Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Ulus İnşasında Halklararası Diplomasi

Yılmaz Dağlum

Kavram olarak diplomasi için yapılan tanımlar çoğunlukla tanımı yapanların paradigmal bakış açıları ve sınıfsal çıkarlarını yansıtır.  Her etkin güç kendi çıkarlarını toplumun genel çıkarları, diplomasisini de bunu gerçekleştirmeyi hedefleyen bir faaliyet ve sanat olarak benimsetmek ister. Bu çerçevede dönemsel algı operasyonları da dahil, algı oluşturmayı sürekli bir çalışma ve ayrı bir sanat olarak ele alır. Başta medya tüm kitle iletişim araçlarını bu yolda etkin olarak kullanır. Bu gerçeklikleri de göz önünde bulundurarak yapılan bazı tanımlara göz atalım:

“Diplomasi, uluslararası ilişkileri düzenleyen antlaşmalar bütünüdür.”

“Diplomasi, atanmış resmi kurumlar aracılığıyla yürütülen; bir devletin, devlet ya da devletlerle yürüteceği savaş, barış, protesto, ekonomik ilişkilerin sürdürülmesi, ülkenin tanıtımı vb. konulardaki ilişkilerin tümüne denir.”

“Devletin, çıkarlarını korumak, geliştirmek ve savunmak üzere yürüttüğü dış politik faaliyetleri” olarak da tanımlanır. “Var olan sorunları savaşa başvurmadan müzakere enstrümanlarını kullanarak çözmek, bir savaş hali varsa görüşme ortamı yaratarak savaşın nedenlerini ortadan kaldırabilmek ve savaşı sona erdirebilmek amacıyla yürütülen faaliyetlerin bütünüdür” gibi birçok tanım yapılmaktadır.

Kentli, sınıflı ve devletli uygarlıkla birlikte toplumlardan gasp edilen öz savunma, eğitim, özyönetim vb. yaşamsal haklar gibi diplomasi de egemen sınıflara, yani devlete özgü bir uğraş ve çalışma alanı haline getirilmiştir.  Yaratılan algı, diplomasinin uluslararası sorunları görüşmeler yoluyla çözme sanatı ve çalışması olduğu biçimindedir.

Tanımlarda geçen “uluslararası” kavramını devletlerarası olarak okumak daha doğrudur. Egemen sınıfların çıkar çelişkileri dışında ulusların ve toplulukların eşit koşullarda temsil edildikleri ortak platformlarda barışçıl yol ve yöntemlerle çözülemeyecek çelişkileri yoktur. Sermaye ve iktidar tekelleri arasında, dolayısıyla devletlerarasındaki çıkar çelişki ve çatışmaları çoğunlukla barışçıl yollarla çözülemeyecek çelişkilerdir. Dolayısıyla da günümüzde uluslararası denilen ilişkiler özünde devletlerarası ilişkilerdir. Bu nedenle de diplomasi, temsil edilen iktidar kliklerinin baskın gelebilmesi için uygun koşulları oluşturma faaliyetleri olarak değerlendirilmelidir.

Uluslar, esas olarak kapitalist modernitenin son iki yüz yıllık tarihinde ulus-devletlerle özdeşleştirilmiştir. Uluslar temsili kurumları aracılığıyla ilişkilenirler. Ulus da devletle özdeşleştirildiğinden, devlet olamamış, devletsiz ulus ve topluluklar için uluslararası ilişki yolları kapatılmıştır. Bu topluluklar için uluslararası ilişki ancak küresel ve bölgesel güç ve devletlerle işbirlikçilik düzeyinde geliştirilebilir olarak kabul edilmiştir. İktidar ve sermaye tekellerinin hakim oldukları medya kartelleri diplomasinin egemen sınıfların, dolayısıyla devletlerin özgün, özel bir sanatı ve çalışması olduğunu süreklileşen algı operasyonlarıyla toplumlara kabul ettirmişlerdir.

