Düşünce ve Kuram Dergisi

Cinsiyetçilik, Aile, Kadın ve Nüfus Sorunu

Mehmet Durak

Toplum olma/toplumsallaşma insanın kendinden önceki primat türünden koparak insanlaşmasıyla ortaya çıkan bir gerçekliktir. Bu gerçeklik toplumsallaşma düzeyiyle de paralel gider. Bu açıdan toplumsallığın insan türünün varlık koşulu, onsuz olmayacağı bir hakikat olduğunu öncelikle belirtmek gerekir. Bazılarınca dile getirilen birey/toplum olma, bunları birbirinden ayırma, soyutlama gerçeği yansıtmamakta, teorik ve pratik olarak ispatlanamaz bir olgu olarak kalmaktadır. Çokça bilinen Robinson Cruse örneği, her ne kadar bireyin toplum olmadan yaşayabileceği kurgusu üzerine kurulmuşsa da, sonuçta ortaya çıkan gerçeklik, bireyin toplum olmadan yaşamını sürdürmesinin zorluğu, imkansızlığıdır.

İnsan türü ancak toplumsallık/toplumsal düzeyle kurduğu ilişki ile güç kazanmış, güç haline gelmiştir. Kölelik ile toplumsallıktan koparılma arasında derin bir ilişki vardır. Kişiye dayatılan yalnızlık düzeyi, yaşadığı tecrit bireyi zayıflatmış, bu da köleleştirmenin en vahşi tarzını ortaya çıkarmıştır.

Uygarlıkla birlikte ortaya çıkan hiyerarşik, devletli ve iktidara dayalı toplum yapısından önce doğal toplum dediğimiz bir oluşum söz konusudur. Doğal toplum, adından da anlaşılacağı üzere doğa ile toplum arasındaki ilişkiye dayalı bir toplum oluşumudur. Devlet ve iktidara dayalı toplumlarda, özellikle de son aşaması olan kapitalist modernist toplumda temel parola doğaya hakim olmak, üzerinde her türlü tasarrufta bulunmak, kaynakları ele geçirmek, sömürmek iken, doğal toplumda tam tersi bir olgu geçerlidir. Doğa ile toplum arasındaki uyum ve dengenin ortadan kalkması, sistemlerin doğaya tehlikeli bir biçimde ters düşmesi sorunun asıl kaynağıdır.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Doğal toplum, toplumsallaşmanın doğal, normal haliyken, devlet ve iktidara dayalı toplum biçimi anormal halidir. Özünden, anlamından uzaklaşmış, bozulmuş toplum biçimidir. Yaşanan, reel tarihe göre bu da bir gerçekliktir ve yaşanmıştır. Ama bu, onun toplumsallaşmanın doğal/normal hali olduğunu göstermez. Yaşamda, toplumda birçok olgu bozulmuş haliyle de kendilerini sürdürebilirler. Bu, tıpkı vücutta ortaya çıkan kanserli hücrelere benzer. Kanser hücreleri de vücudun bir parçasıdır. Ancak vücudun doğal, normal hali değildir. Zaten normal hali olsalardı, vücuda zarar vermez, vücudun daha sağlıklı gelişmesine yardımcı olurlardı. Oysaki kanserli hücreler vücut üzerinde, vücudu oluşturan diğer organlar, dokular, hücreler üzerinde tahribatlara, yıkımlara, acılara neden olur ve eninde sonunda fizyolojik ve biyolojik tüm sistemin iflasına, ölümüne yol açarlar. Uygarlığa dayalı devletli ve iktidarlı yapıların toplumsal organlar, dokular ve hücreler için bu anlamı ifade ettiğini söylersek, yanlış bir değerlendirmede bulunmuş olmayız. Bu açıdan hiyerarşiye, devlete ve iktidara dayalı oluşum, sağlıklı bir oluşum, normal/doğal bir oluşum değildir. Toplum için urdur/kanserdir, tüm toplumsal doğayı ve toplumsal doğayla birlikte Birinci Doğa’yı da yıkıma, tahribata, felakete, krize ve ölüme götürmektir.

