herhangi bir değişimde, yeni eklenirken eskinin bir kısmı muhafaza edilir ve bu da Aufhebung’a yani aşkınlığa yol açar.

Bu iki insanın tarihsel gelişim perspektifiyle düşünme eğilimi var. İkisi de Medeniyet tarihiyle ilgili çok önemli metinler yazdı ve birçok kez özgürlük mücadeleleriyle çarpışan devletlerin ve despotların iktidar ve direniş diyalektiği üzerine çözümlemeler yaptı. Marksistlerin aksine, onlar diyalektiği bazı kaçınılmaz isyanları önceden tahmin etmek için kullanmadılar, çünkü bunun tahmin edilemeyeceğini biliyorlardı. Bunun yerine, bir sonraki siyasi hamle olarak düşündükleri şey için ihtimalleri artırmak, potansiyeli tanımlamak ve tarihsel temelleri oluşturmak için kullandılar. Bilinçli veya bilinçsiz olarak, diyalektiği geçmişte olandan gelecekte olacaklar ve ahlak için ders çıkarmak üzere kullandılar.

Her bir gelişimin bir başlangıcı olduğu gibi ikisinin de yazdığı üzere Medeniyet tarihi için de ayrı ayrı başlangıçlar vardı: Paleolitik dönemdeki ilkel topumlalar, tarımın, özel mülkiyetin ve sınıf toplumunun ortaya çıkışı, dinin ortaya çıkışı, yönetimin, devletlerin, orduların, imparatorlukların, krallıkların, soyluluğun ve feodalitenin ortaya çıkışı gibi. Onlar moderniteyi, Aydınlanmanın doğuşunu, bilimi, teknolojiyi, sanayileşmeyi ve kapitalizmi tartıştılar. Tabiri caizse, ben bu tarihsel açıklamaları Medeniyet Anlatıları olarak adlandırmak istiyorum.

Bookchin iki büyük Medeniyet Anlatısı yazmıştır: Özgürlüğün Ekolojisi (1982) ve Kentsiz Kentleşme (1986). Öcalan’ın bu konuda birçok eseri vardır: Medeniyetin Kökleri ve PKK ve Kürt Sorunu’nun bazı kısımları ile Yol Haritası.

Onlar Medeniyet Anlatılarını siyasi sorunların çözülmesi için kullandılar. Her şeyden öte, Özgürlüğün Ekolojisi popüler ve reformist çevrecilere karşı radikal sosyal bir ekolojiyi destekleyen bir tartışmayı yürütmektedir. Bookchin bu temkinli liberallerin sadece devlet reformu yapmaktan öte ekolojik bir toplum üzerine de düşünebileceklerini göstermek istiyordu. İnsanlar geçmişte topluluk halinde yaşabiliyorlardı ve bugün de öyle yapabilirlerdi.

Bu yüzden, insanlık tarihindeki “organik,” kabilesel, komünal, hiyerarşik olmayan ve işbirliği halinde yaşayan olarak tanımladığı yazmayı bilmeyen ilk toplumlar üzerinde uzun süre durmuştur. Yaşam için gerekli olanlar, yararlanma hakkına (kaynakların ihtiyaç duyulduğu orana), tamamlayıcılığına (etik paylaşımına) ve indirgenemez asgari oranına (yiyecek, barınma ve giyinme hakkına) göre paylaşılmaktaydı. ” Birey ve toplum arasındaki bu birliktelik duygusu toplum ve çevre arasında da aynı birlikteliği yaratmaktaydı ve organik toplumlar doğal dünyayla uyum içerisinde yaşamaktaydı” der Bookchin.

Daha sonra organik toplumdan hiyerarşiye doğru uzanan diyalektik bir gelişim sürecinden söz eder: patriarkal düzen ve kadın egemenliği; yaşlıların lider olduğu yönetim biçimi; şamanlar ve rahipler; savaşçılar, önderler ve devletler; sınıf toplumu. Bir sonraki aşamada, doğaya hükmetme fikri ortaya çıkar ki burada doğa da sömürülen bir unsur haline gelir.