Genel-geçer tanımlar dışında, çağdaş diplomasinin özünü ifade eden bazı tanımlara değinmekte de yarar vardır. Bunların başında, diplomasinin güç ve savaşla bağlantısını ortaya koyan tanımlar gelmektedir: “Savaş kanlı diplomasi, diplomasi kansız savaştır.”, “Temsil edilen devletin çıkarları savaşı gerektiriyorsa diplomasi, savaşı başlatacak koşulları oluşturacak bir araçtır.” ya da “Savaşın ertelenmesini gerektiriyorsa, diplomasi savaşın gerektirdiği hazırlıkların yapılabilmesi için zaman kazanma sanatıdır.” Bu ve benzeri tanımlar dikkate değerdir. Güçlü olanın haksız de olsa haklı çıkarıldığı bir “sanat” olarak da değerlendirilebilir. Sermaye ve iktidar tekellerinin çıkarları savaşı gerektiriyorsa, dünyanın en gelişkin diplomatlarını bir araya getirseniz de o savaşı önleyemezler. Aksine, savaş konjonktürel çıkarlara uygun değil ya da savaş hazırlıkları tamam değilse, o koşullarda diplomasi ve diplomatlar zaman kazanmak, savaşı ertelemek için devreye girer ve iş görürler.

Günümüz diplomasisini savaş hazırlıklarını gizleme, toplumları savaşa hazırlama, iktidar ve sermaye tekellerinin çıkarlarını ulusun çıkarları gibi gösterme, bu doğrultuda şovenizmi körükleme, topluluklar arasında düşmanlıklar yaratma aracı olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Eğer sermaye ve iktidar tekellerinin kimi tehditlerle çıkarlarını kabul ettirebilecekleri, rakiplerinin iradesini kırabilecekleri olanaklar varsa; yani “yumuşak güç” kullanmaları yeterli olacaksa, savaşa gerek kalmadan istediklerini elde edebileceklerse savaşsız çözüme razı olacaklardır. Bu mümkün değilse, savaş kaçınılmaz olacaktır. Örneğin; 1. Körfez Savaşı öncesinde yürütülen diplomatik çalışmaların hepsini savaşa hazırlık çalışmaları olarak değerlendirmek gerekir. O koşullarda savaşı önlemenin tek yolu Saddam yönetiminin iradesinin savaşsız kırılması ve teslim alınmasıydı. Bunun bile yeterli olacağı kuşkuluydu. Ortadoğu’ya müdahale için Saddam Rejimi kendi elleriyle büyüttükleri bir gerekçe olarak gerekliydi. 1. Körfez Savaşı sonrasında, özellikle de ABD’deki 11 Eylül saldırıları sonrasında yürütülen diplomasiyi, ABD ve Batılı hegemonların küresel düzeyde düşman olarak gösterdikleri devletlere karşı kendi toplumlarını işgal savaşına hazırlama, bu haksız, saldırgan savaşları meşru, haklı savaşlar olarak göstermeyi hedefleyen diplomatik faaliyetler olarak görmek gerekir. Bu da yetmez, bu savaşın “ulusal güvenlik için kaçınılmaz” olduğu gerekçesiyle yaygınlaştırılmasına da toplumu ikna etmeleri gerekmekteydi. Bunu gerçekleştirmek için kullanılacak her yol mübah görülmekteydi. Yalan, hile, şantaj, cinayet, kara propaganda, işgal, katliam ve sömürgeleştirme gibi insanlık dışı her yöntemin kullanılmasında sakınca görülmemektedir.

Bu çerçevede, savaş öncesinde yürütülen diplomasinin hedefleri, savaş hazırlıklarının tamamlanması için zaman kazanmaktır. Bu arada zayıf bir olasılık da olsa, mümkünse rakip ya da rakiplerin iradesini özel savaş yöntemleriyle kırarak savaşsız teslim olmasını sağlamaktır. O da olmazsa yalnızlaştırarak kolay yenilebilir düzeye getirmek biçiminde özetlenebilir. Bu amaçlara varmak için yürütülen diplomasiyi özel savaş diplomasisi olarak adlandırmak mümkündür. Savaşı ve şiddeti bir tehdit unsuru olarak sürekli gündemde tutmakla karşıdakinin iradesini kırarak teslim almak, özel savaş diplomasisinin başarı ölçüsüdür.