Doğal toplum yapısına bakıldığında, toplumsal doğa tanımına göre ahlaki ve politik bir toplum olduğu görülecektir. Doğal toplumun ilk oluşum biçimi olan klan toplumu incelendiğinde basit de olsa bir ahlak ve politikanın olduğu (yine diğer bazı toplumsal dokular olan demokrasi, komünalite, cinsiyet özgürlüğü, ekolojik bakış vb.) ortaya çıkacaktır. Toplumun temel dokularına göre yaşamak, iş yapmak varoluşun olmazsa olmaz koşuludur. Bunlar toplumun doğal, normal halidir. Uygarlıkla birlikte bu doğal hal çarpıtılmış, saptırılmış, özünden boşaltılmış; yerine toplum için hastalık anlamına gelecek yeni toplumsal dokular oluşturulmuştur. Yeni anlamlar, yeni yapılar inşa edilmiştir. O halde toplumu köleci, feodal, kapitalist, sosyalist gibi isimlendirmelerle ifade etmek yerine, toplumu ahlaki ve politik olan ile devlete ve iktidara dayalı toplum olarak adlandırmak gerçeğe daha uygun bir yaklaşım olacaktır. Devlet ve iktidara dayalı toplumu, ahlaki ve politik olmayan toplum olarak da ifade edebiliriz ve köleci, feodal, kapitalist sistemleri/toplum biçimlendirmelerini, bunlara dayalı diğer isimlendirmeleri, hatta gerçekleşen sosyalist sistem ve toplum yapılanmasını bu toplum içinde ele alabiliriz. Ve bu toplum, iktidardan devlete, ahlaktan politikaya, ekonomiden ekolojiye, toplumsal cinsiyetçilikten demografiye, kentleşmeden sınıf ve bürokrasiye, eğitimden sağlığa birçok toplumsal soruna yol açmıştır. Burada devlet ve iktidara dayalı veya ahlaki ve politik olmayan toplumun yol açtığı tüm toplumsal sorunları değerlendirmeyeceğiz. Sadece birbiriyle bağlantılı olan toplumsal cinsiyetçilik, kadın, aile ve nüfus sorununu ele alıp, genel hatlarıyla ele alıp değerlendireceğiz.

Konuya veya bahsedilen soruya geçmeden önce bir hususu dile getirmek faydalı olacaktır: İlk önce toplum oluşumu ile ilgili yaratılan ezberleri bozmakla işe başlamak gerekiyor. Toplum, bugüne kadar anlatılanlardan farklı oluştuğu bir hakikat olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakikat farklıdır. Toplumsal hakikat Avrupa merkezli sosyal bilimlerin dile getirdiği, doğru diye hakikat rejimi olarak sunduğu gibi değildir. Söylemler, bu konudaki bilgi inşa etme yöntemleri/açıklamaları ile gerçek arasındaki farkı görmek, yine bu söylem ve açıklamalarla hâkim merkezi uygarlık arasındaki ilişkiyi fark etmek önemlidir. Sunulan ve tartışmasız hakikatler olarak kabul ettirilen değerlendirmelerin propaganda amaçlı olduğu, gerçeği perdelediği de ortada bir gerçektir. Bu gerçek, kapitalist modernist sistemin bir amacı, destekçisi konumuna gelen sosyal bilim için de, bilimsel sosyaliz adına sunulan diğer sosyal bilgi ekolleri için de geçerlidir. Hepsi de liberalizmin ağır etkisi altında kalmıştır ve çözüm için sundukları, cevap diye verdikleri hakikat arayış, araştırma ve açıklamaların hata payı yüksektir. Neyin, nelerin sorun olarak kabul edildiği/kabul edilmesi gerektiği de önemli bir husustur.

Toplumsal sorunu, toplumun temel dinamiğini çiğnemek, toplumu toplum olmaktan çıkarmak şeklinde sunmak daha anlamlıdır. Ve doğru bir yaklaşımı da beraberinde getirecektir. Eğer bir toplumu belirleyen temel dinamikler/toplumsal varlığı inşa eden değerler ile bu varlığı kendisi olmaktan çıkaran, ortadan kaldıran hususlar iç içe yaşanıyorsa, toplumsal sorunun var olduğu ve bu sorunun büyük olduğu anlamına gelir.

