Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumun Güncel Mücadele Sorunları

Aydın Saka

“Toplum” ve “toplum dışılık” tanımları, toplumsal hareketlerin hareket noktalarının tespiti açısından büyük önem taşımaktadır. Bu, toplumsal hareketin kendisini tanımlaması ve konumlandırılması sonucunu doğurur. Diğer bir deyişle ret ve kabul ölçülerini oluşturarak mücadele çizgisini, siyasetini, yöntemini ve örgütünü belirler. Ne kadar sistem içi veya sistem karşıtı olduğu bu ölçüler üzerinden ve mücadeleyi yürütecek hareketin kendisine biçtiği misyonlar belirlenir.

Fakat bu yazıda bu noktaya fazla girmeden, ama işlenen konuya içerimleyerek, günümüzde toplumsal mücadele dinamikleri olarak ifade ettiğimiz alanlarda toplumsal mücadele üstlenmiş, kendisine misyon biçen; ezilenler ve sömürülenler adına hareket edenler nazarında çeşitli yaklaşım sorunları ve mücadele çıkmazları belirmektedir. Toplamsal mücadele dinamiklerinin aktif unsurları olan toplumsal hareketlerin yaşadığı bu sorunların bazıları zihniyetle ilgiliyken, bazıları da vicdanla, yani mücadele-direniş konusundaki tercih ile ilgilidir. Zihniyet sorunları sistemin tam çözümlenememesi ve eskinin zihniyet kalıplarındandogmalarından kaynağını almaktadır. Vicdan sorunları ise daha çok pratikleşme konusunda yaşanan direnişi sergileyip sergilememe konusundaki karar zayıflığı, yani oportünizmdir. Her iki noktada da yaşanan sorunlar kendini teorize ederek günümüzün toplumsal hareketlerine damgasını vurmuş ve olağanüstü bir dağılmışlık, güçsüzlük, mücadelesizlik açığa çıkarmış durumundadırlar. Mevcut yargılı yaklaşımlar aşılmadığı sürece sistem karşısında alternatif bir güç oluşturamayacağı anlaşılmış durumundadır. Şimdi bu yanılgılara bakalım:

 

1-Kendini tanımlayıp konumlandırma ve “tarihsizlik” sorunu

Kendini tanımlama var olmanın “amaç ve biçimini” belirlemedir. Yani aslında kendini anlamlandırmadır. Kendini anlamlandırma “bilme” ile gerçekleşir. “Bilme alanında meşruiyet sağlamamış hiçbir üretim, birikim, iktidar yargılanması varlığını sürdürmez.” (Ali Fırat) Bu gerçeklik iktidar dışı toplumsal hareketler için de geçerlidir. Bu durum aynı zamanda sistemi tanımayı da gerektirir. “Sistemi tanımadan, istediğimiz kadar eşitlik-özgürlük hayalimiz olsun, hâkim toplumsal sistemin değirmenine su taşımaktan kurtulamayız.” (Ali Fırat)

Günümüzdeki toplumsal hareketlere baktığımızda kendini tanımlama konusunda büyük açmazlar yaşamaktadırlar. “Toplumsal hareket” söyleminin kendisi bile nitelik, kimlik bildirir. Topluma işaret eder. O zaman sorgulanması gereken ne kadar toplumsal olduğudur. Ne kadar toplumsal ise o kadar sistem dışı, ne kadar sistem içindeyse o kadar toplum dışıdır. Bu çok keskin bir ayrışma gibi görülebilir, ama dikkat edilirse niteliğin ortaya çıkardığı bir belirlemedir. Günümüzde birçok hareket, özellikle sivil toplum örgütü olarak tanımlananlar kendilerini hem klasik devletin dışında hem de geleneksel toplumun dışında konumlandırmaya çalışırlar. Devletin klasik, toplumun geleneksel yapısı dışında yer alma çabası söz konusudur. Ama her ikisinde tümden bir reddiye yoktur. Geleneksel toplum karşıtlığı bir anlam ifade etmektedir. Toplumun, bireyin gelişimi karşısındaki statükocu-muhafazakâr yapısı, demokrasiyi çok fazla kabul etmeyen gelenekselliği, bireyin özgürlüğünü yeterince tanımayan toplum yapısı kastedilmektedir. Toplumun özü olan komünalite, ahlaki ve politik karakterine bir karşıtlıktan bahsedemeyiz. Ancak klasik devlet karşıtlığı muğlak bir duruştur. Belki devletin demokrasiye duyarlı kılınıp daraltılması bakımından bir anlam taşıyabilir. Elbette devletin değiştirilmesi ve daraltılması önemlidir. Zaten hegemonik sistem de önüne bu hedefi koymuş durumdadır! Bu anlamda klasik devlet karşıtlığı güçlü bir anlam taşımamaktadır. Çünkü özü itibarıyla devlet varlığını korumaktadır. Dolayısıyla toplumsal olduğunu iddia eden bir hareket, devletin sadece “klasikliğine” değil, ideolojik ve felsefi olarak devlet ve benzeri/türevi araçlarının tümüne karşıtlık sergileyebilirse devlet dışı bir gerçekleşme olarak anlam kazanır. Oysa mevcut toplumsal hareketlere baktığımızda bu “sivil toplumcu” karakterin çok hâkim olduğunu görürüz. Revizyonist komünizmin, sosyalist parlamentarizmin, sosyal demokrasinin ve liberalizmin çok yoğun olarak iç içe geçip birbirlerini beslediklerini ifade edebiliriz. Kapitalist modernite de bu yönlü çok büyük yönlendirmeler yapmakta, toplumsal hareketleri yapabildiğince sistem içinde tutma, bunu başaramaz ise ezerek yok etme politikası gütmektedir.

Kendini tanımlamanın sorunlu olması eyleme de yansımaktadır. Örneğin feminist ya da çevreci bir hareket çoğunlukla kendi olanıyla sınırlı kalmaktadır. Bir çevreci için feminizm, bir sosyalist için ekoloji, bir köylü için savaş karşıtlığı, bir işçi için işsizlik çok fazla anlam taşımayabiliyor. Sorun sadece birbirinin farkında olup ortak eylem yapmak değildir. Bu da önemlidir. Ama daha da önemlisi ortak bilinç yaratma çabası zayıftır. Yani tarihsel ve toplumsal teori yapılamamaktadır. Teori olmadan ne ortak bilinç oluşturulabilir, ne birbirinin farkına varılabilir, ne de ortak eylem konulabilir. Belki bu yönlü arayışlar vardır. Ama tarihsel bilgi birikimi ve toplumsal-sistemsel çözümleme, teori geliştirme zayıftır. Çatışan, polemikçi, sığ, umutsuzluk üreten, çözüm yaratmayan günübirlik bir tartışma düzeyi söz konusudur. Teori geliştirmek sadece teknik bir bilgilenme değildir. Teori geliştirmede ciddi bir yüzeysellik ve fırsatçılık olduğu açığa çıkmaktadır. Teorisiz olmak, kendini tanımsız bırakmak ya da başka tanımlar içerisinde yer almaktır. Günümüzde toplumsal hareketlerin içinde bulundukları durum, daha çok başkalarının teorik tanımları içerisinde yer almak veya yarım, eksik, yanlış teorilerle hareket etme konumundadırlar. Tüm bunlar tanımlama-teori konusunu ciddi bir sorun haline getirmektedir. Sistem tanımlamamızdan biliyoruz ki, toplumsal sorunun kaynağı uygarlıktır. Nedir bu sorunlar? “Kapitalist sistemin kanser türleri, aşırı rekabet, kâr, azami kâr, işsizleştirme, açlık, yoksulluk; ırkçılık, milliyetçilik, faşizm, totalitarizm, demagoji sanatı; ekolojik yıkım, aşırı finans, devletten daha zengin şahıslar; atom bombası, kimyasal silahlar, aşırı bireycilik, savaşlar; cinsiyetçilik, demokrasisizlik, devlet, iktidar, hiyerarşi…” Bu liste daha da uzatılabilir. Bunları birbirinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Çünkü tüm sorunlar aynı sistemden kaynaklanmaktadır. Bunun için toplumsal hareketler kendilerini tanımlarken, bunlardan birisine değil tümüne karşıtlı; bunlardan birisiyle değil tümüyle mücadele içinde olabilirse güçlü bir mücadele duruşu ortaya çıkarabilirler. Burada her hareketin aynı oranda her konuya karşı mücadelede eşit katılımından bahsetmiyoruz. Elbette her hareket çıkış noktasına karşı daha duyarlı ve özgünlük taşıyan bir yapıda olacaktır. Fakat özgünlük diğer sorunlara karşı duyarsızlığa dönüşmemelidir. Bu da bilinçle teoriyle olur. Ortak hafızadan kasıt budur. Öncesi çevreci bir hareketin cinsiyetçiliğe karşı kayıtsız kalmaması gerektiğini ifade ediyoruz. Böyle olursa işsizleştirmeye karşı çevreciler, atom bombasına karşı köylüler de karşıtlık içerisinde olurlar.