Hiyerarşik egemenlik silsilesi insanoğlunun özgürlük arayışıyla aynı paralele uzanır. Tarih boyunca direniş hareketleri organik toplumun yararlanma hakkı, tamamlayıcılık ve indirgenemez asgari gibi ilkelerini gözetmektedir. Bu potansiyel hala da doğayla karşılıklı bir ilişkinin mümkün olduğu özgür, kooperatif bir toplumda diyalektik bir iktidar olarak var olmaya devam etmektedir. O, bu fikirler dizisini sosyal ekoloji olarak adlandırmıştır.

1982 yılıydı. İkinci Medeniyet Anlatısı Kentsiz Kentleşme’ de meclis demokrasisinin temellerini oluşturdu. Eski Atina külliyatında, İtalya ve Almanya’nın ilk kentlerinde, Rus Psokov ve Novgorod’unda, on altıncı yüzyıl İspanyası’nın comunero meclislerinde, 1793 devrimci Paris’inin meclislerinde, Amerikan devriminin komitelerinde ve konseylerinde, 1848 Paris kulüplerinde, 1871 Paris Komününde, 1905 ve 1917 Sovyetlerinde, 1936-37 devrimci İspanya kolektiflerinde, bugünkü Yeni İngiltere toplantısında halk meclisleri geleneğine rastladı. Marksizm’in aksine, devrimin fabrikalarda değil de meclislerde nasıl gerçekleşebileceğini gösterdi. Devrim yandaşları zorbalığın yerini halk meclisleriyle ve bazen de konfederasyonlarla değiştirmeye çalışıyordu. Kentleşme, ulus devlete karşı belediyeci özgürlük mücadelesinin diyalektik temellerini oluşturdu.

Adadaki hapishanede yalnızlığa mahkûm edilen Öcalan, kendisini Medeniyet Anlatılarını çalışıp onları yazmaya adamıştır. Onun Medeniyetin Kökleri (2001) eserindeki amacı Türkiye’nin Kürtleri de kapsayan demokratik bir cumhuriyete duyduğu ihtiyacı göstermektir. Bunun yanı sıra sosyal evrimin, kökleri Mezopotamya’ya yayılıp Sümer’e dayanan medeniyetin geçirdiği makro süreçleri anlatmıştır.

 

Anlattığına göre, bir tapınak, yönetim merkezi ve üretim alanı olan Ziggurat “devlet yapılarının rahmini” oluşturmaktadır. En üst katın tanrıların evi olduğu, birinci katın ise ürünlerin üretilip depolandığı yer olduğu söylenmektedir. Tapınak böylece bir ekonomik üretim alanı olarak işlev görmekteydi. Yöneticiler ilahi statüye yükseltilirken, halkın geri kalanı tapınak merkezli bir ekonominin işçileri olarak hizmet vermekteydi.

Zigguratlar “insan zihninin çözümlendiği laboratuarlar, itaatkâr yaratığın yaratıldığı ilk tımarhanelerdir. Bunlar ilk patriarkal yapılar ve ilk fuhuş mekânlarıdır.” Bunları inşa eden Sümer rahipleri “merkezileştirilmiş siyasal gücün en büyük mimarları” olmuştur. Onların tapınakları şehirlere, şehirleri devletlere, imparatorluklara ve uygarlığa dönüşmüştür. Ancak bu durum hala devam etmektedir: “Medeniyet tarihi Sümer toplumunun uzantısı olup onun dallanmış ve çeşitlenmiş haliyken, bu toplumun temel yapısını hala muhafaza etmektedir.” Bizler hala Sümer’de, hala “o günden beri bütün tarihimizi yönlendiren bu inanılmaz entelektüel buluşun içinde yaşıyoruz.”

Onun diyalektik anlatımına göre Sümer medeniyeti bir tezse bizim Kürt sorunun tam içinde bulabileceğimiz bir antiteze ihtiyacımız vardır. Sümer şehrine karşı verilen herhangi bir etnik direniş o şehir kadar eskide kalmıştır. Binlerce yıldır, Türkler Anadolu’ya geldiğinden beri, Kürtler ve Türkler “tıpkı et ve kemik gibi birbirlerine bağlı olmuşlardır.” Kürtler Osmanlı yönetimine katılmış ve “yerel yönetimlere verilen otonomiden dolayı” orada gelişmişlerdir. Bugünkü cumhuriyeti onlar da kurmuştur. Bugün aşkın bir Sümer devleti tamamen demokratik olup hem Kürtlere hem de Türklere ev sahipliği yapan bir cumhuriyetin içinde bulunabilir.

