Düşünce ve Kuram Dergisi

Alim Meselesinden Aydın Sorununa

Ali Mert Cankaya

Kürt Aydınının evrimi ve tarihsel bağlamda günümüz modern akademilerinin yeni “Kürt Aydını”nı özneleştirme pratiklerinin ele alınması temel bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır. Tanzimattan, İttihatçılığa, İttihatçılıktan modern akademilere doğru evirilen Kürt aydınının kapitalist modernite ile iç içe geçme süreci olarak ele almak gerekmektedir. Neden Tanzimat ve İttihat gibi göreli olarak Kürt meselesinde pek fazla tartışma bulmayan süreçleri konu alıyoruz? Çünkü bu süreçler Kürtleri; Osmanlı İmparatorluğu’nun modernizasyonu ve Sultan II. Mahmut

Han’ın modernite deneyimleriyle birlikte etkileri günümüze kadar süren bir kırılmanın eşiğine getirmiştir. Bu modernizasyonun Kürt entelektüeli üzerindeki etkisi çok büyüktür ve bu etkinin sebep olduğu dönüşüm ekonomiden toplumsal yapıya ve ahlaka kadar, Marks’ın deyimiyle “katı olan her şeyin buharlaştığı” bir döneme denk gelir.

 

Aydın-Âlim Tartışması

Aydın kavramını “neden belli bir devletin ve onun kendisini örgütlediği coğrafyadaki modernite deneyimleri ile birlikte başlatıyoruz” sorusunu sormamız gerekiyor. Ve bu konuda aydın kavramının ontolojisi üzerine düşünmemiz gerekiyor. Öncelikle belirtelim ki, aydın kavramını belli bir zaman diliminden sonraki süreç için kullanmamızın sebebi Osmanlı’da kullanılan “âlim” kavramının tam olarak aydın kavramı ile örtüşmemesidir.

Aydın kavramı esasen Batı kaynaklıdır. Osmanlı coğrafyasında âlim dediğimiz insanlar, Avrupa’daki aydınlanma ile çok fazla iç içe geçmiştir ve “aydın” sıfatıyla ele alamayacağımız kadar farklıdır. (Tüm bu farklılıklara rağmen bulunduğu coğrafyada kullanım biçimi olarak aydına denk düşer yine de.) Âlim kavramı, Osmanlı’nın son dönemlerinde yerini yavaş yavaş “Aydın” kavramına bırakmıştır. Fakat şunu da ekleyelim ki uzun bir süre boyunca Osmanlı’da (Kürdistan coğrafyası dâhil) hem âlim dediğimiz insanlar hem de aydın dediğimiz şahsiyetler bazı dönemler bir arada, bazı dönemler ayrı bir şekilde, bazen ise belli bir ulusal mücadele çerçevesinde yan yana durabilmişlerdir. Bu da resmi ya da yarı resmi olarak geleneksel yapılar ile modern yapıların, kurumların bir süre boyunca birlikte yaşadığının göstergesidir. Çünkü belli tarzda belli bir yaşam tarzını, sınıfı, tabakayı ancak içerisinde kurumsallaştığı yapılar ile anlayabiliriz. Bu yüzden âlim ve aydın kavramlarını incelerken Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar olan yolda bu iki kesimin, içersinde kurumsallaştıkları yapıları ayrıca göz önünde bulundurmalıyız. Örneğin âlimler için medrese sistemini, aydınlar için ise Tanzimatla beraber gelen modern Osmanlı kurumları örnek gösterilebilir. Kürdistan coğrafyasına geldiğimiz zaman medreselerin çok uzun bir süre itibarını koruduğunu görürüz. Fakat Osmanlı modernleşmesiyle II. Abdülhamit döneminde aşiret mekteplerinden tutalım da İstanbul’da eğitim gören bey çocuklarına kadar belli bir ön-modern dönem boyunca aydın tabakası da oluşmaya başlamıştır. Üzerinde durulması gereken kesim ise Kürdistan’daki aydın dediğimiz kavramının içini dolduran toplumsal kesimdir. Çünkü medresenin gücünün zayıflamasıyla o kurumsallaşmanın içersinden gelen insan sayısı da bir hayli azalmıştır. Aydın dediğimiz Batı orijinli kesimin ise ağırlığı her geçen gün artmıştır. Fakat şunu da unutmamalıyız ki, aydın-âlim olarak kesin analitik ayrımlara gitmek tehlikelidir, çünkü Kürdistan’da modern okullaşmanın artmasıyla zayıflayan medrese kurumlarının kaynağını oluşturan insan gücü bu okullaşmaya kaymış ve en nihayetinde aydın ve âlim unsurlarının iç içe olduğu melez bir aydın tabakası da ayrıca Kürdistan’da gün yüzüne çıkmıştır. Örneğin ittihatçılarla, Abdülhamit arasındaki dünya görüş farklılıkları keskindir; fakat KTTC’den tutun da Kürt Teali Cemiyetine kadar (KTC), bu kurumlar içerisinde keskin ideolojik ayrımlar yoktur, her şey çok bulanıktır; kimlik, milliyetçilik, Kürdistan… Ayrım daha çok Şemdinanların mı, yoksa Bedirhanların mı yönetimde daha çok söz sahibi olacağıdır. İşte aşağıda anlatacağımız tarihsel kesitler âlim-aydın zıtlığına değil, aydın-âlim fenomenlerinin sürekli iç içe geçtiği bir tarihsel bağlamda ele alınacaktır.

