Düşünce ve Kuram Dergisi

Cins Mücadelesi, Barış Mücadelesi, Özgürlük Mücadelesi

Nazan Üstündağ

Dünya yakın tarihi, tarih kitaplarında bir ulus devletleşme tarihi olarak anlatılır. Kimlerine göre, son birkaç yüzyıldır siyasetin gidişatını belirleyen en önemli dinamik, krallardan, kölelikten ve dinin baskısından özgürleşen ulus kimliğinin özünü bulması; bu öz çerçevesinde dünyayı yeniden inşa etmesidir. Kimileri ise bu tür bir özcü yaklaşıma şüphe ile bakarak , ulusun bir kurgu olduğunu belirtir. Örneğin meşhur tarihçi Gellner’e göre ulus kapitalizmin bir üründür ve ulus, devleti değil, devlet ulusu yaratır. Anderson’a göre ise ulus bir hayali cemaattir ve hayal edilmesi ancak yeni iletişim teknolojileri ile mümkün olmuştur. İnsanlar ancak bu teknolojiler icat edildikten sonra hiçbir zaman görmedikleri ve görmeyecekleri kişilerle aynı cemaati paylaştıklarını düşleyebilmişlerdir. Hobsbawm ulusu yaratan devletin nasılda sondan başlayıp geriye doğru giderek tarihi ve geleneği icat ettiğini anlatır. Siyasi otoritenin hangi yöntemlerle hareketli, değişken ve çoğul bir geçmişi, ulusun tekil kıyafetini giydirerek buz tutturduğunu örnekler.

Ancak ister doğal, ister icat olarak baksınlar, tüm bu yazarlar yakın tarihin bir uluslaşma ve devletleşme tarihi olduğu konusunda hem fikirdirler. Oysa yakın tarih sadece uluslaşma ve devletleşme tarihi değildir. Yakın tarih aynı zamanda ve aynı şiddetle ulus-devlete karşı mücadele tarihidir de. Bundandır ki 20. Yüzyıl bir çatışmalar ve iç savaşlar asrı olmuştur. Görünüşe göre 21. Yüzyıl ise barışmalar tarihi olmaya aday.

Ulus-devletin dayandığı kapitalist, cinsiyetçi, tekçi ve tekelci yapı ve bu yapıya karşı küresel ve yerel düzeyde sürdürülen mücadeleler hakkında bugüne kadar çok şey söylendi. Bu yazının konusu itibarıyla kadınlar ile ilgili olanları hatırlamak yerinde olacaktır. Kadınlar ulus-devletin inşasında hem önemli bir rol oynar hem de nesneleştirilir ve kurulan siyasi cemaatin öznesi olmaları engellenir. Örneğin kadınlar ulus söz konusu olduğunda öncelikle eş ve ana olarak tanımlanırlar. Vazifeleri gelecek kuşakları yetiştirmekten ibarettir. Kadınlar aynı zamanda ulusun sembolleridirler. Bir yandan ulusun neye benzeyeceği, örneğin medeniyet seviyesi ya da gelenekselliği kadınların durumu dolayışıyla okunur. Öte yandan kadınlar, ulusun namusu haline getirirler ve özellikle “ötekine” karşı dokunulmaz kılınırlar. Vatandaşlık söz konusu olduğunda ise ulusun normal kabul ettiği vatandaş erkektir. Vatandaşlık hakları erkeği var sayarak tanımlanmıştır. Üstelik erkeği müstakil ve kendinden menkul bir vatandaş haline getiren de onun aile reisi olması ve bir kadın ve çocuk karşısında egemen olmasıdır. Bir diğer deyişle ulus her biri birer kadına hükmeden eşit erkekler cemaatidir. Bu esasen birbirinden habersiz ve farklı cemaatin birlikteliği: dişileştirilmiş vatan, namuslaştırılmış eş ve melodramatikleştirilmiş analar imajlarıyla anlamlı kılınır.

Savaş zamanında birbirlerine düşmanlaşan erkeklerin kadınları hedef seçmesi de bu sebeplerdendir ki şaşırtıcı değildir. Kadınlara saldırmak yoluyla ötekinin ulusunun namusuna, anlamına, vatanına saldırılmış olur. Yine bundandır ki barışma süreçlerinde de erkekler kadınlara yer açmaz. Kadınları ulusun nesnesi olarak tutmaya kalkışır. Ağlayan analardan bahseder ancak anaları müzakereye almazlar. Barış bu yönüyle hemen her zaman savaşı taklit eder. Erkeklerin barışmasını esas alır. Kadınların erkeklerin savaş ve barış dansı yaptığı zeminden ibaret bırakır.

Bu yazı barışın sürdürülebilir olmasının imkânları ile ilgili ve bu imkânın ancak ve ancak cins mücadelesi ve kadın merkezli bir barışın inşası ile açık kalabileceğini iddia ediyor. Kadınların katılımı olmadığı ölçüde, ulus devlete karşı mücadele edenler ile ulus devletin faillerinin müzakeresinin bir egemenler müzakeresi olacağını söylüyor. Kadınların katılımının olmadığı barışın sürdürülemez, toplumsallaşamaz olduğunu; her şeyden önemlisi hakiki bir yeniden inşa değil bir denge yönetiminden ibaret kaldığı tezini savunuyor.