Tanımsız kalma veya kendini uygarlık dışı tanımlayamama tarihsel birikimden yoksulluktan kaynağını almaktadır. “Tarihsizlik” günümüz toplumsal hareketlerinin en temel sorunlarındandır. Uygarlık sisteminin tarihsizlik dayatması çoğunlukla kanıksanmıştır. Tarihsizlik iki şekilde gelişmektedir: Birincisi, kaynakların sistem denetiminde olmasından dolayı –ki, çoğu yok edilmiştirtarihsel bilgi birikiminden yoksun kılınması; ikincisi de inkârcılık tarzında gelişmektedir. İkinci husus, ilkin uygarlık tarafından gerçekleştirilmektedir. Uygarlık yapıların her şeyi kendinde başlatan benmerkezci yaklaşımından doğmaktadır. İnkârcılığın veya görmezden gelmenin diğer bir niteliği kendi kendine dönük olmasıdır. Bu bir anlamda içsel tepkiselliktir. Tepkisellik, günümüz toplumsal hareketlerinin önemli özelliklerinden birisidir. Bu, sistemin kendisini süreksiz kılmayı başarması ve birçok alanda yüksek düzeyde meşrulaştırabilme gücüne karşı ve ezilenler, sömürülenler adına hareket edenlerin ya çözüm gücü olamamaları ya da sistem içine geçişlerine karşı gelişen bir tepkiselliktir.

Toplumsal hareketlerin, var olan tarihsel birikimi teorileştirerek tarihsizlik sorununu aşma zorunlulukları her gün biraz daha yakıcı bir ihtiyaç olarak gündeme gelmektedir. Bu birikim, demokratik doğal toplumun mücadele-direniş tarihidir. Nasıl ki uygarlık tarihi beş bin yıllık bir tarihsel birikime sahipse demokratik komünal toplum ondan çok daha uzun ve derin bir tarihselliğe sahiptir. “Kendini bilme tüm bilmelerin temelidir” derken bir boyutuyla tarihselliğin önemine vurgu yapmaktadır. Kendini bilme, tarihini, tarihte ne olduğunu bilmedir. Tarihte toplumsallık neydi? “İnsan türünün toplum olarak gelişimi, uzun süre hâkimiyet ilişkilerine değil, dayanışma ilkesine dayanır. Sağlıklı bir toplum doğal çevreye ve kadın gücüne dayanır. Sömürüsüz, baskısız ve güçlü bir dayanışma örneği. İnsanlık bir anlamda bu tarihsel değerlerin bileşkesidir. Günümüzde eşitlik ve özgürlük kavramları halen en temel kavramlar olma değerinde olmalarını klan yaşam gerçekliğine borçludur. Eşitlik ve özgürlük bilinç halinde kavramlaşmadan, doğal haliyle klanın yaşam tarzında gizlidir.” (Ali Fırat) Günümüzün eşitlik ve özgürlük kavramlarının tarihten ve toplumsallıktan kopuk ele alınması, toplumsal tarihselliğin doğru ele alınmamasıyla ilgilidir. Sanki tüm insanlık tarih boyunca derin bir uyku içersindeymiş de, son iki yüz yıldır uyanmaya başlamıştır! Bu, toplumun tarihin öznesi olmaktan çıkarılması çabasının yol açtığı bir bilinçtir. Tarih yoksa özne de olunmaz, çözüm de geliştirilemez. Oysa tarih, çözümün içinde barındırdığı birikimdir. “Halklar çözümlerini tarihten nasıl gelmişlerse öyle geliştirirler. Tarihsellik, gelenek, kültür her ne denilirse denilsin her halk grubunun bir tarihi vardır.” (Ali Fırat.)

Bugün “doğal toplum” olarak andığımız toplumsallık, hemen hemen birçok toplum kuram teorisinde, aşılmış ve geride kalmış bir “ilkellik” olarak anılır. Hâlbuki doğal toplum temel insanlık değerlerinin oluştuğu kök hücredir. Bu insanlık değerleri halen varlığını sürdürüyorsa, bu toplumsallığın bir tarihselliğinin olduğunu ve kedisini günümüze kadar taşıdığını gösterir. İlkel, yaban, vahşi vb. yakıştırmalar, uygarlık sisteminin ideolojik çarpıtma argümanlarıdır. Uygarlık, sadece doğal toplumu ve mücadelesini karalamakla kalmaz, onun tüm değerlerini de kendine mal eder.

Doğal toplum tüm baskı, yok sayma ve katliamlara rağmen varlığını sürdürmüştür. Doğal toplumun yok olup gittiğini düşünmek, egemenlerin tarihsizleştirme yoluyla yapmak istedikleri “köksüzlük” tuzağına düşmek olur. Oysa toplum varlığını korumak için hep direnişi örgütlemiştir. “Tüm Er-Tarihin yegane insani öğesi direniştir. Geri kalan her şey ise Leviathan’ın gelişiminden ibarettir.” (Perlman). Bu direniş tek bir direniş değildir. Özgünlükleri olan, ama tariksel bir birikimi de sağlayan, kendisinden öncekinden beslenen insan olmakta ısrar geleneğidir. Toplumsallığın direnişi olmasaydı insanlıktan geriye ne kalırdı ki! Bu anlamda direnişten vazgeçmek insanlıktan, toplum olmaktan vazgeçmektir. Her direniş kendisinden öncekinden esinlendiği gibi, kendisinden sonrakini de koşullar. O halde Oscar Wilde’nin dediği gibi “Tarihe borçlu olduğumuz görev onu yeniden yazmaktır.” Çünkü direniş, ezilen ve sömürülenler tarihsiz kılınmıştır. Tarihleri yoktur demiyoruz, ama tarihleri ya dipnotlarla ya önemsizmiş gibi ya da karalanarak-terörize edilerek –ki, güncel bile aynı saldırıya maruz kalmaktadır-, dönemin egemen iktidar yapısını aklamak ve meşrulaştırmak için yazılmıştır. Böylece tarih egemenlerin kılındı. Nasıl ki insanlık tarihsizleştirme saldırısına uğruyorsa, tarih de insansızlaştırılmıştır.

Ama bu, insanın/direnişin tarihselliğini ortadan kaldırmaz. O halde tarihimizi nerede aramalıyız? “Esas almamız gereken tarih, hiyerarşik ve sınıflı toplumsal gelişmede zıt kutbu yaşayanların tarihidir… Tarihimiz doğal toplumdan başlayarak hiyerarşiye ve siyasi iktidara karşı duran etnisite, sınıf, cinsiyet mahkûmlarının her türlü düşünce ve eylemlerine dayanarak anlam bulabilir.” (Ali Fırat) Demek ki ezilenler ve sömürülenler kendi tarihlerini, hiyerarşi ve iktidara karşı “zıt kutbu oluşturarak arayacaklar. Etnisite, aile, klan, çöl, dağ ve ormandaki kabileleri, aşiretler, özgür köylüler, kültürel ve dini hareketler, anaerkil-doğacıl yaşam formları ve uygarlık sistemi karşısında direnen herkes, her direniş bu tarihselliği oluşturmaktadır. Zerdüşt’ten Spartaküs’e, Bruno’ya, Hallac’ıdan Mani’ye, Mazdek’ten Sühreverdi’ye, Nesimi’ye, Şeyh Bedrettin’e ve daha sayılamayacak kadar çok özgürlük filozoflarına; feodal merkezi uygarlık karşısında isyan eden özgür köylü hareketleri serflerden, kilise tarafından cadı ilan edilerek diri diri yakılan özgür kadın temsilcilerine, komünal manastır ve tarikat inşacılarına, ütopik sosyalistlerden Paris komünarlarına, barikatçılara, işçi direnişçilerine, ulusal kurtuluş hareketlerine, özgürlükçü ve demokratik sosyalizm mücadelelerine ve daha sayılamayacak olan bir bütün insanlığın direniş geleneğine sarılacağız. Ezilenlerin savaşı iktidardakilere karşı toplumu savunmayı amaçlayan kurucu hareketlerdir. Nasıl kimileri, tarihi olan halkların tarihi sınıf mücadelesinin tarihidir diyorsa; biz de aynı kararlılıkla, tarihi olmayan halkların tarihi de devlete karşı mücadelenin tarihidir demeliyiz.” (A.Clastres)

 

2-İdeolojiden kaçış ideolojisizliği sorunsallaştırma

Her davranışın arkasında bir ideoloji vardır. Çünkü her ideoloji kendi davranış biçimini oluşturur. İdeoloji oluşturmanın temel amacı toplumu tasarlamaktır. Hiçbir ideoloji sadece bir düşünceye endekslenmez. “Düşüncelerin sistemlileştirilmesi” derken birçok düşünce vurgulanmaktadır. Düşüncelerin tasarlanması toplumu şekillendirme çabasının sonucudur. Bu, her ideolojinin toplumcu olduğu anlamına gelmez. Toplumcu ideolojiler “toplum mühendisliğinden” ziyade toplumsallığı esas alırlar. Yani toplumun özünün, özgürlüğünün korunmasını ve geliştirilmesini tasarlarlar. Toplum dışı, karşıtı ideolojiler ise toplumun dağıtılması ve sömürünün derinleştirilmesini sağlamak için zihni tasarımlar geliştirirler. Demek ki ideolojiyi tasarlayan zihniyet, ideolojinin karakteri konusunda belirleyici olmaktadır. Her zihniyet kendi ideolojik tasarımını oluşturmaktadır. Zihinsiz “insan” gerçekleşmesi olamayacağına göre, hangi yönde olursa olsun (olumlu ya da olumsuz) hiçbir toplumsal gerçekleşmeyi ideolojiden kopuk ele alamayız. “Yediğiniz ekmek, içtiğiniz su bile ideolojidir” (Ali Fırat)

