Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Ulus Ruhsa Demokratik Özerklik Bedendir

Akif Ali

PKK Lideri Abdullah Öcalan 2005 yılından bu yana Kürt sorununun demokratik özerklik modeliyle çözüleceğini söylüyor. Kürt demokratik siyaseti de bu çözüm modelini benimsedi. Bu model o günden bugüne tartışılıyor. Ancak tartışma en çok da Aralık 2010’da DTK’nin Demokratik Özerklik Çalıştayı’nda açıklanan taslaktan sonra gelişti. Demokratik özerkliğe ilişkin birçok olumlu değerlendirmenin yanı sıra olumsuz değerlendirme de yapıldı. Özellikle AKP yandaşları hep bir ağızdan aleyhte bir kampanya başlattılar; çalıştayda dillendirilen taleplerin kabul edilemeyeceğini söylediler. Kuşkusuz sözü edilen taslağın yanlış yanları olabilir. Ancak bu çevreler AKP’nin bir çözüm politikası olmadığı için karşı çıktılar. Böylece demokratik özerklik projesinin AKP’nin çözümsüz politika larının maskesini indirmesinin önüne geçmeye çalıştılar.

Demokratik Özerklik Çalıştayı’ndan sonra devletçi paradigma temelinde birçok değerlendirmenin yapıldığı görülmüştür. Devleti esas almayan bir paradigma ile ortaya konulan bir projenin çok aykırı bir paradigmayla doğru de ğerlendirilemeyeceği açıktır. Bu nedenle demokratik özerkliğin nasıl bir paradigmanın ürünü olduğu ve neyi amaçladığının daha iyi açımlanmasına ihtiyaç duyduğu görülmüştür. Bu yazı olabildiğince bu ihtiyacı karşılayacak ve kafalardaki kimi sorulara cevap olmaya çalışacaktır.

Kuşkusuz demokratik özerklik Kürt sorunu gibi ulusal bir soruna çözüm bulmak için önerilmiştir. Ancak bu öneri alışılagelmiş ulusal sorun çözümlerinden çok farklı bir karakter taşımaktadır. Bu farkın daha iyi anlaşılması için şimdiye kadarki çözüm paradigmaları ve çözüm yollarının ne olduğunu ortaya koymak gerekmektedir.

Etnisitelerin ortaya çıkış tarihi çok eskidir. Aryen dilkültür grubu ile Semitik ve Çin kültür grubu üç temel etnik kökeni oluşturmaktadır. Bu kökenler temelinde birçok etnik topluluk şekillenmiştir. Öcalan, toplumların zaman ve mekânla kayıtlı yaşam halkalarından oluştuğunu, her halkanın diğerine bağlılığı kadar kendine özgü bir farkı olduğunu söylemektedir.

Devlet olmadan önce topluluklar kabile ve kabile federasyonları halinde yaşıyorlardı. Zamanla hileciliğin temsilcisi rahip, zorbalığın sahibi asker ve toplumsal tecrübenin sahibi yaşlı erkek toplum üzerinde şekillenen ilk hiyerarşiyi ortaya çıkardılar. Bu hiyerarşi zamanla toplum üstünde bir organa dönüşerek devlet haline geldi. Böylece toplumun ürettiği artı-değere el koyan toplum üstündeki bir baskı gücü oluştu.

Kuşkusuz devleti oluşturanlar bir etnik topluluğun içinden çıkmıştır, ancak bir etnik devlet kurma anlayışı yoktur. İlk önce şehir devleti ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu şehir devleti otoritesini daha geniş bir alana yaymıştır. Bu otoritenin yayılması Akad Kralı Sargon’la birlikte bir imparatorluk haline gelmiştir. Devlet bir etnik topluluk içinden çıkmış olsa da, giderek birçok etnik topluluğu içine alan devletler ve imparatorluklara dönüşmüştür. Görüldüğü gibi bu ilk devletlerde etnik kaygı yoktur. Esas olarak iktidar ve bu iktidarın hâkim olduğu coğrafya önemlidir. Bir etnik topluluğun diğer etnik topluluğu ortadan kaldırmasına yönelik bir devlet anlayışı görülmemektedir. Aksine imparatorluklar iktidarlarını daha kolay sürdürmek ve etkin kılmak için etnik topluluklar ve çevre bölgelerin belirli düzeyde özerkliğini tanımışlardır. Tüm imparatorlukları birçok özerk otoritelerin içinde yer aldığı birer devlet biçimi olarak ele almak doğru bir tanım olarak görülmelidir.

Birçok etnik ve dinsel topluluğu bünyesinde barındıran eski çağların devletleri ve imparatorluklarının sınırları da katı değildir. Devlet otoritelerinin hâkim olduğu topraklar vardır, ama bu sınırlar halklar için geçirgendir. Ekonomik, sosyal ve kültürel alışverişe engel değildir. Bugünkü gibi aileler, aşiretler ve halklar bıçakla bölünür gibi bölünmemiştir. Sınırları cetvelle çizilmiş devletler yoktur. Sınırlardan pasaportla geçme durumu söz konusu değildir. Devlet otoritesi için sınır anlamlıdır. Yoksa kuş uçurtmayan sınırlar eski çağların tanımadığı bir şeydir.

İlk ve ortaçağ denilen tarihler, toplumlar arası kültürel bütünlüğün ve alışverişin bulunduğu dönemlerdir. Katı sınırların kültürel ve sosyal bütünlüğü bozması yenidir. Kuşkusuz ilk ve ortaçağda iletişim sınırlıydı. Bu açıdan sonraki çağlar bu konuda insanlığa büyük avantajlar sundular. Ama 1648 Westphalia Anlaşması sonrası tarih sahnesine çıkan ulus-devletler çağındaki gibi kutsal, aşılamaz sınır kavramı yoktu. Bu yönüyle özellikle bölgesel ve coğrafi olarak kültürel bütünlük ve her bakımdan birbirini besleme esastı.

Kuşkusuz özellikle Ortaçağda dinsel topluluklar ve mezhepler savaşı yaşanmıştır. Azınlık topluluklar baskı görmüş, katliamlara uğramıştır. Ancak dinlerde varolan vicdan bu toplulukların tümden yok edilmesinde engelleyici faktör olmuştur. Daha sonra görüldüğü gibi hiçbir din ve mezhep savaşı ulus-devlet ve etnik milliyetçilikten kaynaklı savaşlar kadar insan kaybına yol açmamıştır. Böyle bir karşılaştırma yapıldığında, din ve mezhep savaşlarının özellikle Ortadoğu’da ulus-devletler çağındaki savaşların yanında çok az can ve mal kaybıyla sonuçlandığı görülür. Ortadoğu’daki büyük katliamlar ulus-devlet çağında yaşanmıştır. Son iki yüzyıldaki din görüntülü kavgaların altında bile ulus-devlet anlayışını görmek mümkündür.