 

Barış Süreçleri

Devletleşmiş aktörlerin kendi aralarında sürdürdükleri savaş ve barışlar ile birinci ve ikinci dünya savaşları sonrasında batı sömürgelerinin ulus devletleşme serüvenlerini bir yana bırakırsak, devletlerin kendilerine karşı mücadele eden devlet dışı aktörlerle bugün bildiğimiz anlamda “barışma” pratiği geliştirmelerinin 1990’larla birlikte ortaya çıktığını söylemek mümkün. İkinci dünya savaşı sonrası ve akabinde kurulan çift bloklu sistemin şokundan 60larda anca toparlanan dünya için, 1990lara kadar ki tarihi ise, ulus devletlerin kendilerine karşı başlayan tüm isyanları askeri güçlerle yok etmesi, darbelemesi, olağanüstü hallerle yönetmesi, işkence etmesi, katletmesi ve soykırıma uğratması oluşturuyor. Guatemala, Arjantin ve El Salvador katliamları, Endonezya, Malezya kıyımları, Güney Afrika’da, Uganda’da, Türkiye’de ve Yunanistan’daki cunta rejimleri hep bu dönemin ürünleri.

Ne zaman ki 1970lerin, 80lerin ve 90ların ortasına kadar devlet tarafından geliştirilen terör coğrafyaları ve korku hükümdarlıkları yeni kapitalist düzen içinde sürdürülemez oluyor, ne zaman ki küresel ve yerel sermaye hukuk dışı ilan edilmiş alanlara girmek için ellerini kavuşturmaya başlıyor, işte o zaman uluslararası alanda “anarşist” ve “isyancı” güçlerle barışmanın hukuksal çerçevesi de ortaya çıkmaya başlıyor. 1990lar ve 2000lerde önce yerlilere, sonradan ise devlet olması mümkünlere ve “savaş mağdurlarına” ulus devletlerle anlaşma yapma imkânı veriliyor. İşte bu dönem aynı zamanda ulus devletin eski gücünü kaybettiği söylencesinin de yaygınlaştığı zamanlardır. Ondandır ki 2000lerde yepyeni bir yönetim biçimi olarak karşımıza çıkacak olan “terörle savaş” barışan devletlerin kaybettikleri “sihiri” yeniden tesis etme yolu: devlet içerde olağanüstü hallerle sergileyemediği gücü dışarıda insansız hava uçaklarının büyüsüyle gasp etmeye çalışıyor. Bir diğer değişle devletler bir yandan sermayenin girebileceği her yere girmeyi sağlamak adına barış yaparken bir yandan da “canavar” ilan ettikleri aktörlere karşı her türlü gücü sergiliyor. “Kurtarılmış bölgeleri” ulus devlete sığmayan alanları entegre ederken muğlak sınırları terörize ediyor.

Ulus devletler kendilerine karşı mücadele edenlerle yaptıkları barışı hemen herzaman bir tasfiye süreci olarak tariflerler. Barış sürecinde atılan adımların tamamı şiddetin ve yasanın (silahsızlanma yoluyla) tekrar devlet elinde tekelleşmesini, tarihin ve hafızanın tekilleşmesini (kültürel entegrasyon, devlet görevlilerine uygulanan af, kapitalist gelişme ve fon aktarımı yoluyla) ve yasa dışı kalmış alanların kapitalizme entegrasyonunu içerir. Bu sayede silahlı mücadele süresince delik deşik olmuş “mülk” ve “vatan” yeniden inşa edilir. Örneğin Güney Afrika’da af ve silahsızlanma sayesinde beyazların mülkü dokunulmaz ilan edilmiş, siyahlar ve beyazların ayrı tarihleri aynı vatanın parçası kılınmıştır. İrlanda’da ise İngiltere devleti Ira’nın mücadelesini bir talepler manzumesine indirgemiş, talepleri kısmi olarak gerçekleştirip, IRA’yı evcilleştirme üzerinden, tasfiye etmeyi amaçlamış, bu sırada kendini de Protestanlar ve Katolikler arasında arabulucu ilan edip temize çıkarmak istemiştir.

Direnenler için ise barış siyasi mücadelenin silahsız yapılabileceği bir yasal ve toplumsal zeminin inşası ve yeni mücadele alanları yaratılmasından ibarettir. Bu nedenle de barış bir egemenlik modeli değil tam tersi için mücadeledir. O yüzden de en çok kadınlara gereksinim duyar.

 

Bir diğer deyişle: Türkiye’de ve Kürdistan’da Savaş ve Kadın Mücadelesi

Türkiye’de ulusalcı ve sömürgeci Türk egemenliğinin inşası ile birlikte ortaya çıkan Kürt sorunu ile son otuz yıldır süren savaş ve bu savaşın kurumsallaştırdığı devletçi militarizmin, kadınları uğrattığı yıkım üzerine Kürt kadın hareketi ve Türkiyeli feministler çokça söz söyledi. Buna göre, savaş politikaları, kimi zaman kadınları doğrudan hedef aldı; karakollarda taciz ve tecavüze, köylerde kötü muamele ve zorunlu göçe, kentlerde yalnızlığa, yoksulluğa, dilsizliğe mahkûm etti. Kadınlar kimi zaman yakınlarını kaybettikleri, hatırlamak ve yas tutmak onların payına düştüğü için, kimi zaman siyasileşmiş ve militaristleşmiş bir ortamda gündelik hayat iyice değersizleştiği için, kimi zaman da kentin üretim güçleri ve ilişkileri kadınları dışladığı için evlere kapanıp içlerine çekildiler. Ancak savaş doğrudan onları hedef almadığında da savaşın militarizmi önce onları acıttı. Toplumsal bağların parçalandığı ve kadınların geleneksel korunma ve sorun çözme mekanizmalarından mahrum kaldığı ortamlarda, mahallelerde ve ailelerde kadınlar dövüldü, öldürüldü. Militarizmin kışkırttığı ve toplumsal aidiyetlerin aşınmasıyla geminden boşalan erkeklik, kadınlara yönelik katliamlara ve soykırımlara yöneldi. Kadınları toplumsal ve kamusal alandan atmaya kalkıştı. Öte yandan savaşın maliyetini karşılamak amacıyla çeşitli ekonomik reformlar gerçekleşti ve savaş kadınlardan, çocuklardan, gençlerden eksiltilen paralarla sürdürüldü. Kısacası sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamın tümü, sadece doğrudan mağdur edilen Kürt kadınları için değil tüm kadınlar için gittikçe daha fazla cinsiyetlendi. Ancak bu cinsiyetlendirişin ta kendisi aynı zamanda kadın merkezli bir mücadeleyi de mümkün kıldı.