Toplumun-yaşamın ideoloji ile bağı bu kadar açıkken, ideolojiden kaçış, toplumsal hareketlerin kendisini “ideolojisizleştirme” nedeni nedir? Çokça görülmektedir. Bazen çeşitli toplumsal hareket sözcülerinin “bizim yaklaşımımız ideolojik değil, biz insani yönden yaklaşıyoruz” türünden söylemleri olmaktadır. “İnsani” yaklaşım ne kadar ideolojinin dışındadır? İnsanı esas alma hangi düşünceden doğmaktadır? Bir düşünce hangi zihni, ahlaki, felsefi yaklaşıma dayanmaktadır? Bu, acaba sadece duygusal bir tepki midir? O zaman duygularımız ile düşüncelerimiz arasında bir kopukluk mu vardır? Ve en önemlisi de gerçekten ideolojisizlik mümkün müdür? Açık ki bu yönlü büyük bir kafa karışıklığı vardır.

Bu kaçışın ilk nedenlerinden birisi politik baskılardır. Çünkü sistem güçleri ideolojik olmayı, bilinçli olmayı kendisi açısından risk olarak görmektedir. Bu yönlü gelişi önlemek için düşünsel politik ve her tür zor aygıtını kullanmaktadır. Sistem, yapılan bir işi, bir eylemi sadece pratikleşmeyle ve o an, o mekânla sınırlamak ister. Yani eylemi düşünceden, tüm zamandan ve mekândan, tarihten ve toplumdan koparmayı amaçlar. Dolayısıyla yapılacak olan eylemi “kendi sınırları içinde” olduğu ölçüde kabul etmektedir. Eylem, düşünceye-duyguya dayanıyorsa ve zaman-mekân bütünlüklerine hitap ediyorsa ve bu düşünceden doğan pratikleşme sistemi sorguluyorsa, sistemin zor aygıtları devreye girmekte. Politik baskı, susturma, bastırma, karalama, marjinalize etme, terörize etme vb. yaklaşımları sergilemektedir. Bu baskı çemberinden dolayı, günümüzde toplumsal hareketler genelde sistemin izin verdiği sınırlar içinde kalmayı (üstelik bunu teorize ederek) tercih etmekte, kendisini ideolojisiz kılmaya yönelmektedir.

İkinci bir sorunda ideolojinin ne olduğuna dair kafalardaki belirsizliktir. İnsanı ideolojisiz olarak tanımlamak bir makine ya da hayvan imgelerine dönüştürmek olur ki, zaten sistem bunu yapmaya çalışmaktadır. Oysa biliyoruz ki tüm toplumlar açısından ideoloji “toplumun zihinsel düzeyi ve tasarımlarını” ifade eder. “Hem toplumsal geçmişin hafızası hem de gelecek ütopyasının tasarımı olarak ideolojik kimlikler toplum beyni olarak rol oynamaktadır. Kaba bir benzetmeyle el ve ayaklar nasıl ki ekonomi ile bağlantılıysa, beynin esas işlevi de zihni tasarımdır… Değişik bir biçimde de olsa toplumsallık bir varlık olarak şekillenince beyin sorunu ortaya çıkar. Bunun adına ideolojik kimlik kazanmak demek doğru bir tanımlamadır.” (Ali Fırat)

İdeoloji tanımımızı, rolünü, işlevini böyle belirlediğimizde, toplumsal olarak kendi bilincine varmanın, varlık olmanın ideolojiyi oluşturduğunu ifade edebiliriz. Ve toplumsal varlık sona ermeden ideolojisizlikten bahsedilemez. Toplumsal “beyin, hafıza” vurgusu tarihselliğini ortaya koymaktadır. O halde toplumun doğuşundan günümüze kadar ideolojisi olmuştur ve bundan sonra da olmaması için hiçbir neden ve koşul oluşmuş değildir. Bu bir yanılsamadır. Daha doğrusu sistemin geliştirdiği bir saldırıdır. Toplumu dağıtmak için ideolojisiz kılması, sürü halinde tutması gerektiğini bilmektedir. İdeolojisizlik toplumsallığın bitirilmesi anlamına gelir. “ideolojilerin sonu” ifadesi tam da toplumsallığı dağıtma ile bağıntılıdır.

Toplumsal hareketlerin ideolojiden kaçışlarının bir diğer nedeni de II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan “dünya sistemi” yapısının insanlarda umutsuzluk, kırılmışlık, mücadelesizlik ve kötümserlik yaratmış olmasıyla ilgilidir. I. Dünya Savaşı öncesinde sosyalist hareketlerde biriken, sembolleşen insanlık vicdanı sosyalistlerin, anarşistlerin savaş karşıtlığı yapmak yerine kendi ulus devletlerine taraf olup savaştan yana tavır almaları; savaş kredilerine olur vermeleri ve savaş bütçelerini onaylamaları sosyalist ideoloji açısından büyük bir darbe olmuştur. Bu ideolojiyi vicdani bir seçim olarak tercih edenler de büyük bir kırılmaya yol açmıştır. Yenilen devletlerin sosyalistleri, işçi partileri çoğunlukla hükümetlere yerleşmiş ve çeşitli reformlar karşılığında sistemiçileştirilmişlerdir. Parlementerist sosyalizm özellikle Bolşevizm’e dayanan radikal sosyalistler, komünistler ve anarşistler üzerinde büyük bir terör estirdi. Yine sosyalist söylemlerle iktidardan nemalandırılan bu sistemiçileşmiş güçler, işçi eylemleri ve grevlerine karşı büyük bir şiddet uygulayarak bastırılmasında rol oynamış; halkın, işçilerin yapılan reformlarla yetinmeleri istenmiş ve bu durum 1929’daki büyük krizde başarısızlığa uğramalarına kadar devam etmiştir. Nitekim faşizmin gelişiminde bu ortam ve başarısızlığın, sistemiçileşmenin büyük bir payı olmuştur. Faşizmin gelişimi hem sosyalist tabanda hem de sosyalist entelektüellerde kırılmalara yol açtı. Savaşın öncesinde “Faşizme Karşı Halk Cephesi” örgütlemeye çalışıldıysa da ne faşizmin yükselişi durdurulabildi ne de II. Dünya Savaşı’nın çıkışı engellenebildi.

Tüm bu gelişmeler o döneme kadar insanlık için en gelişmiş ve umut verici olan sosyalizm şahsında yaşanınca ve alternatif ideolojiler geliştirilemeyince hem bir kırılma olmuş hem de kitlelerin sistemiçileşmesi hız kazanmıştır. İdeolojinin sorgulanması bu gelişmelere denk gelir. Ve Almanya faşist pratiğinden sonra ideolojinin sorgulanması trendi yükselişe geçer. İnsanlar bir yandan kendi vicdanlarını sorgular, diğer yandan ezilenler, sömürülenler adına gelişen ideolojileri ve pratiklerini sorgular. Sorgulamaların olumlulukları olmakla birlikte kırılma ve inançsızlık daha baskın bir duygu olarak yer bulur.

“Tek ülkede sosyalizm” anlayışı, hem sosyalistleri hem de ülke komünist partilerini sosyalist gerçekleşmeden alıkoymuştur. İçerde anti-demokratizm, dışarıda “Moskova çıkarları” güdümlü politikayla içerdeki sosyalizmin inandırıcılığını yitirilmesine, dışarıdaki sosyalistlerin çoğunun adeta merkeze kurban edilmesine yol açmıştır. Üstelik 1939’da Stalin ve Hitler arasında saldırmazlık anlaşması imzalandı. Savaştan sonra benzer bir anlaşma -daha emperyal amaçlarlaYalta’da İngiltere ile imzalandı. Yatla konferansı, her ne kadar Komüntern’e bağlı komünist partiler tarafından sorunlaştırılmasa da Sovyet gerçekleşmesine karşı güvensizlikle tepkisizliklere neden oldu. Moskova merkezlilik soğuk savaş döneminde de oldukça katı bir politika olarak alındı.

