Düşünce ve Kuram Dergisi

Daha Az Devlet Daha Çok Toplum-Demokrasi ve Özgürlük

Emran Emekçi

Devlet sorunu doğru çözümlenmeden toplum, demokrasi ve özgürlük sorunu da doğru ele alınamaz. Devlet ilk çağda Sümerlerle başlatılan aldatıcı mitolojiye, ortaçağda dine, Greklerde felsefeye (Platon’un Devlet’i) ve aynı çizgide kapitalist çağda ise Hegel felsefesine (Ulus-devletin İncil’i) dayalı olarak, egemen sınıflar tarafından hakikat algısı ters yüz edilerek meşrulaştırılmaya çalışıldı. Toplumu aldatıcı mitoloji, din, felsefe ve pozitivizm (Bilimcilik) gibi ideolojik araçlarla ikna edemeyen bir devlet, çıplak zorla uzun süre ayakta kalamaz. Beş bin yıllık uygarlık tarihi devletlerin bu temelde yıkılış ve yeniden inşa edilmesi tarihidir. Bu öyle bir zihinsel inşa ve zihniyet hegemonyasıdır ki, gelip geçen tüm toplumsal mücadelelerin en çok kafa patlattığı ama çözemediği bir olgudur. Marks ve Engels’i Lenin’i en çok uğraştıran bir konudur ama onların da aşamadığı handikap, devlet yerine neyin konulacağı konusundadır. Marks Komünist Manifestoda “Devlet olmayan devlet” diyor, demokrasiden haberi bile yoktur. Yine “Devletin sönümlenmesi” gerekliliğinden söz ediyor ama alternatifi demokrasi, özgürlükler değil ‘Proletarya Diktatörlüğü’ olarak formüle edilen yeni bir sınıf devletidir. Lenin devlet ve demokrasi üzerine en çok kafa yoranlardandır. Devrim sürecinde “Sosyalizme giden yol demokrasiden geçer” görüşünü savunur ve Sovyetler denilen meclisler bu temelde gelişir. Ancak devrimden sonra devlet arayışına girer; “Bana sosyalist devlet ile ilgili kitaplar getirin” der, Sovyet Meclisleri ikinci plana düşer ve Stalin ile birlikte proletarya diktatörlüğü adı altında parti-devlet anlayışı, Sovyet Meclislerini tamamen işlevsiz kılar. Sonuç, toplum-demokrasi ve özgürlükler aleyhine gövdesi alabildiğine büyüyen ‘Sosyalist devlet’ altında ezilme ve çöküş oldu.

Beş bin yıllık devletli uygarlık tarihi boyunca devlete (köleci, feodal, kapitalist) karşı mücadelelerin yenilgiye uğramalarının en temel nedeni, iktidar ve devlet eksenli ideolojik hegemonyanın etkisinden çıkamamaları, alternatifini geliştirememelerdir. Tarihe en büyük köle ayaklanması olarak geçen mücadelenin lideri Spartaküs’ü en çok düşündürten, Roma’yı ele geçirdikten sonra nasıl yöneteceği sorusudur. İsyancıları çoktan yağma ve talana girişmeye başladığı anda toplumun sempatisi antipatiye dönüşür; çünkü toplum, özgürlük adına yola çıkanların ufuklarının, efendilerini devirip kendileri efendi olmanın ötesini geçemediğini gördüğü anda desteğini çekmiştir, Spartaküs ayaklanması bu nedenle yenilmiştir. İktidar ve devlet eksenli tüm ezilen hareketlerin aşamadığı çıkmaz burasıdır. İsa’nın Spartaküs’ten farkı, ideolojik bir sosyal hareket olmasıdır; “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrının hakkı Tanrı’ya” diyerek iktidar ve devleti hedeflemekten çok bir sosyal devrim hareketidir. Üç yüz yıl Roma’ya karşı mücadelesi bir ideolojik mücadeleydi. Roma’yı asıl yıkıma götüren ne Spartaküs ayaklanması ne de “barbarların” saldırısıdır, Hristiyanlığın ideolojik gücüdür. Umutsuzluk içindeki milyonlara umut aşılamaktadır. İsa başta olmak üzere havarilerinin komünal yaşayış ve pratikleri, ahlaki duruşları, yoldaşlıkları, direngenlikleri ve en önemlisi de cennet vaatleri, Roma’nın yozlaşan ve çürüyen sistemine