Düşünce ve Kuram Dergisi

Beko Mu, Mem û Zîn Mi? Ya da Devlet Mi, Demokratik Ulus Mu?

Cano Amed

Bir yandan Kürt mirliklerinin kendi aralarındaki çatışmalarının ve diğer taraftan Osmanlı ve Fars İmparatorluklarının Kürdistan üzerinden hakimiyet kurma savaşlarının sürdürüldüğü 17. Yüzyıl koşullarında Ehmedê Xanî böyle düşünüyor, çözümü ve kurtuluşu Kürtlerin devletleşmesinde buluyordu. Xanî’ye göre Kürtler, himmet kılıcına el atıp hünerin gücünü ortaya koydukları takdirde, yani kılıç ve bilgiyi kuşanıp siyaset ve şidddet olgularını iç içe, yetkince işlemeleri halinde düşledikleri devlete kavuşacaklardı. Böylece Rum’a yenilmekten, Osmanlı ve Taciklere tutsak düşmekten kurtulacak, üzerinde yürütülen savaşlar sebebiyle viranhaneye dönüştürülen Kürdistan’da artık baykuşları ötmeyecekti.

Benzer bir yaklaşım 16. Yüzyıl İtalyan kent devletleri koşullarında Machiavelli’nin İtalya’ya yönelik duyduğu acıda da gözlemlemek mümkündür. Coğrafya ve Yüzyıl farklı olsa da, Xanî ve Machiavelli’nin yürekleri ve ruhları aynı ortak payda da ulusları için çarpmaktadır. İtalyan kent devletlerinin kendi iç çatışmaları, Papa’nın güç oyunları, İspanya ve Fransa kaynaklı işgaller, İtalya ulusal birliğinin önündeki en önemli engellerdir. Machiavelli bu durumu kederli bir isyanı barındıran şu sözlerle tasvir eder; “İtalya bir kolonidir; başsız, düzensiz, dayak yemiş, yağmalanmış, incinmiş ve istila edilmiş.”

Xanî’de şiir-destan diliyle söyleme kavuşan bilinç, topluma yöneltilmiş bir çağrı niteliğindedir. Kürdistani bir bilinç oluşturmanın ve Kürdi varoluş çabasının kazanması gereken oluş ve form halini tanımlamaktadır. Xanî’ye göre form devlettir. Devlet temelinde birleşme ve örgütlenmedir. Machiavelli’de ise, dönemin yetkin siyasetçi-diplomati olma vasfı konuşmaktadır. Dönemin aktif bir siyasetçisidir ve bundan kaynaklı sürgüne gönderildiğinde araştırma-inceleme olanağı bulduğu antik dönem siyaset anlayışı, yönetim, özgürlük ve iktidar elde edilmesi konularında derinleşerek düşüncelerini olgunlaştırmış, bu sayede İtalyan ulus-devletinin ve Avrupa genelinde yeşerecek olan ulus-devlet düşüncesinin kurucu temellerini atmıştır. Kendi bağlamsallıklarını ve iç tutarlılık açısından incelendiğinde ise, her iki düşünür ve eylem insanının devlet tasavvurlarının ya da vurgularının, bilinegelen klasik devlet anlayışının dışında bir içerik ve tanımlamayı barındırdıkları görülmektedir. Siyaseti, “kitlelerin formasyonu, örgütlenmesi ve yayılması” olarak anlayan Machiavelli, halkı da çıkarları, talepleri ve fikirleri gözden kaçırılmaması gereken bir politik güç tarzında tanımlar. Geliştirdiği yeni sosyal ve siyasal düzen inşasının parametrelerine bakıldığında, halkın yönetiminde bir özgürlükçü cumhuriyeti formüle ettiğini görürüz. Formüle ettiği özgürlükçü cumhuriyet devletinde halk, halk ordusunun kaynağı ve iktidarın temel ayağı, esas belirleyen pozisyonundadır.

