Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Ulusta Bireyin ve Toplumun Politika Yapma Tarzı

Latif Çetin

“Üç aylık ömrü kalan kelebek eğer bir kazaya kurban gitmezse, bu üç ayı yaşayacaktır. Onun için öncesizlik ve sonrasızlık (ezel-ebed sorunu) üç ay sınırlıdır. Sorun yapmayı hiç düşünmez, bu yönlü bir arzusu da olmaz. Olsa da fazla mesele yapmaz… Tüm doğa ve evren özünde “kelebek kuralına” bağlı yaşar. Sadece insanda yaşam bu kurala ters düşer. Muazzam sorunlu bir hal alır. İnsan türü ömrü için ebedi-ezeli arayışlar içine girmekten, gökte cennet, yer altında cehennemler düşünmeye kadar çılgın çabalar geliştirir. Kendini Tanrı krallar halinde sunmaktan en alçak kölelikte tutmaya kadar bu çılgınlıklar peydahlanır…”
Abdullah Öcalan

İnsanın anlam dünyasının en sorunlu alanı, kendisiyle doğa ve evren arasındaki kurduğu diyalektiğin kopmasıyla başlar. Günümüze kadar gelen tüm bilme halleri bu diyalektiğe bir yorum getirme ihtiyacı duyar. Çünkü insan bilincinin en masumca soruları “Ben kimim? İçinde yaşadığım doğa ile bağım nedir? Bu evrende benim ve doğanın anlamı nedir?” olmuştur. İnsan kendi anlam dünyasını oluştururken bu sorulara cevap aramıştır. Mitoloji, din, felsefe ve bilim gibi bilme halleri bu sorulara kendi perspektifleriyle cevap olmuşlardır. İnsan kendisini bir yere bir şeye ait hissetmeden yaşayamaz. Bağının niteliği o anın güncelliği ile bağlantılıdır. Mitolojilerdeki yaradılış mitosları insanın aitlik sorusuna cevaptır. O mitoslar evrenden tutalım dünyaya bitkilere ve insana kadar varoluşun izahıdırlar. İzahatıolmayan bir varlığın anlamı da olmayacaktır. Bildikçe tanıma, tanıdıkça anlamlandırma insana özgüdür. Anlamlandırma bilincini “çocuksu hali” olan mitolojiler özünde insan-doğa-evren diyalektiğinin en canlı halidir. Bu canlı, bağ dinlerdeki “yaratıcı” anlatılarıyla deyim yerinde ise öldürülüyor. Yaratan-yaratılan ilişkisi insanın anlam dünyasındaki sorunların başlangıcı oluyor. İnsandaki özgürlük bilinci yerini bağımlılığa, buyurganlığa bırakıyor. “Tanrı ‘ol’ dedi, her şey oldu” inancı insanın özgürlük bilincinin ilk hapishanesidir. Felsefeyle bu hapishaneden kurtulmaya çalışılıyor. “Kendini bil” düsturu aynı zamanda doğayı ve evreni bilmenin kapısını aralıyor. Özgür bilinç, bu aralıktan sızmaya çabalasa da bilimcilikle bu kapı tekrardan kapanıyor. Özgürlüğün yeni gardiyanı bilim oluyor. Bilimcilikte anlam dünyası çoraklaşıyor. Sayılar ve veriler dünyasında insanın kendisi yok olup gidiyor. İnsanın özgürlük bilinci, ruhu ve bedeni bu ‘çorak topraklarda’ ölüme terk ediliyor.

Yaşadıkça tanıyor, tanıdıkça bilen, bildikçe anlamlaştıran insan, özgür yaşamı ebedi kılmalıydı. Ama bu diyalektik tersten gelişti. İnsan bildikçe ilkin bağrından çıktığı doğadan koptu, ama ona hükmetmeye başladı. Sonra kader birliği ettiği toplumdan koptu. Ona yabancılaştı. Ezelini oluşturdu, ebediyetini kurguladı. Bu dünyadaki yaşam dilimini böylelikle sonsuzlaştırmaya çalıştı. Bir kelebeğin üç aylık ömrüne sığdırdığını insan 50-60 yıllık yaşamına sığdırmayı kabullenmedi. Anlam dünyasına “sonsuz var olma”nın zehirli tohumunu ekti. Maneviyat, maddiyat girdabına girdi. Özgür ruh, bedende çürümeye başladı. Doğal toplumda “kelebek kuralı”na göre yaşayan insan ne oldu da bu özgürlük ilkesini bir tarafa bırakıp sonsuz bir aç gözlülük içinde maddi dünyanın tutsaklığına kendisini bıraktı?