Savaş ortamı Türkiye’de hele de Kürt kadınları söz konusu olduğunda kadınları mağdur ettiği kadar fail de kıldı. Örgütlenen Kürt kadınları Ortadoğu’nun tamamını değiştirmeye talip yeni bir ideoloji, birliktelik, tarih ve gelecek tahayyülünü oluşturmayı başardılar. Cinsiyet eşitliği ve ekoloji temelli bir dünya görüşünü kurdular. Bir yandan Türkiyeli kızkardeşleri ile birlikte barış mücadelesi verirken bir yandan da Kürdistan’da kadın dostu şehirler ve kadın merkezli kamusal alanlar inşa etmeye çalıştılar.

Ancak bundan da önemlisi kadınlar, savaşla tarumar edilmiş yerlerde, köylerde, kentlerde, dağlarda ve bayırlarda, sokakta ve partide, üzerlerine polis ve asker şiddeti sinmiş şeylerle, eşyalar ve kelimelerle, her şeye rağmen yeniden yaşamı kurdular. Bir diğer deyişle yıkımın ta kendisini mesken tutup ev yaptılar, militarizme inat gündeliği yaşattılar. Kadınlar bir yandan Kürt coğrafyasında tanık olduklarını cilt cilt kitaplar yazan gazeteci ve araştırmacılara anlatırken bir yandan da o coğrafyanın göbeğinde çocuklarını yedirdiler, eylemlere gittiler. Tanıklıklarıyla, hafızalarıyla, eyleyişleri ve söyleyişleriyle yeni bir Kürt kimliği yarattılar. Bir diğer deyişle mağduriyet, yanı sıra hem dünyanın sonuna tanıklığı hem de yeni bir dünya kurmanın failliğini getirdi. Böylelikle kadınlık yeni bir tür vatandaşlığın, egemenlik yerine tanıklığa dair bir çeşit gayir-resmi, enformal Kürt vatandaşlığınının da kurucusu oldu.

Türkiye’nin son otuz yılında, Kürdistan ve Türkiye coğrafyalarında çoğunluğu kadın yığınla insan mağdur, tanık ve fail olarak onlarca örgütlenme deneyimi yaşadılar. Bu örgütlenmelerin tümü Türkiye’de yeni bir düzenin tesis edilmesi için uğraştı. Cumartesi Annelerinden Barış Annelerine, Tutuklu Yakınlarından Zorunlu Göç Mağdurlarına, Yakınlarını Kaybedenler Derneğinden İnsan Hakları Emekçilerine, Barış İçin Kadınlardan Vicdani Retçilere kadar uzanan geniş bir yelpazede; kimi kez bu yelpazenin merkezinde kimi kez ise çeperinde yer alanlar, militarizmi ve milliyetçiliği, hukuksuzluğu ve hukuku, devleti ve derin devleti sorguladılar. Üstelik, sahip çıktıkları hafızalar, yönelttikleri sorgulamalar ve kamusal alandaki eyleyişleri ile yeni, çoğulcu ve kapsayıcı bir vatandaşlık ideolojisi ve pratiği oluşturdular.

 

Kadınların Barışa Katılımı

Dünyada 1990 ile 2012 arasında 102 barış süreci yürüyor ve bu süreçlerde 585 anlaşma imzalanmış. Yani süreç başına 5 bozulmuş anlaşma düşüyor. Öte yandan dünyada yürüyen bu 102 barış sürecine aktif olarak katılanların sadece %8i kadın. İmzacıların %3ü, arabulucuların-ki bu arabulucular genellikle sözde kadın erkek eşitliğinde büyük mesafe kat etmiş batı ülkelerinden geliyorlar–% 3. 2si, görüşmelere tanık olarak katılanların ise sadece %5. 5i kadın.

Kadınların bu dışlanmaya karşı yürüttükleri mücadele sonucunda ve 1995’de Pekin’de yapılan kadın konferansında konunun gündeme taşınmasının ardından 2000 yılında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1325 no’lu kararı alıyor. Bu karara göre kadınlar barış pazarlıkları ve görüşmeleri de dâhil barışın tesisine yönelik tüm süreçlerde yer almalılar. Ayrıca tüm barış anlaşmaları kadınların ve kız çocuklarının güvenliğini sağlayacak maddeler barındırmalı. Yine aynı yılda Avrupa parlamentosu da benzer bir karar alıyor ve üye ülkelere barış süreçleri için kurdukları gözlemci ve arabulucu heyetlerinde cinsiyet eşitliğini gözetmelerini tavsiye ediyor.

