Düşünce ve Kuram Dergisi

Çoktan Teke, Vardan Yoka ya da Mozaikten Mermere; Türkiye

Pakrat Estukyan

Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışılmazlık zırhıyla bir tabuya dönüştürdüğü konuların başında, ülkenin etnik ve dinsel çeşitliliği gelir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, henüz başbakanlığı döneminde yaptığı bir konuşmada ülkede 36 etnik ve dinsel grubun varlığına değinmiş olması, Cumhuriyet tarihi içinde bir ilktir. Ülkenin bu özelliği kimi romantik kalemler tarafından ‘mozaik’ olarak tanımlanınca, milliyetçi hareketin Ermeni asıllı önderi “Ne mozaiği ulan, mermer, mermer” diyerek itiraz etmişti. Nitekim Erdoğan’ın bu açıklamasından sadece birkaç yıl sonra, izlenen siyasi rotada önemli bir sapma yaşanmış ve ‘tek millet, tek vatan, tek dil’ dayatmasına geri dönülmüştür. Türkiye’nin toplumsal örgüsü içinde de içselleştirilmiş, neredeyse gönüllülük esasıyla benimsenmiş bir tek tipleşmeden söz etmek mümkün. Bu durumda konunun çok geç bir zamanda, ancak Kürt uluslaşma sürecinden sonra tartışılıyor olması da çok anlamlı. Türkiye üzerine çalışan sosyal bilimcilerin uzlaştıkları konuların başında, ulus- devlet inşası sürecinde önce devletin tesis edildiği, ardından da ulusun oluşturulduğudur. T.C. bu özelliğiyle dünyadaki uluslaşma ve buna bağlı olarak devletleşme pratikleri karşısında, oldukça ayrıksı bir örnek oluşturuyor.

19.Yüzyıl sonları tüm dünyada cihanşümul imparatorlukların deniz aşırı müstemlekelerinden anayurtlarına çekilme sürecinin başlangıcıdır. Sürecin tamamlanması ise 20. Yüzyıl ortalarına kadar ulaşacaktır. (Modern zamanlarda emperyalist sömürünün sürekliliğini sağlamanın çok daha işlevsel ve ucuz maliyetli yolları vardır). Bu dönemde Büyük Britanya Hindistan, Ortadoğu, Uzakdoğu ve Pasifik’teki sömürgelerini terk ederken, Fransa Kuzey ve Orta Afrika’dan, Osmanlı’nın ardından mevzilendiği Ortadoğu’dan Avrupa anakarasına çekilmek zorunda kaldı. Kuzey Afrika’da sömürgeler edinen İtalya, tüm Latin Amerika’yı sömürgeleştiren Portekiz ve İspanya için de tarih aynı şekilde tecelli etti. I. Dünya Savaşı bittiğinde Almanya, paylaşım savaşında geride kalmamak uğruna büyük beklentilerle yatırım yaptığı Berlin-Bağdat demiryolunun nimetlerinden henüz yararlanamamıştı bile. Çarlık Rusya’sı bu gerileme ve egemenliği altına aldığı geniş toprakları kaybetme sürecini diğer imparatorluklardan oldukça farklı bir şekilde yaşadı. Doğuda Çin sınırına kadar tüm Orta Asya’yı, güneyde İran sınırına kadar inen Kafkasya’yı, Karadeniz’in kuzeyini içeren bir coğrafyayı SSCB adıyla Rusya’nın başat aktör olduğu yeni bir birliğe dönüştürdü.