Ulus-devlet öncesi tüm devletler ve imparatorluklar çok dinli ve çok etnisitelidir. İktidarını hâkim kıldıktan sonra din ve dil konusu bu devletler için ciddi bir sorun olarak görülmezdi. Bu nedenle ulus-devlet ya da kapitalizm çağı öncesinde çok kültürlülük içinde yaşamak genel kuraldı. Son iki yüzyıla kadar devam eden Ortadoğu’nun çok dilli, dinli ve kültürlü yapısı bu gerçeğin ifadesidir. Ulusdevlet aynı zamanda ciddi ulusal sorunlar yaratan bir dönem başlatmıştır. Kuşkusuz uluslaşma toplumsal yaşamda yeni bir aşamayı ifade etmektedir. Ekonomik, sosyal ve kültürel alandaki gelişmeler aynı dil ve kültüre sahip insanlar arasındaki ilişkileri daha da sıkılaştırıyor. Ekonomik, sosyal ve kültürel yaşam daha dinamik hale geliyor. Bu nedenle tarihsel bir gelişme olan ulusu ulus-devletle özdeşleştirmemek gerekir. Hatta ulusal devlet ile ulus-devlet anlayışı bile aynı değildir.

“Ulusal devlet, temelinde uluslaşmış toplumların yer aldığı devlettir. Sadece kapitalist çağın değil, demokratik çağın da temel aldığı veya daha doğrusu uzlaşarak (devlet + demokrasi) yönetimde rol alma durumudur. İkisi birlikte olduklarında, yani devlet + demokrasi rejimi geçerli olduğunda ulusal devlet demek mümkündür. Ulus-devletler farklıdır. Çünkü bir ulusal-devlette çok ulus bulunabilir.”1

Ulus-devlet ise “Bünyesinde tek bir ulusun bulunduğu ve tüm ulus üyelerinin milliyetçilik dini temelinde kendini devletle bütünleştirdiği devlettir. Ulusla devlet adeta tekleşmiştir. Kapitalist uygarlığın esas devlet biçimidir. Faşist denen devlet de ulus-devletin karşıdevrim veya sürekli bir kriz rejimi olarak kapitalizmde aldığı biçimi olduğundan, ikisini birbirinden ayırt etmek mümkün değildir.”2

“Sosyal bilimlerin üzerinde en çok köreltme, saptırma ve dogmalar yığını geliştirdiği konu yine ulus-devlettir. Halen devletin kapsamlı bir çözümlemesinin yapıldığını söylemek zordur. Lenin gibi bir Marksist bile tarihin en büyük toplumsal devrimlerinden birine giderken, ‘devlet ve iktidar sorunu’nun çözümlenmesini modernitenin ulusdevlet ayağından kurtarmayı başaramaz. Başarmayı bir yana bırakın, tüm eleştirilere rağmen demokratik toplum örgütlenmesi olan Sovyetler’in hızla ulus-devlete dönüştürülmesini devrimin sağlamlaştırılması olarak değerlendirmekten kendini alıkoyamaz. Bugün dünya kapitalizmine en büyük hizmeti sunan Çin ulus-devleti de aynı yaklaşımin devasa örneğidir…

“Her şeyden önce, ulus-devlet, iktidarın azami formu olarak düşünülmelidir. Hiçbir devlet biçimi ulus-devlet kadar (Devlet-ulusu demek daha doğru olabilir) iktidar kapasitesinde değildir. Bunun en temel nedeni, orta sınıfın üst kesiminin artan oranda tekelleşme sürecine bağlanmasıdır. Ulus-devletin kendisinin en gelişmiş komple tekel olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Ulus-devlet aşamasında ticari, sınaî ve finansal tekelcilik, iktidar tekelciliği ile azami ittifak kurmuş durumdadır. Toplam tekellerin en gelişmiş birliğidir. İdeolojik tekeli de iktidar tekelinin ayrılmaz bir parçası olarak bu kapsamda düşünmek gerekir…

“İktidar sadece sermaye gibi biriktirilmez. Sermayenin en homojen, rafine edilmiş, tarihsel olarak biriktirilmiş halidir. Büyük harflerle yazarsam, İKTİDAR SERMAYENİN EN HOMOJEN, RAFİNE EDİLMİŞ, TARİHSEL OLARAK BİRİKTİRİLMİŞ HALİDİR. Ekonomi üstü diğer sermayeler daha farklı biriktirilerek el değiştirme, örgütlenme konumundadır. Hepsine tekel olarak bakma ve anlam vermenin temelinde ekonomi-üstü olma ve genelde toplumsal değerlere, özelde toplumsal artı-değerlere el koyma (el koyma = tekel) mahiyetinde olmalıdır. İster vergi, ister işletme kârı, ister apaçık talan biçiminde olsun, toplumdan tüm sızdırmalar tekel mahiyetindedir. Bu nedenle tekel kavramı yerinde ve iyi anlaşılmalıdır.

“Ulus-devletin tarih içindeki yeri, tüm bu tekelleri iyi bir biçimde kendi kapsamında birleştirmesidir. Sermayenin azami bütünlüğü oluyor ve gücünü de bu konumundan alıyor. Sermaye birikiminin en etkili aracı olması bu konumundan gelir. Bolşevik Partisi’nin inşa ettiği ulus-devletin yetmiş yıl aradan sonra dev cüsseli bir sermaye bütünlüğü olarak karşımıza çıkması hepimiz için çok şaşırtıcıydı. Halbuki konuya ulus-devlet çözümlemesi açısından baktığımızda, bu durum son derece anlaşılırdır. Çünkü ulus-devlet örgütlenmesi sermayenin devlet olarak örgütlenmesinin tipik ve en kestirme halidir. Ulus-devlet ile sosyalizm değil, en has kapitalizm örgütlenebilir. Katırı at yapmak ne kadar mümkün ise, ulus-devleti sosyalist yapmak veya saymak da o denli mümkündür!..”