1968’lere gelindiğinde Avrupa merkezli öğrenci hareketlerinin öncülük ettiği yeni dalga devrimcilik ve radikalizm, bir bütün olarak “dünya sistemi” statükosunun kabul edilmezliğini yansıtıyordu. Çünkü sistem, sağı ve solu ile bir bütün olmuştu. Bu dalga, faşizme liberalizme, sosyal demokrasiye, sosyalist parlamentarizme, ulus-devlete, Sovyet totalitarizmine, savaşa, cinsiyetçiliğe vb. sistemi ayakta tutan tüm ideolojilere karşıydı. ‘68 hareketi çok büyük bir tepki hareketiydi. Dönemin hegemonik yapıdaki kapitalist modernite ve reel sosyalizmin çeşitli versiyonlardaki yapılarına karşı toplumsal bir tepkiydi. Özellikle reel sosyalist uygulamanın pratikte sosyalizmi getirmemesi kadın, işçi, köylü, öğrenci ve çevre sorunlarına duyarlı kimselerin hassasiyetlerini göz ardı etmesi, totaliter bir pratikleşme ile demokrasizasyonu sağlayamaması, o döneme kadar bir umut hareketi olan sosyalizm ideolojisini iyice gözden düşürmüştür.

Bağımsız karakterdeki benzer çevreler kendilerini hem reel sosyalizmin hem de kapitalist modernitenin dışında konumlandırmak istemişlerdir. Fakat bir çözüm gücü olarak değil de bir tepki hareketi olarak gelişmeleri yeterli bir tarihsel birikime sahip olmamaları, her iki bloktan gelen aşırı politik baskılar ve en önemlisi de sistem dışında hareket etmeyi göze alamamaları onları bir bütün olarak pratikleşmekten alıkoymuştur. Yani hâkim ideolojilerden kurtulmayı hedeflerken kendi ideoloji yapılarını oluşturamadıkları için, hem sistemi aşamamışlardır hem de kendilerini etkisiz kılmışlardır. Bu duruşların tepkisel bir tavır olarak kalmaları, toplumsal hareketlerin parçalılığına yol açmıştır. Her biri kendi dinamiği bağlamında kendisini yerelleştirmiştir. Sisteme olan tepki doğru kanalize olmadığı için hem sistem içinde kalınmış, hem de kendi başının çaresine baksın edasıyla toplumsal tepki parçalara ayrılarak zayıflamıştır. Örneğin; feministler ayrı, çevreciler ayrı, ulusal kurtuluş mücadeleleri (UKM) ayrı teorik düzlemlere geçmişlerdir. Bunların her biri de kendi içinde onlarca ayrışmaya uğramıştır. Tüm bu süreç, ideolojik savrulmalara yol açmıştır.

Günümüzde ideolojisizlik veya ideolojiden kaçışın bir diğer önemli nedeni de post-modernitenin kendisine geniş bir yayılma alanı açmış olmasıdır. 1970’lerde başlayan yeni entelektüel çıkış, post-yapısalcı, yapı sökümcü vb. eleştirel düşünme akımları var olan bir dünya sistemini statükosunun ideolojik yapılarını sorgulamaya tartışmaya başlamışlardır. Genelde bu tartışmalara şüpheyle bakılıp liberalizme içermektedirler. Böyle yönlerinin olduğu da açıktır. Ancak bu tartışmaların tümden olumsuzlanması gerektiği de söylenemez. Çünkü bu tartışmalar önemli ölçüde devlet, sistem, iktidar, hiyerarşi, cinsiyetçilik, doğa düşmanlığı vb. çözümlemelere dayanıyorlar ve eski ideolojik yapıları ya kısmen ya da tümden reddediyorlar. Belki örgütsüzlük, çözümsüzlük ve belirsizlik, mücadelesizlik yaratmaları dolayısıyla eleştirilebilirler, ama sistemin sorgulanmasında çok önemli bir tartışma dönemi başlattıkları açıktır. Eleştirilen noktada, aynı zamanda ideolojisizlik ön kabulüne dayanmaktadır. “Büyük anlatılara karşı tavır alma olarak bunu ifade etmektedirler. Müthiş bir sistem çözümlemesi vardır, ancak tarihsellik ve toplumsallık konularındaki çözümsüzlük, belirsizlik, kendilerini hiçbir ahlaki-politik sorumlulukla bağlamamaları bu yaklaşımları sorgulanır hale getirmiştir. Dolayısıyla bu tutumları, sanki ne yapılırsa yapılısın sistemin dışına çıkılmayacağı havasını oluşturmuştur. Bu yönüyle ideolojisizlik yapma konusunda neo-liberalizmle buluşan bir pratik söz konusudur. Zaten çoğu eleştirmen post-moderne liberalizmin bir biçimi kapitalist modernitenin yeni ideolojik formasyonu olarak yargılanmaktadırlar. Düşünce gücüne katkılarıyla yok açtıkları pratik sonuç arasında tezatlık vardır.

İdeolojisiz kılmada veya toplumsal yaşamın ideolojiden yoksunlaştırılmasında liberalizm ve onun yeni türevi olan neo-liberalizmin de yoğum etkileri olmuştur. “İdeolojinin sonu” sloganının kullanımı reel sosyalist ideolojinin çöküşünü “müjdelemek” için liberalizmin sarıldığı bir slogandı. Sloganın altında yatan mantık; ezilenler adına en ileri ideoloji sosyalizmdi. Sosyalizm de yıkıldı zafer kapitalizmin oldu. Artık başka ideolojilere gerek yok, çünkü kapitalizmin doğruluğu ispatlandı, ideolojiler dönemi bitti; bir ideoloji var, o da kapitalizmdir. Daha doğrusu ideolojisizliktir! Hatta bunu yaparken sanki kapitalizm bir ideoloji değilmiş de, doğal bir gerçekleşme, tarihin zorunlu bir evresiymiş gibi gösterilmektedir. Şimdiye kadarki çatışmaların sebebinin ideolojiler olduğunu, ideolojiler olmayınca da bu çatışmaların asgariye ineceğini, ideolojinin ilerlemeyi/gelişmeyi engellediğini ve bunun en somut örneğinin reel sosyalizm olduğunu söylediler. Aslında toplumda yaratmak istedikleri yanılsamanın pek başarısız olduğu söylenemez. İdeolojinin sonunu ilk ilan edenler Daniel Bell ve Saymur M. Lipset olmuştu. Bu “ideologlar” ekonomik refahın geliştiğini, reformların fazlalaştığını, adil paylaşımın geliştiğini; var olan politik sistemin sorunları önleyebilme ve çözme kapasitesinin olduğunu, işçi sınıfının demokratik katılımının geliştiğini ve tüm bunlardan dolayı ideolojiye gerek olmadığını, mevcut politik sistemin yeterli olduğunu dile getirmişlerdir. Bunların hiçbirisinin doğru olmadığı somut olarak açığa çıkmış bulunmaktadır. Tuhaf olan ise bu ideologlar tüm bu belirlemeleri yaparken bir ideolojiye, yani kapitalist moderniteye dayanıyorlardı. Yani bir ideolojik pencereden seslenerek “ideolojinin sonu”nu ilan ediyorlardı! Nitekim Fukuyama daha açık davranarak, kendisini gizleme gereğini duymaz ve liberalizmin küresel politik savaşı kazandığını ilan eder. Çünkü reel sosyalizm çökmüştü. “Tarihin sonunu” ilan eden Fukuyama, belli ki bundan sonra kapitalizm karşısında hiçbir ideolojinin duramayacağını, “son”un sadece ezilenlerin mücadelesi ve zafer umudu açısında geçerli olduğunu iddia etmekteydi. Ve farkında olmadan toplumun tarihsel gelişmedeki rolünü itiraf ediyordu. Reel sosyalizmin çöküşünü, bir bütün olarak toplumsallığın çöküşü olarak görüyordu. Geriye kalan ise kapitalist moderniteydi! Bugün eğer hâlâ “ideolojiler dönemi bitti” gibi iddialar tartışma konusu oluyorsa bunun sebebi kapitalist modernite ideologlarının yarattığı bir yanılsamadan dolayıdır. “Kapitalist modernitenin asıl gücü ne parasından, ne silahından kaynaklanmaktadır. Sonucu ve en güçlü olan sosyalist ütopya da dâhil tüm ütopyaları, her renge bürünen, en değme sihirbazlara taş çıkartan kendi liberalizminde boğması asıl gücünü oluşturmaktadır. Tüm insanlık ütopyalarını kendi liberalizmin de boğması çözümlenmedikçe kapitalizmle mücadele şurada kalsın, en benim diyen düşünce ekolü bile en iyisinden bir hizmetkârı olmaktan kendini kurtaramaz.” (Ali Fırat)