Xanî’nin düşlediği devlet olgusuna ilişkin emareleri ise Zin’in Bey babasına ilettiği vasiyetinde rastlarız. Zin, vasiyetnamesinde Bey olan babasına şöyle seslenir; “Mutluluk” şerbetini herkese içirin yaşlıları dirilt, cariye ve köleleri azad eyle, Botan halkını sevindir, esirleri özgür kıl, herkese bol ihsan eyle, yoksulları zenginleştir, üzgünleri sevindir, savaşta saz çal, zalimleri ortadan kaldır, muhalif kanı dökme, köpeğin ve yük eşeğinin bile yiyeceğini hazırla, mazlumları zalimlerden kurtar, hazineni halkla üleş, halkla haşır neşir oluver, hayvanlığımız zail olsun, ruhaniliğimiz kaim olsun!… görüldüğü üzere Xanî’nin kalem ve kılıç ilişkiselliğinde tasavvur ettiği devlet, adaletin, eşitliğin, özgürlüğün ve insan-insan ilişkisinin de ötesine taşan evrensele yakın bir karakter taşımaktadır. Türklerin düşünsel, siyasal ve yönetsel anlayışını ortaya koyan Kutadgu Bilig’de de benzeş ve aykırı, ayrışık özellikler bulmak mümkündür. Ancak Kutadgu Bilig’de devlet, ikili bir karaktere sahiptir. İlki, salt devletin kutsallığını, ululuğunu vaaz eden ve uyruklarına boyun eğmelerini, kulluk etmelerini buyuran ve geçerliliğini yitirmeyen “Boyun eğ, yarar sağla” vecizesinde somutluk kazanan karakterdir. İkincisi ise, devletin ancak adaletle var olabileceğine inanan, egemene karşı kuşku ve eleştiriyi öncelleyen, hizmetin kutsallığını esas alan ve egemene (beye) yoksul insan bırakmaması için, “…. Yiyecek, içecek, giyecek ver… Eli darda ise gereksinimlerini karşıla.. Aç mıdırlar, tok mudurlar sor.. Elini açık tut, mal dağıt, fakirlere iyilik et.. Bin egemen (hükümdar) kuldan fakir adını kaldırmazsa nasıl egemen olur?… Ey egemen sen halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını isteyebilirsin!.. Kin besleme, düşman olma!… Zor kullanma, kişi kanı dökme!” biçiminde seslenen karakterdir. Bu karakterin devleti bir hizmet örgütü olarak değerlendirdiği açıktır. Ancak siyasetteki bozulma ve yöneticilerin yozlaşması karşısında Kutadgu Bilig’de çaresizdir. Daha 1069-1070‘de yaşanan çürüme ve yozlaşma karşısında çaresizce şu soruyu yöneltir; “Bütün iyiler gitti, yasa ve göreneği götürdüler, kişi artığı kaldı, iyileri nasıl bulayım?”

Kutadgu Bilig’de açığa çıkan bu soru bin yıldır kendini tekrarlayıp durmaktadır. İktidar ve devlet patolojisinin hüküm sürdüğü bir zeminde düşünce ve eylem gücüyle toplumsal iyinin öznesi olan insan yitirilmiştir. Toplumsal varoluşun adalet anlayışı ahlaki ve politik özelliklerin şekillendirdiği kültür ve bilinç ortadan kalkınca, iyi, doğru, özgür ve güzel olan da yitirilmiş, insandan geriye insan artığı, “kişi artığı” kalmıştır. “Kişi artığı” toplumundan soyundurulmuştur ve yalnızlaştırmış bireydir. Ahlaki ve politik kimliğini, dolayısıyla özgürlüğünü yitiren, sorumluluk bilincinden ve vicdandan düşendir. Edilgenliği ve sıradanlığıyla iktidar ve devlet statükosunu besleyen, kendi olmayan bir kendidir. Kendi olmayan bir kendinin kişiliği ve karakteri olamayacağı gibi, bağlanacağı bir iyi, sevebileceği bir güzellik ve saygı duyacağı bir doğru da bulunamayacaktır. Onun için yaşam, biyolojik ihtiyaçların maddi sınırları içerisinde başlayan ve biten mekanik bir döngüselliktir. “Kişi artığı”nı ortaya çıkaran, işte bu iyi, güzel ve doğru olanın yitimi, insanı insan yapan etik ve estetik değerlerden yoksunluk duygusu ve düşünememe halidir.

Bu bağlamda hem iktidar hem de devlet, ikisi de kirli ve kirleticidir. Çünkü devletin kendisi Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi farklı iktidar odaklarının ortaklaşa kar örgütü olarak inşa edilir. İç yapısında sürekli çekişme ve kavgaların, hatta savaşların yaşanması da bu nedenledir. Nasıl ki toplum insan ihtiyaçlarının bir ürünü olarak açığa çıkmışsa kabul etmek gerekir ki devlet de yine insan kusurlarının bir sonucu olarak yaşamımıza kazınmıştır.

Yaşamımıza kazınan devlet uru, Kutadgu Bilig’in, Machiavelli’nin ve Ehmedê Xanî’nin ufkunda, parçalanmışlığa yabancı tahakküme ve işgale karşı bir kurtuluş umudu gibi ışısa da, tarihsel deneyimin tüm veçheleri bize tam tersini göstermektedir. Uygarlık tarihi boyunca gelişen devletlerin tümü sevginin ve insanlığın yadsınması, özgürlüğün ve adaletin olumsuzlanması, insani dayanışmanın red ve inkarı üzerinden kendilerini kurgulamışlardır. Devlet, hiçbir zaman bir ahlaka sahip olmamış ve iktidar odakları dışında kalan bireyin kendi değerine ulaşmasına izin vermemiştir. Aksine bireyin ve toplumun değersizleştirilmesi üzerinden kendi varlığını sürdürmüştür.