Tüm toplumsal sorunlar devlet ve iktidara dayalı toplum biçimlenişlerinin ağır etkisini taşımaktadır. Daha doğrusu, devlet ve iktidarlar toplumsal sorunların sorumlusu ve suçun sahibidir. Bu suçlardan önemli biri de toplumsal cinsiyetçi yaklaşımı, kadına bakışıdır. İktidarcı ve devletçi sistemlerden farklı bir yaklaşım beklemek de saflık olacaktır. Zira erkek egemen/eril hiyerarşik devletsel düzen kadını köleleştirerek sistemini kurmuştur. Kadının köleleştirilmesiyle toplumun diğer kesimlerinin köleleştirilme yolu da açılmış; doğa üzerinde de tahakkümünü kurmuştur. Devlet ve her türlü iktidarın gelişiminde erkeğin öncü rolü bilinmektedir. Ancak kadın otoritesinin kırılması, aşılmasıyla iktidarını tesis ettiği de bir hakikattir. Yine uygarlık tarihinin kadının kaybedişi ve kayboluş tarihi olduğu da yadsınamaz bir başka gerçekliktir. Bu hakikat/gerçeklik öyle kolay inşa edilmemiştir. Kadın dünyasının/doğasının zorla, hileyle, komplo ve entrikayla; kısacası her türlü yol ve yöntemle yıkılması sonucu bu hakikat inşa edilmiş, zihinlere yedirilmiş, bu yönlü geliştirdiği kodlamalar, söylemler, argümanlar ve her türlü hakikat rejimleriyle topluma kabul ettirilmiş, bugüne kadar daha da derinleştirilerek sürdürülmüştür. Her uygarlık aşaması bir öncekine eklemeler yapmış, en son aşaması olan kapitalist modernite dört başı mamur uygulama ve yöntemlerle sorunu daha da derinleştirmiştir. Gerçekler de karanlıkta bırakılmıştır. Şunu açık bir şekilde dile getirmek gerekir: Nasıl ki kadın doğası karanlıkta kaldıkça tüm toplum doğası aydınlanmayacaksa, kadın sorunu çözümleme ve çözüme kavuşmadıkça toplumsal sorunlar da aşılamayacak, çözüme uğramayacaktır. Toplumsal doğanın gerçeğe/hakikate uygun aydınlanmasını mı istiyorsunuz; o halde kadın doğasının gerçekçi aydınlanmasıyla bunun mümkün olacağını bileceğiz. Ali Fırat bu konuda “Kadının sömürgeleşme tarihinden ekonomik, sosyal, siyasal ve zihinsel sömürgeleştirilmesine kadar konumunun açıklığa kavuşturulması, tarihin diğer tüm konularının ve güncel toplumun her yönüyle açıklığa kavuşmasında büyük katkıda bulunacaktır” demektedir.

Kadın sorunu toplum açısından tam bir kördüğüm haline gelmiş, ancak bu kördüğümü Gordion düğümü gibi bir kılıç darbesiyle çözmek de mümkün değildir. Hem bir kördüğüm hem de bin bir bağla sisteme her yönüyle bağlanmış bir gerçeklik söz konusudur. Yine sistem kendi çıkarları çerçevesinde bir kadın gerçekliği inşa etmiştir. Bu açıdan toplumsal olarak inşa edilen kadını çözmek, toplumu, özellikle de devlet ve iktidarını çözmek/çözümlemek anlamına gelecektir. Zira erkek egemenlikli devletin, iktidar ve sermaye tekelinin ilkin sömürü gerçekleştirdiği kadındır. Köleleşme ile birlikte sömürgeleşmesi de at başı gitmiştir. Toplumsal cinsiyetçi yaklaşımla kadın sorunu yaratılmış, diğer toplumsal sorunlar da bu sömürü zihniyeti bağlamında geliştirilmiştir.

Uygarlık aşamasının başlangıcına ve daha sonraki aşamalara baktığımızda kadının büyük kaybettiğini ve her yönüyle bir bağlanmayı, köleleşmeyi yaşadığını göreceğiz. Sümer mitolojileri incelendiğinde, bu mitolojilerin kaybeden ve toplumsal yaşamdan kopan kadının ağıtları ile dolu olduğunu rahatlıkla gözlemleyebileceğiz. Duyguları, davranışları, giyim-kuşamı ve konuşması bu kölelik tarzıyla ilişkilidir. Daha doğrusu erkek egemenlikli sistem, bu kölelik tarzıyla kadını kendine göre yeniden yaratmış, bağımlı hale getirmiş, ideolojik olarak da hiçleştirmiştir. Değerlerin yaratıcısı ve sahibi kadının kendisi bir mal haline getirilmiştir. Erkek köleyle de daha çok ekonomik içerikli bir kölelik ağır basarken, kadın ise tüm bedeni, ruhu, duygusu ve düşüncesiyle köleleştirilmiştir. Biliniyor; esnek insan zihnine kelepçe vurulduktan, o insan ve toplumu üzerine her türlü tasarrufta bulunmak, aldatmak, sömürüye, köleliğe açık hale getirmek kolaylaşır. İnsanın ellerine, ayaklarına zincir, kelepçe vurularak bir mahkûm, köle haline getirilebilir; bu şekilde insanın özgürlüğü elinden alınabilir. Ancak insan o ellerindeki, ayaklarındaki zinciri, kelepçeyi kırabilir; o zincirle elleri bağlıyken egemenler ondan yeterince yararlanmayabilir. Fakat insanın zihnine zincir vurulmuş, kelepçe takılmışsa, insanın o zincirleri, kelepçeleri kırması çok zordur ve egemenler istediği kadar ondan yararlanabilir, kullanabilir, köle haline getirebilir. En tehlikeli kölelik, en kötü özgürlük yoksunluğu budur. İnsan zihnindeki kelepçeler açılmadan, zincirler kırılmadan insanın kölelikten kurtulması ve özgürleşmesi imkansıza yakın bir gerçekliktir. Tüm uygarlık aşamalarında devlet ve iktidar güçleri bunu bildiklerinden ve gördüklerinden hep uygulayabilmişlerdir. Merkezi uygarlığın son aşaması olarak kapitalist modernite ise sanal özgürlük alanları ve söylemleriyle, liberal sistemlerle kadında özgürlük yanılsamaları yaratarak kadındaki köleliği daha da boyutlandırmış ve derinleştirmiştir. Daha önceki devlet ve iktidar dönemlerinden kalma kadın statüsünü daha eşit ve özgür bir düzeye getirmediği gibi, kadına ek görevler yükleyerek bu statüyü daha ağır bir duruma getirmiştir.