Tüm bunlardan sonra, ideolojiden kaçışın, kendini ideolojisiz kılmanın büyük bir yanılgı olduğunu söylemek mümkündür. İster böyle bir yakıştırma yapılsın, ister toplumsal hareketler kendilerini böyle tanımlasın, kapitalist modernite kendi ideolojik duruşunu dayatırken, ideolojisizliğin ilanı en basitinden bilgisizliktir. Sistemin değirmenine su taşımaktadır. Yaşam komple ideoloji ile sarmalanmışken kendini bunun dışında görmek olsa olsa simülasyon olabilir. Eagleton; “İdeoloji posta kutularımızın bile rengini belirler” derken ideolojinin yaşam üzerindeki hâkimiyetini açıkça ifade eder. O halde kendisine toplumsal mücadelede misyon biçenlerin, ideolojisizliği bir sistemiçileşme olarak değerlendirmeleri gerçeklik gereğidir. Bizim ideolojimiz demokratik sosyalizmdir. Demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü paradigmaya dayanmaktadır. Doğru olanın bu olduğunu düşünüyoruz. Yaptığımız tarihsel-toplumsal çözümlemeler ışığında bu sonuca ulaşıyor ve bunun araçlarını oluşturarak kendimizi öğütlüyoruz. Kimseye “şu ideoloji doğrudur, şu ideolojiye gir, buna girme” diyemeyiz. Ama herkesten tolumun varlık tarzına saygılı olmasını talep edebiliriz. Bu, aynı zamanda toplumsal hareketlerin buluşma noktasıdır. Ahlak, demokrasi, eşitlik özgürlük, cinsiyet özgürlüğü, ekoloji ve anti-kapitalizm asgari-ilkesel düzlemlerdir. Toplumsal hareketlerin bu asgari-ilkesel düzlemde kabul ve ret ölçülerini oluşturarak kendilerini yeniden konumlandırmaları can alıcı bir aciliyettir. Uygulamada, öncelikte, örgütlenmede, pratik politikada farklılıklar ve özgünlükler olabilir. Ama ideolojik parametrelerde buluşmak ve toplumsal hareketlerin ideolojiyle barışması, ideolojisizlik dayatmasını reddetmesi tarihsel ve ahlaki bir zorunluluktur. Kabullerimizin tespiti kadar, retlerimizi de belirlemek ideolojik olmanın bir gereğidir. “Kapitalizmin niyet duaları” olan milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, sınıfçılık, ekolojik talan, ulus-devletçilik, liberalizm, devletçilik, iktidarcılık, endüstriyalizm vb. tüm ideolojik dayatmaları reddetmeliyiz. Bu kabul-ret netleşmesi ideolojiyle buluşmanın ilk adımıdır.

 

3-Siyasal Alandan Kaçış Siyasetsizliği Sorunsallaştırmak

2009 yılında yapılan Avrupa parlamentosu milletvekili seçimlerinde 27 ülkeden 736 milletvekili seçimi için seçmenler sandık başına gitti. 27 ülkede 375 milyondan fazla seçmenin sadece yüzde 43’ü sandık başına gitti. Yine Avrupa’nın birçok ülkesinde ulusal meclis seçimlerinde seçmenlerin yarıya yakını sandığa gitmemektedir. Dünyanın diğer alanlarında bu katılımsızlık oranı biraz daha düşük olsa da dünyanın birçok yerinde “politikanın öznesi” olmama eğilimi yükseliştedir. Günümüzde de durum üç aşağı-beş yukarı aynıdır. Bunun konjonktürel ve çağsal birçok nedeni sayılabilir. Ancak her halükarda toplumun siyaset dışı kalma eğilimi sonuç olarak açığa çıkmaktadır. Siyaset dışı kalmak sistem dışı kalmakla aynı sonucu doğursaydı bu eğilim anlaşılabilir ve anlamlı olabilirdi. Ama asgari bir katılım gelişse bile seçilecek olanlar tüm seçmenleri yönetecektir. Dolayısıyla katılımsızlık pratikte bir anlam ifade etmemektedir. Katılımsızlığın ana nedenlerinden birisi seçmen, sandığı çözüm gücü olarak görmüyor. Kendisinin ve tabii diğer genel sorunların çözüleceğine/çözülebileceğine inanmıyor. Bu aslında verili olan tüm sisteme karşı bir güvensizlik ve umutsuzluktur. İkincisi de kendi görüşünü, siyasi, ideolojik ve toplumsal eğilimini temsil edecek bir örgütü yoktur. Var olan tüm siyasi parti ve örgütler sistem içidirler. Toplumun kendisi de sistem karşıtı parti ve örgütlerden kendisini uzak tutmuş, kendi kendisini örgütsüz kılmıştır. Dolayısıyla siyasal alanı kendi ilgi alanının dışında başkalarının işi olarak görmektedir. Özellikle Avrupa’daki işsizliğin bireycilik ile arasındaki bağ da çarpıcıdır. Avrupa’da bireycilik sorumsuz, kontrolsüz, topluma rağmen, toplumu dağıtma temelinde ve toplum karşıtı olarak yükseliş trendi sergiler.

Siyaset dışı kalmanın bireycilikle atbaşı bir seyir izlemesi sorunu daha derinlikli ele almayı gerektirmektedir. Toplumdan uzaklaşan birey siyasetten de uzaklaşmaktadır. Bireycilik siyasetsiz toplumlarda gelişmektedir. Sistem bireyciliği geliştirdikçe, adeta bir salgın hastalık gibi, toplum siyasetten, yani aslında kendi toplumsallığı içinde özne olmaktan uzaklaşmaktadır. Oysa biliyoruz ki, politika toplumun gerçekleşme tarzıdır. O halde topluma dayatılan siyasetsizliği, toplumsal yaşamın gerçekleşme tarzının geriletilmesi olarak tespit etmek yanlış olmayacaktır.

Günümüzde politik olanın genelde iktidar alanı kılınmasından dolayı mevcut siyasi alandan uzaklaşmanın mantıklı gerekçeleri oluşturulabilir. Fakat bu uzlaşma halinin egemen güçlerinin bir dayatması olduğunu, bunun gelişmesi için yoğun çaba harcadıklarını bilmekte de fayda vardır. Egemenlerin politik alana hâkim olması politika yaptıkları anlamına gelmez. Çünkü politika toplumsallıkla ilgilidir, iktidarla değil. Eğer bugün daha çok iktidarla ilgili kılınmışsa, bu kapitalist modernitenin toplumu politikadan uzaklaştırabilme gücünde, yani toplumsallığını yıkabilme düzeyinde aranmalıdır. Toplumsallık ne kadar dağıtılmışsa, toplum o kadar siyaset dışı kalmıştır. Gerçekten de “Kapitalist dönemde gerçek anlamda politika ölmüştür.” (Ali Fırat)

Politikadan kaçışın elbette ideolojisiz kalmayla bağı vardır. Yani toplumsal hafızanın boşaltılmasının, ekarte edilmesinin sonucu olarak toplum politikadan uzaklaştırılmıştır. Toplumsal hareketlerin bu fasit daireyi kırarak politik alana yönelmeleri önemli bir aciliyet durumudur. Zira siyaset yapmayan bir toplum kendi varlık tarzını, dolayısıyla özgür yaşam duruşunu kaybeder. Politikasızlık ve özgürlüksüzlük arasındaki paralellik bunu göstermektedir. “Politika geliştirmemek demek, kendi vicdanını, hayatı çıkarlarını ve öz kimliğini tanımamak demektir… Politikasız özgürlük istemeleri vahim bir yanılgıdır… Özgürlük istiyorsak en başta toplumun kolektif vicdanı olan ahlakı ve ortak aklı olarak politikayı tüm yönleriyle ve entelektüel gücümüzle yenide ayağa kaldırıp işlevsel kılmaktan başka çaremiz yok gibidir. (Ali Fırat)

Yani politik alan, kaçılacak değil, kurtarılacak bir alandır. Bunun için politikaya bir iktidar aracı olarak değil, toplumun günlük işlerini yürütmesini sağlayan “ortak akıl” olarak yaklaşmak daha gerçekçidir. O halde politika kavrayışımız mevcut anlamının ve işlerliğinin dışında, hatta karşısında konumlanacaktır. Bunun en somut şekli ise demokratik siyasettir. Tarihin tüm dönemlerinde iktidar/devlet dışı toplumların geliştirdikleri üretim araçları ve güvenlik yöntemlerini demokratik siyaset olarak tanımlanabilir.

Günümüzde toplumsal hareketlerin karşı karşıya kaldığı, siyaset yapamama, siyasetten kaçış ve siyaset dışı bırakılma durumunun aşılabilmesi bu tarihsel miras üzerinden yükseltilerek aşılabilir.

Demokratik siyaset tarihinde bir politik duruş, bu alanı iktidar alanı olmaktan çıkarabilir. Bunun için toplumsal hareketler ilkesel olarak “devlet odaklı olmamak kaydıyla” kendi siyasetlerini amaç ve örgütlerini oluşturmak durumundadırlar. Aksi halde günümüzde olduğu gibi, belki “baskı” pozisyonunda olabilirler, ancak sistem karşıtı toplumsal mücadelelerin yumuşak karnı olmaktan kurtulamazlar.