İstila ettikleri ülkelerde modernleşme hareketlerinin de taşıyıcısı olan batılı imparatorluklar, geri çekildiklerinde eski müstemlekelerinde belirgin bir şekilde kültürel etkilerini bıraktılar. Cerrahi el aletleri üretiminde Hindistan ve özellikle Pakistan’ın dünya ölçeğindeki başarısı bu etkiye örnek sayılabilir. Buna bağlı olarak eski müstemlekeler işgalcileriyle sosyo-ekonomik ilişkilerini, bağımsızlıklarını elde ettikten sonra da sürdürdüler. Hinduların ve Kıbrıslıların İngiltere’yle, Mağribilerin ve Ortadoğuluların Fransa’yla günümüze kadar süren sosyal ve ekonomik ilişkileri geçmişte oluşturulan kültürel etkileşimin sonuçlarıdır. Günümüzde Amerika ve Avrupa siyasetinin bir kaosa sürüklediği, Türkiye’nin yeni yayılmacı hesaplarla cihatçı militanlarla doldurduğu Libya’da egemen siyasi akıl, ülkenin en yakın dostu olarak geçmişte savaşarak bağımsızlığını elde ettiği İtalya’yı görüyor. Bu genel tablonun içinde Osmanlı İmparatorluğu üç kıtaya yayılan egemenliğini yitirme sürecini çok daha değişik bir ruh haliyle, beka sorunu kaygılarıyla yaşadı. Sömürgelerindeki doğal zenginliği, gelişen sanayileri için hammadde olarak yağmalayan batı emperyalizmine karşın Osmanlı salt alacağı yıllık vergilerle, başka bir deyişle haraçlarla yetinmişti. Emperyalizmin özelliği yayılmacılık siyasetidir. Sanayileşen ülkeler işgal ettikleri ülkelerin doğal kaynaklarını yağmalamayı amaçlamıştı. Oysa İslamî telkinler Osmanlı’ya fetih kavramını dayatmıştı. Bu yüzden sömürgelerin kaybı, bu taraflarda vatan kaybı olarak algılandı. Bu algı bireyler açısından haklı ve gerçek, ulusal açıdan ise temelsiz ve sahte bir duygu halinde, çarpık bir ‘Millî Eğitim’ tedrisatından geçmiş ortalama Türk insanında günümüze değin sürmektedir. Ülkelerini Osmanlı emperyalizminin boyunduruğundan kurtarmak için savaşan Arap milliyetçileri, özgürlük savaşçıları, Türkiye tarafından ihanetle, halifenin devletini sırtından hançerlemekle suçlandılar. Müslümanlık ve hilafet Osmanlı sultanları için kendini Ümmet-i Muhammedî’nin efendisi sayma yanılgısına ya da küstahlığına yol açmıştı. Müslüman ülkelere karşı Türk toplumunun aşağılayan ve küçümseyen bu yaklaşımı günümüzde de gözlemlenebilinir.

Vatan kaybı duygusu, birkaç asır boyunca Balkan ovalarını, köylerini, kentlerini vatan bellemiş olan Türklerin bu ülkelerden kovulmasıyla açıklanır. Ancak unutulmamalı ki söz konusu bölgelerin Sırp, Bulgar, Makedon, Yunan, Arnavut gibi halklardan oluşan gerçek sahipleri vardı ve onlar da asırlar boyunca ülkelerinin işgalinin acısını yaşadılar. Özellikle işgal ettiği ülkede egemenliğini yatırımlarla, kültürel aktarımlarla değil de askerî ve idarî baskıyla sürdürmeyi benimsemiş bir siyaset anlayışı, çok doğal olarak karşıt nefreti de beslemişti.

 

Devleti Hallettik, Sıra Millette…

Saltanat-ı Osmanî, yani Osmanlı hanedanlığı Orta Asya kökenli bir Türk boyu olan Kayı’dan türemişti. Bu köken tespiti zaman içinde hemen tüm valide sultanların farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelmeleri, şehzade eğitiminde izlenen çok kültürlülük, çağın egemen anlayışlarının dayatmaları ve benzer etkenlere bağlı olarak gitgide zayıfladı. Sonuçta şekillenen Osmanlı kimliğinin bileşenleri içinde etnik kimlik olarak ‘Türklük’ salt Yörük Türkmen aşiretlerine indirgenmişti. Dağlarda göçer bir çadır kültürüyle tanımlanan, basit, ilkel, kaba bulunarak dışlanan Türk tanımına karşın, kültürel bir ortak payda olarak ‘Türkçe’ imparatorluk çatısı altındaki halklar arasında, özellikle şehir ve kasabalarda yegâne iletişim aracı olarak işlevini sürdürüyordu.