Abdullah Öcalan, “evrenin amacı özgürlüktür diyesim geliyor” demektedir. İnsan için (mikro kozmos) tanımını da dikkate aldığımızda insandaki özgürlük tutkusunun kaynağı da anlaşılmış olacaktır. Öcalan, evrendeki özgürlüğün kendisi enerjide ifade ettiğini vurguluyor. Enerjinin maddedeki hepsinin hiçbir zaman kalıcı olmaması da enerjinin özgürlüğü esas olarak varlığını sürdürmesinden kaynaklanıyor. Maddedeki hareketi ve değişimi bununla anlayabiliriz. Yine doğadaki eşitlilik ve farklılıklar da özgürlüğün düzeyini gösteriyor. Enerjinin kendisini tek’e mahkûm etmemesi bin bir çeşitle gösterme çabası da budur. Daha da çoğaltabileceğimiz evrendeki bu kanunların insanda gerçekleşme boyutlarının tümü evren-doğa-insan diyalektiğinin bütünlüğünü bize gösteriyor. Demek ki insandaki özgürlük tutkusunun sürekliliği, insan ‘nefes alıp verdikçe’ hep olacaktır.

İnsanlık klan formundaki yaşamı ile özgürlüğü yaşamıştır. Klan formunda gerçekleşen toplum her şeyden önce doğa ile bütünlük içindeydi. İçinde yaşadığı ekosistem ile barışıktı. Tahakküm, hiyerarşi, iktidar gibi olgular doğada olmadığı gibi insan yaşamında da yoktur. Doğanın türsel zenginliği insanlığın çoğulculuk yaşamında karşılığını buluyordu. Toplum insanın vicdanı olan ahlak kurallarıyla yaşamını sürdürüyordu. Emek, üretim en kutsal değerler olarak görülüyordu. Bu anlayıştan hareketle kadının yeri toplumda ağırlıktaydı. Kolektivizm, genele karşı sorumluluk, temel yaşam prensibiydi. İnsan merkezli bir algılayış yoktu. Ölüm doğanın bir kanunu olarak görüldüğünden korkulacak bir şey olarak görülmüyordu. Çünkü yaşam, insan kendisinde başlatıp kendisinde bitirmiyordu. Yaşamı içinde yaşadığı klanla özdeşleştiriyordu. “Ben” olarak yaşamıyor “biz” olarak yaşıyordu. Kelebek için geçerli olan yaşam kuralı insan için de geçerliydi. Ancak insan doğayla ve klanıyla barışıklık durumunu uzun yıllar sonra bozdu. Elbette bu bozulma bir anda gerçekleşmedi. Doğal toplumda kentli-sınıflı-devletli topluma geçiş tarihsel bir süreçte gerçekleşti. Yani iktidar kümülatif bir tarzda kendisini kurumsallaştırdı. Öcalan, bu sürece ilişkin “tarihsel toplum, yaşam formunda ilk büyük yarılma hiyerarşiyle çizilmiştir… Hiyerarşinin kendisi ilk seçkinler gurubunu ifade eder… Rahip-yönetici-asker üçlüsü ana-kadın otoritesi yerine kurulmaya çalışılır. İlk büyük yabancılaşma böyle başlar… Böylece alt ve üst tabakalara özgü yaşamlar peydahlanır” demektedir. Gelişen insanın anlam dünyası ilk defa yanılsamalı bir algıyla yönetilmeye başlar. Gerek kadının toplum dışına itilip eve hapsedilmesi gerekse hiyerarşik iktidarcı, sınıflı toplumun oluşumu ideolojik yaratımlardır. Zora, baskıya dayanmaktan ziyade neredeyse gönüllü yaptırılmıştır. Toplumsal bozulma yaşamın belirli birkaç alanıyla sınırlı olmamış, yaşamın bir bütününe