 

Modern Kürt Aydının Ortaya Çıkışını Önceleyen Tarihsel Bağlam

Kürdistan coğrafyasında yaşayan halklar, topluluklar Osmanlı İmparatorluğu ve onun kurumlarının yapısal dönüşümüyle iç içe bir modernleşme yaşadılar. Yani coğrafya insanının, Kürtlerin ve birçok topluluğun modernleşme pratikleri ancak o zamanki dâhil olunan sömürgeci gücün dönüşümüyle anlaşılabilir. Çünkü Kürt halkı birçok dünya halkından farklı olarak egemen bir devlete daha bağımlı olan modernite deneyiminin çarkına dâhil edildi. Bu çark, Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme süreci, sürecin dayattığı ulus-devletleşme karşısında sarsıntı yaşayan yerel bey, şeyh ve eşrafın direnişi ve bu yerel dinamiğin direniş içerisinde kapitalist modernitenin alanına nasıl dâhil olduğuyla anlaşılabilir. Bu direniş sürekli modernleşen ve dünya sömürgeci güçlerinin çepeçevre çevrelediği, kapitalist pazarın kuşattığı bir dönemde gelişti. Bu süreç, Kürdistan topluluklarının modernlikle temaslarının çekirdeğini oluşturur. Bu süreçten itibaren gelişen Kürt aydınının durumunu konu edindiğimiz için aydın sorununu dönemin merkez güçleriyle ilişkisi temelinde ele almak zorundayız.

 

Aydın Sorununa Giriş, Tarihsel Bağlam

Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ile mücadelesinde Kürt aşiretleri otoritelerini korumak amacıyla eski Akkoyunlu veziri Kürt İdris-i Bitlisi’nin aracılığıyla Sultan Selim’e yanaştılar. Bunun sonucunda Sultan, Şah İsmail’i Çaldıran’da büyük bir bozguna uğrattı. İdris-i Bitlis’inin de aracı olmasıyla Kürtler ile Yavuz Sultan Selim arasında yazılı olmayan bir anlaşmaya imza atıldı. (Kanuni döneminde bir fermanla yasal bir zemine oturdu) Bu üstü kapalı anlaşmaya göre Kürtler kısmı vergi ve asker gönderme görevlerini yerine getirecekler, fakat kendi iç meselelerinde özerk olacaklardı. Osmanlı devleti coğrafyaya hâkim olabilmek için yörenin beyini Osmanlı devleti adına görevlendiriyor ve birçok şeye karışmıyordu. İlişkiler çoğu zaman kendi yerel Kürt emirlikleri üzerinden gerçekleşmiştir. Hatta fazlasıyla çevrede yer alan kesimlerde Osmanlı’dan bahsetmek çok zordu. Birçok çevre Osmanlı-Kürt ilişkileri sorununda İdris-iBitlis-i ye kilit bir rol biçerler. Celadet Ali Bedirhan’ın Mustafa Kemal’e yazdığı mektubunda şu sözler olayı başka bir boyuta taşımaktadır: “Evet, Kürdistan meselesi, ne zamanımızda ve ne de selefleriniz zamanında başlamış değildir. Türkiye’de Kürdistan meselesi, Kürd ümerasının ilk Osmanlı tarihi ‘heşt beheşt’ müellifi İdris-i Bidlisi vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim’e sünni bir hükümdara biat ettikleri günden beri mevcuttur.” Yani Modern cumhuriyete sıkıştıramayacağımız genişlikte bir Kürt ve Kürd’ün aydın meselesinin mevcudiyeti vardır.