Ancak yukarıda tasvir ettiğim gibi kadınların barış süreçlerinde temsilinde beklenen artma gerçekleşmiyor. Tam tersine. 2000’den önce gerçekleşen barış süreçlerinde kadınların katılımının daha bile fazla olduğu söylenebilir. Örneğin 2000’den önce gerçekleşen El Salvador barış görüşmelerinde kadınlar “masaların” tümünde temsil ediliyor, Kuzey İrlanda’da seçimler sonucu barışın tesis edilmesini sağlayacak gerekli düzenlemeleri yapmak için göreve gelen 10 kişilik heyetin biri kadın. Yani kadınların %10’luk bir temsili var. Güney Afrika’da ise hem barış görüşmelerini yürütenlerin hem de barışa büyük katkı yapmış Hakikat Komisyonlarında tanıklık yapan ve ayrıca bu tanıklıkları değerlendirenlerin %50si kadın. Bir diğer deyişle 2000’lerin neoliberal rüzgârının cinsiyetlendirdiği toplumda kadınların kamusal hayattan tasfiye edildiğine dair sıkça dile getirilen görüş, barış masalarının cinsiyet bileşenine baktığımızda destek buluyor. Yukarıdaki üç örnekte de masaya oturanların sol eğilimli özgürlük mücadeleleri olduğunu belirtmek gerek. Oysa 2000’lerle birlikte etnik çatışmalarda artış var ve bu tür çatışmalar, kadınları failleştirmekten çok kurbanlaştırıyor. Barış süreçlerinde de savaş süreçlerinde olduğu gibi kadınlar siyasi karar alma mekanizmalarından uzak tutuluyor.

Kadınların barış süreçlerine katılımını iki ayrı başlıkta ele almak gerekiyor. Bunlardan birincisi kadınların barış süreçlerine “cismen” katılımı-ki yukarıda bundan bahsettim. İkincisi ise tarafların imzaladığı mutabakatların cinsiyet ilişkileri ve eşitliğine ne kadar duyarlı olduğu. Bu iki başlık birbiri ile tam örtüşmüyor. Örneğin kadınların sürece katılımı artsa da bu kadın erkek eşitliğini gözeten düzenlemelerin barış anlaşmalarına girmesini garantilemiyor. Ayrıca kadınların katılımı konusu da farklı yöntemlerle gerçekleşebiliyor. Örneğin kadınların temsili, savaşmış tarafları temsil eden delegasyonların içindeki kadın sayısını arttırarak sağlanabilir. Ancak birçok barış sürecinde bu yeterli görülmemiş. Kimi zaman kadınlar, savaşta en fazla zarara uğrayan toplumsal kesim oldukları ve barış mücadelesi için en büyük mücadeleyi verenler arasında yer aldıkları için, üçüncü bir taraf olarak görüşmelere doğrudan kendilerini temsile ederek ve ayrı bir kadınlar delegasyonu olarak katılmak istemiş.

Kadınların barış görüşmelerine en yoğun katılım sağladığı ülkeler 2008’de Kenya %25, 1992’de El Salvador %13, 1995’de Hırvatistan %11, 1996’da Guatemala%10–ki Guatemala aynı zamanda cinsiyet eşitliği ile ilgili en fazla düzenlemeyi içeren anlaşmayı da imzalıyor–, 1998’de İrlanda %10, 2001’de Afganistan %9 ve 2008’de Uganda %9. Diğer ülkelerde katılım %5in altında, bir çoğunda ise %0.

İmzalanan anlaşmaların içeriğine gelince; 45 barış sürecini ve bu 45 süreçte imzalanan 300 anlaşmayı ele alan bir araştırmaya göre bunların sadece %18i savaş zamanı kadınlara yönelik işlenmiş suçları söz konusu ediyor. 102 farklı süreçte imzalanmış 582 anlaşmanın ise sadece 92 si yani %16sı kadın meselesinden bahsediyor. Oysa tüm bu barış süreçleri yaratanlar arasında, aynı Türkiye’de olduğu gibi, kadınların mücadelesi önemli bir yer alıyor.

Peki, barış sürecinin oluşmasında bu denli önemli rol almış kadınlar-barış anaları, cumartesi anneleri, barış için kadın girişimi vb. gibi oluşumlarnasıl oluyor da sürecin kendisinden dışlanıyor? Kadınların sürecin dışına atılmasının birinci sebebi, kadınların savaşın muhatabı olarak görülmemesi. Kadınlar örneğin Türk tarafında olduğu gibi savaşa ya katılmamışlar, ya da katılsalar dahi erkekler tarafından doğrudan temsil edildikleri var sayılıyor. Benzer bir şekilde taraflar, kadınları ve kadın merkezli konuları, savaşın cinsiyet ilişkileri ve eşitliği ile ilgili olmadığını, savaşanların cinsiyet özgürlüğü için silaha davranmadıklarını hatırlatarak masanın dışında tutuyorlar. Bir diğer deyişle cinsiyet eşitliği savaşın sebebi olmadığına göre neden müzakerelerin gözetmek zorunda olduğu bir mesele olsun? Oysa örneğin Türkiye’de 2012 yılında Polis Akademisi bünyesinde bulunan Uluslararası Terörizm ve Sınır aşan Suçlar Araştırma Merkezi (UTSAM) tarafından yapılan araştırmaya göre dahi, kadınların gerillaya gitmelerinin önemli sebeplerinden biri cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı adaletsizlikler. Yani ilginç bir şekilde T. C. ’nin kendi yaptırdığı araştırma ve devlet eliyle üretilmiş veriler dahi Kürt sorunu ile cinsiyet eşitsizliğinin, Kürt özgürlük mücadelesi ile kadın mücadelesinin içiçeliğini gösteriyor. Bir diğer deyişle savaş da, barış da kadınları yakından ilgilendiriyor.