 

Tarihini Üç yüz Yılla Sınırlayan Halk: Lazlar

Ünlü etnolog ve dilbilimci Nikolay Marr günümüzden yüz yıl kadar önce Lazcayı araştırmak üzere çıktığı yolculukta Rize’nin Atina (şimdi Pazar) ilçesinden ilginç bir diyalog aktarır: “Lazcayı araştırmanın ne anlamı olabilir ki? Bizde Lazcayı sadece köylü kadınlar konuşur. Ticarette ve bürokraside bize gereken dil Rusça ve Türkçedir.”

Aras Yayıncılık tarafından basılan ‘Lazistan’a yolculuk’ adlı kitabında Nikolay Marr, Müslüman bir din adamıyla konuşmasından da söz etmektedir. Bu mollaya göre Lazların tarihî geçmişi üç yüz yıldan öteye uzanmıyor. Marr’ın bu söyleşiyi geçen yüzyılın başlarında yaptığını hesaba kattığımızda, sözü edilen geçmiş, Lazların İslamiyet’e geçiş tarihiyle başlıyor. O yıllarda sadece Lazların değil, Osmanlı egemenliği altına giren Doğu Karadeniz coğrafyasında yaşayan Gürcülerin, Acarların ve Hemşinli Ermenilerin de ağır vergi baskısından kurtulmak için Müslümanlaştıkları biliniyor.

 

Asimilasyonun İki Yüzü: İslamlaştırma ve Türkleştirme

Osmanlı yönetiminde Müslümanlaştırma olarak sürdürülen asimilasyon uygulamaları, Cumhuriyet dönemindeyse Türkleştirme halinde devam etti. Dinin, etnik kimliğin önemli belirteçlerinden biri olduğunu kabul ettiğimizde, ihtida etmenin bireyin etnik aidiyetinden sıyrılarak kendini egemen unsurun içinde tanımlaması için kolaylaştırıcı bir etkisi olduğunu da görebiliriz. Bu aşamada anadili de artık taşınması gerekmeyen bir yüke dönüşebilir. Nitekim özüne yabancılaşmayı Türk ırkçılığına kadar vardıran kimi Hemşinliler, meseleyi aile içinde Hemşince konuşulmasını yasaklamaya dahi vardırdılar. Sonuçta ‘Hemşince’ diye tanımlanan dilin Ermenicenin arkaik bir diyalektiği olduğu gerçeği, kökenlerini Orta Asya’ya bağlamaya hevesli bu kesim için taşınması zor ve gereksiz bir yük oluyor. Tekçilik, daha doğrusu ötekine yönelik tahammülsüzlük bugün de farklı tezahürlerle yaşanmakta. İstanbul’da yaşayan gayrimüslim çarşı esnafının iş yerlerinde Türkçe takma isimlerle anılmaları bilindik bir alışkanlık. Buna karşılık kırsalda, örneğin çay toplama mevsiminde gündelik çalışma için Sarp sınır kapısından Türkiye’ye gelen Ortodoks Hıristiyan Gürcüler, Hemşinli Ermeniler veya Lezgiler de, Müslümanlaşmış soydaşlarının çay tarlalarında isimlerini değiştirerek çalışıyorlar. Bu konuda yasal bir zorunluluk olmadığına göre, böylesi bir tedbire gereksinim duyulmasını toplumsal tahammülsüzlük, daha da doğrusu ‘mahalle baskısı’yla açıklamak gerekir.