“Ulus-devlet, tüm tekellerin ortak paydası olarak, toplumsal maddi kültürün gaspi, fethi ve sömürgeleştirilmesi üzerine kurulmakla yetinmez; manevi kültürün asimilasyonunda da belirleyici rol oynar. Ulusal kültür adı altında çoğunlukla hâkim bir etnisite veya dini cemaatin kültür normlarını resmileştirip, geriye kalan tüm kültürel varlıklara karşı savaş açar. “Ulusal bütünlüğe zararlıdır” deyip, binlerce yıldan beri varlığını koruyan ne kadar din, etnisite, kavim ve ulus dil ve kültürü varsa, ya zorla ya da maddi teşviklerle hepsinin sonunu hazırlar. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dil, din, mezhep, etnisite, kabile ve aşiretlerle kavim ve uluslar bu politikanın, daha doğrusu soykırımın kurbanı olmuşlardır. Maddi soykırımlar (fiziki imha) manevi soykırımların yanında devede kulak bile değildir. Binlerce yıldan beri süzülüp gelen dil ve kültür değerleri grupları ile birlikte ulusal birlik çılgınlığı altında kutsal bir eylemmiş gibi kurban edilirler.”

“Ulus-devletin ‘vatan’ anlayışı çok daha problemlidir. Her nasılsa devletin hâkimiyeti, yani tekeli altına alınan coğrafi sınırlar ‘kutsal vatan’ olarak imgeleştirilir. Vatan aslinda tekel ittifaklarının ortak mülkiyeti haline getirilmiştir. Üzerinde kurdukları sistem, eski koloni sömürgeciliğinden çok daha derinlikli bir sömürgeciliktir. Eskiden bir sömürgeci ülke var idiyse, bugünkü modern ulus-devletin kendi ‘kutsal vatan’ı üzerinde tekel sayısı kadar sömürgecilik çeşidi vardır. Sömürge halkları nasıl silahsızlandırılmışlarsa, ‘kutsal vatan’ halkı da öylece silahsızlandırılıp her tür sömürüye karşı direnmesiz hale getirilmiştir. Başta işgüçleri olmak üzere, tüm maddi ve manevi kültürel varlıkları kat merli bir sömürüye tabi tutulur. Başka türlü ur gibi büyümüş bürokrasi tekellerini doyurmak mümkün değildir…”

“Ulus-devlet, topluma sızdırdığı ideolojik hegemonyada belli başlı dört ideolojik formu iç içe ve eklektik olarak kullanmaktan çekinmez. Ulus-devletin temel ideolojik formu olan milliyetçilik tamamen dinsel bir öze büründü rülmüştür. Ulus-devlet ne kadar kapitalist modernist ise, milliyetçilik de o denli modernist dindir. Pozitivist felsefenin toplumsal dini olarak hazırlanmıştır. Yurtseverliği toplumsal doğa olarak, milliyetçiliği ulus toplumunun zıddı olarak düşünmek gerekir. Milliyetçilik bu anlamda en antiulus ideolojidir. Demokratik bir olgu olan ulusu kapitalist ideolojik hegemonya altına almak suretiyle sömürü tekellerine en büyük hizmeti yapar. Bütün ulusu ardına kadar ittifak halindeki tekellerin (ticaret, sanayi, finans ve iktidar tekelleri) ortak mülkü ve sömürgesi haline getirir. Özellikle bu işlevini en pozitivist millici din kisvesi altında gerçek leştirir. Ulus-devlet dini olarak milliyetçilik, bu yönüyle çelişik gibi görünse de, temelde aynı olan iki fenomen (olgu) halinde kendini gösterir.”3

Öcalan savunmalarında ulus-devleti böyle tanımlamaktadır. Ulus-devlet görüldüğü gibi kapitalist modernist zihniyetin yeni iktidar anlayışıdır. Bu çağda her ülkenin burjuvaları kendi ülkelerindeki toplumu sömürmek ve herkesi kendi hizmetlerine koşturmak için ulus-devleti kutsallık düzeyine çıkarmıştır. Kapitalist modernite her ulusa bir devlet zihniyetinde olduğu gibi, diğer uluslar üzerinde hiçbir çağda olmadığı kadar bir yok etme dönemi başlatmıştır.

Ulus-devletlerin uluslararası hukuku ilk önce Westphalia Anlaşmasıyla oluşmuştur. Cemiyeti Akvam ile ulusdevlet uluslararası sistemin temel formu olarak kabul edilmiştir. Bu form, ABD Başkanı Wilson’un uluslararası ilişkiler prensipleri olarak ortaya koyduğu 14 noktasındaki temel ilkeler içinde yer almıştır. Her ulusun bir devlet kurma hakkı burada tanınmıştır.

Ulus-devlet ve buna dayalı emperyalizm başka uluslar üzerinde egemenlik kurunca, klasik Marksizm’in önderlerinden Lenin de ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı ulus-devlet olarak ortaya koymuştur. Bu yaklaşım Marksizm’in de kapitalist modernitenin ufkunu aşamadığını göstermektedir. Lenin’in formüle ettiği bu yaklaşım 20. yüzyıldaki tüm ulusal hareketler tarafından benimsendi. Ancak sonuçta reel sosyalizmin versiyonu olan bu devletlerin tümü otoriter devlet olmaktan kurtulamadı. Sonuçta hepsi kapitalizmin gelişmesine hizmet eden devletler haline geldi. Çünkü ulus-devletin bundan başka sonuç doğurması söz konusu olamazdı.

Öcalan 1990’lı yıllardan itibaren Kürt sorununun çözümünde diyalog ve müzakereyle çözümü tercih etmiş, Türkiye sınırları içinde bir çözümü önermiştir. Bu çerçevede Türkiye’den gelen her öneriye önyargısız olumlu yaklaşılmıştır. Turgut Özal’ın çağrısına 1993 Mart ateşkesiyle, Erbakan’ın çağrısına 1995 Aralık ateşkesiyle, ordu içindeki çağrılara ise 1998 ateşkesiyle cevap verilmiştir. Ancak Türk devletinde inkârcılık çok köklü olduğu için bu ateşkeslerden hiçbirine olumlu cevap alınamamıştır. Öyle ki 1999 yılinda gerillanın Türkiye sınırları dışına çıkarılması bile değerlendirilememiştir.

Öcalan 2005 yılından itibaren Kürt sorununa en doğru çözüm yolunun demokratik özerklik olduğunu ifade etmiştir. Hatta Türk devletinden adım beklemeden, Kürtlerin bizzat kendilerinin demokratik konfederalizmle demokratik özerkliği pratikleştirmelerini istemiştir.

2005 yılından bu yana Türk devletinin Kürt sorununu demokratik özerklik temelinde çözmesi için beş defa ateşkes ilan etmiştir. Ancak bu makul çözüm projesi konusunda AKP Hükümeti hiçbir adım atmamıştır. Kürt Demokratik Hareketi’nin de benimsediği demokratik özerklik bir ayrılık projesi olarak gösterilerek reddedilmiştir. Bu konuda yandaş basın kullanılarak, demokratik özerklik projesinin toplum tarafından doğru kavranmasının önü alınmıştır.