Ailede, erkek yönetiminde veya eril zihniyet iktidarında en derinlikli ve süreklilik kazanmış bir kölelik altına alınmıştır. Bu kölelikle bağlantılı olarak erkeğin küçük devleti olarak inşa edilmiştir. Tüm uygarlık tarihinde ve aşamalarında ailenin bu rolü/misyonu ve uygulama yöntemleriyle yetkinleşmesi, sürdürülmesi, devlet ve iktidar aygıtlarına verdiği güçten dolayıdır. Ailenin erkek etrafında iktidarlaştırılarak devlete dayalı toplumun hücresi haline getirilmesi, kadının sürekli, sınırsız ve karşılıksız çalışan ücretsiz işçi, ev işçisi konumuna düşürülmesi ve bu işçi statüsünün “güvence” altına alınması, tüm uygarlık aşamalarının iktidar aygıtlarının emniyet supabı, kadın açısından da bir kafes durumundadır. Ailenin bir ideoloji olduğu da açık ve ortadadır. Kadın için kafes, cendere, siyasal-sosyal-kültürel vb. kırım anlamına gelen bu ideoloji, devlet ve iktidar kesimlerince uygarlığın her aşamasında çok yaygın ve etkin bir şekilde sürdürülmüştür. Ali Fırat aile kurumunun bu kadar etkin sürdürülmesinin altında yatan gerçekliği hanedanlık ve iktidar ideolojisi ile bağlantılı olarak değerlendirmekte, çözümlemektedir. Ne kadar çok kadın ve çocuk, erkek açısından o kadar güvence, güç, kendi çapında iktidar ve onur anlamına gelir. Gerçekten de kadın ve aile, iktidar ve devletin altından çekildiğinde geriye düzen anlamında pek bir şey kalmayacaktır. Nasıl ki iktidar ve sermaye tekelleri tüm uygarlık aşamaları boyunca toplum üzerinde bir tekel zinciri tesis etmişlerse, benzer ve paralel bir tekel zinciri de kadın üzerinde oluşturulmuştur.

Nüfus sorunu da ciddi bir toplumsal sorun olarak kendini ortaya koymaktadır. Cinsiyetçilik, aile ve kadınla yakın ilişkili ve bunların bir sonucu olarak kendini hissettiren bir sorundur. Daha çok nüfusun iktidar ve devlet için ifade ettiği anlam veya mantık daha çok sermayedir. Ev kadınlığını, aileyi nüfus fabrikası olarak görmedir. İktidar ve devlet açısından aile ve kadın, döl üretme fabrikası ve bunu gerçekleştiren ucuz veya ücretsiz işçidir. Devlet ve iktidar tekelleri için bu anlamı ifade ettiğinden, aile böyle bir duruma sokulmuş, kadına böyle bir rol ve misyon yüklenmiştir. Nüfus patlamasının altında yatan neden, sermaye ve erkek tekellerinin hayati çıkarlarıdır. Kadının mahvı umurlarında değildir. Her türlü zorluk, kahır, acı, hakaret, yoksulluk kadına; keyif ve kazanç da kocasına/erkeğine ve tabii ki sermaye sahiplerinedir. Kapitalist uygarlığın kadına verdiği “özgürlük” budur. Tarihin hiçbir uygarlık aşaması kadını bu kadar istismar aracı olarak kullanma gücünü ve deneyimini gösterememiştir. Ali Fırat, “Bir kez daha Birinci ve İkinci Doğa’ya ters sermaye ve erkek tekelinin büyük ahlaksızlığı, çirkinliği ve yanlışlığıyla karşı karşıya olduğumuz inkâr edilemez” diyerek, tarihi ve güncel bir gerçekliği dile getirmiştir.