sirayet etmiştir. Doğayla barışık kadın eksenli özgür yaşam yerini doğaya ve topluma karşı tahakkümcü, iktidarcı, erkek egemenlikli bir yapılanmaya bırakmıştır. İnsan zihniyetinin yaratımı olan kentli-sınıflı toplum inşa süreci insanın kendisine yabancılaşmasına neden oluyor. Bu süreçteki insan ile doğal toplumda ki insan arasındaki anlayış uçurumu her geçen gün büyümüştür. İnsandaki itiraz, yaşamın kendisi ile başlatıp bitirme dürtüsü onu sadece yaşadığı anla sınırlandırıyor. İktidarın ezilenini ve ebediyetini oluşturuyor. Bunun ideolojik formasyonunu yaratıyor. Ziguratlarda başlayan sonra tanrı krallarda simgeleşen ideolojik hegemonya bunun sembolü oluyor. Zigurat ve tanrı kralla ilk tapınma, toplumsallığa karşı işlenen ilk günahtır. Kadına yönelik onu ev kölesi yaparak ilk günahı işleyenler daha sonra kadının özgürlüğüne yönelik tüm eylemleri günah saymışlardır. İçinde kadına yer olmayan, doğayla barışık olmayan, iktidarcı, sınıflı toplumda özgür yaşamdan bahsedilemez. Öcalan, özgürlük anını, kuantum anı-yaratım anı olarak tanımlıyor. “Evrendeki özgürlük, farkındalığın bilincine varmak” olarak düşündüğümüzde, evrende her an olan “oluşum” evrendeki özgürlüğün sürekliliğini gösteriyor. İlk toplumsallık insanın ilk özgürlük anıdır. Toplumsallıkta insan farkına varıyor. Doğanın toplu bir parçasıdır ama farklılığının bilincindedir. Yaşamı ile her an yeni bir yaratım içinde bulunuyor. Kendisini gerçekleştiriyor, yaşamını örüyor, yaşamını kolaylaştıracak tekniği yaratıyor. Bu yaratım onların özgürlük düzeyidir. Ancak kentli-sınıflı-devletli toplum insandaki yaratıcılığı bitiriyor. İnsanı statik hale getiriyor. Toplumsal tabakalar biçimsel değişiklikler yaşamda özde ayrı statiklikle varlıklarını sürdürürler. Yaratımı biten ruhen ölü insandır. Sınıf, iktidar, tahakküm bir kader olarak görülüyor. Onlarla yaşam kabulleniliyor. Doğal toplum sadece hayallerde kalıyor, ona olan özlemle yetiniliyor. Kentli – sınıflı devletli yapılanmalar içinde iktidarı  en fazla kendisine tekelleştiren ve bu yönüyle anti-toplumculukta zirve yapan ulus devlettir. Ulus devlet formu kendisini “toplum kırımcılık” üzerinde şekillendiriyor. Toplumsallığın dokularıyla oynuyor. Birey-toplum dengesini bireyin lehine, toplumun aleyhine bozuyor. O sürece kadar tüm baskılara, zorbalıklara rağmen toplumsallığın kısmen de olsa varlığını sürdürmesini kendi egemenliğinin zararına gördüğünden toplumsallık adına ne varsa ona yöneliyor. Adeta toplumu kırımdan geçiriyor. Ulus-devlet uluslaşmasının da karşıtıdır. Avrupa’da gelişen uluslaşma karakter olarak demokratiktir. Uluslaşmanın ortaya çıktığı süreçte feodal sisteme tüm toplumsal kesimlerin muhalefeti var. Bir yandan ezilen köylüler, diğer yandan imparatorlukların boyundurukları altında yaşamak istemeyen etnik yapılar, yine