Madem ki öyledir, peki o halde neden devlet cihazı insanın ufkunda bir kurtuluş umudu ve çözüm mercii olarak belirmiştir? Bunun yanıtını uygarlık tarihinin açığa çıkardığı hegemonik güçlerde ve hegemonik güçlerin bilim, felsefe, din ve sanat üzerinde kurdukları tekelde bulabiliriz. Yanıt, devletleştirilen bilim, devletleştirilen felsefe, din ve sanattır. Bu kapsamda çarpıtılan bilinç ve ikameci tarih anlayışıdır. Yanlış tarih, haliyle yanlış bilinç ve yanlış yaşamı doğurmuştur. Özeti budur. Çarpıcı olan, insanlık tarihinin ağırlıklı gelişim ve gerçekleşme süreçlerininin devlet dışı bir toplumsal varoluş tarzında yaşam bulmuş olmasıdır. Anti-toplumcu özelliği deneyimleyip bilincine varıldığından, devletin yadsınması daha yoğundur ve toplumsal örgütlülük ağırlıklı bir biçimde gevşek bağlama dayalı kabile konfederasyonları ve aşiret federasyonları biçiminde geliştirilmiştir. Devlet çıkarları gereği hep merkeziyetçilik peşinde koşarken, toplum tersi yönde bir yol izlemiş ve özerk kalmayı tercih etmiştir. İster tarihsel ve ister güncel olsun, toplumsal doğa kendi hakikati içerisinde incelendiğinde, toplumsal yaşamın gevşek ve özerk bir bağ ve bağlam içerisinde kendini gerçekleştirdiği görülecektir.

 

Devletin Araplısı, İranlısı, Türklüsü Görüntüdedir, Konjonktürel Bir Yaklaşımdır!

“Devletin bittiği nokta neresi ise orada başlar, lüzumsuz olmayan insan; orada başlar, lüzumluların türküsü, biricik ve yeni doldurulamaz bir şekilde. Oraya devletin bittiği yere –şöyle bir bakının kardeşlerim! Görmüyor musunuz ebem kuşağı ve köprülerini üst insanın?”
Böyle Buyurdu Zerdüşt/ Nietzche

 

Başta Marx ve Engel olmak üzere, sol sosyalist ve demokratik güçlerin bu konuda içerisine düştükleri en temel haklardan biri de, demokratik konfederatif oluşumları gerici bularak merkezi ulus-devlet cihazını, desteklemeleri olmuştur. Sosyalistlerin merkezi ulus-devlet anlayışına teslim olmalarıyla birlikte, aslında sosyalist toplumun inşası da demokratik konfederasyon eğilimleri hala çok güçlüdür ve aynı dönemde Amerika’da Konfederasyon inşaaları söz konudur. Ortadoğu, güçlü kabile konfederasyonları ve aşiret federasyonlarının bin yılları bulan mekan konumundadır. Yerel ve bölgesel özerklik politikaları hala toplumsal örgütlenmenin ve inşanın temel dayanağı olma özelliğini korumaktadır. Uygarlık güçlerinin devletsel dayatmaları karşısında ise özerk ve bağımsız politikalarla konfederal direniş her yerde varlık bulmaya devam etmiştir.

Kürtlerin her türden saldırıya maruz kalmalarına rağmen, varlıklarını kültürel karakterleriyle birlikte koruyup 21. Yüzyıla taşıyabilmeleri, yine bu tarihsel-kültürün direniş gücünden ileri gelmektedir. Tercihini  uygarlığın kent-sınıf-devlet üçlemesinin oluşturduğu kültürden yana yapmak yerine, bu olgulara yer tanımayan kabile demokrasisinden yana yapmaları onları ayakta tutan esas etken olmuştur. Kültürel demokrasiye bağlılıkları, onları daima direniş içerisinde turmuştur. Bununla birlikte bilmeliyiz ki Kürtlerde ifadesini bulan bu özsel yaklaşım temelde bir Ortadoğu kültür yaklaşımı ve onun bir yansımasıdır. Bunun izdüşümlerini başlangıçta Türkmen kabilelerinin Fars, Bedevi ve Ermeni aşiretlerinin kültürel var oluşarında da gözlemlemek olasıdır. Ortadoğu’da kültürler her zaman iç içe, esnek ve doğal demokratik bir geçirgenlik gösterirler.