 

4-Biçim arayışı ve örgütlenmekten kaçış paradoksu

Toplumsal mücadele güçlerinin karşı karşıya bulunduğu en somut ve en can alıcı sorunlardan birisi de “biçim/örgüt” sorunudur. Ya da kendini somut örgütlenme biçimlerinden yoksun kılarak biçimsiz kalma durumudur. Daha doğrusu bu konudaki kafa karışıklığı ve muğlaklıktır. Klasik örgütlenme anlayışı daha çok hiyerarşik bir yapıdadır. Dikey örgütlenmeyi esas alır. Hiyerarşinin dayandığı temel kurumsal yapı devlettir. Ve devlet kesinlikle hem kendi içinde hem de dışa karşı sınıflandırılmış ve bölüştürülmüş bir çıkarlar koalisyonudur. Dolayısıyla varlığını bu çıkarlar bütününün korunması ve derinleştirilmesi temelinde sürdürür. Devleti bürokrasiden ibaret görmemek gerekir; tüccarı, burjuvası, aristokratı, spekülâtörü, tefecisi, ordusu, ekonomik tekeli, ataerkil yapısı vb. daha birçok unsuruyla ele almak, gerçeği yakalamada daha faydalı olacaktır. Üstelik tüm bu unsurlardan her biri bu bünyeden çıkıp yer değiştirebilir, ama kalıcı olan sadece kurumsal bir yapı olarak devlettir. Devleti farklı sıfatlarla tanımlamak da mümkündür. Ama özü aynıdır, değişmez. Bu öz, çıkar gruplarının toplum karşısında örgütlendiği baskı ve zor aygıtı olması gerçeğidir. Niteliğin değişmesi devleti demokrasiye duyarlı kılabilir. Fakat bu “duyarlılık” gönüllüce bir kabule dayanmaz. Çünkü devlet özünde demokrasi karşıtlığıdır. “Ne kadar az devlet o kadar çok demokrasi, ne kadar az demokrasi o kadar çok devlet” formülasyonu bu gerçeği ifade eder.

Devletin gerçekliğini bu kadar net belirlemek önemlidir. Çünkü geçmişte ve az da olsa günümüzde, toplumsal kurtuluşu devlet olmakta gören anlayışlar ezilenlerin mücadelesine damgasını vurmuşlardır. Fakat bu, daha çok devletin doğru tanımlanıp çözümlenememesiyle ilgili bir sorundur. Hatta çoğunlukla devletin aşılması gerektiği ve bir gün mutlaka aşılacağı “tarihin çöp sepetine” atılacağı ön tespitleri yapılmıştır. Buna rağmen devletin “geçici” olarak kullanılabileceği, hatta kullanılması gerektiği yönünde de tespitler vardır. Bu daha çok devleti bir güç olarak görüp, o gücü ele geçirerek kendi toplumsallığını kurmak için kullanma yanılgısına yol açtığı bir yanılsamadır. Bir anlamda devlete bir örgütlenme biçimi olarak yaklaşılmış, ezilenlerce idare edilirse sömürücü karakterini yitirebileceği sanılmıştır. Fakat tarih devletin bir biçimden ibaret olmadığını, kendi başına bir özne olabileceğini (hegemonik) ve bu niteliğinden dolayı onu ele geçirenlerin, aynı zamanda onun tarafından ele geçirildiğini göstermiştir. Çünkü devlet her zaman göründüğünden daha fazlası olmuştur. Bunun için devlet odaklı her türlü örgütlenme anlayışı toplumsal güçlerin sistem içileşmesine yol açmıştır hep. Devletin toplumsal kurtuluş için araç olamayacağı artık netleşmiş durumdadır.

Fakat bu, devlet özelliklerinin toplumsal örgütlenme biçimlerine yansımadığı, toplumsal hareketlerin kendilerini bu özelliklerden kurtardığı anlamına gelmez. Bu yönlü biçim arayışlarının karşıtı olarak bir de örgütlenmeden kaçış sorunu vardır ki, bu da “devlet, iktidar ve hiyerarşiden” kaçalım derken, toplumsal alanı devlet ve türevi örgütlere bırakarak onları daha uzun ömürlü kılamaya yaramaktadır. Bu konuda en çok kavramlar sorunsallaştırılır. Fakat kavramların tarihsel-toplumsal gerçekliğini çözümlemek yerine mevcut anlamlarıyla ve devlet-iktidara mal olmuş haliyle ele alıp var olan sorumluluktan kaçma, ama yeniyi de oluşturmama durumu hakim anlayış durumundadır.

Hiyerarşi ancak bir iş ve rol koordinasyonuysa iktidara yol açmaz. Nitekim doğal toplumun hiyerarşik yapısının özü “yararlılığa” dayanıyordu. Hiyerarşinin olmamasını, ortadan kalkmasını düşünmek/istemek özgürlükçü bir düşüncedir. Fakat toplumsal örgütlenmeyi devlet-iktidar örgütlenmesi ile karıştırmamak gerekir. Toplumun kendisi bir örgütlenmedir zaten. Toplumun örgütlülüğünü ortadan kaldırmak, toplumsallığı ortadan kaldırmaktadır. Demek ki hiyerarşi iktidara bulaşmadan toplumsal alanda özgürlüğü zedelenmeden var olabiliyor. Kaldı ki dağıtılmış toplum gerçekliği bugün Avrupa’da vardır ve sonuçları ibret vericidir. Neo-liberal propagandayla pompalanan bireycilik, bireyin özgürleşmesi amacıyla değil, toplumun dağıtılması için yükseltilmektedir. Toplumsuz birey, toplumu ortadan kaldırmış birey, insan; duygu ve duyarlılığını yitirmiş, robotlaştırılmış ve köleleştirilmiş bireydir. Her düşünce ve davranışıyla sistemi besleyip büyüten bir pozisyondadır, toplumsallıktan uzaklaşmanın en çarpıcı sonuçları özellikle batılı ülkelerdeki intihar olayları, uyuşturucu, fuhuş, holiganizm vb. toplumsal kanser olarak adlandırılabilecek durumlar da görülebilir.

Bireyin toplumsallığı aynı zamanda onun örgütlülüğüdür. “Örgüt” kavramı, günümüzde toplumsal dinamiklerde adeta bir “öcü” olarak algılanmakta, sanki bir örgütlülüğe girdiği zaman ya devletli/iktidarlı olacağından korkmakta ya da özgürlüğünü kaybedecekmiş gibi hissetmektedir. Pratik olarak bu özgürlüğü getirseydi anlamlı olabilirdi, fakat öyle olmamaktadır. Bu sorun daha çok genelde örgütlü yapıların hiyerarşik devletçi karakterinden kaçmakla ilgili bir düşünüşken, yani haklı dayanakları varsa da, öbür taraftan toplumsal örgütlenmenin sağlanmasının önündeki en büyük sorundur.

Demokrasi örgütsüz gerçekleştirilemez, tarihteki tüm direniş güçleri kendi örgüt formlarını oluşturmuşlardır. Bu kimi zaman çekirdek kadrolardan oluşan merkezi bir yapı, çoğu zaman da toplumsal gerçekleşme biçiminde olmuştur. Hiçbir toplumsal hareket kendisini örgütlü kılmadan amaç doğrultusunda pratik geliştiremez. Sitsem bir örgütsüzleştirme örgütüdür. Kendi özgürlüğü olmayanlar başkalarının örgütlülüğü içindedirler. Çünkü hem sistem hem de toplum açısından örgütsüz gerçekleşme yoktur. Nitelik değişkendir, varlık asıldır. Demek ki ne özgür kalmak için ne de devlet ve iktidara bulaşmamak için örgütlenmeden kaçınmanın hiçbir tarihsel-toplumsal zemini yoktur. Üstelik kendini sistem karşıtı konumlandıran kesimlerin durumu açısından bu çok daha can alıcı bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı böyle tespit edip ortaya koyduktan sonra, hemen akla gelebilecek “nasıl bir örgüt” sorusu da cevaplanmayı beklemektedir. Günümüz toplumsal hareketlerinin en çok cevap arayışı içinde olduğu soru budur. Çünkü tarihte devlet ve iktidar tüm örgütlenmelere sızmayı bilmiştir. Ya örgütler devlet olmuş, ya da örgütün üst yapıları iktidarlaştıklarında kendi amaçlarından uzaklaşarak var olan örgütlülüğün içi/özü boşaltılmıştır.

Örgüt-biçim arayışımızın cevabı toplumun kendini var etme tarzından gizlidir. Yani komunalitede. Komunalite her anlamda paylaşım ve işbölümü demektir. Birlikte tartışma, birlikte karar, birlikte pratikleşme kombinasyonudur. Bir örgüt ne kadar tabandan yönetiliyorsa, taban ne kadar söz ve karar hakkına sahipse, yani toplum iradesi ne kadar belirleyiciyse o kadar demokratiktir. Teorik olarak örgütlenme şemamız tabandan örgütlü yapılara dayanan, üste çıktıkça yetkiyi azaltan ve sorumluluğu arttıran, en üstte çıkıldığında ise sadece hizmet amaçlı rol kondisyonuna indirgeyen bir yapıdır. Örgütlü yapı, seçtiği temsilci üzerinde her an ve mekanda geri çekme, görevden uzaklaştırma, hesap sorma vb konularda örgütü işletebilen karar tasarrufuna sahiptir. Örgüt siyasetini yapan da tabandır. Tartışma, düşünce geliştirme, politika belirleyip karar oluşturma tabanın gücüdür.