karşı yeni ve alternatif bir model olarak herkese ilham vermektedir. Hristiyanlık hareketinin gelişmesi bu temelde olur. Ancak Roma’nın resmi dini haline geldiğinde toplumsal özünden uzaklaşarak iktidar ve devlet dini olarak yozlaşma (Engizisyon) sürecine girer, toplumda inandırıcılığını yitirince devlet, yeniden tartışma konusu olur. İlahi devlet yerine laik devlet tartışmaları böyle başlar. Sonuç, Hegel’in formüle ettiği ulus-devlet olur. Hegel bu temelde özgürlüğün temeline devleti koyar. Bu anlayışın özgürlük getirmediği ulus-devlet savaşları ve Hitler örneği ile kanıtlandı. Marks ise özgürlüğün temeline sınıfı koyar. Bu anlayışın da özgürlük getirmediği Reel Sosyalizmin çöküşü ile kanıtlandı. Çünkü süreç içinde kapitalist sistem, sosyal devlet politikalarıyla, işçi sınıfını satın alıp sistemine eklemleyince toplum tamamen savunmasız kaldı. Marksist ideolojinin bu zaafı, daha başlarda sorgulanmaya başlanmıştı zaten. Rosa Luxemburg’un “kapitalist olmayan toplum” tezi, dar sınıf bakış açısını sorgulayan çok önemli bir tespitti. Çelişkinin sadece kapitalist sistem ile işçi sınıfı arasında olmadığını, tüm toplumla kapitalizm arasında olduğunu ilk tespit edenlerdendir. Ancak o dönem Alman sanayi burjuvazisiyle ittifak kuran Marksistlerin Alman Nasyonalizmine yol vermesi nedeniyle hayat bulamaz ve kendisinin öldürülmesiyle sonuçlanır.

Rosa Luxemburg’un “Kapitalist olmayan toplum” tezini esas alarak daha da geliştiren Öcalan, temel çelişkinin kapitalist sistem ile on beş bin yıllık tarihsel toplum arasında olduğunu, burjuva-işçi çelişkisinin tali olduğunu söyler. İşçi sınıfının tek başına tüm toplumu temsil etmediğini, kapitalist sistem ile tüm toplum arasındaki çelişkinin sadece bir parçası olduğunu söyler. Yine özgürlüğün temeline devleti ve sınıfı değil politikayı koyar. “Devlete karşı politika özgürlüktür” der. Çok iyi bilinmektedir ki toplumlar tarihinin yüzde doksan sekizlik bölümüne tekabül eden en uzun süre toplumunun klan, kabile ve aşiretleri, ahlak ve demokrasinin köken kavramı politika (toplumun beslenme, güvenlik, savunma gibi ortak sorunlarını klan, kabile, aşiret meclislerinde bir araya gelerek konuşma, tartışma, ortak kararlarla çözme ve bu kararları uygulamakla yükümlü şeflerini, yöneticilerini seçme,  gerektiğinde görevden alıp yenileme) organlarının işlevselliği temelinde kendi kendilerini doğrudan doğruya yönetmişlerdir. Buna doğal doğrudan demokrasi de demek de mümkündür. Buna karşıt yönde gelişen ve toplumlar tarihinin yüzde ikilik bölümüne tekabül eden hiyerarşik, sınıflı ve devletli yönetimin (Sümer Kent devletinin oluşumu -M.Ö. 3000-den günümüze) inşasıyla toplumun ahlaki ve politik işleyişini dolayısıyla söz ve iradesini devre dışı bırakıp yerine kendi hiyerarşik sınıf temsilcilerinin “kutsal” sözünü ikame ederek sınıf egemenliğini mutlaklaştıran devletli yönetim, daha başından toplum, demokrasi ve özgürlük karşıtlığı üzerinden aldatıcı mitolojiye dayalı olarak inşa edildi. Sümer örneğinde Ziggurat adlı tapınakların en tepesinde dönemin egemen yönetici sınıfı (Rahip-Kral), onun altında, devlet yöneticileri-bürokratları, onların da altında tüccar, zanaatkâr ve çiftçiler biçimindeki hiyerarşi ve sınıfları konumlandıran bu ilk devletleşmeler, rahiplerin aldatıcı mitolojik söylem ve dogmalarıyla iktidarlarını “yüce”, “kutsal” ve “tanrısal” ve “ölümsüz” (Tanrı-Kral) sıfatlarla mutlak kılıp göğe yükseltip cennet katına oturturken, birey ve toplumun konumunu da bu tanrılara (yani yönetici egemen sınıf olarak kendilerine) hizmetle yükümlü kılınan kul (Kendisini “Tanrı Sözü” olarak kutsallaştıran egemenin sözüne, kuralına, yasasına mutlak uymakla yükümlü, hiçbir özgürlüğü, söz ve karar yetkisi olmayan, “Tanrıların dışkısı” ve “çamurdan yaratıklar”) ve köle (Efendinin üzerinde öldürme dâhil dilediğince tasarruf edeceği eşya) olarak en aşağılara (Cennetten kovulan faniler) sürerek, hiçleştirdi. Aldatıcı mitolojiye dayalı kurulan devlet karşısında ilk kaybeden kadın oldu (Sümer ve Babil mitolojisi bu kaybedişi anlatır). Bu da kadınla birlikte ahlaki-politik toplumun söz ve karar yetkisine sahip olarak kendi kendini yönettiği doğal demokrasisinin sonunu ve hiyerarşi, sınıfa dayalı devletleşme ile kulluk ve kölelik altına alınan birey ve toplumun özgürlüğünü yitirmesini beraberinde getirdiğinden, özgürlük ve demokrasi sorununun doğuşuna ve günümüzde hala devam eden devlet ve toplum-demokrasi-özgürlükler krizine, ikilemine, çelişki ve kavgalarına yol açtı.

Mitolojik Çağa tekabül eden bu ilk devletleşmeler, kulluk-kölelik zihniyetini ve kültürünü iki yöntemle kabul ettirdi. Öncelikle aldatıcı mitolojik söylem ve dogmalarla birey ve toplumu devlet (Rahip-Kral) lehine, söz ve karar yetkisi ile özgürlüğünden vazgeçmeye ikna (kulluk kültürü veya gönüllü köleliğe razı etme),  bu olmadığında ise zora başvurma (Köleleştirme seferleri-zorla köleleştirme veya zorunlu kölelik) iç içe iki yöntem uyguladı. Buna karşı ahlak ve politikanın işler olduğu kendi doğal demokrasilerinde ısrar eden klan, kabile, aşiret direnişleri, köle ayaklanmaları; kulluk ve kölelik ideolojisi olan dogmatik mitolojik söylemlere dayandıran Tanrı-Kral mutlak iktidarını sorgulamayı beraberinde getirdi. Zerdüşt’ün ünlü sözü “Söyle, sen kimsin?” hitabı; Aryen kabilelerinin binlerce yıllık özgürlüğüne yöneltilmiş bir tehdit olan Sümer tanrı-kralların aldatıcı mitoloji ve dinî tanrısallığını sorgulama, kulluk-kölelik üzerine inşa edilen varlığını, “kutsallığını” yargılama ve hesaplaşmayı ifade eder. Kulluk ve köleliğin ahlaki bir düşkünlük olduğu ve reddedilmesi gerektiğini söyleyen Zerdüşt, insanın doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, aydınlık ile karanlığı seçme yeteneğinin, özgür iradesinin olduğunu, bu seçimini yanlışa karşı doğruluktan, karanlığa karşı aydınlıktan, kötülüğe karşı iyilikten yana kullanabileceğini; “İyiyi düşünen, iyiyi konuşan ve iyiyi yapan” insanın bilgelik, aydınlık ve mutluluğa ulaşacağını öğütlemektedir. Açık ki bu düşünceler, halen dağ kabilelerindeki ve sömürgeleştirilmemiş geniş Aryenik tarım toplumundaki güçlü ahlaki ve politik toplum gerçeğini yansıtır. Zerdüşti sorgulama temelinde gelişen Med Konfederasyonu ile Asur köleci imparatorluğunun yıkılması ardından yeniden demokrasiye dönüş tartışmalarını beraberinde getirir. Aslında Med Konfederasyonunun kuruluşu, tipik bir doğal demokrasi örneğidir. Persler, uzun bir tartışma ve kavgadan sonra Med Konfederasyonunun mirasını, imparatorluğa çevirdiler.  Bunda Kyros, Büyük Kyros, Akamenid Sülalesi, belirleyici rol oynamıştır.  Herodot Tarihi bu konuda ilginç anlatımlar sunmaktadır. İmparator Kyros’un ölümünün ardından Pers İmparatorluğunun başına M.