Öcalan, “Ortadoğu jeokültürü, jeopolitikasına yansıtılmak durumundadır” derken, tamda Ortadoğu uygarlığının tarihte doğal bir federasyon gibi işleyen karakterine, onun etnik-kültürel iç içeliğine ve zenginliğine işaret eden; Sümerlerden Osmanlılara kadar uzanan uzun süreçte eyaletlerin geniş özerkliklere sahip olması, kültürel ve etnik varlıklara özgürlük tanınması, tüm imparatorluk yapılarının ortak anlayışı olarak belirginlik kazanmıştır. Ancak ulus-devlet cihazının devreye girmesiyle birlikte bin yıllara dayalı oluşan toplumsal kültürleşme, kelimenin tam manasıyla bir kısım mekanizmayla karşı karşıya kalmıştır. Ortadoğu kültürü, iki Yüzyıldır bu üstten ve dışarıdan dayatılan ulus-devlet yapılanmasıyla savaş halindedir. Zira ulus-devlet, Ortadoğu’nun kültürel özgürlüğe ve çeşitliliğe dayalı yapısını bozuma uğratmak için modern kapitalizm eliyle kültürsüzleştirme ve tek tipleştirme operasyonlarını devreye koymuştur. Başta Kürtler olmak üzere Ortadoğu haklarının bilinçli ve örgütlü direnişlerini bu çerçevede okumak ve bunun yeniden kültürleşme mücadelesi, kültürel açılım olduğunun bilincine varmak önemlidir.

Ulus-devlet bir ulusun devleti olma iddiasıyla ortaya çıksa ve kendini bir milliyet üzerinden tanımlasa da gerçeklik devletin ne bir dini ve ne de bir milliyeti vardır. Samir Amin’in deyişiyle “Devletin Araplısı, İranlısı, Türklüsü görüntüdedir veya konjonktürel bir yaklaşımdır. O her zaman bin azınlığın çıkar koalisyonudur”. İktidar odaklarının ortaklaşa kar örgütü olan devletin kendini belirli bir milliyet ve din üzerinden tanımlama çabası elbetteki boşuna değildir. Din ve milliyet olgularının taktik bir argümana dönüştürülmeleri, kurulu çıkar koalisyonu düzenidir. Kutsallığın ve imalata dayalı ırksal öznelliğin himayesi altına alınması anlamına gelir ki bu da toplumun sonsuz sömürüye tabi tutulmasının yolunu açık tutar, sigortası işlevi görür. Bu nedenle her ulus-devlet, birlik ve cumhuriyet maskesinin ardına gizlemeye çalışsa da, gerçekte her zaman din milliyet olgularının kullanımını elde tutmaya özen göstermiş ve bu amaçları bir yapboz biçiminde sürekli düzenleyip şekillendirmeyi ihmal etmemiştir. Böyle olmasa, ulus-devlet “diyanet işleri” yapılanmasına ihtiyaç duyar mıydı? Yerel egemenlerin gücünü kırarak imparatorluğu merkeziyetçi bir pozisyona çekmek isteyen Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün bu konudaki yaklaşımı hatırlanmaya değerdir. Nizamülmülk’ün din ve tarikat önderlerine her yıl 300 bin dinar gibi bir meblağ dağıtmasından rahatsız olanlar, bu durumu Selçuklu Sultanı Melikşah’a “Eğer bu para orduya ayrılsa, İstanbul bile fethedilir” serzenişiyle yansıtırlar. Melikşah’ın buna vurgu yapması üzerine Nizamülmülk şu cevabı verir; “Sen her yıl askere bunun iki katını harcıyorsun, onlardan en kuvvetlisi ve en nişancısının attığı ok, bin milden ileri gitmez. Ellerindeki kılıçlarla yalnız yakınlarında bulunan kimseleri öldürebilirler. Ben ise harcadığım bu parayla öyle bir ordu donatıyorum ki, onların duaları da arşa kadar gider.” Tabi duaları da arşa kadar yükselen ordudan kastın, toplumsal rızayı oluşturmak için dinin devlet ideolojisi haline getirilmesi ve din adamlarının devlet memuru haline getirilip geniş bir istihbarat ağının elemenlarına dönüştürülmesi olduğunu, tarihsel kayıtlardan biliyoruz.