Hristiyanlığın Katolik tekçi yorumuna ve iktidarla ilişkilerine karşı çıkan mezhepler; daha da sıralayabileceğimiz tüm bu kesimler demokratik ulus çatısı altında mücadele etmiş ve kazanmışlardır. Örneğin Hollanda Devrimi’nin İspanyollara karşı ulusal kurtuluşçu yönü nettir. İngiliz Devrimi’nin Katolik tekçi yoruma karşı niteliği de bilinmektedir. Fransız devrimi ise tamamıyla bir halk hareketidir. Ancak bu devrimler yapıldıktan çok kısa bir süre sonra burjuva tarafından adeta gasp edilmişlerdir. Engels’in burjuvazi için “tarihin kurnazları” tanımı bu sürecin özlü ifadesidir. Özellikle Fransız Devrimi’nden kısa bir süre sonra Napolyon önderliğinde Avrupa’ya yayılmaya başlayan devrimler gerçekte devrim olmayıp “karşı devrimdirler”. Çünkü uluslaşma toplumun   kendi   dinamikleri, muhalefetiyle çelişip kurumsallaşmamışlardır. Halkların devrim mücadelesine yapılan müdahalelerle önce devletler kurulmuş sonra bu devletlerin ulusları yaratılmıştır. İtalyan mazisinde “devleti kurduk sıra ulus oluşturmada” sözü bu dönemin yalın anlatımıdır. Kurulan ulus devletler jakobencidirler, üstten yapılandırıcıdırlar. Birer toplumsal mühendislik ürünüdürler. Bireycilikle topluma karşı, milliyetçilikle insanlığa karşıdırlar. Yine ucu açık toplumsallığı adeta bir torbaya koyup uçlarını bireycilik ve milliyetçilikle bağlamışlar. Ulus devlet bir kriz halidir. Toplum içi kadar toplumlar arasında da krizin halidir. Ancak egemenler bu krizi sürdürdükleri oranda varlıklarını devam ettirirler. Bu yönüyle ulus devlet kriz rejimidir. Ulus-devlet statüsü toplumsal dinamikliği bitirir. Statik ve belli kodlarla yönetilebilir bir toplum yaratılır. Toplumsal tabakalaşmada alt tabaka gittikçe genişlerken, üst tabaka ise daralır. Bu oran siyasal toplumsal yaşama ters orantıyla yansır. Büyüyen alt tabakanın siyasal toplumsal gücü aynı zamanda zayıflarken, daralan üst tabakanın siyasi, ekonomik tekelleşmesi en üst boyuta çıkar. Toplum politika dışı bırakılarak açlıkla terbiye edilip, kışkırtılan güdülerle yönetilir. Kadının toplumsallaşmadaki rolü bilindiğinden kadın yaşamdan silinir. Her yönüyle bir meta haline getirilir. Uluslaşmadaki heterojen yapı, baskı ve asimilasyonla homojenleştirilir. Halklar, mezhepler, kültürel hareketler “teklik” hapishanesine alınırlar. Özgür yaşam namına toplumda bir şey kalmazken, demagoji ve sanal alemlerle sanki insanlık tarihinin en özgür çağı yaşanıyormuş yanılsamasını yapar. Yine kaçınılmaz çoklu seçenekli durumlarda bile ehven-i şeri dayatılır. Günahkar bir toplum yaratılır çünkü toplumun tüm kutsallıkları dahil her şey pazarlık konusu yapılır, üzerine spekülasyon yapılır. Pozitivizm, milliyetçilik ve kültür endüstriyalizmiyle toplumun sinir uçları alınır, uyuşturulur. Toplum adına üretim durdurulur. Farkındalık, yaratıcılık yok edilir. Toplumsal renklilik ya tekleştirilir yada matlaştırılır. Toplumsal aidiyetini kaybeden birey rüzgârda savrulan bir yaprak misali hedefi, amacı belli olmadan yaşar gider. Tekçi zihniyet özgür yaşamı içten öldürür. Öcalan, bu durumu şöyle özetler “bu biçimde tekleştirme vücuttaki kanser hücrelerinin diğer tüm doku hücrelerini yok edip tek kanser hücreleri halinde çoğalmasına benzer. Hücreler anormal çoğalmıştır, fakat gerçekleşen canlının en acılı doğal olmayan ölümüdür”. Ulus devlet bireyi ruhsal olarak da öldürür. İnsanın anlam dünyası neredeyse tam çoraklaşmıştır. Felsefede, sanatta, edebiyatta, resimde, heykelcilikte yani insan yaratımıyla ilgili tüm alanlarda ulus-devlette bir gerileme olmuştur. Bu alanlara yönelik insanlığın hala binlerce, yüzlerce yıl öncesine atıflarda bulunarak yaşaması bunun somut göstergesidir. Özgürlük yaratımla, yaratım seziye bağlantılıdır. Sezisi köreltilmiş, ezberlenmiş kodlarla yaşayan insan yaratımda bulunamaz, yaratmayanda özgür olmaz. Ulus devlet, tekçi, iktidarcı zihniyetiyle insanı ucu kapalı bir toplumsallık içinde robotlaştırırken, kendisinde de cins sömürüsünde, kültürel hegemonyacılıkta, emek hırsızlığında ve doğa katliamında ucu açık bir sınırsızlık hakkı görmektedir. Ulus devlette toplumun sesi soluğu kesilmiş, itirazsızlığa mahkûmedilmiştir. Özgür yaşam kapitalist modernitenin cenderesinde neredeyse tuzla buz olmuştur.