Benzer bir demokrasizasyon farklı örgütlenmeler arasındaki ilişkiler açısından da vazgeçilmezdir. Önemli olan ortak yararda birleşmektir. Demokratik toplum güçleri için bu ortak yarar sistem dışılıktır. Her hareketin ortak amacı, kapsamı farklılıklar taşıyabilir. Ama toplumsallık, eşitlik, özgürlük ve demokrasi ortak buluşma zeminlerini ifade eder. Toplumsal hareketlerin çıkarları kesinlikle birbirleriyle çatışmaz. Eğer böyle bir çatışma çıkıyorsa orada devlet ve iktidar zihniyeti vardır. Bunu aşan toplumsal hareketlerin temel ölçüsü, özgünlükleri temelinde farklılıkların eşitliği ve toplumsal ahlak temelinde adaletliliktir. Pratik olarak bu herkesin özgürlüğüdür. Yani kimsenin başkasının özgürlüğünü kısıtlamadan, ama kendi özgürlük duruşunu da ahlaki ölçülerle sınırlandıran karşılıklı bağımlılık, saygı ve demokrasizasyon durumdan bahsediyoruz. Hiçbir işçinin çıkarı bir feministin, hiçbir çevrecinin çıkarı bir çiftçinin çıkarını zedelemez – bu, herkesin herkesi yönettiği(Hardt, Negri) bir sistemdir. Örnek bağlamında, yetersizlikleri olsa da halkların demokratik kongresine dikkat çekebiliriz.

Günümüzde çok çeşitli örgütlenme biçimleri vardır. Bunların çoğu ya sistem içinde, sistemin izin verdiği çerçevede hareket etmektedirler ya da iktidar aracı kılınmışlardır. Bu durumu aşmak için demokrasi ve özgürlük esasına dayanan ve bu her iki ilkeyi de kendi örgütsel yapısı içinde işleten yeni örgütsel model veya yapılara ihtiyaç vardır. Hiçbir araç kendi başına iktidar değildir, bir hareket iktidar arcı değilse, örgütlenmekten kaçarak değil, örgütünün iktidar aracına dönüşmesinin önüne geçerek pratik sonuç yaratılabilir. O halde yeni yapıları oluşturmak kadar, eskilerinde demokratik dönüşüme uğratmak kaçınılmazdır. Örgütlenmeden kaçmak kimsenin ruhunu temiz kılmaz, sanılmamalı ki örgütlenmenin dışında kalındığında iktidarın da dışında kalınabilir! Bu bir nevi bilerek ya da bilmeyerek toplumu zayıflatarak sistemin güçlenmesini sağlamaktır. Kaldı ki kapitalist modernitenin kendisini örgütlemediği hiçbir alan kalmamış gibidir. Eğer özgürlük o kadar yararlı olsaydı ve tersi olarak örgütlenmenin gücü bu denli sonuçlar yaratmasaydı, “kâr” esaslı kapitalizm, bu alanın yalnızca kendi hâkimiyetinde olmasını ister miydi? Yani toplumsal örgütlülüğü dağıtıyor ve yerine kendisini örgütlüyor.

Örgütlenme bağlamında küresellik ve yerellik ikileminin yaratmış olduğu bir tartışma da söz konusudur. Bu özü itibarıyla yapay bir tartışmadır. Biçimin niteliğiyle ilgili değil, karşılaştırılmasından doğan bir tartışmadır. Sistemin dayattığı küreselleşme de yeni değildir, insanlık ve toplumsallık da tarihin tüm dönemlerinde küreseldir. Yerellik ve küresellik birbiriyle bağımlılık içindedir. Karşıtlığı körükleyen kapitalist modernitenin ulus-devletçi, cinsiyetçi ve sınıfçı karakteridir. Nasıl ki toplum bu dayatmalarla kendi içinde parçalara ayrıştırılarak zayıf kılınmışsa, aynı uygulama küresel düzeyde de ezenler tarafından tüm ezilenlere dayatılmaktadır. Toplumsal güçlerin böyle bir tartışması olmamalı, yerel örgütlenmeler kendisini küresel örgütlenmelerde ifade edebilmeli, küresel örgütlenmeler de yerelleri bu özgünlüklerine duyarlı yaklaşabilmelidir.

Birleşim ve iletişim çağında yaşıyoruz, örgütlenme araçlarının en başında gelen iletişim araçları tarihte hiç olmadığı kadar ezilenlerin kullanımına açılmış durumdadır. Hatta bu gerçeklikten hareketle bazı toplumsal hareket sözcülerinin örgütlenmeye gerek olmadığı, istenildiği zaman iletişim araçları kullanılarak herhangi bir sorun karşısında toplumsal duyarlılık ve tavrın oluşturulabileceği iddiasındadırlar. Gerçekten de etkili kullanıldığında iletişim araçlarının yarattığı sonuçları Seatle, Porto Allegre, Arap Baharı hareketi vb. meydana gelen toplumsal hareketlerde görmek mümkündür. Fakat mevcut imkânların örgütlenmeyi gereksiz kıldığı yönündeki çıkarsama, hem toplumsal hareketlerin dağıtılmasını içermekte hem de sistem gerçekliği çözümlemiş olmaktan uzak bir değerlendirmedir. Nitekim adı geçen hareketlerin zayıf karnı örgütsüz olmalarıdır. Dolayısıyla var olan imkânları kullanarak daha güçlü örgütlenmelere gitmek yerine, örgütsüzlüğü bu şekilde gündeme taşımak örgütlenmenin ideolojik ve toplumsal boyutlarını görmemeyle ilgilidir. Teknoloji örgütlenmenin bir aracıdır, kendisi değil. Bunun için iletişim araçlarını komple bir örgütleme biçimi olarak değerlendirmek yanlıştır. Kaldı ki o bile örgütlenme gerektirir.

 

5-Bir paradoks daha öldüren şiddet diğer yanağını çevirmek

Uygarlık tarihi savaşlar ve katliamlar tarihidir. Savaştan, şiddetten, acıdan, zor ve baskı olaylarından, kan göz yaşı ve tecavüzden bağımsız bir uygarlık tanımı geliştirmek zordur. Savaş ve zor uygulamaları ideolojik kılıflarla meşrulaştırılan uygarlığın kendini var etme biçimleridir. Uygarlık tüm diğer alanlarda olduğu gibi “zor” tekelidir. Günümüzde de zor ve şiddetin kullanımı devlet tekeline haizdir. Devlet dışındaki diğer tüm zor uygulamalar meşruiyet dışı ve terörizm olarak ilan edilir. Devletli uygarlık zor kullanımına en çok “kamu düzeni” adı altında meşruluk kılıfı giydirilir. Bunun ideolojik dayanağı da insanların doğuştan “kötü”ye meyilli oldukları “düzeni” bozma potansiyeli taşıdıkları tespitleridir. Ve zaten “doğada zor evrensel bir yasa olarak vardır” denilir. Bunu için doğa dünyasının, hayvanlar âleminin tüm doğal-evrimsel girişimleri alabildiğine toplumsallığa uyarlanır. Sonuçta “ zayıf olanın güçlü olan karşısında ezilip yok olmaktan başka çaresi yoktur!” Doğal seleksiyon dedikleri olay bu oluyor. Ölüm ve öldürme üzerine, kendi uygulamalarını meşrulaştırmak için tüm dinler ve ideolojiler seferber edilir. Kutsal savaşların cennet vaatleri, milliyetçiliğin vatanbayrak sloganları, her savaşın kadın-para-ganimet vaatleri vb. uygulamalar, bu seremoniye katılanları hiçbir zor uygulamasından çekinmemesi için maddi sunumlardır. Ve direnenler hep haksız, dinsiz, yoldan çıkmış, barbar vahşi ve terörist ilan edilir.

Tüm bu hikâyeler günümüzde deşifre edilmiş olsalar da, farklı biçim ve ölçülerde varlığını sürdürmektedirler. Zor ve şiddette biçim ve yönelimini makyajlamıştır. Zorun ve şiddetin kaynağı olan uygarlığın aynı zor ve şiddetle kendisini sürdürmesi imkânsız hale gelse de, uygarlığın bundan vazgeçtiğini söylemek de yanlıştır. Nitekim bugün dünyanın dört bir tarafında uygarlık sistemi halklarla savaş halindedir.