Farklı iktidar odaklarının ortaklığa kar örgütü olan devlet, aynı zamanda bu iktidar odaklarını daha fazla kan kapma amacıyla sürekli birbirleriyle çatışma içerisinde oldukları bir aygıttır. Sümerlerden bu yana yol-yöntemde değişikliklere uğramışsa da, çatışmanın muhtevası kendini her daim olduğu gibi sürdüre gelmiştir. Bu nedenle devlet içinde devlet, paralel devlet, derin devlet vb. tarzı oluşumun iktidar odakları tarzındaki tekel yapılanmasının kaçınılmaz bir gereği ve sonucudur. Çünkü iktidar tekelleri koalisyonunun söz konusu olduğu bir zeminde, şüphesiz varoluşsal olarak bir tekel diğerlerinin aleyhine olarak devlette daha çok pay sahibi ve mümkünse tamamen ele geçirerek bütünen devletin kendisi haline gelmek isteyecektir. Bu devletsel oluşumun doğasında yer bulan ve onun tüm yapısallıklarına yansıyan bir kanundur. Buna tarihsel bir örnek vermek gerekirse, yine bu noktada Nizamülmülk’e baş vurmak güncelle bağ kurmak açısından yararlı olacaktır. Nizamülmülk’ün dönemin veziri olarak devletin vergi gelirlerinden onda bir pay alması, kendine kölelerden 20 bine ulaşan özel bir ordu ve yine özel silah depoları kurması, devlet içinde devlet olmak değilse nedir? Bu konuda Suat Parlar’ın aktardığı şu anektod oldukça ironiktir: Devlet içinde asıl devleti simgeleyen Nizamülmülk’ün oğlu Şemsülmülk, Melikşah’ın Merv’e atadığı askeri komutanı görevden alır ve cezalandırır. Bunun üzerine Melikşah Tacülmülk aracılığıyla büyük vezine şu tehdidi gönderir; “Sen benim memleketimi istila ettin. Memleketimi oğulların, damatların ve kulların arasında öyle paylaştırdın ki, sanki sen saltanatta benim ortağımsın… Sen ne yetkiyle, fermanımız olmadan evlatlarına ülkeler ve kıtalar veriyor, istediğini yapıyorsun? İstermisin ki, önünden hokkanın ve başından sarığın alınmasını buyurayım?” Nizamülmülk’ün Melikşah’a cevabı şöyle olur; “Sultan benim saltanata ortak olduğumu bugün mü biliyor? Benim hokkam ile onun tacı birbirine bağlıdırlar. Ne zaman hokkayı kaldırırsa tac da kalkar.”

Uygarlık sisteminin çekirdeği olan devlet, anti-toplumcu özelliğiyle sadece toplumla değil, geliştirdiği ölçüsüz endüstriyalizmle doğayla, tabiatla da savaş halindedir. Komünal demokratik olan toplumsal yaşam alanına eşitsizliği, sömürüyü, mülkiyeti, hakimiyet ve tahakkümü yerleştirerek insan doğasına yönelik en büyük saldırıyı yapmıştı. “Kasap tarzı kültürel bütünlüğü parçalayıp doğrama hareketi” olarak ulus-devlet, ulusu bir cumhuriyet haline getirmenin ve demokratik toplum anlayışıyla buluşturmanın değil, özne-nesne ayrımına tabi tutarak kullaştırmanın ve modern köleliğe yatırmanın malzemesi, ham maddesi haline getirmiştir. Adı ister, Fars-Türk, ister Arap, Ermeni vb. olsun farketmez, her ulus devletle aslında ihanete uğramış, kendi olmaktan çıkarılmış, otantikliğini yitirdiği ölçüde de ruhunu ve bilincini kaybetmiş, sonuçta taklitten ve tabeladan ibaret bir “ölü canlar” topluluğuna dönüşmüştür. Ulusların ulus-devletle karşı karşıya kaldıkları ihanetin bedeli, günümüzde çözümsüzlük, tıkanma, yozlaşma, çürüme, iç çatışma ve çözülme biçiminde tekrardan topluma ödettirilmektedir. Ulus-devlet olgusunun ulusun başına musallat ettirilmiş bir bela olduğu gerçeği, bugün her yönüyle daha iyi anlaşılmaktadır. Siyaset felsefeyi, tıkanmanın ve çözümsüzlüğün vuku bulduğu yerde çözümü başlangıçteki kurucu ilkelere dönüşte ve kurucu ilkeleri yenileyerek güncelleştirmekte bulur. Spinoza bunu, “dini cemaatlerin ya da devletlerin uzun süreli olabilmesi için gerekli olan, sık sık başlangıç ilkelerine uygun şekilde yenilenmelilerdir” tarzında ortaya koyarken, Machiavelli daha geniş bir perspektiften tanımlamayı tercih eden; “özgür bir siyasal yaşamın ön koşulu, belirli aralıklarla kurucu momentlere, başlangıca geri dönebilmektir; bu sayede sosyal ve siyasal düzen kendisini tazeleyebilir.”

Öcalan’ın  “Ortadoğu jeokültürünü, jeopolitikasına yansıtılmak durumundadır” vurgusunu da bu bağlamda değerlendirmek lazım gelir. Ortadoğu’da başlangıç, ahlaki-politik ve demokratik temeldedir. Kurucu ilkeler, bu temelleri üzerinden komünal ve konfederal değerler kapsamında oluşmuştur. O halde birbiri için yaşamanın, dayanışmanın temel yaşam felsefesi olduğu, kimsenin özne-nesne ayrımına tabi tutulmadığı, eşitsizlerin eşitliğinin sağlandığı, doğa ve onun tüm bileşenleriyle uyumluluğu görüldüğü komünal yaşam, esas kurucu ilke konumundadır. Bu durumda da kurucu ilkelere dönüş, ya da kurucu ilkelerin yenilenmesinden anlaşılması gereken, toplumun komünal ve demokratik özünün yeniden canlandırılmasıdır. Demokratik ulus inşasının Demokratik Ortadoğu Federasyonu’nun, Ortadoğu jeopolitikası haline getirilmesidir.