Özellikle taşra kentlerinde ve kırsal alanlarda yoğunluğu çok daha ağır hissedilen mahalle baskısı, Türkiye genelinde hemen tüm gayrimüslim azınlık gruplarının metropollere, bilhassa İstanbul’a, oradan da Avrupa ülkelerine göç etmelerine yol açmıştır. Bu süreç Cumhuriyet döneminin tüm hükümetleri tarafından kolaylıklar sağlanarak desteklenmiştir. Acı bir gerçeklik olarak, devletin kuruluş yıllarında hedeflenen amaca varmak, yani ülkeyi ‘ayrık otlarından’ temizlemek iradesi geçen yüz yıl boyunca varlığını korumuştur. Ortadoğu Müslüman ülkeleri arasında en az Hıristiyan nüfusu olan ülke muhtemelen Türkiye’dir.

 

İnsansızlaştırılan Tarih: Tur Abdin

Can güvenliği kaygısıyla ülkeyi terk etme zorunluluğu T.C. vatandaşı Süryanilerin 1990’lı yıllarda anayurtları olan Tur Abdin bölgesini terk ederek, Kuzey Avrupa ülkelerine göç etmelerine sebep oldu. 1915 fırtınasını, ‘Seyfo’ deneyimini yaşadıktan sonra da ülkesinde kalma iradesi gösteren bu barışçı halkın göçü son derece ağır bir travma oluşturdu. Bu yüzden de 2010 yılından itibaren, ‘Çözüm süreci’ olarak tanımlanan nispeten daha güvenli ve umut vadeden dönemde, geri dönüş çabalarına da tanıklık edildi. Kimi aileler yaklaşık 20 yıllık bir sürede İsveç, Norveç, Hollanda gibi ülkelerde edindikleri kazanımları geride bırakarak anayurtlarına dönme hazırlıklarına giriştiler. Ne var ki bu eğilim gittiklerinde arkalarından timsah gözyaşları döken eski komşularını memnun etmedi. Memnun etmek bir yana, Süryanilerin terk etmek zorunda kaldıkları köylerine, arazilerine ve evlerine dönme arzusu, bunları gasp etme hevesine düşenlerde derin kaygılara yol açtı. Gâvur malına çökmenin bir hak olarak algılandığı bir ortamda; Süryanilerin dönüşünü engellemek üzere bir yandan ‘korucu’ sıfatıyla yetkilendirilmiş yarı resmî silahlı güçlerin baskı ve yıldırma yöntemlerini kullanılırken, yargı da aynı amaca hizmet ederek hukuksuz gaspları meşrulaştırmaktan geri kalmadı.

Bireylerin mülkiyetine yönelik gasp olaylarının yanı sıra, toplumun malı olarak değerlendirilen Mardin’de Deyrulzafaran Manastırı’nın zeytinliklerinin yakılması ve Midyat’ta Mor Gabriel Manastırı’na ait tescilli arazilerin gasp girişimleri, Süryanilerin istenmedikleri mesajının verilmesinde ve geri dönüşlerinin engellenmesinde çok işlevsel oldular.Benzer şekilde Maraş’ta Alevi toplumuna karşı devlet eliyle gerçekleştirilen pogromun gerçek başarısı, birkaç gün içinde resmî açıklamada 120 olarak açıklanan, kimi iddialara göre birkaç yüze varan can kaybıyla sınırlı değildir. Esas murad edilen şehrin demografik yapısının değiştirilmesi olmuş, bunda da başarı sağlanmıştır. 1978 sonrasında Maraşlı Alevi aileler ‘Türklük Sözleşmesi’nin yazılı olmayan planlarına uygun bir şekilde ülkenin metropollerine, oradan da başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerine göç etmek zorunda kalmışlardır.