Günümüzde hala geçerli olan temel ölçü, diplomasinin devletlerin dış politikada en deneyimli, kıvrak zekâlı, bölge ve dünyadaki gelişmelerden haberdar, ülkesinin –devletin- çıkarlarını iyi bilen ve en iyi biçimde temsil etme yeteneğine sahip ak saçlı elemanlarından oluşan toplulukça yürütülen özgün, özerk bir sanat ve çalışma olduğu biçimindedir. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında İngiltere ve Fransa arasında varılan ve mucidi diplomatların adıyla anılan “Sykes Picot Antlaşması” bu faaliyetlere iyi bir örnektir. Yine, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, özellikle de Kürdistan’ın parçalanmasının kesinleştirilmesi sürecinde Türk Hükümetini Lozan’da temsil eden İsmen İnönü, bu faaliyetleri yürüten diplomat tanımına iyi bir örnektir. “Kafasında kırk tilki dolaşır kuyrukları birbirine değmez!” denilerek tanımlanırdı. Yani kurnaz, ne düşündüğünü dışarı yansıtmaz, yüze gülerken ardından kuyu kazar, rengini belli etmez, düzenbaz, karşıdakini kandırmayı marifet sayan bukalemun gibi bir tipoloji ortaya çıkıyor ve bu tip ulus-devletlerde kahramanlaştırılır. Tam da devletin ve kapitalist modernitenin parametrelerine uygun bir tanımlama… Buna göre diplomasi, Machiavelli’in “Amaca ulaşmak için her yol mübahtır.” düsturunun icra edileceği meslek; bu mesleği en iyi icra edebilecek kişilikler de diplomat oluyorlar. Kuşkusuz oluşturulan diplomasi algısı ile bu icracı tipoloji arasında bir uyum ve uygunluk olduğu açıktır.

Bu tipler “emekli” olduktan sonra da bu alandan dışlanmazlar. Aksine küresel ve bölgesel sermaye ve iktidar tekellerine danışmanlık, stratejik düşünce kuruluşlarında yöneticilik, devletlerinin ve devletlerarası kurumların –BM gibi- “özel”, “iyi niyet temsilcisi” gibi sıfatlarla deneyimlerini pazarlamak için bolca fırsat bulmaktadırlar. Günümüzde birçok devlet, küresel ve bölgesel güç ve şirketlerin dış politika ve diplomasisini bu tür kuruluş ve kişilikler yönlendirmektedirler. Bunun için lobi denilen diplomasi kartelleri oluşturulmuştur. Think-tank, yani “düşünce kuruluşları” olarak adlandırılan bu kuruluşlar, özünde parayla diplomatik kulis yapan, algı operasyonlarını geliştiren ve yöneten, toplumları küresel ve bölgesel güç odaklarının çıkarları doğrultusunda yönlendiren profesyonellerden oluşan diplomatik pazarlama –sahtekarlık demek daha doğru olur- kurumları olmaktadır. Bu kuruluşlar aynı zamanda küresel ve bölgesel düzeyde şirketleşmiş, devletleri de yönlendiren iktidar ve sermaye tekellerinin aracı kurumları olmaktadırlar. Toplumda “saygın” yer ve konum edinmiş bu kuruluşlar kapitalist modernitenin içyüzünü en iyi gösteren kuruluşlar olmaktadırlar.

Ne devletlerin dolgun maaşlı, bol unvanlı beyaz yakalılarınca ne de küresel ve bölgesel çapta şirketleşmiş lobilerce yönlendirilen ve yönetilen diplomasi halkların, ulusların hak ve çıkarlarını temsil edebilirler. Varlık nedenleri ve amaçları buna karşıtlık temelindedir. Devlet uluslarında hak ve çıkarları özdeş bir toplumsallık olmadığından, bütünlüklü ulusal haklardan da söz edilemez. Kolektif haklar ancak yüzlerce yıllık mücadelelerle devletleri demokrasiye duyarlı hale getirebilmiş toplumlarda mümkündür.

Yapılan kısmi eleştirilerin de gösterdiği gibi diplomasi konusunda yaratılan algılar büyük çoğunlukla yanılsamadan ibarettir. Bu algı yönetimi küresel ve bölgesel sermaye ve iktidar tekelleriyle onların think tank’lerinin uzmanlaştıkları ve en iyi yaptıkları bir yönetim sanatıdır. Bu algı ve algı yönetimi değiştirilmeden yapılacak tüm değerlendirmeler -en karşıtları da dahil- sonuçta onun amacına hizmet etmekten kurtulamayacaktır.

O halde temel soru, tekrar da olsa “Diplomasi nedir ve kimin diplomasisi?” sorusudur. Bu sorunun doğru yanıtlanması yaşamsal önemdedir. Şimdiye kadar özetlenen tanımlar öz itibariyle egemen sınıfların, devlet ve küresel iktidar ve sermaye tekellerinin diplomasiye yükledikleri misyon ve kamuya dönük yarattıkları çarpık algılara ilişkindi denilebilir.