II. Mahmut dönemi ile birlikte Sultan Yavuz Selim’den o güne kadar olan hukuk değişiyordu. II. Mahmut döneminde yapılan merkezileştirme çabaları ile birlikte Kürtler ilk kez modernitenin pratikleri ile karşı karşıya kaldılar. Dünyanın dört bir yanını saran sömürgecilik ve esasında kapitalist modernite güçleri tarım ekonomisine dayalı Osmanlı topraklarını ve devletini modernleşmeye doğru sürüklüyordu. Kürdistan’da II. Mahmut’a kadar merkez her ne kadar zayıf olsa da, devlet iktidarı ve bürokrasisi, yargı organları ve ordusunun görünürlüğü hiç bu kadar yoğunlaşmamıştı. Bu merkezileşme bir yandan Kürt halkında bir tür muhafazakâr direnişe (bkz: 1830 Yezidi Ayaklanması) diğer taraftan ise yerel zenginlerin fazlasıyla modernite ile tanışmasına sebep oldu. (1858 Osmanlı Arazi Kanunnamesi)

1858 Osmanlı Arazi Kanunnamesi ile birlikte geleneksel Osmanlı Tarım Kanunu dönüşüme uğradı. Kanunnamesinden önce İmparatorluk topraklarının çoğu yerel Kürt aristokrasisine ve atanmış görevliler olan Mültezimlere aitti. Bu durum vergi toplamalarda sık sık adaletsizliklere ve köylülerin kaçıp toprakları boş bırakmasına sebep oluyordu. Merkezileşme ve reformlar adına padişah bir kararla bundan sonra bireylerin tasarruf hakkında bulunması amacıyla Arazi Kararnamesi çıkardı. Böylece göçer köylüler bir tapu dairesine gidip tasarruflarına toprak kaydediyorlardı. Göçerliğin dönüşümünde bu tarım yasasının büyük etkisi vardır. Bunu fark eden devlet meralara bile tasarruf hakkı tanıdı. (Coğrafi hareketsizlik ne kadar fazla ise merkezileşme o kadar fazla sağlanır.) Yasada dikkati çeken en önemli hususlar kolektif mülkiyetin kesinlikle reddedilmesiydi. (yani Kürtlerin komünal tarım ekonomisi zayıflıyordu) Kürtlerin komünal tarım yöntemleri zayıflarken, meralara bile tasarruf, yani kısmı mülkiyet hakkı tanınırken, geleneksel aşiret ilişkilerinde de değişim kendisini hissettiriyordu. Aşiret içerisinde güçlü bir kesim fazla toprak alırken diğer kesimler az toprak aldı ve aşiret içerisindeki eşitsizlikler daha da arttı. En önemlisi de bu yasadan köylü çok geç haberdar oldu. Yasadan yine faydalananlar yüksek devlet memurları ve ağalar, beylerdi. Dağlık arazilerde geniş toprak alımı zaten zordu ve aslında verimli de değildi. Bu yüzden dağlık arazilerdeki tasarruflar genelde daha eşitlikçi bir tablo arz ediyordu fakat ovalarda geniş toprak arazilerinin karlılığı, eski toprak ağaların ve yüksek memurların gözünü döndürüyordu. Böylece tapu daireleri ile arası iyi olan Kürt zenginleri ovalardaki büyük ölçekteki toprakları kapattılar. Bu tarihten sonra çok önemli bir sosyolojik olguyla karşı karşıyayız: Yeni bir yaşam tarzına sahip olan yeni bir sınıfın ortaya çıkışı: Kentte yaşayan toprak beyleri. Bu yerel zengin Kürt toprak beyleri, kırsalda yaşayan akrabalarına göre daha fazla devlet kurumları ve oluşmaya başlayan Osmanlı modernitesiyle iç içeydiler. Modern Kürt aydını hem yerelde direniş gösteren hem de yavaş yavaş moderniteyle tanışan böylesi bir tarihsel zemin üzerinde yükseldi. İşte Kürt beyleri ovalara, yani günümüzdeki şehirleri oluşturan ilk mekânlara yerleştikleri zaman daha fazla modernitenin meyvelerinden yararlanmak istediler. Örneğin çocuklarını en iyi okullarda okutmak, ya da devlette iyi bir memuriyet sahibi olmak gibi…