Öcalan’ın etkilendiği diğer entelektüelleri çok bilmiyorum. Wallerstein, Braudel ve Foucault gibi düşünürlerin isimleri metinlerinde sık sık geçmektedir. Ancak şu çok net ki Öcalan 2002’de çok yoğun bir şekilde Bookchin’i özellikle de Özgürlüğün Ekolojisi ve Kentsiz Kentleşme adlı eserlerini okumuştur.

Daha sonra, avukatları aracılığıyla, Türkiye Kürdistan’ındaki her belediye yöneticisine Kentsiz Kentleşme’yi, militanlara ise Özgürlüğün Ekolojisi’ni okumalarını önerdi. 2004 baharında, avukatlarının Murray’la iletişime geçmesini istedi. Kendisini bir öğrencisi olarak gördüğü Murray’ın eserlerini iyi bir şekilde anlayabildiğini ve fikirlerini Orta Doğu toplumları için hayata geçirmeyi düşündüğünü iletti. Murray’dan kendisiyle bir görüşme yapmak istediğini rica etti ve ona el yazmalarından birini gönderdi.

Bu diyalogun gerçekleşmesi harika olabilirdi. Ancak 83 yaşında olan Murray bu daveti kabul edemeyecek kadar hastaydı ve nezaketle reddetmek zorunda kaldı.

Öcalan’ın sonraki yazıları, Bookchin üzerine yaptığı çalışmaları yansıtmaktadır. 2004’te yazdığı Bir Halkı Savunmak, Murray’ın “organik toplumuna” benzer bir şekilde ilkel toplum biçimlerinden ve “doğal toplum” olarak isimlendirdiği “komünal yaşam biçiminden” bahsetmektedir. Doğal toplumda, insanların “doğanın bir parçası” olarak yaşadığını ve “insan komünlerinin doğal ekolojinin bir parçası” olduğunu belirtmektedir. Bookchin’in belirttiğine çok benzer bir şekilde, hiyerarşinin ortaya çıkışını anlatmaktadır: devlet “sürekli bir şekilde hiyerarşiyi dayatmış ve değerlerle ürünlerin birikimi meşrulaştırmıştır.” Ayrıca, hiyerarşinin ortaya çıkışı doğaya hükmetme fikrini de beraberinde getirmiştir: Hiyerarşik toplum “doğanın bir parçası olmaktansa doğayı bir kaynak olarak” görmüştür. Öcalan bu sürecin diyalektik doğa sürecine de dikkat çekmektedir: “insanlık tarihinin başlarındaki doğal toplum, daha sonra gelen hiyerarşik toplumlara ve devlet tabanlı toplum biçimlerine dair antitezi çürüten bir tez sunmaktadır.”

Bu iki düşünürün karşılıklı Medeniyet Anlatıları özellikle incelenmesi gereken ve kimi zaman örtüşüp kimi zaman faklılıklar gösteren çok önemli meselelere değinmektedir. Ancak ben kısa ve öz olabilmek adına, arkeolojik araştırmalardan da beslenerek Mezopotamya hakkında yazdıklarından bahsedeceğim.

Daha önce belirttiğim gibi, Öcalan Mezopotamya’nın medeniyetin doğduğu yer olduğunu vurgulamıştır. Aynı fikirde olan Bookchin yazının burada başladığını belirtmiştir: “çivi yazısı tapınak katiplerinin alınıp satılan ürünlerle ilgili titizlikle tuttuğu kayıtlarda kullanılmaya başlamıştır.” Daha sonra, “bu kil tabletler üzerine atılan çizikler” aşamalı bir gelişim sonucunda “yazılı anlatım biçimlerine dönüşmüştür.” Öcalan hiyerarşinin, rahipliğin ve devletlerin Sümer’de oluştuğunu söylemekte ve Bookchin eski Mezoamerikan uygarlıklarını da bu sürece dahil etse de ona katılmaktadır. Ancak Bookchin’in dikkatini en fazla çeken, organik ve komünal toplumun direniş ve süreklilik biçimleridir: Sümer’de “ilk şehir devletleri eşitlikçi meclisler”  tarafından yönetilmekteydi. Krallığın ortaya çıkışından sonra, “muhtemelen eski sosyal yapıya tekrar kavuşmak ve balanın (kralın) otoritesini azaltmak için yapılan halk isyanlarına” dair kanıtlar vardır. “Yönetici (ensi) veya askeri derebeyleri bile halk meclisleri tarafından sürekli kontrol edilmekteydi.”