Özellikle “Alevilere yönelik devlet baskısı Yavuz Sultan Selim döneminden günümüze kadar kesintisiz sürmüştür” savı asla abartı değildir. Anadolu’da kadim pagan inançlarından izler taşıyan, süreç içinde Hıristiyanlık ve Müslümanlık öğretileri üzerinden geliştirilen özgün bir sentez olarak tanımlanabilecek Kızılbaş Alevi kültürü, deyim yerindeyse ne İsa’ya ne Musa’ya hatta ne de Muhammed’e yaranmanın çilesini yaşamaktadır. Ancak coğrafyamızda kabul gören özdeyişlerden biri de beterin de beteri olduğu yönündedir. Örneğimizde bu özellik Ezidi halkına mal edilebilir. Ezidiler belki de bütün inanç sistemleri içinde doğayla ve onun döngüsüyle en barışık örneği temsil etmekteler. Kökleri çok eski çağlara uzanan bu inançta ısrar etmenin bedeli çok ağır olmuştur. İktidar erkinin dayattığı Hıristiyanlığı reddederek eski inançlarına sadık kalan Ermeniler gibi, Ezidiler de Müslüman dinini benimseyen Kürt soydaşları tarafından büyük zulümlere uğradılar. Hıristiyanlığa karşı eski inançlarını korumaya çalışan Ermenilerin direnişi farklı tezahürlerle yaklaşık yedi yüzyıl kadar sürdükten sonra, ağır kırımların ve sürgünlerin ardından sönümlendi. Buna karşılık Ezidiler Türkiye topraklarındaki anavatanlarında artık birkaç yüz kişi kalmalarına rağmen, Ermenistan, İran, Irak, Suriye vs. yakın coğrafyada halen varlıklarını büyük bir kararlılıkla sürdürme konusunda taviz vermiyorlar. Ancak bu ısrarın bedelinin de oldukça ağır olduğunu belirtmek gerekiyor. Tarihi boyunca katline çıkarılan fermanları saymaktan bitap düşmüş bir halk, son olarak 2014 yılının 3 Ağustos tarihinde, anayurtları olan topraklardan kaçarak sığındıkları Şengal dağında aralarında çok sayıda Türkiyeli’nin de olduğu barbar IŞİD çetelerinin soykırımına uğradılar. Daha da acı olan ise, bu soykırım operasyonun Barzani peşmergelerinin yol vermesiyle yaşanması. Katliamın daha büyük can kayıplarına yol açması, Türkiye hükümetinin terör örgütü olarak tanımladığı Halk Savunma Birliklerinin, yani YPG ve YPJ gerillalarının kendi yaşamlarını hiçe saydıkları savunmayla önlenebilmişti.

Ezidiler ve Çingeneler gibi tüm inançlar tarafından horlanan bir diğer etnik ve dinsel grup da Yahudiler olmuştur. Dinî referansları Tevrat ile hem Hıristiyanlığın hem de Müslümanlığın üzerinde temellendikleri inanç sistemine ilham veren Musevilik ve bu dini sürdüren Yahudi halkı, her iki nevzuhur dinin mensuplarınca dışlanmış ve horlanmıştır. Özellikle Katolik mezhebinin bağnazlığı sonucunda 500 yıl kadar önce İspanya ve Portekiz’den kaçarak Türkiye’ye sığınan Safarad Yahudileri inançları ve geleneklerinden ötürü sürekli baskılarla karşılaşmışlardır. Belki de bu baskıların bir tezahürü olarak Türkiye’nin inançlar ve etnisiteler mozaiğine yeni bir renk olarak Sabetaycılık da bu coğrafyada, Osmanlı sultanının katkılarıyla eklenmiştir.

Tarih içinde birçok meczup, kutsal metinlerin söyleminden yola çıkarak kendisini mehdi olarak tanıtmış, bu yolla da müritler, dolayısıyla zenginlik devşirmiştir. Bunlardan biri de Osmanlı vatandaşı olan Sabetay Sevi’dir. Yahudi toplumu onun bu faaliyetlerini Osmanlı sultanına ihbar etmiş, sultan da tam katline ferman verdiği anda Müslümanlaşarak canını kurtarmıştı. Sabetay Sevi’nin ihtidası müritleri tarafından da benimsenmiş, böylece Müslüman Yahudi orijinli fakat Türkleşmeye çok hevesli bir toplum olarak Sabetaycılar Türkiye mozaiğine yeni bir renk olarak katılmışlardır.