Sorunu iktidar ve devlete dayalı toplum (veya ahlaki ve politik olmayan toplum) bağlamında ve onunla bağlantılı olarak ele alıp değerlendirdik. Doğalında olması gereken de budur. Zira cinsiyetçilik, kadın, aile ve nüfus sorununa yol açan, bunun müsebbibi olan iktidar ve devlete dayalı toplumdur. Çözümü de ahlaki ve politik toplum çerçevesinde ele alıp değerlendirmek durumundayız.

Hiyerarşik ve uygarlığa dayalı devlet/iktidar oluşumları ataerkil/erkek egemenliklidir. Öncelikle kadın üzerinde, daha sonra tüm toplum ve çevre/doğa üzerinde egemenlik kuran bu oluşumlar toplumsal cinsiyetçidir. Buna karşılık ahlaki ve politik toplum özellikle kadının özgürlüğünü gerçekleştirmeyi hedefleyen, kadının özgürlüğü ile erkeğin ve bir bütün olarak toplumun/tüm toplumsal kesimlerin özgürleşmesini sağlayacak olan cinsiyet özgürlükçü bir toplumdur. Devlet ve iktidara dayalı toplumun yol açtığı toplumsal sorunlar bağlamında toplumsal cinsiyetçiliğin ve kadının bu toplumda maruz kaldığı uygulamaları, kadın şahsında oluşturulan/inşa edilen olumsuz statüyü genel hatlarıyla değerlendirmiştik. Burada daha çok cinsiyet özgürlüğü ve buna bağlı olarak kadını, aileyi, nüfus sorununa çözümü ele alacağız. Daha doğrusu ahlaki ve politik toplumda kadın ve aile gerçekliği ile cinsiyet özgürlüğünün ne anlama geldiğini irdeleyeceğiz.

Bu konuda ele alınması gereken boyutlardan biri, kadın için oluşturulan, yaratılan olumsuz statünün açıklığa kavuşmasıdır. Bu da yetmez; bir diğer boyut olarak kadının bir zihniyet devrimi ile gerçekleştireceği kurtuluş ideolojisinin esas alınmasıdır. Bu, sorunun çözümünü de beraberinde getirecektir. Mademki toplumun özgürlük düzeyi kadının özgürlük düzeyi ile bağlantılıdır veya kadının özgürlük düzeyi ile toplumun özgürlüğü arasında bir orantı söz konusudur; o halde bu tespitin içinin doldurulması gerekmektedir. Mademki, kadının eşitliği, özgürlüğü toplumsal özgürlük ve eşitliği koşulluyor; yine kadınsız demokratik siyasetin olmayacağı, barışın ve çevrenin geliştirilip korunmayacağı gerçeği kendini dayatıyor; o halde kadının o statüyü kırıp özgürleşmesi demek, gerçek anlamda özgürlüğün, eşitliğin, demokratik siyasetin, barışın ve çevre sorunlarının aşılmasının gerçekleşeceği anlamına geliyor. Böylesine önemli ve can alıcı bir konu ve ahlaki-politik toplumun inşa çalışmalarında temel bir perspektiftir. Hangi ahlaki-politik toplum parametresini ele alırsak alalım; ister ahlak, politika, ister demokrasi, komünalite, ekonomi veya ekoloji, hepsiyle bağlantılı ve bunların gerçekleştirilmesinde, hayata geçirilmesinde, inşasında kadının özgürlüğü temel bir husus ve belirleyici bir özelliğe sahiptir.

Kadın olgusunun bir sorun haline getirilmesi, sadece kadın açısından değil, tüm toplumsal doğa, ekonomi, ekolojik çevre; demografi üzerinden de vahim sonuçlara yol açmıştır. Bu gerçeklikten hareketle, ekonomi biliminin de kadın biliminin (jineoloji)) bir parçası olarak ele alınması, geliştirilmesi çözüm açısından daha sağlıklı olacaktır. Zaten ekonomi, çıkışı itibariyle kadının esas rol oynadığı bir faaliyettir. “Ev yasası, evi geçindirme kuralları” demek olan ekonominin tanımından da kadınla ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Bu konunun toplumsal sorun haline gelmesi de, ekonominin kadının elinden alınıp iktidar/devlet tekellerine, bu tekellerin işbirlikçilerine verilmesi ile başlamıştır. Ekonomiye darbe veya ekonomideki sapma da bu noktada ortaya çıkmıştır. Normal/doğal olan işleyiş sekteye uğratılarak anormallik norm haline getirilmiştir. Yapılması gereken, norm haline getirilen sapmanın düzeltilerek doğal durumun yeniden işlemesini, işlevli hale getirilmesini sağlamaktır. Ahlaki-politik toplumun başarısı buna bağlıdır; hem de acil görevlerinden biridir.