Bookchin özgürlük (amargi) kelimesine yazılı olarak ilk Sümer kaynaklarında “kralın zorbalığına karşı yapılan başarılı bir halk isyanından bahseden bir Sümer kil tabletinde”  rastlanmasına şaşırmıştır.

Bookchin’i okuduktan sonra Öcalan da amargi sözcüğünün kullanımından söz etmiş, ancak daha sonra bu konu üzerinde durmamıştır. Öte yandan, Öcalan Kürt halkının özelliklerini Neolitik döneme dayandırmıştır: “Özellikle zihniyet ve yapı bağlamında, Kürt halkının birçok özelliği Neolitik dönemdeki toplumlara benzemektedir.”  Bugün hala Kürt halkı organik toplumun paylaşımcı özelliklerini muhafaza etmektedir: “Tarihleri boyunca, Kürtler Klan sistemini ve kabile konfederasyonlarını desteklemiş ve merkezi hükümetlere karşı direnmeye çalışmıştır.”  Onlar özgürlüğün müjdecisidirler.

Birer Marksist olarak, Bookchin ve Öcalan’a tarihin diyalektik-materyalist süreçlerinin incelenmesinin mümkün olmadığı ve bu süreçlerin kaçınılmaz sonuçlarıyla birlikte yasalar gibi, yani ulus devletin ve kapitalizmin ortaya çıkışı ve onları proleter devriminin takip etmesi şeklinde bir işlerliğinin olduğu öğretilmiştir. Ancak Özgürlüğün Ekolojisi adlı kitabında, eski bir Marksist olan Bookchin “bu tür sosyal yasa ve teleoloji nosyonlarını” olumsuzlarken rahatsızlık duymuştur. Bu kavramlar, diğer bir deyişle Stalinism, sadece “bireyin insan kontrolünün dışında kalan insanüstü güçlere boyun eğmesi” için kullanılmayıp “sosyal olayların gidişatını etkilemek konusunda insanın iradesini ve bireyin tercihlerini”  de görmezden gelmiştir. Bunlar bizi “ekonomik ve teknik ulaşılmazlık” denen bir fikre mahkûm etmiştir. Bookchin’e göre, hiyerarşinin doğuşu bile kaçınılmaz değildi ve bu düşünce sistemlerini bir kenara koymak “özgür bir geleceğe dair bakış açımızı oldukça değiştirebilmektedir.” Yani, bir zamanlar komunal bir şekilde yaşadığımız gibi yine yaşayabilirdik.  Organik toplumun gömülü hafızası “bilinçaltımızda bir özgürlük istenci”  olarak var olmaya devam etmektedir. Bence bu Özgürlüğün Ekolojisi adlı eserin temel ve özgürleştirici anlayışını özetlemektedir.

Öcalan’ın Bir Halkı Savunmak adlı eserini okurken hissettiğim heyecanın bana 1985’te Özgürlüğün Ekolojisi’ni okurken hissettiğim heyecanı hatırlattığını fark ettim. O zamanda insanların bir zamanlar komunal bir dayanışma içinde yaşadığını, bu potansiyelin hala mevcut olduğunu ve sosyal yapılarımızı değiştirdiğimiz takdirde bu yaşam biçimlerine tekrar ulaşabileceğimiz fikri beni mutlu etmişti. “İndirgenemez asgari” kavramı sadece sosyalizm gibi yeni isimler almıştı. Özgürlüğün Ekolojisi okuyuculara Murray’ın “umut prensibi” olarak tanımladığı kavramı sunmaktadır ve bu hapsedilmiş Öcalan için mutlaka bir şeyler ifade etmiştir.

“2004’te “kapitalizmin zaferinin kaçınılmaz olmadığını” belirtti. “Başka bir tarih mümkündü”. Kapitalizmi ve ulus devleti kaçınılmaz olarak görmek “tarihi iktidarda olanlara bırakır.” “Olayların gerçekleşmesi için bir başka ihtimal her zaman için vardır… Özgürlük her daim mümkündür.”