 

Kafkaslardan, Balkanlardan Gelenler

Son yıllarda Türkiye coğrafyasında henüz resmî olmayan yeni bir tarih yazımına tanık oluyoruz. 150 yıldan uzunca bir süredir Türkiye topraklarında yaşayan Abhaz, Kabartay, Ubıh gibi Çerkez boyları 1863 yılının Mayıs ayından itibaren Kuzey Kafkasya’dan sürülmelerini ‘Çerkez Soykırımı’ olarak anıyorlar. Bu arada Çerkez halkları yarı dayatmayla, yarı gönüllükle uğradıkları kültürel soykırımla, ana dillerinin, isimlerinin yok oluşuyla yüzleşmekten halen çok uzaklar. Kendi içlerinden devşirilmiş Türk milliyetçisi unsurlar bu konuların gündeme getirilip tartışılmasını ‘bölücülük’ olarak değerlendiriyor. Kuzey Kafkasya’nın, Çerkez yurdunun bağımsızlığı için sürdürülen büyük direnişin Çarlık orduları tarafından kırılmasından sonra sadece Türkiye’de değil, Ürdün’den İsrail’e kadar Ortadoğu’nun pek çok ülkesinde Çerkez diasporaları oluştu. Ne var ki söz konusu kültürel soykırım, yani asimilasyona bağlı kimlik erozyonu Türkiye dışında hiçbir ülkede yaşanmadı. O ülkelerde Çerkezler anadillerini ve isimlerini günümüze kadar korumayı başardılar.

Balkan bozgunuyla anayurda dönmek zorunda kalan topluluklar arasında birkaç yüzyıl içinde birden fazla asimilasyon yaşayan Boşnakları ve Pomakları da anmak gerekiyor. Osmanlı’nın işgali altında zorla Müslümanlaştırılan bir kısım Sırp tebaa, Türkiye’ye geldiğinde de ‘muhacir’ sıfatıyla aşağılandı. Benzer sıkıntıyı mübadele yıllarında Yunanistan anakarasından ve Girit, Rodos gibi adalardan gelenler de yaşadılar (Kaderin tuhaf bir tecellisi olarak Yunanistan’a gitmek zorunda kalan Türkiyeli Helenler de kendi soydaşları tarafından benzer dışlamaya uğramışlardı).İlginç bir veri olarak Türkiyeli Ermenilerin veya Rumların sürgün edildikleri anayurtlarına bağlılığın ve özlemin benzerini Balkan veya Kafkasya göçmenlerinde gözlemek mümkün olmuyor. Yunanistan’da ‘Nea’ veya Ermenistan’da ‘Nor’ önekiyle anımsanan sayısız yerleşim birimine karşı Türkiye’de sadece tek bir ‘Yenibosna’ mahallesiyle karşılaşmamız ilginç bir olgu.

 

19 Mayıs’ın Simgesel İki Zıt Anlamı

Cumhuriyet tarihi boyunca Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemesinin başlangıcı olarak anılan 19 Mayıs tarihi, bir başka okumayla ‘Pontus Soykırımı Günü’ olarak da adlandırılıyor şimdilerde. Mustafa Kemal’in Samsun’da ilk görüştüğü ve eylemlerine destek verdiği kişinin, aynı zamanda İstanbul Hükümeti’nin savaş suçlusu ilan ettiği Topal Osman olduğu anımsanınca, bu tarihlendirme çok da yanlış gibi durmuyor. Karadenizli Pontusluların tasfiyesi 1922 yılına değin devam etmiş bir süreçtir. Son noktası ise, katliam mağduru Hıristiyanların o yıla kadar İstanbul veya İzmir gibi sığınabilecekleri bir kent olarak gördükleri Trabzon’un Rum ve Ermeni unsurlardan ‘kurtarılmasıdır’.