Üçüncü olarak kadınların temsil edilmemesinde rol oynayan bir diğer faktör, kadınların ne devlet içinde üst düzey görevlerde ne de muhalif grupların lider kadrolarında yer almamaları. Barış görüşmelerine katılanların her iki tarafta da yöneticiler olduğunu düşünürsek; tam da bu sebeple kadınların sürece katılma ihtimalleri, özel olarak gözetilmedikleri takdirde son derece düşük.

Son olarak barış görüşmeleri sadece kadınları değil, genel olarak birçok toplumsal ezileni bileşenine katmıyor. Çünkü barış süreçlerinin tamamında aynı Türkiye’de olduğu gibi sürecin hiç bir engele takılmaması, hassasiyetlere zarar vermemesi ve çabucak bir sona kavuşması konusunda mutabakat oluşuyor. Oysa yine Türkiye’deki gibi hassasiyetler toplumsal olarak ne sınıflar, ne cinsiyetler ne de etnik gruplar arasında eşit dağılmıyor. Engel olarak görülen, geciktirici olarak değerlendirilen hep toplumsal hiyerarşilerin alt kısmında yer alanların kaygıları, talepleri ve hayalleri oluyor. Oysa yukarıda da belirttiğim gibi deneyim gösteriyor ki; barış süreçlerinden beklenecek belki de son şey acil sonuç.

Dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılmış araştırmalar ayrıca kadınların ve sivil toplumun diğer bileşenlerinin barış süreçlerine katılmaması halinde doğacak sonuçları da açıklıkla belirtiyor. Bu araştırmalara göre katılımcılığın sağlanmadığı ve egemenliğin paylaşımının cinsiyetler ve sınıflar arasında eşit olarak dağıtılmadığı barış süreçleri başarıya ulaşsa dahi, toplumda anlamsızlık, ihanete uğramışlık, beklentilerin boşa çıkması ve baskılanma hissi yaratıyor. Cinsiyet eşitliğinin yasal zeminin sağlanmadığı ve savaş ile cinsiyet eşitsizliklerinin barış sürecinde ideolojik olarak ilişkilendirilmediği barış mutabakatları sonucunda “etnik” düşmanına dokunması yasaklanmış özneler toplum tarafından en az cezalandırılan suça, (en doğallaşmış düşmanına) kadına yönelik şiddete yöneliyor. Ayrıca yine kadınların dışlandığı barış süreçleri, savaşın yarattığı toplumsal kayıpları en az tanıyan, en az kaale alan ve telafi ve tazmin mekanizmalarını en az çalıştıran şekillerde sonuçlanıyor.

Öte yandan yine araştırmaların gösterdiğine göre kadınların barış görüşmelerine, barışın tesisi yönünde atılacak adımların kararlaştırıldığı ve uygulandığı süreçlere katılması cinsiyet temelli sorunların gündeme gelme ihtimalini kuvvetlendiriyor. Kadınların sürece müdahil olması aynı zamanda toplumun başka ezilen kesimlerinin de temsiliyetini kolaylaştırıyor. Onların sorunlarını da gündeme getiriyor. Kadınların gündemlerini egemenlik paylaşımından daha çok ve daha sıklıkla özgürlük için ödenmiş bedeller, barışa yatırım yapılmış umutlar ve kayıplar oluşturuyor. Yani kadınlar, hangi topraklar üzerinde hangi araçlarla egemenlik kuracaklarından çok (zaten o egemenlikte kadınlara pek pay düşmüyor), savaşın açtığı yaraların tamiratı ve gündelik yaşamın nasıl ezilenlere yer açacak şekilde kolaylaştırılacağı ile ilgileniyorlar.

Ayrıca kadınlar erkeklerin aklına gelmeyen bazı konulara da dikkat çekmeyi başarıyorlar. Örneğin merkezi ya da yerel yönetim biçimlerinin dayanacağı kontratların kadın-erkek eşitliğini nasıl garanti altına alacağı sorusu gibi. Örneğin demokratik özerklik, federal sistem ya da yerinden yönetimin farklı türlerinde kadınların sağ ideolojilerin yerel iktidara gelmesi durumunda ne şekilde merkezi iktidarın araçlarını güvence olarak kullanabilecekleri gibi. Öte yandan uzamanlar bu tür kaygıların ve kadın, toplumsal cinsiyet ve diğer toplumsal eşitsizlikler merkezli konuların gündeme gelmesinin, kadınların barış görüşmelerinin en erken safhalarında hatta görüşmelere başlanmadan örgütlenmesi, taleplerini oluşturması ve geniş bir taban sağlaması halinde gerçekleşeceğini söylüyorlar. Aksi takdirde kadınlar, “masada” konuşulacak ve üzerine “kavga” edilecek maddelerin listesine kendi taleplerini sokamıyorlar.