 

Demokrasi ile Halklararası Diplomasi İlişkisi

“Demokrasi yerelden başlar” denir. Demokrasinin abc’si çokluk, çoğulculuk ve yerelliktir. Toplumların doğası da yerel, çoklu ve çoğulcudur. Yeryüzündeki toplumların tümünün bir biçimde çoklu karakterde olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Demokrasi de karakterini toplumların bu yapısından, yani yerellik ve çoğulculuktan almaktadır. Demokratik ulusun bedenleşmesi de yerellerde oluşan ve giderek yaygınlaşan demokratik özerklikle mümkündür. Demokratik ulus diplomasisini de yerellik, çokluk ve çoğulculuğun bölgeselleştirilmesi, giderek küreselleştirilmesi temelinde tanımlamak doğru olacaktır.

Burada “demokratik ulus”un tanımını yaparak halklararası diplomasinin tanımına sağlam bir zemin hazırlamak daha doğru olacaktır. Demokratik ulus yeni bir kavramlaştırmadır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Uygarlık Manifestosu” genel başlıklı savunmalarının “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” adlı 5. cildinde genişçe açımladığı bir kavramlaştırma ve çözüm modelidir. Burjuva ve Marksist jargondaki ulus tanımlarının aksine, demokratik ulus için tarih, toprak, dil, kültür, pazar birliği gibi zorunluluklar yoktur. Belirtilen zorunluluklar da zaten devletleşme hedefli tanımlamalarda yer almaktadır.

Demokratik ulus; etnik, kültürel, dilsel, inançsal, sosyal, vb. kimlikler ayrımı yapılmaksızın farklılıklar temelinde eşit, özgür düşünme, ifade ve örgütlenme hakkına sahip ve özgür iradeyle gönüllü ortak yaşama katılanların birliğidir. Bunun somutlaması ise demokratik özerklik biçimindedir. Devletlerin siyasi sınırları, coğrafi sınırlar, farklı toplumsal aidiyetler demokratik ulus üyeliği önünde engel değildir. Tersine her farklı aidiyet demokratik ulusun zenginliğidir. Bu anlamda Ortadoğu toplumlarının tarihsel dokusuna en uygun tanım ve çözüm formülü demokratik ulus, onun bedenleşmesi de demokratik özerkliktir diyebiliriz. Yerelden başlayan doğrudan demokrasi ya da radikal demokrasi olmadan bu birlikteliğin oluşturulmasının olanağı yoktur. Bu nedenle demokrasi ile demokratik ulus ve demokratik özerklik arasındaki ilişki biri olmadan diğeri olamaz düzeyinde doğrudandır.

 

Halklararası Diplomasinin Parametreleri

Halklararası diplomasinin birincil parametresi toplumların tarihsel-toplumsal birikimine dayanmak olacaktır. Mezopotamya ve Anadolu halklarının uygarlık öncesinden binlerce yıla dayanan tarihsel-toplumsal birikimi, uygarlıkların gelişmesinde oynadıkları rol ve uygarlıklara karşı direniş mirası temelinde halklarımız arasında geliştirilecek dayanışma, ittifak, birlik ve gönüllü ortak yaşam, bu diplomasinin temel amacı ve başarı ölçütü olacaktır. Doğal olarak devlet dışı toplulukların ana gövdesini oluşturacağı bu toplumsallık, devlet dışında kalmışların ilişki, dayanışma, ittifak ve giderek gönüllü birliğini geliştirmekle mümkün olacaktır.  Devlet dışı derken, “declase” denilen sınıf dışı kalmış, toplumsallığı tartışma götürür marjinal tip ve gruplar değil, devlete bulaşmamış, devletçi şerbetle zehirlenmemiş toplumsal kesimler, halkların binlerce yıllık birikmiş değerlerinin ifadesi olan kültürel yapılar kastedilmektedir. Bu aynı zamanda kültürlerarası dayanışmayı, ittifak ve birliği ifade etmektedir. Bir başka deyişle, farklı kültürel toplulukların ilişki, dayanışma, ittifak ve gönüllü birlikte yaşamından söz edilmektedir. Halklararası diplomasi de toplulukları arasında farklılıkları temelinde eşit, özgür ve gönüllü birlikte yaşam seçeneğini geliştirmeyi esas almak durumundadır.