Demokratik Kürt Siyaseti ise demokratik özerkliğin bir ayrılık değil, iki halkın demokratik birliği ve Türkiye’nin demokratikleşmesi projesi olduğunu israrla vurgulamıştır. Öcalan’ın savunmalarında demokratik özerklik çözümünün tarihsel temeli ve güncel olarak nasıl pratikleşeceği hususu kapsamlı biçimde ortaya konulmuştur.

Demokratik özerklik projesi, esas olarak ulus-devlet anlayışının ve ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının bir ulus-devlet olarak değerlendirilmesinin eleştirilmesi temelinde ortaya çıkmıştır.

Demokratik Kürt Siyaseti ulus-devleti halkların özgürleşmesi olarak görmüyor. Ulusların da ulus-devletle güçlenmediğine, aksine zayıfladığına inanıyor. Ulus-devlette yurttaşlık ilkçağ köleleri gibi devlete bağlanmanın yanında kapitalist sistemin sömürü nesnesidir. Böyle bireylerden oluşan bir ulusun güç olması da mümkün değildir. Ulusal sorun bir özgürlük ve demokrasi sorunuysa, o zaman özgürlük ve demokrasi getirmeyen bir çözümü istememek de en doğru tutum olmaktadır. Öte yandan ulusal sorunlarda ulus-devlet çözüm yöntemi daha şiddetli ulusal çatışmalara yol açtığı gibi, coğrafi, tarihi, kültürel ve sosyal bütünlük ya da birbirini tamamlama konumunu ortadan kaldırdığı için uluslara büyük zararlar getirmektedir. Tüm bu konuları kapsamlı değerlendiren Öcalan, “Bir devleti altın tepside sunsalar dönüp bakmam” diyerek nasıl bir çözüm istediğini ortaya koymuştur.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkının ulus-devlet olarak anlaşılması, özgürlükçü düşünceden kaynaklanan bir durum değildi. Kapitalist modernitenin iktidar tekeli ve kapitalist sömürü zihniyetinin ürünüydü. Bu nedenle ulusların kendi kaderini tayin hakkını, daha doğrusu özgür ve demokratik yaşamı bu dogmanın dışında aramak gerekiyordu. Öcalan tarihsel, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal temellerini ortaya koyarak demokratik özerkliğin en doğru ve makul çözüm önerisi olduğunu söylemiştir.

Demokratik özerklik devlet zihniyetinin değil, demokratik zihniyetin ürünüdür. Ulusal sorunların ya da farklı toplulukların kendi sorunlarını demokrasi içinde çözme yöntemidir. Toplumlar tarih içinde çok farklı kültürel karakter kazanmıştır. Toplumlar farklılıkların zenginliğini yaşayan bir doğaya sahiptir. Toplumlara tek renk dayatmak, tek elbise biçmek toplumların doğasına aykırıdır. Farklılık ve zenginlik, toplumsal doğanın esnekliği ve özgürlüğünün sonucudur. Özgürlük farklılığı ortaya çıkarmaktır. O halde bu farklılıkların ortaya çıkmasına uygun olarak, özerkliğinin tanınıp özgürlüğünün sağlanması gerekir.

Demokratik özerklik, toplumların farklılığının özgünlüğünü esas alan bir çözüm yöntemidir. Ulus-devletler ise farklılığın özgünlüğünü ve bu temelde özgürlüğünü kabul etmezler. Farklılıkları yok etmeye dayalıdırlar. Bu nedenle ulus-devletler çağı hiçbir dönemde olmadığı kadar kültürler mezarlığı çağına dönüşmüştür. Demokratik özerklik bu tarih, toplum ve insanlık dışı anlayışlara karşı demokrasiyi dayatmak olarak anlaşılmalıdır.

Demokratik özerklik, farklılık ve özgünlüklerle demokratik yaklaşımı ifade etmektedir. Demokrasinin en temel ilkelerinden biri farklılığın özerkliğini kabul etmektir. Özerklik kabul edilmiyorsa, farklılık da kabul edilmemiş demektir. O halde farklılık kabul edilmişse, özerkliğinin de kabul edilmesi zorunluluktur. Çünkü farklılık özgünlüğünü ancak özerklikle koruyabilir. Ancak özerklik farklılığın tüm özgünlüklerini en zengin biçimde yaşamasına imkân verir. Dolayısıyla özerklik farklılıklar için bir demokratik ilkedir. Demokrasi içinde farklılıkların olmazsa olmaz koşuludur.

Bu gerçeklik dikkate alındığında, özerklik toplumsal yaşamın farklılığı ve zenginliğinin gereği olarak görülmelidir. Tüm toplumsal farklılıklar için bu ilke geçerli görülmelidir. Ancak tüm farklılıkların karakteri de birbirinden ayrıdır. Sosyal, kültürel, dinsel farklılıkların kendine göre özellikleri vardır. Dolayısıyla özerkliklerin somutlaşmış biçimi de farklılıklar arz edecektir.

Demokratik özerklik farklılıkların birbirine üstünlüğünü yaratmaz. Farklılıklar toplumsal doğanın özünde vardır. Kuşkusuz toplumsal yaşam gelişip zenginleştikçe, farklılıkların çoğalıp zenginleşmesi de söz konusu olmaktadır. Bunlar iktidar ya da devlet tarafından ortaya çıkarılmadıkları için, farklılıkların özerkliğini yaşamaları iktidar ve devlet paylaşımı anlamına gelmemektedir.

Kuşkusuz devlet ve iktidarla birlikte bunların çıkarları doğrultusunda farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bunlar toplumsal doğadan sapma farklılıklardır. Özgürlük ve demokrasinin görevi, toplumsal doğadan sapmayı ifade eden bu farklılıkları gidermek ve toplumsal doğanın karakterine uygun hale gelmesini sağlamaktır. Örneğin sınıfların yaratılması devletçi ve iktidarcı sistem koşullarında mümkün olmuş, toplumsal doğaya saldırı ortamında gerçekleşmiştir. Bu nedenle bu sınıf gerçeği bilinerek yok sayılmayacak, ama esas olarak bu sapmanın giderilmesi için toplumsal, kültürel ve sosyal projeler üretilecektir.

Bizim konumuz esas olarak farklı etnik ya da dinsel kimliklerin demokratik özerkliğinin nasıl somutlaştırılacağıyla ilgilidir. Özelde de Kürt toplumunda demokratik özerkliğin nasıl pratikleşeceğini ortaya koymaktır.