Kadınlar, barış görüşmelerine müdahale etmek için bu güne kadar çok farklı yöntemler kullanmışlar. Örneğin kadınlar ya zaten var olan arabulucu heyetlerine dâhil olarak ya da kendi heyetlerini kurarak temas grupları oluşturmuşlar ve taraflarla görüşmeler yapmışlar. Tarafların delegasyonlarında yer almışlar-ki şu an Türkiye’de kısıtlı da olsa gerçekleşen bu. (Kısıtlı diyorum çünkü hükümet örneğin Gülten Kışanak’a veto uygulamaya devam ediyor. ) Savaşan tarafların kimliklerini paylaşan (Türk/Kürt/PKK/T. C. gibi) farklı kadınların bir araya geldiği, bağımsız kadın delegasyonları oluşturmuşlar ve kendilerini taraf olarak ilan ederek görüşmelere katılmayı talep etmişler. Görüşmelere tanık olarak ya da sivil toplum ve akademisyenlerden oluşan gözlemci heyetler kurarak dâhil olmuşlar. Arabuluculara ya da taraflara cinsiyet meselesinde danışmanlık yapmışlar. Yine cinsiyet eşitliğinin; yapılacak anlaşmalarda, anayasa dahil olmak üzere varılacak tüm mutabakatlarda, nasıl ifade bulacağı ile ilgili raporlar yazmış, önerilerde bulunmuşlar. Tüm anlaşma maddelerinin kadınlara ve cinsiyet eşitliği ile diğer toplumsal eşitsizlik ilişkilerine nasıl yansıyacağı üzerine bilgi üretebilecek teknik heyetler kurmuşlar. Örneğin egemenlik paylaşımını sağlayacak farklı yapılarda kadın temsiliyeti, sınıfsal ve kırsal temsiliyetler; sınıfsal, kırsal ve ev içi sorunların nasıl gündemleşeceği vs. üzerine düzenleme önerilerinde bulunmuşlar. Son olarak kadınlar, sivil toplumda resmi görüşmelere paralel oluşumlar yaratmışlar. Örneğin Burundi’de kadınlar “gölge” görüşmeler yapıp, anlaşmalar imzalamış, Guatemala’da sivil toplumun katıldığı ve bir anlaşma taslağı da içeren kadın konferansları düzenlemişler.

Kadınların barıştan ve görüşmelerden beklentilerine gelince; kadınlar öncelikli olarak barışma sırasında kadınlara ve çocuklara yönelecek militarist şiddetin, rasgele öldürmeler, taciz ve tecavüzlerin barış anlaşmalarını bozmak için yeterli sebep olarak görülmesini, diyaloğu sürdürecek taraflara toplumsal cinsiyet eğitimi verilmesini, cinsiyet eşitliğine duyarlı güvenlik sektörü reformu yapılmasını, güvenlik güçlerinin işlediği cinsel suçların af kapsamı dışında bırakılarak ortaya çıkarılmasını, cezalandırılmasını, tazmin ve telafi edilmesini, zorunlu göçe maruz kalmışlara özel güçlendirici programlar oluşturulmasını, mayınların temizlenmesini ve cinsiyet eşitliğini sağlayıcı anayasal düzenlemelerin gerçekleşmesini talep ediyorlar. Ayrıca savaş sebebiyle yaşanmış travmalarla ilgili programların uygulanması da talepleri içinde. Son olarak ise kadın gerillaların silahlarını bırakmayı tercih etmeleri durumunda kayıtlarının ve “girişlerinin” kadınlar gözetiminde yapılması, kadın savcılar, hâkimler ve avukatların tanıklığının sağlanmasını istiyorlar. Aksi takdirde savaşan tarafların kadın-erkek eşitsizliği içinde karşılaşmalarında egemen kimliğin erkeklerinin kadınlara kadın kimliklerini hatırlatıcı ve ayrımcı davranış ve yorumlarıyla sıklıkla karşılaşılıyor. Ayrıca kadınlar, gerillada elde edilen kazanım ve özgürlüklerini devam ettirilebileceği toplumsal alanların hazırlanmasını istiyorlar. Yerel yönetimlerin kazananlar değişse dahi bu konuda duyarlı ve eşitlikçi düzenlemelerden vaz geçmemelerinin merkezi yasalarla garanti altına alınmasını talep ediyorlar.

Kadınlar barış ile ilgili düzenlemelerde benimsenecek bakış açısının toplumu savaş öncesi durumuna geri döndürmek olmadığının da altını çiziyorlar. Örneğin travma programlarından beklenen kadın ve çocukların geçmişte yaşadıkları hayata dönecek şekilde sağaltılmaları değil. Tam tersine; savaşın ve mücadelenin hareketlendirdiği toplumsal kesimlerin ve bilhassa kadınların özgür mücadele alanlarını genişletecek şekilde güçlendirilmesi; tüm uygulanacak cinsiyet eşitlikçi siyasetlerin temelini oluşturmalı.

Tüm bu mücadelelere rağmen, barış süreçlerinin ortaya çıkardığı anlaşmalara baktığımızda cinsiyet meselesinin genelde soyut bir iyi dilek çerçevesi ile geçiştirildiğini ve “kadınlara karşı ayrımcılığın giderilmesi benimsenecektir” gibi maddelere sığdırıldığını görüyoruz. Somut olarak ise en büyük başarı kadın gerillaların ihtiyaçları ile ilgili olan maddelerin anlaşmalara dâhil olması. Öte yandan görüşmelere kadınların dâhil olması, toplumsal meselelerin gündeme daha sıklıkla gelmesini sağlamış ve kadın adı geçmese de toplumun dezavantajlı kesimleri ya da savaş mağdurları ile ilgilidaha fazla maddenin doğrudan görüşmelerin konusu olmasına yaramış. Bir diğer deyişle kadınlar görüşmelerin eksenini egemenlik paylaşımından toplumsal içermeye doğru bükmüşler. Bu konuda en büyük başarıyı elde etmiş ülkeler ise Guatemala, Burundi, Sudan-Darfur ve Uganda.