Nitekim alternatif tarih anlatımında Kurtuluş Savaşı olarak tanımlananın esasen ülkenin kadim halklarının soykırım, kaçırtma veya mübadele gibi uygulamalarla tasfiyesi sonucu gâvurdan kurtuluş operasyonu olduğu vurgulanır. Bu açıdan bakıldığında resmi tarihin “Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvele karşı savaştık” sözü üretilmiş bir efsanedir. ‘Savaş’ sözcüğüyle ifade edilebilecek tek mücadele Ege’nin içlerine doğru, Ankara’ya yönelik Yunan yayılmacılığına karşı verilmiştir. Bunun dışında İngiliz, Fransız veya İtalyan işgaline uğrayan Osmanlı şehirlerinde kayda değer bir direnişten söz etmek mümkün değil. Fransız işgal bölgesindeki kimi çete saldırılarıysa, bölge eşrafının “Sürülen Ermeniler geri gelecek, mallarına sahip çıkacak” kaygısıyla finanse ettikleri Karayılan çetesinin sabotajlarından öte geçememiştir. Cumhuriyeti kuran İttihatçı ideologların ürettiği çarpıtmalardan biri de “Cumhuriyetin kuruluş yıllarında toplu iğne dahi üretilemiyordu” söylemiydi. Bu ifadedeki gerçeklik sadece ‘kuruluş yılları’ tanımıyla doğrulanabilir. Bu anlatıyı üretenler 10 yıl öncesinden bahsetmekten özenle sakınırlar. Zira 10 yıl geriye dönüp baktığımızda Avrupa’daki sanayileşmenin hayli gerisinde kalmakla birlikte, Osmanlı ülkesinde özellikle Ermeni ve Rum sermayesiyle kurulan sanayi tesislerini görmek zorunda kalacaklar.

Osmanlı yönetim sistemi içinde halkların iktisadi konumlanışı saray tarafından belirlenmişti. Buna göre orduda ve devlet yönetiminde kendine yer bulamayan Hıristiyan tebaanın önünde zanaatlar ve ticaretin dışında bir alan kalmamıştı. Onlar da bu alanda geliştirdikleri sanayi ve tarım üretimini tüm dünyaya ihraç edebilecekleri ticaret ağları oluşturdular. 1800’lü yılların sonlarında Diyarbakırlı Ermeni demircilerin ürettiği tarım aletleri San Francisco sanayi fuarında teşhir edilerek siparişler alıyordu. 20. Yüzyılın başında İzmir limanından ihraç edilen kurutulmuş incir ve kayısı rekoltesine acaba kaç yıl sonra ulaşıldı, veya ulaşıldı mı? Konunun uzmanlarının cevaplaması gereken bir soru. Giresun limanından ihraç edilen Tamzara dokumasından veya ince kabuklu ve yağlı Şebinkarahisar cevizinden günümüze kalan bir şey var mı? Bursa ipeklisi 1915’den sonra bir daha hangi yılda ihraç ürünü oldu? Ermenilerin kurduğu ipek böcekçiliği okulu bir daha açılabildi mi?

Cumhuriyet Türkiye’si sadece Ermeni/Asuri/Ezidi/Pontus soykırımları, Rum mübadelesi, Hıristiyan ve Yahudi kaçırtması üzerine değil, aynı zamanda Osmanlının sosyo-politik ve ekonomik birikiminin sabotajı üzerine kurulmuştur. İdeolojik olarak Türk etnik kimliğinin devletleşmesi olarak tasarlanan Türkiye Cumhuriyeti, ülkedeki tüm farklılıkları bu bütün içinde öğütmeyi, en azından görünmez kılmayı hedeflemişti. Kuruluşu takip eden çeyrek yüzyıl boyunca mecburi iskân kanunları, seyahat yasakları ve baskılanmış, millî bir ittifak içinde hareket etmeye şartlanmış basın vasıtasıyla arzulanan algı hâsıl olmuştu. Bu algı yönetimi sayesinde ülkenin doğu ve güneydoğusunda hüküm süren ortaçağ karanlığı görünmez kılınmış, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ABD müttefikliği ve NATO üyeliğiyle batı değerlerine uyumlu bir Türkiye imajı yaratılmıştı. Anayasasında belirtilen ‘laik, demokratik hukuk devleti’ özelliği bir vitrin süsü olarak yerli yerinde dururken, yaşamın içinde Sünni ve Hanefi bir egemenlik tesis edilmişti.