Ö. 530 yılında oğlu Kambises geçer, yedi yıllık iktidarının ardından hiçbir varis bırakmadan ölümü üzerine, krallığın başına Heredot’un anlatımıyla, Kambises’in kardeşi olduğunu söyleyen Smerdis (Bardiya) geçer. Gerçek adı Gautama (Gomatas) olan Med asıllı rahip Smerdis, kimliğini açığa çıkaran Otanes isimli bir soylunun başını çektiği İran’ın önde gelen ailelerine mensup, yedi kişilik bir grup tarafından, yedi aylık iktidarının ardından tahttan indirilir. Heredot (M.Ö. 490-425) yazdığı ‘Herodot Tarihi’ adlı kitabında, Bardiya’nın bertaraf edilmesinin ardından kralsız kalan Pers Sarayında, bundan sonraki yönetimin nasıl olması gerektiği yönünde yedi Pers soylusunun ortaya attıkları demokrasi, oligarşi ve monarşi fikirlerini ve bunları nasıl savunduklarını anlatır.  Otanes, İran halkının kendi kendisini yönetmesini önerir ve tezini savunur; Otenes’in halk yönetimine geçme önerisine ilk karşı çıkan Megabyzos oligarşiyi savunur. Her iki öneriye de karşı çıkan Darius, kendi görüşü olan monarşi fikrini dile getirir. Öne sürülen bu görüşleri dinleyen geriye kalan dört kişi, Darius’un monarşi fikrini destekler. M.Ö. 522 yılı, Pers Sarayında başlayan demokrasi tartışması, tek adam yönetiminin, yani monarşinin kabulüyle ve Pers imparatoru Dara’nın (Büyük Darius), otuz altı yıl sürecek mutlak iktidarıyla sonuçlanır. Bu olay Darius’un İran’ın Bahistun (Bisitun) kentinde yerden yüz metre yükseklikteki taşlara çivi yazısıyla Pers, Elam ve Akad dillerinde yazdırdığı, çivi yazısının çözülmesiyle de doğrulanmıştır. Sonuç, Herodot Tarihi’ne ve İran’ın Bisuthun kentindeki dikili taşa da yansıyan demokrasi tartışmaları, bu tartışmaların etkilerinin Atina’ya yansıması ve demokrasinin ilk defa bu dönemde bir sistem haline gelmesi oldu.

Felsefe Çağına da tekabül eden Atina demokrasisi sürecinde devlet ve demokrasi, en önemli tartışma konularının başında gelir; neredeyse bütün filozofların ilk sözü, devlet yönetiminin nasıl olması gerektiği ile ilgilidir. Bu temelde teokrasi, otokrasi, monarşi, oligarşi ve demokrasi tartışmaları arasında kendini bir sistem olarak ilan eden Atina demokrasisi, demokratik sisteminin çocukluk evresinin eksikliklerini taşısa da; bu çocuk, hem içteki (Sokrates’i “tanrıların düzenini bozan” suçlamasıyla ölüme gönderen) teokratik, aristokratik ve oligarşik sınıf temsilcilerinin hem de çevresini saran devletli bürokratik yönetimlerin (Yanıbaşındaki Sparta devleti ile dışarıdan mutlak monarşi Pers ve Roma imparatorluğunun) baskılarına karşı direnerek, Roma cumhuriyet deneyimi, 1215 tarihli Magna Carta, Rönesans ve Reform Hareketi ile büyüyecek; dini çelişkilerden kaynaklı yüzyıl savaşlarına laiklik ilkesi ve bilim yöntemi (Bilim Çağı) ile yanıt verecek, bu da devlet iktidarının kutsal olmadığı, göksel değil yersel olduğu, toplum sözleşmesi ürünü olduğu, devletin bu sözleşmeyle bağlı olması gerektiği, aksi halde direnme hakkının kullanılacağı düşüncesine yol açarak demokratik anayasa hareketlerini, 1689 İngiliz Haklar Bildirgesi, 1776 Virginia İnsan Hakları Bildirgesi ve 1789 Fransız Devrimini, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ve 1793 Fransa Anayasasıyla liberal devletin temsili demokrasisini ve bireysel-kişisel ve siyasal hak ve özgürlüklerle sınırlı birinci kuşak hak ve özgürlükleri (Düşünce, vicdan