Demografik, yani nüfus sorunu da kadın sorununun çözülmesi temelinde ortadan kalkacaktır. Tabii, nüfus sorununun çözümü ekolojik yıkımı önlemeyi de beraberinde getirecektir. Daha önce iktidar ve devlet aygıtlarının kadını bir çocuk doğurma makinesi olarak gördüğü, kendi varoluşu için kadını çok çocuk doğurma aracına dönüştürdüğünü dile getirmiştik. Bunun nedenleri biliniyor. Bu yaklaşımın bir nüfus patlamasına yol açtığı, demografi sorunun boyutlandırdığı, toplumu ve çevreyi yutacak bir düzeye getirdiği bir gerçektir. Bu sorunun çözümünde temel sorumluluk yine kadına düşmektedir. Daha doğrusu, sorumluluğun kadına düşmesinin ötesinde, sorumluluk onda olmalıdır. Bu sorumluluğu yerine getirmesi, başarması için ilk önce kadının özgürlüğünü, tam eşitliğini gerçekleştirmesi, demokratik siyaset yapma hakkını elde etmesi, cinsellikle ilgili tüm ilişkilerde söz ve irade sahibi olması gerekmektedir. Burada cinsellikle ilgili ilişkilerde söz ve irade hakkının kadında olması hususunda bir ayraç açarak konuyu açmakta yarar var. Aile kurumunda tüm bireyle özgür iradeyle ortak işlerle ilgili tüm tartışma ve karar alma süreçlerine katılmalıdır. Aileyi ilgilendiren işlerde ortak irade ve karar olmalıdır. Demokratik bir ortam içerisinde herkesin katılımı esas alınmalı, kararlar ortak bir iradeye göre şekillenmelidir. Sadece bir husus bunların dışında tutulmalıdır. O da çocuk yapma ve doğum kararıdır. Zira doğumda tüm emek, acı, yorgunluk vb. kadının payına düşmektedir. Çocuğu karnında taşıyan, bundan dolayı sosyal-ekonomik yaşamdan alıkonulan, ağrı kategorisinde ilk üçe giren doğum sancısını çeken, doğumdan sonra çocuğun bakımıyla ilgilenen kadının kendisidir. Erkeğin bu konuda hiçbir emeği yoktur; acıyı, ağrıyı o çekmemektedir. Sosyal yaşamdan da kopmamaktadır. Ve çocuğun bakımı ile o ilgilenmemektedir. O nedenle çocuk yapma konusunda tek söz, irade ve karar sahibi kadın olmalıdır. Bu ayracı kapatıp tekrar konuya dönersek, belirtilen sorunlar ve bu sorunların çözümü hususunda temel sorumluluğun kadında olması bir gereklilik, hatta zorunluluktur. Bu bakış açısı dışında kadının, çevrenin ve toplumun kurtuluşu, özgürlüğü olası olmadığı gibi, demokratik siyasetin ve ahlaki-politik toplumun inşası da mümkün değildir.

Kadın doğası ve damgasının etkili olduğu bir toplum özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmenin yanında, yaşamın daha etik ve estetik olmasını da sağlayacaktır. Kadının yaşamla bağı erkeğe oranla daha güçlü olduğundan, yaşamın güzelleştirilmesi, ahlaki bir seviyeye oturması, hem düşünce gücü olarak hem de uygulama boyutuyla büyük gelişmelere ve açılımlara yol açacaktır. Yine kadının doğası ve yaşamla bağı göz önüne alındığında, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve kararlaştırma kadının ahlaki-politik toplum açısından daha gerçekçi ve sorumlu davranması beklenen bir tutum, davranış ve yaklaşım olacaktır. Tabii bahsedilen özgürlük, eşitlikte karar kılmış, politik özne haline gelmiş, demokratikleşmeyi benimsemiş kadındır.