Bu uygulamaların kolaylaştırıcısı ise, toplumun genel olarak sunulan hakları içselleştirememesidir. Türkiye’de demokrasi, laiklik, bireysel haklar, sendikal örgütlenme imkânları toplumsal talepler ve mücadeleler sonucunda değil, iktidar erkinin çağın gerekleri olarak sunmasıyla yaşama geçirilmiştir. Sonuçta 2002 yılında halkın oylarıyla iktidara gelen İslamcı siyaset, uygulamalarının karşısında taban desteği bulunmayan bir askerî ve sivil bürokrasiden başka engelle karşılaşmadı. Bu güçler de birkaç operasyonla kolayca tasfiye edildiler.

Eğer arzu edilen sonuç bugünün Türkiye’si ise, varılan sonuca bakarak kuruluştan günümüze değin izlenen politikaların son derece başarılı olduklarını söylemek mümkün. Ne var ki 100 yıl kadar önce kasaba eşrafının çıkarlarını gözetmek üzere benimsenen politika ve yönetim şekli, kaçakları ve göçmenleriyle günümüzde toplamda 90 milyona ulaşan ülke nüfusunun beklentilerini karşılamaktan çok uzak. Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde, tarım ve buna bağlı olarak yerleşik bir düzen kuramamış olan Kürt halkı genellikle hayvancılığa bağlı bir göçer toplumuydu. Toplumsal örgütlenmesini aşiretler üzerinden şekillendiren bu halkın sahip olduğu tek değer Müslümanlık olarak ifade buluyordu. Aşiretlerin çıkar beklentileri ve yöntemleri farklılaştıkça, Kürtler için bir millî birlik oluşturmak mümkün olmamıştı. Böyle bir birliğin bugün de söz konusu olmadığını söylemek mümkün. Ancak 20. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren bu yolda çok önemli bir ivme yakalandığı da bilinen bir gerçeklik. Çok uzun yıllar boyunca Kürtler üzerinde özellikle jandarma zulmüyle sürdürülen devlet baskısı 1980’li yıllarda Diyarbakır 5 nolu cezaevinden başlayacak ve uzun yıllar sürecek silahlı bir direnişe kapı açtı. Silahlı mücadele aynı zamanda ideolojik önermeleriyle çok önemli bir toplumsallık da geliştirmiş oldu.

Devletin geleneksel refleksi ‘üç-beş eşkıya’ yaklaşımıyla mücadeleyi askerî yöntemlerle bastırmaya çalıştıkça, siyasî söylemler ülke genelinde çok ilginç karşılıklar bulmaya başlamıştı. Kürtçenin kullanımına getirilen yasaklar tartışma konusu yapıldıkça, ülkenin diğer halkları da kendi anadillerine karşı görünür bir duyarlılık göstermeye başladılar. Aynı şeyi şahıs ve yer adları için de söylemek mümkün. Sonuçta farklı kültürlerin bir arada var olabilecekleri, birinin varlığının diğerine tehdit olarak görmek zorunda olunmadığı fikri birçok alanda yansımasını buldu. Örneğin Lozan mübadilleri belki de Türkiye’ye geldiklerinden beri toplumsal hayatta ilk kez bu denli örgütlü ve görünür oldular. Benzer şekilde Kafkas Kültür Dernekleri bu iklimde halk danslarının dışındaki konularla da ilgilenmeye başladılar. Üstelik bu farklılıkların ülkeyi böleceği paranoyası da artık kimse için inandırıcı ve ciddi görünmüyor. İttihat ve Terakki Fırkası’nın dayattığı toplum mühendisliği bu çağdaş önermelere karşı bir sav geliştiremedi. Tam da bu yüzden dışarıdan bakılınca yıkılmaz bir sur gibi görünen duvarın yıkılması tek bir tuğlanın çekilip alınmasına bağlı. Tam da bu yüzden tanınmış bir suç örgütü yöneticisi, o çok güçlü görünen iktidarın temsilcilerine “Sizi bir tripodla yeneceğim” diyor.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.