Dünyada çok zengin bir etnik topluluk gerçeği vardır. Bunların birçoğu ulusal topluluk düzeyine ulaşmışlardır. Kürtler de tarihin ilk etnik toplumunun ortaya çıktığı coğrafyanın esas halklarındandır. Tarım-köy devrimi temelinde ortaya çıkan Aryen kültürünün anavatanın Kürdistan olduğu bugün antropolojinin kabul ettiği bir gerçekliktir. İnsanlığın en eski yerleşim birimleri olan Çayönü, Göbeklitepe gibi yerleşim yerleri Kürdistan’da bulunmaktadır. Kürtlerin ataları, insanlığı ve toplumsallığı yaratan kök hücre gibidirler.

Kürtlerin Araplar ve Farslarla birlikte Ortadoğu’nun en büyük halk topluluklarından olduğu bilinmektedir. Kuşkusuz Ermeniler de 1915 soykırımına kadar nüfus olarak büyük bir etnik topluluktu. Türkler bin yıl önce ilk önce İran’a, daha sonra Anadolu’ya gelmiş bir halk topluluğudur. ilgili Kürtler bin yıllardır Araplar, Farslar ve Ermeniler, bin yıla yakındır da Türklerle komşu halk olarak yaşamışlardır. 1639 yılına kadar Kürtler Ortadoğu’da kendi coğrafyalarında komşu halklarla ciddi bir sorun yaşamadan varlıklarını sürdürmüşlerdir. 1639’dan sonra da varsayılan sınırlara rağmen Kürtlerin sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamında farklılıklar olsa da ciddi bir parçalanma yoktur.

Kürtler son iki yüz yıla kadar Osmanlı İmparatorluğu altında da kendi sosyal ve kültürel yaşamlarına çok ciddi bir müdahale olmadan yaşamışlardır. Kuşkusuz bu halk Osmanlı döneminde de, Osmanlı’dan önce de devlet iktidarlarından baskı ve zarar görmüştür. Ancak esas olarak etnik varlıklarına, dil ve kültürlerine yönelik saldırılar söz konusu değildir. Ekonomik sömürüyü gerçekleştirmek, asker devşirmek ve bölgeyi kendi iktidarında tutmak için yapılan baskılar biçiminde kendini göstermektedir. Hâkim gücün otoritesi kabul edilip vergi ve asker verildiği müddetçe fazla bir sorun yoktur. Kuşkusuz iktidarlar otoritelerini hissettirmek için keyfi baskılar ve zulümler de yapmışlardır.

Kürtler ve diğer halklar son iki yüzyılda Ortadoğu’ya giren kapitalist modernitenin ulus-devlet anlayışı ve milliyetçilik altında kendi varlıklarına yönelik saldırılarıyla karşılaşmıştır. Milliyetçilik en katı din haline gelmiş, ulus-devlet de hiçbir dinsel kutsallığın kazanmadığı kadar bir kutsallık kazanmıştır. Ulus-devletler uğruna ve milliyetçi düşünceyle yapılan savaşların dinler ve mezhepler arası savaşlardan katbekat daha fazla insan ölümlerine, yakıp yıkmalara yol açması bu gerçekliği ifade etmektedir. Bin beş yüz yıl Müslüman topluluklarla birlikte yaşayan Ermeniler ve Süryaniler yeni din olan milliyetçilik ve yeni kutsal ulus-devlet zihniyetinin bölgeye girmesiyle birlikte soykırımla karşılaşmışlardır.

Milliyetçilik sadece hakim uluslara değil, ezilen uluslar içine de bir fitne gibi sokulmuştur. Milliyetçiliği Ortadoğu’ya sokulan bir kapitalist modernite fitnesi olarak değerlerin lendirmek yanlış olmaz. Bu fitnenin Ortadoğu’ya girmesinden bugüne kadar Ortadoğu halkları rahat yüzü görmemiştir. Araplar 28 devlete bölünmüş; Türkler, Farslar ve Arapların Kürtlere karşı yürüttükleri soykırım savaşı bitmemiştir. Bu savaştan en fazla Kürtler zarar görmüş olsalar da, Türkler, Farslar ve Araplar da bir türlü iflah olmamışlardır.

Ulus-devlet anlayışından kaynaklanan İsrail-Filistin savaşının bir kör dövüş haline geldiği ve tüm bölge halklarına zarar verici bir karaktere büründüğü açıktır. Öcalan’ın belirttiği gibi, ulus-devletin çözümsüzlüğünü ve bir hastalık olduğunu bundan daha iyi ortaya koyan başka bir örnek olamaz.

Öcalan’ın ulus-devlet çözümlemesi, ulus-devlet için mücadele veren halkların yaşadıkları ve Ortadoğu’da yaşanan sorunlar Kürt sorununun en iyi çözüm modelinin demokratik ulus ve demokratik özerklik olduğu kararını ortaya çıkarmıştır.

Demokratik özerklik çözüm projesi esas olarak demokratik ulus ve ortak vatan anlayışına dayanmaktadır. Öcalan katı ve tek tipleştirici ulus anlayışı yerine ucu açık ulus anlayışının bu tür sorunlar için çok daha çözümleyici olduğunu vurgulamakta; farklı ülkeler ve etnik toplulukların demokratik bir ulus oluşturabileceğini söylemektedir. Çok kültürlü vatandaşların yaşadığı ortak vatan gerçeği ulusal sorunların çözümünde çözümleyici karaktere sahiptir. Kürdistan’daki demokratik ulus içinde Süryaniler, Araplar, Türkmenler ve Ermeniler kendi kimlikleri, öz yönetimleri ve kültürleriyle yer alabilirler. Türkiye ulusu içinde ise Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkezler yer alır. Bu aynı zamanda Kürdistan ve Türkiye’yi bu toplulukların ortak vatanı haline getirir. Ortak vatan içindeki toplulukların kendi öz yönetimlerinin olması, anadilde eğitim görmeleri ve kültür özgürlüğünü yaşamaları demokratik ulus olmaya engel değildir. Bu ucu açık ve farklı kimliklerin de kendini içinde bulduğu ulus anlayışıdır. Ucu kapalı, farklılıkları reddeden ulus ve buna dayalı ulus-devlet anlayışı ise kültürel soykırima ve bunun için faşist yönetime ihtiyaç duyar. Demokratik ulus ve ortak vatan ise farklılıkların zenginlik olduğu anlayışına dayanır. Kuşkusuz Türkiye yöneticilerinin “Farklılıklar zenginliğimizdir” dediği anlayış demokratik ulus ve ortak vatan anlayışına tekabül etmiyor. Zamana yayılmış kültürel soykırımın örtüsü olarak bu söylem dillendiril mektedir.

Demokratik özerklik, demokratik ulus ve ortak vatan içindeki farklı etnik unsurların örgütlü ve özgür yaşamını ifade etmektedir. Demokratik özerklik günümüzde bu tür sorunlara tüm dünyada en iyi uygulanabilecek çözümleyici karaktere sahiptir.