Kadınlar barışın tesisi süreçlerine kendilerini dâhil etmek ve dışlanmaya karşı mücadele etmek için çok çeşitli yöntemler benimsemiş. Yazıyı bu yöntemlerden bazılarını konu ederek bitireceğim. Öncelikle Afrika ile başlayalım. Barışmak söz konusu olduğunda Afrika kıtasının savaşma gibi barışmayı da son derece iyi becerdiğini; iki konuda da uzmanlaştığını söylemek gerekiyor. Afrika’da barış anlaşmaları genelde toplumsal grupların tamamını içeriyor ve konu ediyor. Güney Afrika başta olmak üzere özellikle barışın ileriki süreçlerinde çoklu temsiliyetler sağlanıyor. Bunun sebeplerinden biri elbette buradaki savaşların etnik çatışma niteliği taşıması ve savaşın kendinin zaten tüm halkı fail haline getirmesi. Bir diğer sebebi ise burada barış süreçlerinin ve çatışma sonrası çözüm sürecinin güvenlik şirketleri, yardım fonları ve gözlemci ülkeleri de dâhil eden uluslararası bir sektör yaratmış olması. Bununla beraber tekrar etmek gerekirse, Afrika kıtasında çatışmadan kaynaklı çok çeşitli konularda (gözaltında taciz tecavüz, mayınlar, zorunlu göç, kayıplar, ekolojik yıkım, silahlanma vs.) önemli bir teknik bilgi birikimi, mücadelede olduğu gibi barışmada da başvurulabilecek alternatif siyasi ve toplumsal örgütlenmeler mevcut. İlginçtir; Avrupa’nın içinde bulunan ve kadınlara yönelik savaş suçlarının sistematikleştiği Balkanlar’da ise barış görüşmelerinde ve anlaşmalarında toplumsal cinsiyet son derece sınırlı olarak gündeme geldiği gibi kadın katılımı da sağlanamıyor.

Kenya’da kadın temsiliyeti hem arabulucu hem katılımcılar arasında %25. Uganda’da ise %9. Bu iki süreçte de kadın katılımı Birleşmiş Milletler ve UNIFEM’in şart koşmasıyla gerçekleşmiş. Kadınların dahiliyeti sonucunda kadınlarla ilgili konular gündeme gelmiş ve geniş toplumsal kesimlerin cinsiyet eşitliğini konuşması sağlanmış. Sudan’da kadınların resmi heyetlerde temsiliyetinin yanı sıra, Nuer ve Dinka kadınları kendi barış konferansları ve görüşmelerini yapmış. Aynı şekilde Burundi’de de kadınlar resmi süreçlere katılamayınca kendi barış görüşmelerini yapıyorlar. Düzenledikleri barış konferansında farklı taraflardan kadınlar bir taslakta anlaşıyorlar ve biz bu konularda anlaştık diyerek bir deklarasyon yayınlıyorlar. Aynı sırada Burundi’de savaş tekrar patlak veriyor ve resmi görüşmeler son buluyor. Ancak kadınlar görüşmelere devam ediyor. Resmi barış görüşmeleri tekrar başladığında taraflar kadınların taslak anlaşmasını temel olarak kabul ediyorlar.

Benzer bir şekilde Guatemala’da da resmi görüşmelerin yanı sıra sivil toplum gözlemci, takipçi ve tartışmacı olarak sürece dâhil olmak amacıyla örgütleniyor ve hem siyasi hem teknik konularla ilgili çok çeşitli heyetler kuruyorlar. Bu heyetlerin tamamında kadınların eşit temsiliyeti sağlanıyor. Guatemala’da sivil toplumun tarihe geçen bu hareketliliği sayesinde dünyanın en çoğulcu ve eşitlikçi anlaşması ve anayasası hazırlanıyor. Ne yazık ki mutabakatın yasallaşması sürekli erteleniyor. Seçimlerde sağ bir hükümetin kazanması ile de bu anayasa askıya alınıyor.

Sri Lanka’da kadın örgütleri resmi kanalları zorlayıp sonuç alamayınca arabulucu konumunda olan Norveç’i ikna ediyor ve onun baskısıyla heyetlere dahil oluyor. Ancak görüşmelerde kadınların katılımı cinsiyet meselesi ile sınırlandırılıyor. Toplumsal cinsiyet ile diğer konular (egemenlik bölüşümü, yerinden yönetim, çatışma kaynaklı mağduriyetler) arasındaki ilişki kurulamayınca da kadın sorunları gettolaşıyor; kimsenin ilgilenmediği ve yaptırımı olmayan maddelerle sınırlı kalıyor.

Son olarak bilindiği gibi Kuzey İrlanda’da barış görüşmelerini yürütmek ve barışı tesis etmek amacıyla görevlendirilecek heyetin belirlenmesi için seçime gidiliyor. Var olan tarafların adaylarını kadınlardan seçmemesi üzerine Protestan ve Katolik taraflardan akademisyen, aktivist ve örgütlü kadınlar bir araya gelerek Kuzey İrlanda Kadın Koalisyonu’nu kuruyor ve partileşiyorlar. Parti seçimde aldığı oylar sayesinde 10 kişilik barış kurulu içine bir kadını sokmayı başarıyor. Ondan sonraki süreçte kadınlar tarafından görevlendirilmiş ve seçilmiş bu temsilci her konuda toplumsal cinsiyet sorununu gündemleştiriyor. Kadınların mücadelesi sonucunda Kuzey İrlanda’nın yönetiminde; yürütmeye danışmanlık edecek bağımsız bir heyetin kurumsallaşması kararı alınıyor. 60 kişiden oluşan bu heyetin en az 20sinin kadın olması yasallaşıyor.