Küresel ve bölgesel güç odaklarının “medeniyetler çatışması” diyerek on binlerce yıllık bölgesel kültür mirasını hedef almaları, çıkarları temelinde kültürler arası çatışma geliştirme çabaları küresel ve bölgesel sermaye ve iktidar tekellerinin hegemonyasını sağlamak amaçlıdır. Bunu sağlamada kullandıkları en etkili araçları etnik, dinsel ve mezhepsel milliyetçiliktir. Ünlü “böl-yönet” siyasetinin bu en etkili kullanım malzemeleri Ortadoğu’yu kasıp kavurmaya devam etmektedir. Tarihin toplumsal dokusuna, binlerce yıllık yaşam deneyimi ve kültürüne aykırı toplumsal mühendislik ürünü dayatmalar sonucunda ortaya çıkan kaos dünyayı tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Ortaçağ’dan kalma düşünce ve yaşam kalıpları kadar, kapitalist modernitenin düşünce, yoz yaşam ve “toplum” örüntüleri de Ortadoğu’daki sorunları çözme güç ve yeteneğinde değildir. Yüz yıldır bölgeyi dizayn etme iddiasında olan küresel hegemonik güçler, iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel ve yerel savaşlar çıkarmalarına karşın bölgeye kriz ve kaostan başka bir şey getirmiş değildir. Yürüttükleri diplomatik çalışmalar da kendi dönemsel çıkarlarını koruyup geliştirmekten öteye geçmemiştir. Ortaya çıkan en önemli gerçeklik ise, hegemonik güçlerin bölgedeki sorunları çözecek, dünya-sistemi tehdit eder düzeye ulaşmış yapılanmaları çözümleyip çözebilecek istem, paradigma ve kapasiteden yoksun olduklarıdır.

Tam da bu nedenle, demokratik ulus çözümü ve onun diplomasisi kronikleşmiş sorunlara çözüm perspektifi sunduğu iddiasıyla geliştirilmiştir. Bölgesel ve küresel düzeyde paradigmal, kuramsal olduğu kadar kurumsal-yapısal açıdan da yeniden yapılanma ve pratiğine ihtiyaç vardır. Kaostan çıkışın başka yolu görülmemektedir. Bu çıkışın-bir başka deyişle demokratik ulus inşasının- bir ayağını da demokratik ulus diplomasisi oluşturacaktır.

“Ortadoğu pratiği sadece devletlerin diplomatik faaliyetleriyle sorunların çözümlenmediğine dair sayısız ders vermektedir. AB’nin en az devletler konfederasyonu kadar sivil toplum konfederasyonlarını da eş düzeyde geliştirmesi boşuna değildir. Günümüz ulus ötesi toplum ihtiyacı bu yönlü dayanışma örgütlenmesini vazgeçilmez kılmaktadır.” (Abdullah Öcalan, Yol Haritası, 2009)

Halklararası diplomasi, öncelikle bölgesel ve küresel hegemonik güçlerin ideolojik, politik, ekonomik ve psikolojik etkisinden sıyrılarak kendisi olabilenler arasında bir ilişki geliştirmeyi esas almalıdır. Tarihsel ve toplumsal birikimini, kültürel kimliğini, toplumsal öz benliği ve çıkarlarını formüle eden program ve örgütlenmeye sahip olmayanların özgün ilişki ve diplomasilerinden söz etmek mümkün değildir. Böyle olmayanlar muhatap değil, ancak egemenlerin hizmetçisi olabilir;  hizmetçilerin de diplomatik ilişkileri değil, tek taraflı emir-komuta ilişkisi içinde varlıklarından söz edilebilir. Bu da halklar arası diplomasi değil, egemenlerin çıkar ilişkileri içinde yer almak anlamına gelecektir. Böylesi ilişkiler de yerel kimliklerin bölgesel ve küresel hegemonik güçlere hizmet etme, bölge gerçekliklerine karşıtlık temelinde kullanım değeri düzeyinde geliştirilebilir ancak.