özgürlüğü, yasalar önünde eşitlik, kişi güvenliği, bireysel özgürlük hakkı, siyaset ve mülkiyet hakları, basın özgürlüğü, toplantı ve dilekçe verme hakkı, direnme hakkı, kuvvetler ayrılığı, yurttaşlık, egemenliği doğrudan doğruya veya seçtiği temsilcileri aracılığıyla kanunların yapılmasına katılma…) doğuracak; bu da bağrında bireysel-kişisel hak ve özgürlüklerin tanınmasının tek başına güvence sağlayamadığı, ekmek mi özgürlük mü ikilemini yarattığı, ekonomik-sosyal koşullarla desteklenmediği takdirde işlevsiz kaldığı, yine kanun karşısında, yargıç karşısında, oy sandığının başında, kamu görevleri bakımından eşitliğin yeterli olmadığı biçiminde geliştirilen eleştirilerden kaynağını alan sosyal demokrasiyi ve sosyal devlet ilkesini, insanların tek tek değil, birlikte mutluluğa kavuşmaları amacı 1917 Ekim devrimini ve ikinci kuşak (ekonomik, sosyal ve kültürel) hak ve özgürlükleri (Çalışma ve sosyal güvenlik hakkı, işini özgürce seçme ve işsizlikten korunma hakkı, eşit çalışma karşılığında eşit ücret hakkı, adil ve elverişli ücret ve sendika kurma, toplu sözleşme ve grev hakkı, dinlenme, eğlenme ve ücretli tatil hakkı, sağlık ve refah için yeterli bir yaşam düzeyi hakkı, ana ve çocuğun özel korunma hakkı, meslek öğrenimi ve eğitim hakkı, toplumda kültürel yaşama serbestçe katılma hakkı, sanattan serbestçe yararlanma hakkı, bilimsel ilerleme ve yararlarını serbestçe paylaşma hakkı…) doğuracak ve toplumsal-ekonomik koşulların demokrasinin özgürlük ve eşitlikten örülü sentezi yoluyla düzeltilmesi deneyimi olarak demokratik anayasalardaki yerini alacak;  ancak bağrında taşıdığı eksikliklerin, özellikle Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın ulus-devlet olarak ele alınması ve milliyetçilik olarak yorumlanması yanılgısının yol açtığı fiziki ve kültürel soykırım savaşları deneyimi ardından devlet ulusçuluğundan demokratik ulusçuluğa (TEKÇİ anlayışı reddeden, tek bir dil, etnisite, sınıf ve devlet ayrıcalığına yer vermeyen, çok dilli, çok etnisiteli, çok dinli, çok kültürlü ÇOĞULCU demokrat yurttaş ve toplulukları içeren demokratik toplumun ulus hali) geçişlere yol açacak, bu da bağrında ulus-devletin dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, bilimcilik (pozitivizm) hastalıklarını aşan demokratik ulus ilkesini, o da beraberinde Üçüncü kuşak hak ve özgürlükleri (Ulusların kendi siyasal statüsünü serbestçe belirleme, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesini serbestçe biçimlendirme, doğal zenginlik ve kaynaklarından özgürce yararlanma, kendi öz varlığından yoksun bırakılmama olarak tanımlanan Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, çoklu uluslarda farklı dil, din, kültür ve inançların bireysel ve kolektif haklarının demokratik bir anayasa ile garantiye alınması hakkı, halkların hakları, dil ve kültürel haklar, azınlık hakları, dayanışma hakkı, barış hakkı, çevre hakkı, kadın ve çocuk hakları, gelişme hakkı olarak sıralanabilir.) kapsayan demokratik anayasaları (Örneğin 1978 tarihli İspanya Anayasası m.2; “Anayasa, İspanyol ulusu birliğinin ayrılmazlığını ve bütün İspanyolların ortak vatanın bölünmezliğini kesinlikle belirtir ve onu oluşturan bölge ve milliyetlerin özerklik hakkını ve aralarında dayanışmayı garanti eder” İtalyan Anayasası m.6; “Cumhuriyet, dil açısından mevcut azınlıkları uygun önlemlerle