Yerel Kürt zenginlerinin çocukları İstanbul ve Avrupa’nın en iyi okullarında eğitim-öğretim gördüler, dünyaya batılı bir pencereden baktılar. Böylece Kürdistan’ın sömürgeleşmesi bir yana, Kürt aydınları, kapitalist modernite ile birlikte Avrupalı eğitim tarzından geçmiş, son derece modernize olmuş seküler-milliyetçi akımlarla, muhafazakâr-yerel dini kanaat önderlerinin arasında gidip geldiler. Örneğin Kürdistan gazetesindeki Midhat Bedirhan’ın bir yazısında neden Kürdistan Gazetesi yayımladığını belirtmesi bunu ifade etmektedir:

Kürd beylerinin seçkinleri olduğumdan ve Peygamberin ‘hepiniz çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz’ emriyle görevli ve sorumlu bulunduğumdan, …. , payıma düşen görevi yerine getirmek amacıyla, Kürtleri bilim ve sanatları öğrenmeye özendirmek ve zamana göre bilinçlendirmede bulunmak üzere Kürd diliyle şu gazeteyi meydana getirip yayımladım.”

Midhat Bedirhan’ın Padişah II.Abdülhamit’e yazdığı bu cümleler, girişte bahsettiğimiz ‘Osmanlı modernleşmesi’nin nasıl imparatorluğun diğer madun halkların aydın kesimine kendi hastalıklarını sirayet ettirdiğidir. Bedirhan’ın söylediği bu sözü çok rahat bir şekilde bir İttihatçıların ağzından da duyabilirsiniz. Çok farklı milliyetçilikleri savunan iki görüş, yani Kürt ve Türk modernleşmesi, yan yana yürümüştür. Modernist zihniyete sahip devlet Kürtleri asimile edeyim derken, kendisine çok benzer fikirlere sahip olan, fakat sadece etnisitesi farklı olan, gerektiğinde kendisine karşı aslan gibi kükreyen ve gerektiğinde kendisiyle işbirliği yapan bir aydın tabakası yetiştirmiştir. (bknz: Botan Miri Bedirhan Bey) Örneğin o dönemde Bedirhan’ın bu fikirleri, o dönemin bir kısım Osmanlı aydınında da görebiliriz. (kronolojik olarak bir dönem sonra bkz: Halide Edip Adıvar’ın romanlarındaki pozitivist küçük-burjuva karakterler). Aynı şekilde Nuri Dersimi’nin gençliğe hitabesini okursak ne kadar pozitivizmden etkilendiğini de görürüz. Tüm bunların yanında, Mikdat Midhat Bedirhan’ın çıkardığı Kürdistan Gazetesi’nin Kürt eşrafı tarafından okunduğu ve kültürel milliyetçiliği doğuşunda önemli rol oynadığı”[3] inkâr edilemez. Ancak bu Kürt milliyetçiliği genel olarak Osmanlıcı olmayı sürdürür. Kürdistani düşüncenin gelişimi ve bu düşünceyi ifade eden Kürt aydınları, egemenleri, Osmanlıcı ve devletçi çevreden dışlandıkları gibi Mevlanazade Rıfat’ta olduğu gibi bu çevrelerle birlikte 1920’de Kürdistan’ı parçalayıcı güçler tarafından da tehlikeli görülmektedirler. Buradaki ikilem de başka bir yazının konusu olabilecek potansiyele sahiptir.