Ahlaki ve politik toplumun aile kurumuna yaklaşımı da farklı olmak durumundadır. Aile kurumuna tümden karşı çıkma, reddetme ahlaki-politik toplumun tutumu olamaz. Doğrudur; aile iktidarın önemli hücrelerinden biridir; iktidar ve devlet aygıtlarına büyük güç vermektedir. Erkeğin küçük devleti olarak inşa edildiği de bir gerçektir. Bu gerçeklikle birlikte, eleştiriler temelinde dönüştürülerek ahlaki ve politik toplumun ana unsurlarından biri de olabilir. Dönüştürülmesi gereken hususları Ali Fırat şu şekilde dile getirmektedir. “Hiyerarşiden kalma kadın ve çocuklar üzerindeki mülkiyet iddiası terk edilmeli, eş ilişkilerinde sermaye (her türü) ve iktidar ilişkileri rol oynamamalıdır. Cinsin sürdürülmesi gibi güdüsel yaklaşım aşılmalıdır.” Erkek-kadın birlikteliği için en ideal yaklaşımı da “Ahlaki ve politik topluma bağlı özgürlük felsefesini esas alanıdır” şeklinde ifade etmektedir. Aile kurumu, bu çerçevede değişim-dönüşümü gerçekleştirdiğinde ahlaki-politik toplumun en sağlam güvencelerinden biri olacaktır. Beş bin yıllık devlet ve iktidar oluşumlarında saygınlığını yitiren, gücü elinden alınan; bir köle, meta durumuna dönüştürülen kadın ancak büyük saygınlık ve güç kazanırsa, özgürlüğü ve eşitliği başarırsa, kısacası kendisine biçilen statüyü (kefeni) parçalarsa, bir bilinç aydınlanmasıyla kendini politik özne haline getirirse, o zaman anlamlı aile birlikleri gelişebilir. Cehalet ve kölelik üzerine kurulu bir ailenin saygınlığının almayacağı açıktır. Bu açıdan aliye ve kendini gerçekleştirme düzeyine göre kadına, ahlaki-politik toplumun inşasında büyük pay, rol ve misyon düşmektedir.

Son olarak, mevcut sosyal bilimin kadına yaklaşımını ele alarak ve sosyal bilim bağlamında konuyu değerlendirerek yazımızı tamamlayalım. Burada ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Sosyal bilim, onlarca disipline ayrılmasına, onlarca anabilim dalı ve bu anabilim dallarının da alt bilim dalı oluşturulmasına rağmen, kadın sorununun, onun gerçekliğini inceleme konusu yapan bir sosyal bilim disiplinini aklına getirmemiş, bu konuyu es geçmiştir. Tabii, bunun nedenleri vardır. Özellikle sosyal bilimin eril/erkek egemenlikli şekillenmesi, toplumsal cinsiyetçi olması, devlet/iktidar ve sermaye aygıtlarına/tekellerine bağlı ve onların birer aracı konumundaki durumları önemli nedenler olarak sayılabilir. Bu nedenlerden hareketle konuya yaklaştığımızda, sosyal bilimin bilinçli olarak böyle bir tercihte bulunduğunu, yaklaşım gösterdiğini rahatlıkla görebilir ve söyleyebiliriz.

Sosyal bilimin toplumsal gerçeklik konusunda temel körlüğü kadını biyolojik farklılığı olan bir cins olarak algılamasıdır. Oysa cinsiyet farklılığı yalnız başına hiçbir problemin nedeni olamaz ve sayılamaz. Kadını biyolojik farklılığı olan bir cins olarak algılamak yerine, kadını sosyal ilişki yoğunluğu olarak ele almak daha anlamlı ve toplumsal kördüğümleri çözme açısından daha önemlidir. Tabii böyle bir yaklaşımı, bakış açısını oturtmak kolay değildir. Bağışıklık kazanan erkek egemenlikli bakışın kadına yönelik körlüğünü kırmak, bu geleneği yıkmak atomu parçalamaktan daha zordur. İşin bundan daha zor kısmı, ilginç ve vahim tarafı kadının kendisinden kaynaklı boyutudur. Zira kadın da bu duruma alışmış, bunu kabullenmiştir. O nedenle kadın cephesinde deyim yerindeyse var oluş haline getirilen ve toplumsal olarak inşa edilen kadını da çözümlemek, çözmek; bunlarla birlikte yıkmak da gerekiyor. Tarihe bakıldığında bütün toplumsal mücadelelerde, özgürlük, eşitlik, ahlaki ve politik mücadelelerde yaşanan hayal kırıklıklarının bir türlü kırılamayan kadın-erkek arasındaki iktidari ilişkilerden kaynaklandığı; yine bütün eşitsizliklerin, köleliklerin, despotlukların, faşizmin ve militarizmin kaynağını bu ilişki biçimlerinden aldığı görülecektir. Eğer farklılıklar temelinde eşitliğe ulaşmak, özgürlüğü kazanmak, demokrasiyi hâkim kılmak, sosyalizmi bir yaşam haline getirmek ve bunlara erişmede hayal kırıklığı yaratmayacak geçerlilikler yüklenmek isteniyorsa, kadın etrafında onu boğmakla kalmayıp onunla birlikte tüm toplumu da boğan, toplum-doğa kadar eski olan ilişkiler ağını çözümlemek, çözmek ve parçalamak gerekir. Ancak bu olduğunda gerçek anlamda bir özgürlük farklılıklara uygun bir eşitlik kelimenin gerçek anlamıyla bir demokrasi ve ikiyüzlü olmayan bir ahlak hayat bulabilir, gerçekleşebilir. Cinsiyetçilik, sınıflaşma ve iktidarlaşma ile yakından ilişkilidir ve hiyerarşik çıkıştan beri bir iktidar ideolojisi olarak anlam kazanmıştır. Tabii, kadının otorite sahibi olduğu dönemlerde bugünkü lanetli pozisyona düşmesi kendisi kadar tüm toplum için de talihsizlik, kaybediş ve kölelik anlamına gelmektedir. Cinsiyetçi toplumun bu düşüş ve kaybedişi köleliğin sonucudur. Cinsiyetçi, erkek kadın üzerinde toplumsal egemenliğini, hâkimiyetini oluşturduğunda artık tatmin olmaz. Ve tabi ki iflah olmaz bir şekilde her türlü kadınla olan ilişkiyi bir hâkimiyet gösterisine dönüştürür. Cinsellikle iktidar ilişkisi çok etkilidir. Sosyolojik olarak bakıldığında bu fark edilecek ve erkeğin kadın üzerinde öldürme de dâhil her türlü tasarruf ve hakka sahip olduğu rahatlıkla görülecektir. Bu, kadının kaybediş ve kayboluş tarihi; mitolojisiyle dinleriyle, felsefesiyle, sanatıyla ve özelliklede Avrupa sosyal bilimiyle daha da geliştiği bir tarihtir.