Tüm bu deneyimlerin ışığı altında tekrar bakıldığında dünya örnekleri bizlere neler öğretiyor ve ilgili kuruluşlar kadınlara ne tavsiye ediyor? Kadınların barış sürecine katılma mücadelelerinde altını çizmeleri gereken en önemli şey sürece katılmak istemelerindeki sebebin sadece savaşın mağdurları olmaktan kaynaklanmadığı. Kadınların barış görüşmelerine katılma taleplerini meşrulaştıran, barış mücadelesinde biriktirmiş oldukları deneyim. Kadınlar deneyimleri, talepleri veprojeleri olduğu için bu süreçte taraflar da. Uluslararası kuruluşlar bu bilgiyi toplumsal tabana yaymanın kadınların mücadelelerinde başarılı olmaları için elzem olduğunu söylüyorlar. Kadın barış mücadelesi tarihini ve taleplerini anlatan kitaplar, barış aktivisti kadınların söyleşileri, hayat hikâyeleri ve görünürlüklerinin sağlanması kadınların katılım taleplerinin desteklenmesinde önemli rol oynuyor.

Kadınların müdahil olmalarının uluslararası alanda desteklenmesi de mücadeleye katkı sunuyor. Bu ise hem lobicilik faaliyetleri ile hem de üzerinde anlaşılabilir bazı isimleri öne çıkarmakla mümkün oluyor. Örneğin Guatemala kadın mücadelesinde rol almış bir kaç kadının uluslararası düzeydeki tanınırlığının bu ülkede kadınların sağlamış olduğu başarıyı kolaylaştırdığı söylenebilir.

Kadınların kadın olmaktan kaynaklı bilgi ve deneyimlerinin yanısıra görüşmelere konu olacak her konuda teknik birikimlerini arttırmaları da gerekiyor. Yasa yapımı kadar, her yasanın toplumsal eşitsizlikler ve eşitliklere, cinsiyet ilişkilerine ne şekilde tezahür edeceği, uzlaşmaların kimleri ne şekillerde yaralayacağı ya da kimlere nasıl fayda sağlayacağı gibi konular teknikleştirilerek/dünya çatışma çözüm yazınına tercüme edilerek, tartışılması gereken konular. Ya da koruculardan göç mağdurlarının geri dönüşüne, tazmin ve telafiden yargılanmalara kadar birçok konuda kadınların uzman görüşü hazırlaması gerekiyor. Çünkü nihayetinde tıpkı savaş gibi olan bu erkek egemen (barış) alan(ın)da da temsiliyetleri “soğukkanlı” “ kararlı” ve “bilimsel” olduğu ölçüde kabul görüyor.

Cinsiyet meselesine duyarlı hareketlerin temsilcilerini toplumsal cinsiyet eğitimine tabi tutması, bunu karşı taraf için de desteklemesi de önerilenler arasında. Ancak bunların tümünden daha önemlisi kadınların sivil alanda örgütlenmesi. Kadın mitingleri, sivil alanda deyim yerindeyse “masaların çoğaltılması”, paralel görüşmeler, kadın konferansları ve gölge anlaşmaların hazırlanması ve imzalanması, barışın kadınlaşması ve toplumsallaşması için uygulanabilecek taktikler. Elbette bizim durumumuzda olduğu gibi gerillada ve sivilde (erkeklerin ürettiği karşı taraflarda) bulunan kadınların kendi barış görüşmelerini yapması, kendi anlaşmalarını oluşturması da izlenebilecek bir yol. Kadınların görüşmeleri takip eden, tıkanıklıkları saptayan ve gidermeye yönelik tavsiyelerde bulunan gözlem heyetleri kurması veya temas grupları ile taraflarla görüşmeler yapması da tavsiye edilen yöntemlerden.

Bugün dünyanın birçok bölgesinde bilhassa Latin Amerika ve Afrika’da kadınlar genelde siyasi alanlarda, özelde ise barış görüşmeleri alanlarında daha fazla rol almak için iş birliği yapıyor ve mücadele ediyorlar. Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi bu mücadele bir formalite mücadelesi değil. Tam tersine kadınların barışın tesisinde yer almaları anlaşmaların niteliğini değiştiriyor. Bilindiği gibi dünya örnekleri bize barışın kimi zaman sadece egemenleri ya da sadece belli sınıfların üyelerini tatmin edeceğini gösteriyor. Bu elbette savaşın devam etmesi demek değil. Tam tersine mesele barış süreçlerine katılımı, barış sürecinin toplumsallaşmasını sağlamayı gerektiriyor. Kadınların sürece katılımı bu sebeple önemli. Aynı zamanda barış çoğu zaman savaşı taklit ediyor. Erkek egemen bilme biçimlerini, istihbarat ve spekülasyona dayalı söylemleri, sırlara yakın ya da uzak olma üzerinden belirlenen hiyerarşileri yeniden üretiyor. Kadınların barış görüşmelerine katılmaları erkeklerin sırlara, istihbarata, egemenliğe dayalı ittifaklarını bozma potansiyeli taşıyor. Ama en önemlisi kadınların süreçlere dâhil olması fazlasıyla örnekte görülen ve kadınları savaş sonrasında yeniden ev içlerine, erkek merkezli toplumsal yapılara geri gönderen bir kültürün oluşmasını engelliyor, kadınları güçlendirecek yasal mekanizmaları (her zaman başarıyla uygulamasa da) tartıştırıyor. Son olarak kadınlar erkek merkezli düzenin egemen kimliklerine yatırımlarında “hassasiyetlerini” bir yana bırakabiliyorlar. Bu sebeple kadınların pazarlıkları, paralel görüşmeleri ve gölge anlaşmaları daha somut, daha eşitlikçi ve daha gerçekçi olabiliyor. Bu ise erkeklerin bozup durduğu barış süreçlerine başka türlü bakmanın imkânını hazırlıyor.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.