 

Demokratik Komünal Siyaset

Milliyeti ne olursa olsun, onlar devlet örgütleriyle varlarsa, biz de demokrasimizle var olacağız. Özellikle yerel demokrasiler en temel alanlarımız olmak durumundadır. Halkımız neredeyse orada demokratik ünitelerimiz olacaktır. Kabul edilince legal, kabul edilmezse yarı legal, illegal olmaya devam edecektir.
Abdullah Öcalan

İnsanı esaret ve kölelik buluşturan en temel etken, korkan bir zihne sahip olmasıdır. Zihinsel korkaklık diğer tüm korkaklıkların anasıdır ve devlet-iktidar yapılanmalarının toplum üzerinde kurdukları baskı ve tahakküm sonucunda oluşmuştur. Eğer bu, açığa çıkmış, somut bir gerçeklik ise demokratik siyasi bir varoluşun insan zihnini korkudan kurtarmayı yükümlenmeden kendini demokratik bir güç haline getiremeyeceğidir. Yaşam bu anlamda devletçi uygarlık güçleriyle demokratik komünal güçleri arasında geçen bir mücadeleler alanıdır. Zihniyet mücadelesi de bu mücadele alanlarından birisi ama en önemlisidir. Çünkü zihniyette başarı elde edemeyen, zihniyet değişimini gerçekleştiremeyen bir mücadelenin diğer alanlarda da başarı sağlamasının olanağı yoktur. Dolayısıyla demokratik komünal siyaset eşittir yeni dönemin paradigmasal zihniyeti demek yanlış olmayacaktır.

Yaşamı pozitif ederek hegemonyasına tehdit oluşturabilecek her şeyi yalnızlaştırmak ve etkisizleştirmek isteyen ulus-devlete karşı demokratik komünal siyaset, toplumuyla sürekli anlamlı bir başlangıç halinde olmayı ve direnişle yeni yaşam, özgürlük alanları oluşturmayı gerektirir. Bu da kolektif olanın, potansiyel olarak herkese yayılmayı, özgürlük, eşitlik ve demokrasi ortak paydasında buluşan tüm topluluk ve bireyleri bir araya getirmeyi ve yeniden kurmayı hedeflemesi demektir. Çünkü demokratik komünal siyaset, “yürüyen düşünce” olarak pratiğe ilişkindir; pratik sahada yürüyen ve oluşturulan ilişkilerin politik bir  bedene kavuşturulmasıdır. Demokratik komünal siyaseti temsil siyasetinden ayıran en temel öge budur. Demokratik komünal siyaset, ilişkiler ve ittifaklar ve meclisler meydana getirmek onun varlık gerekçesidir. Bu, “yaşamın politikayı belirlemesi, mücadelenin ise yaşamın asli ilkesi olduğu” gerçeğinin altının çizilmesidir.

Yaşamın politikayı belirlediği ve mücadelenin yaşamın asli ilkesi haline geldiği bir yerde yaşamın içinden çıkmış ve kendini demokratik siyasete adamış gerçek insanlara “insan sorumluluktur” anlayışıyla yola çıkanlara ihtiyaç vardır. Özgürlükçü bir demokratik siyasetin ciddiyetsiz, tereddütlü ve popülist kişiliklerle yürütülemeyeceği açıktır. Demokratik siyaset, demokratik siyaset kültürünü özümsemiş, onun düşünce, tarz ve üslubunu almış kadrolarla yürütülebilir. Ancak özümseme derken, kuşkusuz söyleme sığdırılmış sınırlı, tek boyutlu yaklaşımın aşılması ve düşüncenin bir yaşam tarzına dönüştürülmesinden söz ediyoruz.  Düşünce, yapmak içindir neticede. Buna göre, toplumla içerisine girdiğimiz ilişki düzeyi ve oluşturduğumuz komünler bizim ne ölçekte demokratik bir kimliğe sahip olduğumuzun gösterenleri durumundadırlar. Komünü olmayanın demokratik komünal bir kimliği de olmaz. Burjuva demokrasisi örneği olan İsviçre’de her yurttaş, ekolojik, sosyal, siyasal vb. birden çok sivil toplum örgütüne üye olup aktif bir tarza toplumsal sorumluluklarının gereğini yerine getirmeye çalışırken, demokratik komünal siyaset yapma iddiasında bulunanların kendi sosyal, siyasal, eğitsel ve ekonomik komünlerini oluşturmamaları düşünelebilir mi?