Doğadaki diyalektiğin zıtların birbirini yok etme temelinde değil, yeni biçimlerle sürdürme tarzında geliştiğini biliyoruz. Dolayısıyla zor ve şiddete içerilen “doğa durumu” bir saptamadır. Yine kutsallık ve zorunluluk altında yürütülenlerin de talan ve sömürü gayesiyle yapıldığı açığa çıkmıştır. Tüm bu argümanların sömürüyü gizlemek amacıyla yapıldığı sağlanmayacak gerçekler haline gelmişlerdir. Şiddeti tanımlarken biyolojik ve hatta doğasal tezlere dayanmayı anlamsız buluyorum. Şiddetin toplumsal kökeni açıktır. “Şiddetin en yoğunlaşmış ifadesi olarak savaşların hiçbir hayvan topluluğunda gözlemlenmeyen bir vahşet olduğunu belirtmeliyiz. Hep neden gerekli olduğuna dair gerekçeler uydurulur. Savaşın tek gerekçesi zorunlu nefsi savuma, varlığını koruma ve özgür kılma dışında, toplumsal birikim değerlerine el koyma, talan etme, egemen olma ve sürekli devlet iktidarı olmayla topluma hükmetme ve çıkarlarına göre ona biçim vermedir.” (Ali Fırat)

Yani şiddetin dayandığı kökenler kesinlikle iktidarcı/devletçi uygarlık sistemidir. Toplumsal hareketler bu bilinçle yaklaştığında, kendi zor aygıtlarını seçerlerken kabul ve ret ölçülerini oluşturmada kolaylık sağlarlar. Zira “Özgürlük amacı araçlarının da temiz olmasını gerektirir.” (Ali Fırat) Bu ilkeden hareketle zora içerdiğimizi anlamın kapsamı “zorunlu nefsi savunma, varlığını koruma ve özgür kılma” çerçevesinde somutlaşır. Dikkat edilirse zoru tümden reddetmiyoruz. Çünkü birincisi; uygarlık sistemi vahşi saldırgan bir zor sistemdir. Zorun bu tarzda örgütlenen ve hareket eden bir sistem karşısında tümden reddi yok olmayla yüz yüze kalmak demektir. Eğer uygarlık güçleri bu yok etmeyi şimdiye kadar başaramamışsa ve bugün de bunu tümden göze alamıyorsa devrimci karşı şiddetin potansiyel gücünden, ezilenlerin mutlak direnişinden dolayıdır. Nitekim uygarlık tarihi aynı zamanda soykırımlar tarihidir. Günümüzde de fırsatını bulursa bundan geri durmayacağı karakteri gereğidir. İkincisi, direniş esnasında kullanılarak zorun ölçüsü, sınırları ve kullanılacak araçların tarzı, miktarı vb. noktalardaki niteliksel niteliksel ayrışmadır. Fakat bu konu toplumsal güçlerin çok tartışarak netliğe ulaştırdıkları bir konu demektir. Ya tümden devletli uygarlık araçlarını kullanarak ve eşitlik getirebileceği söylenemez. Ancak meşru ya da öz savunma zaten sadece zorun örgütlenmesi anlamına da gelmiyor. Bu bakımdan yöntem arayışımızı ne klasik devlet zoru, ne devrimci şiddetin tarihsel yorumlanma tarzı, ne de pasifizm ile doğru bir tanıma kavuşturabiliriz.

Öncelikle savaş ve şiddeti ideolojik ve felsefi olarak reddetmek, bunları “zorunlu nefsi savunma, varlığını koruma ve özgür kılma” dışında cinayet olarak, ilke düzeyinde tespit etmek önemlidir. Bu ilkesellik elbette şiddeti tümden reddetmiyor. Çünkü uygarlık güçleri yaşam fırsatı tanımamaktadır. Sistem dışı kalmak sanıldığı kadar kolay değildir. Toplum “ya özgürlük ya teslimiyet” tercihiyle yüz yüzedir. Teslimiyet toplumsallığından, özgürlüğünden vazgeçme, yani anlamsal intihardır. Özgürlük tercihi ise ölümle yüz yüze kalmadır. Ali Fırat bu dayatma karşısında ezilenlerin direniş felsefesini şöyle özetlemiştir: “Dünyayı yenecek gücümüz olsa dahi hiç kimseye saldırmayacağız; tüm dünya birleşip üzerimize gelse bile meşru savunma hakkımızdan asla vazgeçmeyeceğiz.”

Burada önemli olan husus şiddet aracının “savaşın kaçınılmaz bir noktaya gelmesi halinde” devreye girmesidir. Bu noktaya gelmeden önce yapılacak çok iş vardır. “Anlam gücüne güvenmek, şiddeti ancak zorunlu ve sonuç alıcı koşullarda vurgulamak başarılı olmak için esastır. Sadece savaş, devrim ve karşı devrim şiddeti değil, her alana ilişkin şiddetin kapsamını doğru değerlendirmek, ona karşı çıkarken doğru ve sonuç alıcı şiddeti hazırlamak, uygulamak büyük ustalık ister. Binlerce yıllık şiddet geleneğiyle kavrulmuş bir toplumu adeta yeniden diriltirken, çok zorunlu ebelik rolü dışında şiddete güvenmemek, anlamı diyalog ve örgütlenme gücüne daha çok yer vermek kaostan çıkışta çözümleyici yöntem olarak düşünülmeli ve uygulanmalıdır. (Ali Fırat)

“Anlam gücü, diyalog ve örgütlenme” demokratik rejimlerde mümkündür. Demokrasi meşru olanların siyaseti ve rejimidir. Demokrasiye, toplumsallığa saldırıları önlemek için, meşru savunmayı ideolojik ve felsefi temelleriyle ele alarak, ona taktik değil, stratejik yaklaşmak gerekir.” (Ali Fırat) Meşru savunmanın demokrasiyle bağı bu kadar açıktır. Elbette “hiç kimse savaşı barışa tercih edecek kadar akıldan yoksun değildir.” (Heredotos) Bu aklı veren demokrasidir. Meşru savunmanın sadece şiddetle ilgili olmadığını ifade etmiştik. Ancak konu bağlamımız toplumsal hareketlerin “şiddet algısı” olduğu için sadece bu boyuta değinilmektedir.

Günümüzde şiddet olgusu ya tümden mücadelenin asli unsuru, ya da el atılmaması gereken bir araç olarak görülmektedir. Ki baskın tercih çoğunlukla el atmama yönündedir. Bunda, şiddetin “devlete mahsus” görülmesi kadar, meşru savunma kapsamındaki şiddetin devlet şiddetiyle özdeşleştirilmesi de büyük rol oynar. Oysa “zorun ve şiddetin demokratik kullanımı egemenlerin açtığı savaşın ne aynısıdır ne de zıddı, ondan farklıdır.” (Hardt-Negri)

Devletçi uygarlık sistemi tüm hatlarıyla bir saldırı halindedir. Ve şiddet en çok kullanıldığı yöntemlerin başlangıcında gelmektedir. Demokratik alanın elde ettiği mevzilenme, devletin geriletildiği düzey, zor kullanmasının engellenmesi seviyesinde değildir. Zaten demokratik sistemdeki meşru savunmaya, devleti yıkmaya yönelik bir şiddet anlayışı değil, sadece savunma amaçlı bir yol biçilmiştir. Yani şiddete kurucu bir rol atfedilmiyor. “Demokratik şiddet toplumu sadece savunabilir, yaratmaz.” (Hardt-Negri) Ama bir saldırı mevcuttur. Çoğu zaman kaçmak gerekebilir. Fakat Deleuze’nin dediği gibi “Kaçın, ama kaçarken bir de silah kapın.” Demokratik toplumsal hareketlerin şiddet karşıtlığı elbette önemlidir. Ancak sistem gerçekliğinin kendisini dayatması karşısında pasif direnişle karşı çıkış çok ağır bedellere yol açar. Bir de toplumsal güçlerin sadece kendini savunma sorumluluğu yoktur. Bu sistemden çıkılması gerekmektedir. Yani mücadelenin yükseltilmesi gerekir. “Çıkış asla tamamen barışçıl ve uzlaşımsal olamaz… Her çıkış aktif bir direniş, hükümdarın gönderdiği takip birliklerine karşı bir savaş gerektirir.” (Hardt-Negri)

Dayatılan savaşa karşı “kaçınılmaz şiddet” kapıya dayandığında toplumsallığını, varlığını, özgürlüğünü korumak, öz savunma dediğimiz olgudur. Toplumsal hareketler açısından şiddetin kullanımının kaçınılmazlığı kendini dayattığında, elbette uygulanan şiddet kimi ölçüler taşıyacaktır. Aksi halde benzeşme kaçınılmazdır. “Şiddet ahlaki ve haklı bir temeli varsa meşrudur. Ahlaki olamayan ve haksız bir temeli varsa gayri meşrudur… Bugün şiddetin meşrulaştırılması en etkili biçimde ahlaki ya da yasal bir apriori çerçeveye göre değil, aposteriori olarak, yani şiddetin sonuçlarına göre gerçekleşiyor.” (Hardt-Negri) Yani meşruiyet, elde edilecek sonucun ahlaki ve vicdani ölçülere uyması halinde sağlanmaktadır. Toplumsal hareketlerin esas ölçüsü bu olabilir. Günümüzde toplumsal hareketlerin “İsavari” bir tarzı esas alma yaklaşımı değerli olmakla birlikte, ne sistem gerçeğini ne de toplumsal tarihin varoluş tarzını yansıtmaktadır. İsavari yaklaşım, devlet zoruna içerilen meşruiyet ortadan kaldırılmadan, demokratik eylem ve örgüt yaratma koşulları oluşmadan geçerlilik sağlayamaz. Her toplumsal hareket mutlak olarak şiddeti esas almalı demiyoruz. Ya da şiddeti kutsama pozisyonunda değiliz. Ancak öz savunmanın varoluşsal olduğunu, hele hele günümüz koşullarında öz savunma araçlarını geliştirememenin, meşru savunmayı yapamamanın öldürücü etkisi göz ardı edilemez. Bugün birçok toplumsal hareket “şiddet karşıtlığı” adı altında öz savunmasından vazgeçmiştir. Üstelik bunu başka mücadele dinamiklerine de dayatabilmektedir. Sonuçta ya sistemle birleşmiş ya da tüm bir trajediyi yaşamak durumunda kalmıştı.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.