korur.” Belçika Anayasası m.1; “Belçika, topluluklar ve bölgelerden oluşan federal bir devlettir” İsviçre, 1848 Anayasası ve kantonlara referandumla anayasayı bile değiştirecek kadar geniş özerklik vd.) ve nihayetinde temsili demokrasi ve sosyal demokrasinin yaşadığı kriz ve yetmezlikleri aşan, bir yandan devleti toplumun ve bireyin hizmetinde teknik bir araç durumuna getirip,  dışişleri, maliye, savunma gibi genel ve asli sınırlarına çekip, geriye kalan işlerin yürütülmesinin yerele -Eyalet, bölge, kanton, daha da tabana doğru Köy, İlçe, Kent meclisleri ve belediyelere- bırakılmasını sağlarken,  diğer yandan demokratik kültür ve bilinci birey (özgür yurttaş) ve topluma yaygınlaştırarak demokratik topluma ulaşmayı, bu temelde demokrasiyi gerçek sahibine, topluma, tabana, yerele mal etme, doğrudan demokrasi hareketi olarak radikal demokrasiyi doğuracaktı. Sonuç, 21 yüzyılın demokrasinin olgunlaşma çağı veya ‘Demokrasi ve İnsan Hakları Çağı’ olarak adlandırılması, “Ne kadar az devlet o kadar çok toplum-demokrasi ve özgürlük” formülünde de ifadesini bulan devlet artı demokrasi noktasında buluşmak oldu.

Devlet ve toplum-demokrasi-özgürlükler ilişkisinin bu genel gelişim tarihi ışığında Türkiye’nin yakın tarih toplum ve devlet yapısına baktığımızda; Türk boylarının doğal demokratik değerlere yatkın toplumsal yapısının; 11. yüzyıldan itibaren gelişen sınıf ayrışması ardından devlet zoruyla üstten dayatılan Resmi İslam, özgür birey ve toplumu yadsıyan İktidar İslam’ı veya Saltanat İslam’ının sadakat, teslimiyet ve biat esaslarına dayalı kulluk kültürünün ve bunlara 19.yüzyıldan itibaren eklenen yine üstten kapitalist hegemonyanın dayattığı ulus-devlet milliyetçiliğinin (Tekçilik, Türkçülük) köreltici etkisiyle bozulması; gergin ve demokratik açılıma yabancı bir toplumu, demokrasiye hep kuşku ile bakan bir devlet yönetimini, demokratik değerler savaşından uzak bir aydınlar ülkesini ve Osmanlı imparatorluğunun çöküşünü beraberinde getirdi. Bu enkazın üzerine kurulan cumhuriyet, 1919-23 arası dönemde toplumsal güçlerin (Sosyalistler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Ümmetçi Müslümanlar) eseridir. Yerelde sahada işgale karşı mücadeleyi, dağılmış devlet güçleri değil, bu toplumsal güçler vermişti. Mustafa Kemal 23 Temmuz -7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi konuşması “Biz Türk ve Kürt milleti, iki halkın, milletin hakkı hukuku” sözleri ile başlar. Bu anlayış tüm Türkiye’yi kapsayan 4-11 Eylül 1919 genel Sivas Kongresi beyannamesinin Misak-ı Milli sınırlarına ilişkin birinci maddesine, oradan da daha açık ve net biçimde 20-22 Ekim 1919 Amasya Protokollerine yazılı ve imzalı olarak yansır. İkinci Protokolde Misak-ı Milli, açıkça “Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı” olarak tanımlanır; “Bununla beraber Kürtlerin gelişmelerini temin edecek şekilde ırki ve içtimai haklarına ulaşmalarının sağlanacağı” müştereken imza altına alınır. Bu gerçeklik Mustafa Kemal’in 23 Nisan 1920’de açılan I. BMM kürsüsünde yaptığı konuşmalarla da tekrarlanmakta ve Birinci BMM yapısına ve politikasına, cumhuriyetin ilk anayasası olan 1921 özerklik anayasasına, oradan 10 Şubat 1922 tarihli Kürt Özerklik Kanunu’na taşırılır. Nihayetinde bu durum bizzat Mustafa Kemal’in 1923 İzmit basın toplantısı konuşmasıyla da bir kez daha teyit edilir.