Burada önemli olan, sadece çelişkilerin farkında olmak değil, çelişkiyle yüzleşmesini bilecek aşabilme yeteneğini sergileyebilmektir. Çözüm dediğimiz olgu bunun sonucunda açığa çıkar ve zaten bu sayede siyasi güç haline gelinir. Zira siyasal güç haline gelmek toplumsal sorun ve çelişkilere çözüm üretmekle mümkündür. Kendini belirli sınırlara hapsedip izole bir yaşam sürmek isteyenlerden siyasi güç olmalarını beklemek, en hafif deyimle siyaseti siyasetsizliğe mahkum etmektir. Demokratik komünal siyaset, böylesi bir kafa karışıklığını ve ciddiyetsizliği kaldırmayacak kadar sorumlu bir tutuma örgütlenmeye, dayanışmaya ve ortaklığa dayanır. İster birey ve ister örgüt, parti bazında olsun, ister Kürt veya farklı bir etnisiteden olsun, demokratik komünal siyasette her özerk topluluk bizim kendisi için yararlı olanı aradığı ölçüde, yani kendi komünal varlığında sürmeye çabaladığı ve bunu başarabildiği ölçüde demokratik bilinçle donanır ve siyasi güç haline gelir; buna karşın kendi komünal varlığında sürmeyi gözardı ettiği ölçüde de demokratik siyasal bir güç ve çözüm kaynağı olmaktan düşer. Ki bu düşüş, aynı zamanda mücadeleden ve özgürlükten düşüştür.

Ehmedê Xanî, “Her giya li ser koka xwe şîn dibe. / Her ot kendi kökü üzerinde yeşerir.” derken, tarihsel ve varoluşsal bir gerçeğe gönderme yapar. İnsanın kökü de toplumsallığıdır ve toplumsallık demokratik komünal yaşam üzerinden köklenir. Köksüzlük ve köksüz değişim iddiaları neoliberal anlayışın korku ve düzensizlik politikalarıyla yalnızlaştırıp teslim almak istediği insana yönelttiği bir çarpıtmadır. Ulus-devlet cihazıyla tümden kuşatmayı ve varlığı varlık olmaktan çıkarıp bir “kişi artığı” haline getirmeyi, bunu da “değişim” birey olma” biçiminde sunmayı bir marifet sayar. Demokratik komünal siyasetin burada yaratacağı farkındalık içerisinde bulunulan zaman-mekan olgularını herhangi bir muğlaklığa terk etmeden, stratejik ve taktik olanı birbirinden ayırt etmesini bilmek ve öğretmek olacaktır.

P. Freire’nin “Bir ayağımı sistemin içinde öteki ayağımsa sistemin dışında tutarak düşünmeye ve öğretmeye çalışıyorum. Elbette ki eğer sistem var olmaya devam ediyorsa sistemin tamamen dışında olamam… bu ikiliğin doğası nedir? Taktik bakımdan, hepimizin bir ayağı sistemin içinde; ve stratejik olarak hepimizin öbür ayağı sistemin dışında” tanımlaması, bu noktada uyarıcı bir işlev görür. Devlet ve demokratik komünalizm karşılaşmasında da, demokratik siyaset ve kadro taktik bakımdan ulus-devlet sisteminin içinde yer alsada, stratejik bakımdan sistemin dışındadır. Sistem içinde sistem dışı olanın inşası, kendini sürekli yeni alanlar üretmesi ve gerçek değişimi bu temelde örgütleyerek meydana getirmesidir. Bu bağlamda demokratik siyaset, oyun kurma işlevini üstlenmek ve kurucu akılla hayatın canlılık emaresi gösteren her alana yönelerek pratikleşebilmektedir.

Demokratik komünal toplum, uyuyan ve ancak özgür Kürtlük tarafından uyandırılmış olan bir gerçeklik, bir potansiyeller potansiyelidir. Bu potansiyelin siyaseti, “geleceği öngörmenin en sağlam yolu inşa etmektir” perspektifinden hareketle, olanı onaylamak ve yetinmek yerine olması gereken üzerine düşünmektir. Bunu yaparken sınıf kökenli demokrasilerin daraltıcı ve iktidarcı tuzağına düşmemek önemlidir. Demokratik komünal siyasetin temel farklılıklarından biri de herhangi bir sınıfın damgasını taşımamasıdır. Yaşam bir bütün olduğuna göre, toplumsal varoluşu da bütünlük içerisinde ele almak ve her bir parçasını demokrasinin potansiyel bir üreticisi olarak değerlendirmek olması gerekendir. Marcuse’nin demesiyle “İster azınlık ister çoğunluk, farklı dil, din, etnisite ve ulusallıkları ne olursa olsun, tüm toplumsal kesimlerin aynı ifade ve örgütlenme özgürlüğünün ve bireysel halkların devlete karşı güvenceye alınmasını” sağlamak, demokratik komünal siyasetin görevidir. Ulus-devlet siyaseti, kendini “cumhuriyet”, “hukuk devleti” vb. kavramlarla süslese de, özünde cumhuriyet karşıtı ve her türden adaletsiz uygulamaların odağıdır. Dolayısıyla çözümün değil çözümsüzlüğün ve sorunları ağırlaştırarak katmanlaştırmanın kaynağıdır. İki Yüzyıllık  tarih bu gerçeği fazlasıyla  göstermiş ve göstermektedir. Toplumsal işlerin ve sorunların sahibi toplumun kendisi olduğuna göre, çözüm yine ifade ve örgütlenme gücüne kavuşarak özgürleşen toplumdan gelecektir. Demokratik komünal siyasete düşen sorumluluk, toplumuyla aynı havayı ve mecrayı soluması, politik misyonu topluma örgütlülük ve inisiyatif kazandırma temelinde kullanmasıdır.