“Doğal toplumun” komünal yönleri, özgürlük arayışında olan etnik gruplarda, sınıf hareketlerinde, din ve felsefe gruplarında her zaman vardır. “Doğal toplum hiçbir zaman yok olmamıştır.” Özgürlük ve iktidar arasındaki diyalektik anlaşmazlık batı tarihi boyunca hep var olmuştur. “Komünal yapıları oluşturan demokratik öğeler ile iktidar ve savaşı oluşturanlar arasında sürekli bir savaş vardır.”  Keza,  “komünal toplum hiyerarşik olanla sürekli olarak çatışma halindedir.”

Öcalan nihayetinde sosyal ekolojiyi benimsemiştir. 2004 yılında “sosyal ekoloji meselesinin uygarlıkla birlikte başladığını” ve “uygarlığın kökenlerinde” doğal çevrenin yıkımının başlangıcını” da görebileceğimizi yazmıştır. Doğal toplum bir bakıma ekolojik toplumdu. Toplumu yıkan güçlerin doğayla olan ilişkisi de benzer şekildeydi. Öcalan kapitalizmin anti-ekolojik (ekoloji karşıtı) olduğunu söylemektedir. Bookchin gibi, o da kapitalizme karşı ahlaki bir isyanı benimsemektedir: “ Kapitalizmle mücadele bilinçli bir ahlaki çaba gerektirmektedir.” “Ahlak geleneksel değerlerle uyum içinde olan yeni bir sosyal etiğe dönüştürülmelidir.” Kadınların özgürleşmesi çok önemlidir. O “doğayla sürdürülebilir diyalektik ilişkilerin olduğu ve ortak zenginliğin doğrudan demokrasi ile elde edildiği bir ahlak sistemi” yani “demokratik-ekolojik toplum” için çağrıda bulunmaktadır.

Peki, bütün bunlar Kürt sorununu nasıl ilgilendirmektedir? Bir kez daha, Kürtlerin özgürlüğünün herkesin özgürlüğü demek olduğunu savunmaktadır. “Herhangi bir çözüm sadece Kürt halkı için değil bütün insanlar için geçerli seçenekleri kapsamalıdır. Yani ben bu sorunlara tek bir hümanizme, tek bir doğaya ve tek bir evrene dayanarak yaklaşıyorum.” Ancak bu demokratik cumhuriyetle değil de, halk meclisleri aracılığıyla başarılabilir.

“Yapmamız gereken ilk şey, devletsiz yapılar ve komunal oluşumlar için demokratikleşmeyi hızlandırmaktır” demektedir Öcalan. Kürtlere sadece Türk anayasasını değiştirmeye odaklanmaktansa, yerel yönetimler oluşturmalarını önermektedir: “yerel ilçe meclisleri, kentsel bölgelerdeki belediye yönetimleri, ilçeler ve köyler oluşturulmalıdır.” Yeni siyasi partilere ve yeni ekonomi kurumlarına ihtiyaç duyulmaktadır: “ticarete, iktisada ve sanayiye yönelik yeni bakış açılarıyla kooperatiflere, çalışma gruplarına ve diğer birçok örgütlenme biçimlerine ihtiyaç vardır.” İnsan haklarını, kadın haklarını, çocuk haklarını ve hayvan haklarını gündeme getirecek sivil toplum örgütleri gereklidir. Ve en temel düzeyde nice komünal yapılar.

Yerel yapılar ve kurumların bir iletişim ağının olabilmesi için “belediye yönetimlerinin bölgesel konfederasyonlar” oluşturması gerekmektedir. En üst düzeyde, bunlar “demokratik toplumun en önde gelen kurumu” olan “Genel Halk Kurultayında” temsil edilmektedir. Kurultaylar “kurumsallaşma, kurallar ve kontrol mekanizmalarıyla siyaset, öz-savunma, hukuk, ahlak, ekonomi, bilim, sanat ve refah meseleleriyle ilgilenecektir.”