Öcalan’ın siyasal teorisinde demokratik özerklik aynı zamanda kapsamlı ve derinleştirilmiş demokrasiye tekabül etmektedir. Devletçi bir çözüm olmadığı gibi, iktidar ve güç paylaşımını değil, toplumu örgütlü toplum temelinde güç yapmayı hedefler. Buna toplumu doğrudan ilgilendiren işlerin topluma devredilmesi de denilebilir. Devletin toplumdan gasp ettiği toplumsal yönetim, işlerin önemli bir kesiminin topluma devrini ifade eder.

Kürt sorununun çözümü söz konusu olduğunda ise, demokratik özerklik Kürtlerin demokratik bir ülkede tanınması gereken haklarını ve bunların pratikleşmesini ifade eder. Bunun anlamı şudur: Türkiye demokratikleşecekse ve kendine demokratik diyecekse, demokratik özerkliği yalnız Kürtler için değil, tüm diğer topluluklar için tanımak zorundadır. Türkiye halkının da demokratik özerklik içinde yaşaması demokrasinin gereğidir. Bunun için mevcut merkezi yönetim anlayışının yerine, belirli bölgelerde halkın demokratik siyasi iradesi ve öz yönetiminin kabul edilmesi gerekmektedir.

Kürtlerin kendi siyasal, sosyal ve kültürel yaşamını örgütlemesi ve bu hakları yaşaması demokratik özerklik olarak tanımlanmaktadır. Doğrudan demokrasinin farklı kimlikler için ifadesi demokratik özerklik olmaktadır. Coğrafyanın değil, toplulukların ve farklı kimliklerin demokrasi gereği özgür yaşamını sağlayan özerkliğinden söz edilmektedir.

Demokratik özerkliğin en iyi biçimde gerçekleşmesi ise demokratik konfederal modelle düşünülmektedir. Demokratik konfederal örgütlenme, toplumun tabandan komün ve kooperatif biçiminde örgütlenmesine dayanır. Tüm taban örgütlenmeleri demokratik temelde örgütlenir ve birbiriyle demokratik konfederal ilişki içinde olur. Konfederal kurumlaşmada esas söz ve karar gücü bu taban örgütlenmelerine aittir. Konfederal örgütlenme hiçbir örgütlenmeyi diğerinin üstü olarak ele almaz. Konfederal örgütlenmeyi oluşturan tüm üniteler eşit konumdadır.

Örnek olarak bunun bir ilde nasıl örgütlenebileceğini belirtelim. Tüm köyler birer komün olarak örgütlenir. Bu komünün içinde ekonomi, sosyal ve kültürel yaşam (eğitim dahil) yine ayrı ayrı komün anlayışıyla örgütlenir. Bu komün içinde tamamen demokratik seçimle köy meclisi oluşturulur. Bu kararlar bu meclis içinde alınır. Kararlar da, uygulamalar da özgür biçimde bu meclis tarafından yürütülür.

Kasabalarda da her mahalleyi ilgilendiren ekonomik, sosyal ve kültürel konuların kararlaştırıldığı ve uygulandığı komünler oluşturulur. Mahalleyle ilgili ekonomik, sosyal ve kültürel komünler içinden seçilen temsilciler bileşeninden mahalle meclisleri oluşturulur. Bu meclis mahalleyi ilgilendiren konular hakkında karar alır ve uygulamasını gözetir.

Kasabalarda mahalle ve köylerden, kentlerde de mahallelerden gelen temsilcilerin oluşturduğu kent konseyleri oluşturulur. Kent konseyleri kentin sorunlarıyla ilgili konularda söz ve karar sahibidir. Mahallelerde, ilçe ve illerde birçok alanla ilgili olarak örgütlenen sivil toplum örgütlenmeleri de demokratik toplum olmanın gereğidir. Tüm meclis ve konseylerde bu sivil toplum örgütleri de temsilcileriyle yer alır. Meclislerin ya da tüm örgütlenmelerin diğer örgütlenmelerle ilişkisi demokratik konfederaldir. Örgütlerin iradesi her zaman esas alınır.

Örneğin Amed şehrinin içindeki sorunlar konusunda kent konseyleri sorumludur. Amed’in merkez ve tüm çevre ilçeleri ile ilgili sorunlarda ise bütün ilçelerden gelen temsilcilerden oluşan il konseyi söz ve karar sahibi olur. Bütün ili ilgilendiren konularda il konseyinde karar alınır.

Türkiye’de herhangi bir bölge ya da Kürdistan söz konusu olduğunda bölge meclisleri ya da konseyleri tespit edilen yöntemlerle demokratik konfederal ilkeler temelinde oluşur. Bu meclislerde söz konusu bölgeyle ilgili sorunlar konusunda kararlar alır. Bu kararlar da meclis içinden çıkan öz yönetimler tarafından uygulanır. Demokratik özerklik bu örgütlenme modeli çerçevesinde oluşmuş demokratik kurumlaşma ve toplumsal yönetim gerçeği olarak tanımlanmaktadır. Türkiye genelinde ise anayasa ve seçim kanunuyla belirlenmiş Türkiye genel meclisi oluşturulur.

Demokratik Kürt Siyaseti, Kürt halkı köylerden şehirlere kendi demokratik siyasi yaşamını örgütlerse ve bu örgütlenmesini demokratik konfederal ilkeler temelinde kurumlaştırırsa, buna demokratik özerkliğin gerçekleşmesi demektedir. Kuşkusuz bunun içinde eğitimin Kürtçe olması ve iki dilli yaşam da vardır.

Demokratik özerklik bir toplumun tüm düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü tanımak ve bu temelde ortaya çıkan demokratik siyasi iradesini ve öz yönetimini kabul etmektir. Farklı bir etnik topluluk varsa, onun dil ve kültür özgürlüğünü kabul etmek de demokrasinin gereğidir. Tüm bunlar demokrasi içinde tanınması ve gerçekleşmesi gereken haklardır. Demokratik özerklik tanımı da bu niteliğinden ileri gelmektedir. Demokratik özerklik federasyon ya da bölgesel özerklik gibi bölge ya da coğrafyayı değil, demokratik hakları esas alır. Farklılığın özgünlüğünü ve haklarını kabul etmek demokratik özerklik anlamına gelmektedir.