Cumhuriyetin 1919-23 arası kuruluş dönemi, demokratik cumhuriyet için elverişli zemine ve hedefe sahipti ancak Lozan sürecinde İngiltere müdahalesi, iç darbe ve komplolarıyla karşıtına (1921 anayasasını yürürlükten kaldıran 1924 anayasasıyla Tekçi-Türkçü ulus-devlete) dönüştürülerek antidemokratik Otoriter Cumhuriyet Dönemine (1926-45) geçildi. Ardından gelişen Oligarşik Cumhuriyet dönemi (1945-80) oldu. 12 Eylül 1980 sonrası ve 82 anayasası ile Türk-İslam Sentezi adı altında etnik (Türkçülük) milliyetçiliğe dinsel milliyetçilik de eklendi. Bu anlayış 2002’lerde iktidara geldi ve 2016 yılından itibaren yasama, yürütme, yargı, medya, bilim, sanat, üniversite, ordu ve bürokrasiyi tek kişiye bağlayan tek adam rejimini, sahte “Başkanlık Sistemi” söylemleri ile örten ama özünde ‘Otokratik ve Teokratik Cumhuriyet Dönemi’ yaşanmaktadır. Siyasal bilimde tanımı yapılan yönetim yetkisini yatay (eyalet, vilayet, belediyelere yetki devri, vali, kaymakam, emniyet amirlerinin seçimle gelmesi, özerk belediye, özerk üniversite, özerk medya) olarak örgütlenme özgürlüğüne sahip kılınan birey ve topluma yayan, dikey olarak da kuvvetler ayrılığı, temsilciler meclisi ve senato şeklinde iki meclisli denge ve denetleme, bağımsız-özerk jürili yargı ve hukukun üstünlüğü esasına dayalı başkanlık sistemi ile hiçbir alakası olmayan, tamamen kapitalist hegemonyanın küresel sermaye ve Finans kapitalin 21. yüzyıl çıkarlarına göre dizayn edilen tek adam rejiminin ve bunun için görevlendirilen Erdoğan-Bahçeli-Kılıçdaroğlu üçlüsünün cumhuriyeti getirdiği son durum, Duyun i Umumiye’yi de geçen bir borçlanma, bağımlılık ilişkisi, ekonomik, toplumsal, siyasal krizler, yozlaşma ile çöküş sürecine girmek olmuştur. Nasıl ki 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bu süreçten çıkış demokratik cumhuriyet fikri ve bunun kısmen de olsa uygulanmasıyla (1919-1923) aşıldıysa; gelinen aşamada 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan krizden çıkışın yolu da; cumhuriyetin kuruluş döneminin toplumsal güçlerinin (Sosyalistler, demokrat ümmetçi Müslümanlar, Kürtler, Çerkezler, Lazlar ve diğer tüm ötekileştirilen toplumsal kesim ve inançların) Demokratik İttifakının sağlanmasından, cumhuriyetin kuruluş yıllarının (1919-1923) ve 1921 anayasasının baz alarak evrensel hukuka oturtulmuş demokrasinin geldiği aşamanın ilke ve değerlerine göre güncelleştirilmesinden, içini tarihin gelişim seyrine uygun üç kuşak bireysel ve kolektif hak-özgürlükleri ile doldurmak, bunun Demokratik Anayasa Hareketini oluşturarak tüm topluma mal etmek, Demokratik Anayasa İttifakı temelinde demokratik toplum ile devletin uzmanlık gerektiren genel görevlerine çekildiği devlet artı demokrasi sözleşmesi veya konsensüsüne ulaşmak, yaşanan devlet ve demokrasi krizine en iyi yanıt olacaktır.