Zamanla, demokratik kurumlar yaygınlaştıkça, bütün Türkiye bir demokratikleşme sürecinden geçecektir. Bu kurumlar mevcut ulusal sınırları birbirine bağlayıp bütün bölgede demokratik uygarlığın ortaya çıkışını hızlandıracaktır ve sadece Kürtler için değil jeopolitik ve kültürel bir yenilenme yaşanacaktır. Demokratik bir konfederal birlik bütün Orta Doğu’yu kucaklayacaktır. Öcalan özgürlükçü belediyeciliğin bu Kürt versiyonunu “demokratik konfederalizm” olarak adlandırmaktadır.

Mart 2005’te, Öcalan bunun için bir manifesto ilan etmiştir: Kürdistan Demokratik Konfederalizminin İlanı. Bu manifestoda, “demokratik komünal doğal toplum yapısına, yani organik topluma, dayalı tabandan örgütlü bir demokrasi” çağrısında bulunmaktadır. Köy, ilçe ve şehir meclisleri kurulacak ve bunların delegeleri gerçek kararlar vermekle görevli olacaktır ki bu pratikte halkın karar alması anlamına gelmektedir.

Öcalan’ın demokratik konfederalizmi onun Kürtlerin özgürlüğüyle bütün insanlığın özgürlüğünü birleştirme hareketine dayanmaktadır. Bu hareket “Kürt sorununu demokratik yöntemlerle, Kürt kimliğinin bütün düzeylerde tanınmasıyla ve Kürt diliyle Kürt kültürünün geliştirilmesi aracılığıyla” çözüme kavuşturmaktadır. Dinsel, etnik ve sınıf farkları gözetilmeksizin herkesin kişi haklarını ve ifade özgürlüğü savunmaktadır. “Ekolojik toplum modelini” teşvik etmekte kadın özgürlüğünü savunmaktadır.

O, halkının bu projeye dâhil olmasını istemektedir: “Kendi demokratik yapılarını kurmak ve kendi kendilerini yönetmek üzere halkın bütün gruplarına, özellikle de kadınlara ve gençlere sesleniyorum.” Diyarbakır 2011 sonbaharında ziyaret ettiğimde, güneydoğu Anadolu’daki Kürtlerin bu projeyi hayata geçirdiklerini gördüm

2004-2005 yılında Öcalan artık devleti kendisini baştan aşağı demokratikleştirmek için reformlar yapmak konusunda ikna etmekten ya vazgeçmiş ya da bu odağını değiştirmiştir. 2005 yılında, “devleti demokratikleştirme fikri imkânsızdır” diye yazmıştır.

Devletin bir baskı mekanizması, “yönetici sınıfın örgütsel hali” ve “tarihteki en tehlikeli olgulardan biri” olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bu mekanizma, demokratik proje için zehirlidir ve adeta “bir hastalıktır. Mevcut olduğu sürece, “bizler demokratik bir sistem yaratamayacağız.” Bu bağlamda, önemli bir kuralın altını çizmektedir: “Ne kadar çok devlet, o kadar az demokrasi. Ne kadar az devlet, o kadar çok demokrasi.” Bu yüzden, Kürtler ve yoldaşları “çabalarını asla devlete” veya bir devlet olmaya yöneltmemelidir. Bu demokrasiyi kaybetmek ve “kapitalist sistemin ekmeğine yağ sürmek” anlamına gelmektedir. Bizler ancak “geleneksel iktidar biçimlerinden vazgeçtiğimiz” anda “alternatif bir sistemin yapılarını oluşturabileceğiz.” Demokratik konfederalizm, “devletsiz bir halkın demokratik yapısını” oluşturmaktadır.

Bu durum tamamıyla net olmakla birlikte Bookchin’n devrimci projesiyle tam bir uyum halindedir. Bookchin, halk meclislerinin oluşturulduğu ve konfedere olduğu zaman, ulus devletle mücadele edip, onu deviren ve yerine yeni bir sistem yaratabilen bir ikili güç olabileceklerini belirtmiştir. Bookchin, ikili güç kavramını sık sık vurgulamakta ve bu kavramı Trotsky’ye atfetmektedir: Trotsky, Rus Devrimi Tarihinde, 1917 Şubat devriminden sonra liberal birkaç hükümet devletin başına geçtiğinde, Petrograd Sovyet işçi ve asker vekillerinin ikili bir güç oluşturduklarını ve bu gücün daha sonra Ekim devrimine yol verdiğini belirtmiştir. Ancak bu şekilde, komünalist konfederasyon devrimci, karşı ve ikili bir güç oluşturabilirdi.