Kürdistan ve Kürtler söz konusu olduğunda, Kürt halkı farklılığını her alanda örgütlü kılar ve farklı olmaktan gelen haklarını özgürce kullanırsa, bunun demokratik özerkliğin gerçekleşmesi anlamına geleceği söylenebilir. Türkiye bu özerkliğe saygılı olur ve anayasasını bu özerkliği tanıyan biçimde yeniden yazarsa, o zaman Kürt sorunu demokratik ulus anlayışı çerçevesinde, demokratik özerklik temelinde çözülmüş olur.

DTK demokratik özerklik projesini açıkladıktan sonra, bazıları demokratik özerkliğin dayanacağı demokratikleşme modelini otoriter olmakla suçladılar. Onu Sovyetler Birliği’nde otoriter hale gelen reel sosyalizm pratiğiyle özdeşleştirdiler. Bu değerlendirmeler önyargılı ve yüzeysel yaklaşım sahiplerinin çarpıtmalarından başka bir şey ifade etmemektedir.

Bugüne kadar reel sosyalizmi Öcalan kadar köklü ve teorik düzeyde eleştiren başka bir bilim adamı ve siyasetçi olmamıştır. Bu nedenle bu yönlü eleştiriler hiçbir biçimde gerçeği ifade etmemektedir. Öcalan, Sovyetler Birliği’nin daha baştan devleti esas alarak ideolojisiyle ters düştüğünü söylemektedir. Devlet ve iktidarla sosyalizm, eşitlik ve özgürlük gibi ideallerin yan yana getirilemeyeceğini, devletin bu ideallerin düşmanı ve karşıtı olduğunu vurgulamaktadır. Bu nedenle Öcalan’ın önerdiği demokratik özerklik ancak iktidar ve devlet zihniyeti ufkunun dışına çıkıldığında kavranabilecek bir gerçekliktir. Hatta uygulayıcıları bile devlet ve iktidar zihniyetinden kopmazlarsa, Öcalan’ın öngördüğü demokratik özerkliği inşa edemezler.

Komün, kooperatif ve meclislerin adı duyulduğu andan itibaren bazılarının aklına hemen Sovyet modeli gelmektedir. Kuşkusuz komün, kooperatif, meclis ve akademiler gibi taban örgütlenmeleri gerçek demokrasi için gereklidir. Ancak demokrasi ve özgürlük açısından sadece bu kurumları oluşturmak yetmiyor. Bunlar kuruldu diye hemen demokrasi de gelmiyor. Sovyetlerde bu kurumlar kurulduğunda demokrasinin gelişmesi için önemli bir zemin oluşturuyorlardı. Ancak bunlar ne zamanki demokratik merkeziyetçi bir modelle merkezin hâkim olduğu sistem haline getirildiler, işte o zaman demokratik karakterlerini kaybederek bir kalıp içine sokuldular.

Merkeziyetçilik her zaman elinde imkân bulunduran bir azınlığın hâkimiyetini sağlayan bir modeldir. Bu imkân ekonomik, askeri, aşiretsel ve sosyal olabilir. Merkez ele geçirildiğinde tüm sistemi ele geçirmek ve yönetmek mümkündür. Merkeziyetçilik, üsttekinin hâkim olduğu hiyerarşi demektir. Küçük bir azınlık hiçbir zaman demokratik yoldan hâkim güç haline gelemez. Örneğin ekonomik gücü elinde bulunduran bir azınlık bu imkânlarını kullanarak merkezi ve merkezi oluşturan bürokrasiyi ele geçirebilir; ama demokratik yoldan, yani demokratik bir seçimle hiçbir zaman kendini hâkim kılamaz. Askeri gücü elinde bulunduran bir azınlık bu gücünü kullanarak merkezi ele geçirebilir, ama demokratik yoldan toplum üzerinde hâkimiyet sağlayamaz. Bu nedenle merkeziyetçilik azınlığın ve elinde imkân bulunduranların hâkim olma modelidir. Demokratik konfederalizm ise hiçbir zaman herhangi bir azınlığın kendini güç yapmasına fırsat vermeyen bir karaktere sahiptir.

Sovyetler devleti ve onun modeli olan merkeziyetçiliği esas aldığından, başlangıçta toplumun alt tabakaları devrim yapmış olsalar da, devletçi zihniyet ve demokratik merkeziyetçi yapılanmayla devrim yapmış bir ülkeyi altın tepside azınlığa ve elinde güç bulunduranlara teslim etmişlerdir.

Öcalan’ın önerdiği demokratik konfederalizm ise her türlü otorite, baskı ve iktidarın panzehiridir; devlet ve iktidara karşı kendini güvenceye almış bir sistemdir. Hiçbir azınlık elindeki güce dayanarak bu sistemde kendini hâkim kılamaz. Demokratik konfederal örgütlenmede hiçbir zaman bir birim diğer birime ve toplumsal tabana otoritesini dayatamaz ve baskı yapamaz. Merkeziyetçiliği reddettiği için her türlü hegemonya ve otoritenin önü daha baştan alınmıştır.

Öcalan toplumun konfederal temelde örgütlenmesini istemektedir. Gerçek demokratik özerkliğin de ancak böyle sağlanacağını söylemektedir. Tüm toplum bu zengin örgütlenmelerle örgütlenerek demokratik toplum haline gelecektir. Tüm bu örgütlenmeler de birbiriyle demokratik konfederal ilişki içinde bir demokratik kurumlaşma yaratacaktır.

Bu demokratik kurumlaşmada tüm kararlar demokratik temelde alınacaktır. Tüm temsilciler, yönetimler ve organlar seçimle tüzel kişilik kazanacaktır. Demokratik seçimlerin esas alındığı hiçbir yerde bir azınlığın kendini güç yapması söz konusu olamaz. Bireyler ancak toplum tarafindan benimsendiklerinde temsilci veya yönetici olurlar. Görevini yerine getirmediklerinde, halk bu temsilcileri yine aynı demokratik yöntemlerle görevden alabilir.

Öcalan her türlü demokratik kurumlaşma açısından bu modeli öngörmekte; demokratikleşmenin de, özgürlüğün de, farklılıkları gözeten eşitliğin de ancak böyle gerçekleşeceğini düşünmektedir.

Önder Öcalan toplumun ancak böyle bir örgütlü toplum ve demokratik modelle güç olabileceğine inanmaktadır. Böyle bir demokratik kurumlaşmayı Kürtlerin demokratik özerkliğini gerçekleştirme olarak görmektedir.

Tüm Türkiye’de belirli bölgeler tespit edilerek böyle bir demokratik modelle demokratik özerklik gerçekleşebilir. Bu yönüyle demokratik özerklik Türkiye açısından gerçek bir demokratikleşme modelidir. Mevcut merkeziyetçi model Türkiye’de demokratikleşmenin gelişmesini önleyen bir karaktere sahiptir.

