Düşünce ve Kuram Dergisi

Bir tarihin yasını tutmak 

Eliz Benan

“Onun anısını yitiren acı Kuş seslerinden uzak, Fakat yalnız ağustosböceğinin ıslığının duyulduğu sessiz karanlık saatler gibidir.”**

Kişi herhangi bir kayıp ve ayrılık yaşadığında zihinsel, duygusal ve fiziksel bir takım reaksiyonlar gösterir. Bu reaksiyonların tümü yas olarak tarihe düşmüştür. Birisi hayatımızdan gittiğinde bunu anlamlandırmak zordur. İşte, yas kedere verilen güçlü, dipten gelen bir tepkidir. Yas yaşanması gereken bir süreçtir ve insanın travmayla baş edebilmesinin aracıdır. Kaybedilenlerle kurulan bir bağ olarak yas tamamlanmadığında yön değiştirerek diğer kuşaklara aktarımı sağlanır. Tutulmamış yaslar her zaman “şimdiki yas’a bir yük olarak gelir ve eklemlenir. Kişi önceki yasını tutabilmişse yaşanacak yeni yaslara daha hazırlıklıdır. Aksi durumda tutulan ve tutulamayan tüm yaslar o anki yasın niteliğini belirler. Yas kayıplara verilen bir tepki olsa da tüm kayıpları tekrar canlandırma gibi bir sonucu da önümüze koyar. Yas içinde çeşitli aşamaları olan bir süreç aynı zamanda.

Psikiyatris E. Kübler-Ross, “yasın beş aşamalı modeli, özellikle insanın çok değer verdiği şeyleri kaybettiğinde geçirdiği aşamalar olarak kabul edilen modeldir” der.

İnkar etme: Önce görmezden gelmeye, inkâr etmeye çalışır.

Kızgınlık: Kızar, yargılar, küfreder.

Pazarlık: Durumu kabullenilebilir düzeye çekmeye çalışır.

Hüzünlenme: Hüzünlenir, hiç bir şey yapmak istemez olur.

Kabullenme: En sonunda durumu sindirir ve kabullenir.

(Bu döngü siyasal yaşama ve yaşanılanlara ne kadar denk düşüyor!)

Yas tutma süreci, kişi, kaybını kabul edip, kaybedilen değeri duygusal benliğinde taşımaktan vazgeçtiğinde sona erer. Kaybedilenin acısını hala taşısa da anısını tarihe havale ettiğinde veya duygusal olarak ölüsünü gömdüğünde bu “yük’ten kurtulur.

Asıl değinilmesi gereken konu ise tamamlanmayan yas…

Bir takım toplumsal olayların sonucunda adı konmamış bir ölüm olayı, bir kayıp ya da acının yaşanması gereken mekânın ve zamanın olmayışı nedeniyle ertelenen yas büyük bir kitle olarak yürekteki yerini korur. İnsan yaşadığı kaybı yaşamının parçası haline getirerek bununla yaşamayı öğrenir, ancak ağıtlar tazeliğini ve sesini hep korur.

Yastaki kimsenin acısı, öfke ve düşmanlığa dönüşüp, zamanla haksızlığa uğrama (mağduriyet) hissiyle güçlenerek, kimliğinin bir parçası haline gelir. Bundan sonraki süreçte kendisine haksızlık edenin özrünü kabul etmek, yastaki kişinin kimliğini değiştirme anlamına gelir, ki bu da yeni bir kayıptır. Bu yüzden yas tutmayı sonlandırmamış insanlar için özür sadece acıya acı katmaktır.

Tam da burada mağduriyet kapıyı aralar. Tarihsel bir yükü de omuzlamış olan mağduriyet, toplumsal bağlamda üstesinden gelinmesi gereken bir problem olur. Mağduriyetin bir problem olarak, sorunun ortaya çıkmasına neden olanlarca kabul edilmesi, bu hazin durumun giderilmesi yönünde atılacak olan ilk olumlu adımdır.

Bu toprakların mağduriyet tablosuna baktığımızda aslinda yasın bir resmini görüyoruz. Toplu mezarlar, faili meçhuller, cezaevleri… Hesap vermesi gereken yaslı bir tarih…

Ve cumartesi anneleri, kapıyı kapamayan Berfo Ana ve faili meçhuller; hepsinin ardından yarına düşecek olan tamamlanmamış bir yas… Ağıda kesmiş kadınların beyaz örtülerinden akan gözyaşları. Yas buralarda tamamlanmalı. Bu yas evleri, bağışlamalı tarihi. Bitmeyen bir yasin inciten, kanayan yarasının bir hakikat olduğu buralardan dile gelmelidir.

Ve bir başka hakikat de bize saklandığı yerden seslenecek yasını tarihe bırakarak…

“Tanıdığımız en güzel insanlar hezimeti, acıyı, mücadeleyi, kaybetmeyi(!) bilen, en dibe batsa da yüzeye çıkmanın yollarını bulanlardır.”

** TAGORE 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.