Ancak bu noktada Öcalan, Bookchin’le fikir ayrılığına düşmektedir: 2004 çalışmasında (Bir Halkı Savunmak), devlete dair çelişkili bir mesaj vermektedir: devleti yıkmayın. “Bana göre, devletin yıkılıp yerine yeni bir yapının kurulması gerektiği fikri doğru değildir.” “Devleti tasfiye ederek bir demokrasiye ulaşmak aldatıcıdır.”

Daha ziyade, “demokrasiye yer açmak için” devlet küçülmeli ve kapsam alanı daraltılmalıdır. Bazı işlevleri gerekliyken bazıları değildir ve bunlar iyi ayırt edilmelidir: mesela, halk güvenliği, sosyal güvenlik ve ulusal savunma. Konfederal demokrasi konseyleri “devletin tek başına çözemediği” sorunları çözmelidir, ancak demokrasinin yetkileri de “sınırsız değildir.” Bu yüzden, devlet sınırlandırılırken ve bazı kurallara bağlı kılınırken, “demokrasiye birlikte,” ona “paralel” ve onu “tamamlayıcı” bir şekilde var olabilir.

Bu çelişki “devletin iki yüzlü bir olgu” olduğunu öfkeyle belirten Öcalan’ın kendisini de şaşırtmış görünmektedir. Bu meselenin kendisi için belirsizliğini koruduğunu ve bunun anlaşılır olduğunu düşünüyorum. “Bugünün devletten demokrasiye geçiş süreçleri olduğunu ve bu geçiş süreçlerinde eski ile yeninin yan yana var olduğunu” gözlemlemektedir.

Bookchin’in komünalist hareketi pratik anlamda hiçbir zaman Öcalan’ın ki kadar ilerlememiştir. Ancak eğer ilerlemiş olsaydı, muhtemelen aynı sorunla karşılaşırdı. Bookchin’in bu tür durumlar için kullandığı geçiş programı tabiri bu noktada faydalı olabilir. O minimum program (belli konularda yapılan reformlar), geçiş programı (mevcut program gibi) ve maksimum program (sosyalizm, devletsiz demokrasi meclisi) şeklinde ayrımlar yapardı. Bu ayrımın devrimci bir arka planı vardır ki Murray bunu Trotsky’ye atfetmektedir. Bu, gerçek ve devrimden uzak dünyayla uğraşırken uzun vadeli hedeflerinize ve prensiplerinize bağlılığınızı sürdürmenin bir yoludur.

Bu arada, sonraki yıllarda, demokratik yapıların çatısı olan KCK bu değiştirici rolü oynamaktadır. 2009’daki Yol Haritası’nda, Öcalan KCK’nin devletle yıkıcı bir ilişki kurmasına gerek olmadığını” belirtmiştir. “Tam tersine, KCK devleti maksimum üretkenlik için zorlamalıdır. Gerilim süreçleri olsa da, aralarındaki kapsamlı diyalog demokratik çözümleri daha da mümkün kılacaktır. Süreç ilerlerse, en gerekli ve faydalı kurumlar mevcut kalıp geliştirilmeliyken, gereksiz ve faydasız olanlar yenilgiyi kabul edip faaliyetlerini sona erdirmelidirler. Demokratik mekanizmalardan beklenen tam da böyle bir sonuçtur.”

2004 Mayısında, Bookchin’in Öcalan’a şöyle bir mesaj iletmiştir: “Kürt halkının bir gün kendi toplumunu kurabileceklerini, kendi istediklerini yaşayacaklarını umut ediyorum. Kürtlerin Sayın Öcalan gibi bir lidere sahip olmaları müthiş bir şey.”  Daha sonra, 2004 yazında bu mesajın Kürt dağlarındaki Kürdistan Halk Konseyi İkinci Genel Meclisinde okunduğunu ve alkışlandığını öğrendik.