Bu yönetim anlayışı Türkiye’yi de bürokratik, hantal bir ülke durumuna düşürmektedir. Ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimin önü böylece tıkanmaktadır. Şimdiye kadar Kürtler yararlanır diye demokratik adımlar atılmadığı gibi, birçok yetkinin yerellere devredildiği âdemi merkeziyetçi yönetim anlayışına da geçilmemiştir. Halbuki demokratikleşme toplumun güç olmasını ifade eder. Eğer toplum tabandan örgütlenir, birçok faaliyeti kendisi yaparsa, o zaman toplumun güç olduğu demokratikleşme gelişir. Türkiye bölgelere ayrılır ve birçok yetki buradaki yerel meclislere ve onun içinden çıkan yönetimlere verilirse, bu da demokrasinin derinleşmesini sağlar.

Bu yönetim anlayışı ülkede hiçbir çalışmayı zayıflatmaz, aksine güçlendirir. Yerellerdeki birçok sorun merkeze gelmeden çözülmüş olur. Kürdistan söz konusu olduğunda birçok sorun yerinde çözüleceğinden, Kürtlerle devlet arasındaki sorunlar aza iner. Şimdi her sorunla Ankara doğrudan ilgilenmekte, bu da toplumla devleti karşı karşıya getirmektedir. Yerel meclis ve öz yönetimler kabul edildiğinde, her sorununun merkeze gitmesi de ortadan kalkmış olacaktır.

Demokratik özerklik genel hatlarıyla böyle tanımlanıyor. Kürt Özgürlük Hareketi, bunu demokrasi içinde Kürtlerin doğal haklarını yaşaması olarak değerlendiriyor. Kürt Özgürlük Hareketi demokratik çözümü devlet + demokrasi olarak tanımlamaktadır. Demokratik özerklik bu formülün demokrasi tarafıdır. Demokratik özerkliğin karakterini belirleyen ya da altyapısını oluşturan örgütlenmeler toplumun özgür iradesiyle gerçekleşen örgütlenmelerdir. Hiç kimsenin bu örgütlenmelere zorla sokulması söz konusu değildir.

Ekoloji karşıtı olmamak ve tekel kârı elde etmemek koşuluyla ticaret ve endüstri alanında bireyler ve gruplar faaliyet gösterebilir. Toplum da kendi ihtiyacını karşılamak için ticaret ve endüstri alanında faaliyette bulunur. Toplum kendi zararına olan ekonomik ve sosyal faaliyetleri alternatif projelerle sınırlar ve etkisizleştirir. Topluma açık saldırı olmadıkça, toplumsal ahlak ve vicdan açıkça çiğnenmedikçe, hiçbir toplum ve bireye karşı zor kullanmaz.

Kürt Özgürlük Hareketi ulus-devlete de, devletçi ulusa da karşıdır. Hizmetine koşulan yurttaşı bir köle gibi devletin üyesi haline getiren ulus-devletin özünde faşizm olduğunu söylemektedir. Ulus-devlet aslında ulusu güçlendiren değil, zayıflatan bir karaktere sahiptir. Toplumun devlet karşısında güç olmasını engelleyen bir karakter taşımaktadır. Devlet eliyle yaratılan ulus da, birey de devletin hizmetine koşturulur. Öcalan ise, gerçek ve güçlü uluslaşmanın demokratik uluslaşma ile olacağını vurgulamaktadır.

Demokratik ulus farklı kimlikler ve sosyal toplulukla rın kendini örgütlü hale getirmesidir. Etnik, dinsel ve sosyal kimliklerin farklılıklarını örgütleyecek ve toplumun zenginliği olarak yaşayacaktır. Böyle örgütlenmiş toplum devlet için değil, kendisi için yaşayan toplumdur. Farklı kimliklerin kendilerini örgütleyerek demokratik konfederal bir kurumlaşmaya gitmeleri demokratik uluslaşma ve demokratik toplum haline gelmektir.

Kürt Halk Önderi “Demokratik ulus bir ruh ise, demokratik özerklik bedendir” diyerek, demokratik özerkliği nasıl anladığını veciz olarak ortaya koymuştur.

Kürt Halk Önderi, “Türkiye’de Türkler, Kürtler ve bütün toplulukların kendilerini örgütleyerek kendi kimlikleri ve kültürlerini özgürce yaşayarak demokratik Türkiye ulusu olarak bir arada yaşayabilirler” demektedir. Bu aynı zamanda Anadolu ve Kürdistan’ın Türkiye olarak bu farklı kimliklerin ortak vatan olması anlamına gelmektedir. Bu yaklaşıma göre demokratik ulus da kendini demokratik özerklik olarak bir bedene kavuşturacaktır.

Kürt Özgürlük Hareketi demokratik özerkliği 2005 yılindan bu yana inşa etmeye, demokratik ulusal haklarını her boyutta örgütlemeye ve pratikleştirmeye çalışmaktadır. Ancak bunun Türkiye ile bir gerilim ve çatışma konusu olmaması için yasal olarak bu hakların kabul edilmesi gerekmektedir.

Devlet komün, kooperatif, meclis, akademiler ve diğer tüm örgütlenmelerin demokratik konfederal temelde kurumlaşmalarını anayasa ve yasalarına koymayabilir. Kürt Özgürlük Hareketi, iki devlet arasında yapılacak müzakerelerde bu konularda konuşmayabilir. Ancak devlet düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü tam sağlayarak bu tür örgütlenme ve kurumlaşmaların önünde engel olmaktan çıkmalıdır. Devlet düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü kabul eder ve demokratik yaklaşım içine girerse, bu örgütlenmeler demokrasinin gereği var olabilirler ve devlet için bir sorun yaratmazlar.

Görüldüğü gibi demokratik özerkliğin iki boyutu vardır: Birincisi, Türk devletinin kabul etmesi ve yasal güvenceye kavuşturması gereken boyutudur. İkincisi ise, Kürt Özgürlük Hareketi’nin kendi siyasal anlayışı ve toplum projesine uygun biçimde yapacağı örgütlenmelerdir. Türkiye demokratik olacaksa, her türlü örgütlenmeyi demokrasinin gereği olarak görecektir. Demokratik hiçbir ülkede bir köye ya da topluluğa sen neden komün ve kooperatif kuruyorsun, akademiler açıyorsun denilemez.

Bir köyde köylüler her işini gerektiğinde nasıl dayanışmayla yapıyorsa, köy toplumları birçok yönden nasıl komün gibi yaşıyorsa, bu kültürü kasaba ve şehirlerde yeni koşullarda güncelleyerek pratikleştirebilir. Böyle bakıldığında demokratik özerklik demokrasi içinde Kürt sorununun çözümü olmaktadır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.