Halklararası diplomasinin en önemli bir parametresi de kendi olabilenlerin, kimlikli, kişilikli olabilenlerin örgün ve özgür ilişkileri olmasıdır. Böyle olanların muhataplık konumları olabilir. Bu özelliklere sahip topluluklar, gruplar ve kanaat önderlerinin diplomatik muhataplık ve ilişkilerinden söz edilebilir. Bu topluluk, grup ya da kişiliklerin siyasi iradelerine güvenilebilir. Halklar arası diplomasinin birincil parametresi tarihsel toplumsal birikim, aynı zamanda bu birikime dayanan stratejik zihniyet anlamına gelmektedir. Halkların, topluluk ve grupların devlet cenderesine girmeden farklılıkları temelinde eşitlik, özgürlük ve kendi iradeleriyle gönüllü ortak yaşam inşa etme hedefi, aynı zamanda devletsiz, sınıfsız ve sınırsız bir dünya yaratma olarak ifadeye kavuşturulmuş olan stratejik bir hedeftir. Bu da ancak devlet dışı topluluk, etnik-kültürel grup ve kişiliklerin ilişki, dayanışma, ittifak ve birlikleriyle gerçekleşebilir. Bunun için stratejik zihniyet kadar istikrarlı, hedefe kilitlenen bir siyasi iradeye de ihtiyaç vardır. Bu da farklılıkların yerelden başlayarak giderek bölgeselleşen ve küreselleşen farklılıkları temelinde eşitlik, özgürlük ve özgür iradeleriyle oluşturacakları özyönetim birimlerinin özerk, federal, konfederal birlikleriyle oluşur.

Kimlikli, kişilikli, belirtilen stratejik zihniyetle donanmış bir siyasi iradenin yönlendirdiği yerel, bölgesel düzeydeki halklar arası diplomasi, oluşturulmuş algının aksine gerçekten toplumlar arasında yaratılmış olan sorunları tarihsel ve güncel boyutlarıyla çözümleyen ve çözerek üst düzeyde birliktelikler geliştiren bir işleve sahip olabilir. Diplomasi gerçek anlamda halklar, topluluklar arasında eşit ve özgür ilişkiler, dayanışma, ittifak ve gönüllü ortak yaşamı geliştiren işlevine kavuşturulabilir.

“Demokratik ulus bilinci ve ahlakına sahip etnik, kültürel, dilsel, inançsal ve bölgesel topluluklar, gruplar ancak böylesi bir diplomatik faaliyetin tarafları olabilirler!” demek sığ bir yaklaşım olacaktır. Kuşkusuz demokratik ulus bilinci ve ahlakı, halklar arası diplomasinin önemli bir parametresidir. Ancak henüz bu bilince ulaşmamış, egemenlerin özel savaş yöntemleriyle hala devletçi paradigma cenderesinde bulunan toplulukları, toplumsal grup ve çevreleri demokratik ulus bilinci ve ahlakı çerçevesinde bilinçlendirerek kazanmak da halklar arası diplomasinin temel görevleri arasındadır.

Bölgesel, kıtasal ve giderek küresel düzeyde geliştirilmesi hedeflenen toplumsal sorunların devlet dışı çözümü için model olarak sunulan demokratik ulus çözümü, devlet dışı topluluklar, gruplar ve bireylerin yerelliği esas alan çözümüdür. Bunu söylemek kolaydır. Ancak binlerce yıl içinde toplumlar arasında yerel, bölgesel ve küresel hegemonik güçlerce geliştirilmiş çok çeşitli sorunların diplomatik yol ve yöntemlerle çözümü hiç de kolay bir iş değildir. Bu çözümün pratik bir değerinin olabilmesi, halklar arası diplomasinin geliştirilmesi en az stratejik zihniyet ve siyasi irade kadar yetkin bir uygulama gücüne de ihtiyaç duyar. İç içe geçmiş ve çözülemediğinden karışık ve karmaşık hal almış yüzlerce, hatta binlerce sorunun çözümünü klan, kabile, aşiret gibi toplumsal birimlere; etnik, kültürel, dinsel, dilsel, mesleki vb. gruplara, hatta ailelere benimsetmek, onları ikna ederek kabul ettirmek sanıldığının çok çok ötesinde ağır ve zor bir iştir. Kimi sorunların çözümü için örülmüş duygusal bariyerleri aşmak daha da zor olabilmektedir.