Bookchin 2006 Haziranında öldüğünde, PKK meclisi “20. yüzyılın en büyük sosyal bilim adamlarından birini selamlamıştır.” O “bizi sosyal ekoloji fikriyle buluşturdu” ve “sosyalist teorinin daha sağlam bir zeminde ilerlemesini sağladı.” Bize “demokrasinin, özgürlüğün ve sosyalizmin ancak devlet mekanizmasının dışında bir sistem içerisinde gerçekleşebileceğini” gösterdi. O bize bunu “nasıl gerçekleştirebileceğimizi” gösterdi. “Yaratıcı ve gerçekleştirilebilir” olduğunu düşündüğümüz “konfederalizm” sistemini bize sunan oydu. Meclis şöyle devam etti: Bookchin’in “devlet, iktidar ve hiyerarşiye dair tezi bizim mücadelemizle hayata geçirilecektir… Biz, gerçek bir demokratik konfederalizmi oluşturan ilk toplum olarak bu vaadi yerine getireceğiz.”

Başka hiçbir övgü onu daha mutlu edemezdi, sadece bunu duyabilmesini isterdim. Belki de onları Sümer’den bize kalan o ilk özgürlük sözcüğüyle selamlardı: “Amargi!”

 

–Burlington, Vt., Ocak 25, 2012

  • Abdullah, Öcalan Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi, 1999, çev. Kurdistan Information Centre (Londra: Mespotamian Publishers, 1999); sonrası Savunmalar; s.106
  • Savunmalar, s.44
  • Savunmalar,s.44.
  • Savunmalar, s.55
  • Savunmalar, s. 89-90.
  • Savunmalar, s.114.
  • Savunmalar, s.
  • Murray Bokchin, The Ecologyy of Freedom: The Rise and Dissolution of Hierarchy (Palo Alto, Kalif.:Cheshire BOoks, 1982); Murrat Bookchin, The Rise of Urbanization and the Decline of Citizenshipdaha sonra adln Urbanization Against Cities-(San Fransisco: Sierra Club, 1986).
  • Abdullah Öcalan, Hapishane Yazıları: Medeniyetin Kökleri, çev. Klaus Happel (Londra: Pluto Press, 2007); Hapishane Yazıları: 21. Yüzyılda PKK ve Kürt Sorunu, çev. Klaus Happel (Londra: Transmedia, 2011).
  • MB, Ecology of Freedom, bölüm 2.
  • MB, Ecology of Freedom, s.46, 43
  • MB, Ecology of Freedom, bölüm 3.
  • AÖ, Medeniyetin Kökleri, s.6.
  • AÖ, Medeniyetin Kökleri, s.53.
  • AÖ, Medeniyetin Kökleri, s. 25.
  • AÖ, Medeniyetin Kökleri, s. 98.
  • AÖ. PKK ve Kürt Sorunu, s.96. Öcalan’ın aksine, Bookchin bunun Hegel’in üçlüsü an sich, für sich ve an und für scih gibi kavramalarının basitleştirilmesi olduğunu düşünerek tez, antitez ve sentez gibi kavramları kullanmamıştır.
  • AÖ. Bir Halkı Savunmak, yayınlanmamıştır, p.8, Öcalan için Uluslar Arası Özgürlük İnisiyatifi.
  • 21
  • Öcalan’ın avukatları ve Bookchin arasındaki aracının anlattıklarını aktarıyorum. 22 Pub status
  • AÖ, Halkı Savunmak
  • Ecology of Freedom, s.144.
  • Ecology of Freedom, s.129. Henri Frankfort ve Samuel Noah Kramer’in çalışmalarına değinmektedir.
  • Ecology of Freedom, s.95.
  • Ecology of Freedom, s. 168.
  • AÖ. PKK ve Kürt Sorunu, s.22
  • “Demokratik Konfederalizm Bildirgesi,” 4 Şuabt, 2005, http://www.kurdmedia.com/article.aspx?id=10174
  • Ecology of Freedom, s.23-24
  • Ecology of Freedom, s.67
  • Ecology of Freedom,, s.143.
  • AÖ, Bir Halkı Savunmak, s.41
  • AÖ, Bir Halkı Savunmak, s.??.
  • AÖ. Bir Halkı Savunmak, s.??.
  • “Kürt Komünalizmi,” Ercan Ayboğa ile yazar tarafından yapılan söyleşi, (INFO)
  • AÖ, Bir Halkı Savunmak, s.
  • AÖ, Yol Haritası
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.