Osmanlıyı modernize eden süreç kapitalizm, devlet bürokrasisi, reformlar, merkezileşmebütün bunlar bütün bir imparatorlukta her bir kesme belli tarz özneleşme pratiğinin içersine soktu. Yani Osmanlı’da merkezileşme olurken sadece Kürdistan’da olmadı, bütün İmparatorluk sathında gerçekleştirildi. Mevcut Türk, Kürt, Arnavut ve Arap aydınlarının serüveni aslında bütün acı olaylar içerisinde, bütün katliamlar ve savaşlar içerisinde aynı kökene dayanır. Bu iki kesimde, çağın algı yapılarını belirleyen söylemlerden kesinlikle muaf değildirler. Nuri Dersimi’den o zamanın önde gelen aydınlarına kadar birçoğu aslında kendi karşıtlarının retoriği ile çok benzeşiyordu. Bunun sebebi Kürt halkının düşmanına aşık olması gibi basit bir cümleyle ifade edilemez. Esas sorun Cumhuriyet’in Türk aydınlarını modernize eden mimari ile sömürgeleştirilmiş Kürdistan’ın aydınlarını modernize eden mimarinin benzeşmesinden kaynaklanır. Düşmanı belli bir etnisite, siyasi elit ya da devletten ibaret görmek çok yetersizdir. O elitlerin içerisinde özneleştikleri, içerisinde yaşam alanı buldukları kapitalist modernitenin özneleştirme süreçlerine odaklanmalıyız. Yani burada ele alınan konu iki farklı kesim, siyaset arasında antogonistik bir mevzuyu ele almak değildir. Mevcut Kürt aydınının haritalandırılması, arkeolojisidir.

Osmanlı bir yandan devleti modernize ederken, diğer yandan geleneksel yapılar uzun süre ayakta kalmaya devam etti. Böylece Kürdistan’da da uzun bir süre kapitalist moderniteden esinlenen aydınlar ile geleneksel aydınlar daha doğru bir ifadeyle âlimler bir arada bulundu. O zamanın ulusal hareketleri de bu heterojenliğin izlerini taşıyordu. Zamanla reformların hızlanmasıyla ve geleneksel yapıların çok ciddi kırımdan geçirilmesiyle, özellikle yeni cumhuriyetle birlikte “gelenek” ciddi bir erozyona uğradı. Kısacası, tüm bunların vuku bulduğu tarihsel bağlam erken dönem Kürt aydınlarının ve Kürt milliyetçilerinin iç içe geçtiği dönemdir.

Kürt coğrafyasında âlimden aydına geçişin izleri sürerken milat olarak tanzimatın arifesi ve sonrası ele alındı. Modernite ile birlikte onun hastalıkları kendisinde barındıran Türk ve Kürt aydınlarını aynı eksende özneleştiren bir ideolojik tahakkümden bahsettik, bunun sebebi tabii ki de Kürt ve Türk aydınlarını yeniden ortak bir paydada birleştirme kaygısından kaynaklanmaktadır. Bizi, yani potansiyel Kürt ve Türk aydınlarını ilgilendiren temel mevzu kapitalist moderniteye karşı, demokratik modernitenin aydınlarının öne çıkmasıdır. Bizi aynı potada eriten, kendi istediği gibi özneleştiren ve karşıtlaştıran Kapitalist moderitenin kontrolüne ve denetimine karşı, Demokratik Modernite’nin özneleşme ve iradeleştirme süreçlerine ağırlık verilmesi esas olandır. Demokratik Modernite’nin somutlaşacağı süreç, Kürt ve Türk aydınlarının Kapitalist Modernite’nin kültür denetimine ve endüstrisine karşı mücadelesini de açığa çıkartacaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.