Xanî’nin özlemini duyduğu devlet ütopyasına rağmen, Mem û Zîn eseri aslında iktidar-devlet aklıyla demokratik komünal kültürün çatışmasını anlatır. Zîn, Mîr olan babasına yönelik geliştirdiği vasiyetnamesinde kendi için herhangi bir şey istemezken, toplumu için eşitlik, özgürlük ve adalet talep etmekte, “köpeğin ve yük eşeğinin bile yiyeceğini hazırla” diyebilecek kadar insan varlığı dışındaki canlıların da haklarını gözetmektedir. Mem’in tutumu da benzer tarzdadır. Zindanda ölüm döşeğindeyken, Mîr’in huzuruna çıkıp af dilemesi karşılığında bırakılacağı bildirildiğinde, cevabı hiçbir tereddüte yer bırakmayacak açıklıkta ve netliktedir. “Ez naçim hezreta çu Mîran, ez nabim bendeyê esîran”. İktidar hastalığının esir aldığı  Mîrlerin huzuruna çıkmayacağını ve onlara kulluk yapmayacağını belirtir. İkisinin de tutumu ideolojik direniş temelindedir. Ancak ideolojik direnişi tamamlayacak ve başarıyla taçlandıracak bir politik güç haline gelememeleri, Beko’nun-iktidar devlet aklının hileleriyle baş edememeleri aşklarının en büyük açmazını oluşturur. Bir anlamda Nizamülmülk’ün Kürt tasviri olan Beko ise, tam bir iktidar-devlet aklını temsil etmektedir. Kurduğu fitne fesat tuzağı ve geliştirdiği oyunlar, hep parçalamaya ve ayrıştırmaya dönüktür. Mîr’in yerine geçmeyi hedeflese belki de Xanî’nin hayalini gerçekleştirecek ve Kürtleri devletle buluşturacaktır. Fakat bunu yapmaz, bunun yerine Kürdün Harpagos versiyonunu adeta tekrarlar.

Nihayetinde Mem û Zîn’in aşkı, toplumsal iyiyi, güzeli, doğru ve özgür olanı hedefleyen gerçek bir aşktır. Ancak politik güç olma başarısını sağlayamadığından aynı zamanda yaralı, yenilgili ve intihara yönelmiş, sonuçsuz kalmış bir aşk olma özelliğini de taşımaktadır. Başarısız ama soylu bir direnişin trajik kişilikleri olarak hafızalarımıza kazınmaları da bu nedenledir. Tarihsel anlatı da böyle değil midir zaten? Kürt’ün asaleti, mertliği ve savaşçılığı her araştırmacı tarihçinin konu edindiği ve dillendirdiği bir husustur. Fakat bu husus, her daim diğer bir hususla, “Kürt tarihinin genel yasası” olarak adlandırılan bölünme ve direniş liderinin en yakındakinin ihanetiyle birlikte işlenir bu bir kader midir? Değildir. Sadece Kürtlere mahsus, işleyen bir yasa ve diyalektik midir? O da değil. Baskı ve sömürü altına alınmış her toplumsallığın, direniş ihaneti alt edene kadar deneyimlemek durumunda kaldığı sancılı ve acı verici bir süreçtir. Demokratik komünal siyaset, işte bu ihanet aklını kuşanmış Bekolara karşı Mem û Zîn’leri çoğaltmak ve harekete geçirmek için vardır. Öcalan, “Yeni Mem û Zînlerin yaratılması, güncelleştirilmesi gerekir” derken kastettiği de budur. Politik örgütlülük düzeyini komün ve meclislerle tüm topluma yaymış, böylece yenilgi ve intihar kişiliğini aşmış, başarı çizgisindeki pratiği ve inşa yeteneğiyle 21. Yüzyıla damgasını vuran Mem û Zînler!

Yaşamı göze almak başka bazı şeyleri gözden çıkarmakla mümkün olduğuna göre, sahte aşk ağlarını bir tarafa bırakarak, tıpkı Mem û Zîn gibi özgürlük aşkıyla hayata tutunmak ve özgürlük aşkı için mücadele etmek en değerli varoluş biçimidir. Kavlimiz şu olsun; Mem û Zîn’e bağlılık, Beko’ya lanet!

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.