Sonuç olarak tarihsel süreç de denilen devlet ve toplum-demokrasi-özgürlükler ikilemi, ilişkisi, çelişkisi, krizi yaklaşık beş bin yıldır devam ediyor. Demokrasi, daha sınırlı yaşama şansı buldu. Ama toplum, ezici çoğunluk ve çokluklar olarak hep demokrasiyi bekledi. Onun için mücadele etti. Belki binlerce yıl daha aynı biçimde olmasa bile, bir tür olarak devlet ve demokrasiler iç içe çelişkili ve kavgalı yaşamaya devam edeceklerdir. Dolayısıyla devlet ve demokrasi arasındaki ilişkinin niteliğine, çok iyi dikkat etmek gerekir. Demokrasiyi, iki önemli niteliğiyle tanımlamak gerekir: Birincisi, halk üzerindeki iktidar kurumlaşmasına, devletleşmeye karşıtlığı içermektedir. İkincisi, geleneksel toplumdan kalma özyönetimini daha katılımcı kılmakta, tartışma ve toplantı kültürünü kurumlaştırıp parlamentonun prototipini oluşturarak sağlamlaştırmaktadır. Başta Atina demokrasisi olmak üzere tüm tarihsel örnekler, eğer demokrasiden bahsedilecekse bunun, ya devletsiz bir yönetim biçimi olarak vücut bulduğunu ya da tarihsel olarak bunun koşulları oluşmamışsa, devletle ilkeli uzlaşı, devlet artı demokrasi temelinde yönetimi paylaşarak gerçekleştirildiğini kanıtlamaktadır. Son tahlilde devlet, demokrasinin zıttı olan bürokratik yönetim tarzıdır. Devletin olduğu her yerde demokrasi sorunu vardır. Demokrasinin olduğu her alanda da bir devletleşmeye (hiyerarşi, sınıf ve bürokrasiye) dönüşme riski vardır. Demokrasi, devlet ve diktatörlük olmayan, olmaması gereken bir toplumsal yönetim biçimidir. Demokrasi, bir devlet biçimi olmadığı gibi demokratik devlet kavramı da yanlıştır. Olsa olsa demokrasiye açık-duyarlı devletten söz edilebilir. Siyaset teorisinin en azından demokrasiye açık-duyarlı devlet (kendini demokrasi yerine koymayan ve demokrasiyi yasaklamayan devlet) ile devleti inkâr etmeyen demokrasinin (kendini hızla devletleştirmeyen ve devleti hep yıkılması gereken engel olarak görmeyen)  içerik ve biçim açısından doğru belirlemesine, devlet artı demokrasi formülüne şiddetle ihtiyaç vardır. Demokrasi, devleti tamamen yutmak isterse, mevcut tarihsel momentte daha çok kaotik özellikler ağır basar. Birçok ülkede yaşanan deneyim bunu gösterir. Devlet, sürekli demokrasisizliği dayatırsa, despotik diktatörlük sistemleri oluşur ki, yine mevcut tarihsel momentte sonuç kaostur. Devlet ve demokrasinin, daha az çatışmalı ve birbirlerini daha verimli kılacak biçimlerinin, hem çok gerekli hem de mümkün olduğunu, ihtiyaç duyulan en güçlü siyasi olasılığın bu temelde geliştirilmesi gerektiğini belirtmek mümkündür.   Gerekli olan, devlet ve demokrasiyi ayrıştırmak kadar, nasıl verimli tarzda ya da en azından birbirini inkâr etmeden bir aradalık halinde yaşayacaklarını, sistematik kurallarla belirlemektir. Bu da ancak demokratik anayasa ile mümkündür. Bu temelde devlet ve demokrasi ilişkisini, devlet ve birey-toplum ilişkisini yeniden düzenlerken, tarih boyunca demokrasinin devleti sınırlaması ne kadar vazgeçilmez bir ilkeyse, devletin de tecrübe ve uzmanlık birikimi olarak demokrasiye çatı işlevi görmesi o denli ilkeseldir gerçeğinden hareketle, bir yandan devleti kendi genel ve asli sınırlarını çekerek tecrübe ve uzmanlık birikimi konumuyla gerçek işlevine kavuşturup verimli kılarken,  diğer yandan da birey ve toplumun üç kuşak özgürlüklerini güvenceye alarak enerjisini çatışmacı diyalektikten yapıcı diyalektik kanalına akıtmakla barış içinde özgürce ileriye doğru gelişme yoluna koyacaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.