A. Fırat kadının bu tarihten kurtulma, kendi kurtuluş ideolojisini, cinsiyet özgürlüğüne dayalı toplumu inşa etme, sorunlarını çözümleme ve çözüm gücünü ortaya koyma, kadının biyolojik (fiziki) yapısından tutalım toplumsal konumuna, doğasına, tarihi rolüne kadar incelenmeye konu edilme, yine örgütlenme ve eylem boyutlarını da kapsayan bir duruşu, yaklaşımı sergileme konularında kadının merkezde olduğu bir bilimi, yani jinekolojiyi önermektedir. Zira aydınlanmamış/aydınlatılmamış bir kadın doğası karanlıkta kalan bir toplum gerçekliğini de ifade etmektedir.

Şu hususu da göz ardı etmemek gerekiyor: Kadının geçmişte ve günümüzde içinde tutulduğu statü önemlidir, ancak bu mesele toplumsal problemin sadece bir boyutudur. Daha önemlisi ve bu statüyü ortadan kaldıracak olan boyut kurtuluş sorunuyla ilgilidir. Kurtuluş, çözüm anlamına gelecektir. Bu çözüm uygarlıkla birlikte ortaya çıkan, ideolojik hegemonya ile zorla, hileyle kabul ettirilen statünün reddi ve oluşturulan düzenden “boşanma” ile mümkün olacaktır. Toplumsal özgürlük, kadının özgürlüğü arasındaki bağ veya orantı gerçeği temelinde bunun içini doldurmak önem kazanmaktadır. Bunun için de gerekli olan yeni bir bilgi inşa etme, teori oluşturma hakikat arayış yöntemlerini bulma, bu çerçevede program, örgüt ve eylem mekanizmalarını geliştirmektir.

Bunlar ve daha sayılabilecek birçok husus kadar kadın biliminin konusudur. Doğum, cinsellik içgüdüsü, doğumun anlamı, kadında cereyan eden biyolojik ve fizyolojik fonksiyonlar, insan türünün sürekliliğindeki kadının temel rolü, demografik sorun vb. tüm bunlarda kadın biliminin inceleme konusu yapması gereken hususlardır. Sosyal bilim ancak feminizmi de kapsayan kadın bilimini geliştirerek kendi açmazını, bu konudaki yetersizliğini giderebilir; bu şekilde toplumsal sorunların çözümünde başat bir rol oynayabilir. Böylelikle ahlaki ve politik toplumun asıl öğesi olan bu kadın hem düşünce hem de uygulama gücü olarak büyük açılım ve gelişmeler yaratabilir. Ahlaki ve politik toplumun inşa çalışmalarında kadın ve bir kadın bilimi geliştirerek kadının gücünü açığa çıkaran sosyal bilim önemli ve güçlü bir rol oynayabilir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.