Halklar arası diplomasinin önemi ve zorunluluğu da burada ortaya çıkmaktadır. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın da belirttiği gibi; “Üst düzeyde, toplumsal sözleşmelere dayalı kimi birliklerin geliştirilmesi yeterli olmayacaktır.” Binlerce demokratik kitle örgütü, kadın ve gençlik yapılanmaları, üretim ve mesleki federasyon, konfederasyon gibi örgütlenmelerin geliştirilmesi ve iç içe örülmesi zorunluluğu açıkça görülmektedir. Devlet dışılık, oluşturulan beş bin yıllık kentli, sınıflı ve devletli uygarlığın düşünce ve duygusal kalıplarının aşılmasıyla mümkün olabilir. Oluşturulan devletçi düşünsel ve duygusal algılar yerel, bölgesel, kıtasal düzeyde binlerce özerk, federal ve konfederal birliklerin iç içe örülmesi ve üst düzeyde bütünleştirilmelerini zorlaştıran bir başka etmen olmaktadır. Tek başına bu durum bile halklar arası diplomasi çalışmalarının yetkin ve yeterli birim, birlik ve çok yönlü organlarca yürütülmesini zorunlu kılmaktadır.

Yıllardır Kürtlerin gündeminde olan ulusal kongre ya da konferansın toplanmasıyla, tüm Kürtler adına söz ve karar sahibi olacak bir meclis ve bu meclisin organlarından biri olacak ulusal diplomasi komitesinin oluşturulması hedeflenmektedir. Demokratik ulusun etnik, kültürel, dilsel, inançsal vb. tüm bileşenlerinin de benzer yapılanmaları geliştirmeleri en doğal haklarıdır. Bu aynı zamanda çalışmaların ilkeli ve sürekli hale getirilmesinde kolaylık sağlayacaktır. Ortak bir ilişki ve ittifak hafızasının geliştirilmesinde de önemli bir rol oynayacaktır.

Bugünden yarına devleti ortadan kaldırmak ya da yaşamın her anında ve alanında devletten tam kopuşu sağlamak mümkün olamayacağına göre, istenmese de daha uzun yıllar devlet olgusuyla yaşamak zorunluluğu açıktır. Dolayısıyla devlet dışı çözüm üzerinde yoğunlaşırken, devletleri de içine alan kimi ara çözüm yolları ve formüllerini tümden dışlamamak gerekmektedir. Bunların başında da “devlet+demokrasi” olarak formüle edilen devletin demokrasiye duyarlı, halkların ve toplulukların farklılıkları temelinde eşitlik, özgürlük ve haklarını tanıyacağı, bunları anayasal ve yasal güvenceye kavuşturarak kabul edeceği; buna karşılık yurttaşların da devletin hukukunu kabul edecekleri demokratik çözüm gelir. Açık ki bu model, sermaye ve iktidar tekellerinin ancak varlıklarını kaybetme tehlikesini gördüklerinde gelebilecekleri bir çözüm modelidir. Buna rağmen reddedilmemesi gereken üçüncü yoldur. Bu modelin geliştirilmesinde de devlet dışı halklar diplomasisinin halklar arasında geliştireceği dayanışma, ittifak ve çeşitli düzeylerdeki birliklerin belirleyici düzeyde rolü olacağı açıktır. O halde, devletlerle ilişki geliştirme arayışlarından çok, halklar arasında daha büyük önem vererek, büyük bir coşkuyla, devrimin temel ayaklarından biri olduğu bilinciyle diplomatik ilişkilerin geliştirilmesine yönelmek, demokratik ulus inşası açısından doğru bir tutum olacaktır.

Bu belirlemeler temelinde başlangıç itibariyle Mezopotamya ve Anadolu halkları, giderek Arap, Fars, Asuri-Süryani-Keldani, Ermeni, Beluci halkları; Müslüman, Hristiyan, Êzidî, Yaresan, Yahudi gibi inanç ve kültürel toplulukları içine alacak bir Mezopotamya ve Anadolu Halkları Demokratik Konfederasyonu adımını atmak mümkündür. Bunu Fırat ve Dicle Havzası Halkları Demokratik Konfederasyonu, Ortadoğu Demokratik Konfederasyonu düzeyinde geliştirmek de mümkündür. Bunun da yolu güçlü ve süreklileşen bir halklar arası diplomasiden geçer. Giderek kıtalar ve küresel düzeyde yaygınlaştırmayı da hedeflemek gerekmektedir. AB, BM gibi devlet eksenli birliklerin yanı sıra, Dünya Demokratik Halklar Konfederasyonu ve onun temsili kurumlarını geliştirmek de halklar arası diplomasinin hedefler programında yer almak durumundadır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.