 

Özgür Yaşam Doğru Tarih Bilinci ve İradesi İle Yaratılır

Ulus devletin cenderesinden kurtulmak için insanlığın alternatifi demokratik ulus paradigmasıdır. Demokratik ulus paradigması birden ortaya çıkmamıştır. Tarihsel bir arkaplana ve perspektife sahiptir. Toplumun özgürlük sorunu beş bin yıllık egemenlik sistemine dayanıyor. Ancak bu tarihsel süreçte özgürlük sorununu çözme iddiasında olan birçok mücadelelerde olmuştur. Tarihteki tüm devrimlerin çıkışı demokratiktir. Etnik yapıların, ezilen sınıfların, mezheplerin ortak mücadelelerinin ürünüdürler. Devrimin öncüleri bu demokratik çoğulculuğa dayanmadan devrimi gerçekleştiremeyeceklerini bilirler. Bunlara, İslam devrimindeki Medine sözleşmesini, Avrupa’daki 16. ve 17. Yüzyıldaki devrimlerini, Türkiye’deki 1919-1922 sürecindeki ulusal kurtuluş mücadelesi gibi birçok örnek verebiliriz. Tarihin tüm bu süreçleri incelendiğinde öngörülecektir ki toplumlar kendi kültürel zenginliği içinde birlikte yaşayıp ortak mücadele verebilmişlerdir. Demokratik ulusun arkasında bu tarihi gerçeklik vardır. Demokratik ulus, tarihin güncellenen realitesi üzerinde toplumun kendisini yaratmasıdır. Doğal toplumun politik ve ahlaki ilkelerini günümüze taşınmasıdır. Demokratik ulusta halklar kendi kimlikleri ile toplumun birer zenginliği olarak özgürce yaşayacaklardır. Tekçi dayatmalar ortadan kaldırılacaktır.

Özgür yaşam için demokratik ulus kadar kapitalizmin diğer sacayaklarına karşı oluşturulan karşın sosyalist Pazar ve eko-endüstri alternatifleri de önemlidir. Ancak toplumu demokratikleştirmek ilk başta gelendir. Toplum demokratikleştikçe karsız sosyalist pazara ve eko-endüstriye açık hale gelir. Yalnız özgürlük sorununun tam çözümü demokratik modernitenin üç alternatifin de toplumda uygulamak gerekir. Yani demokratik ulusa, karşın sosyalist Pazar ekonomisini ve eko-endüstriyi politik ve ahlaki toplum ilkeleri ile hayata geçirilmelidir.

Demokratik ulustan özgür yaşamın temel dinamikleri ahlak, politika, eşitlik ve adillik olurken bunu yaşanılır kılınmasının doğru yol ve yöntemini bulmak gerekiyor. özgürlük esaslarına göre yaşayan birey toplum ilişkisini optimal dengesinin yakalanması şarttır. Doğadaki özgürlük farklılıktır. İnsandaki özgürlük ise kendi farkındalığın bilincine varmaktır. Ancak farkındalık sadece bir birey için geçerli olmayıp tüm bireyler için olması gerekendir. “Ben farklıyım diğerleri aynıdır” yaklaşımı beraberinde her türlü ayrımcılığı, ötekileştirmeyi gerektirir. Toplum, tüm farklılıkların bir aradalığıdır. Ayrımcılığın, hor görmenin, dışlamanın, ötekileştirmenin olmadığı birlikteliktir. Aynı zamanda farklılıkların birbirini karşılıklı inkarı üzerine olmadığı gibi birbirini besleyen, geliştiren, büyüten, yaratan dolayısıyla özgürleştiren birlikteliktir. Bu toplum kapitalizm anti-toplumculuğuyla mücadele içindedir. Toplumu hiçe sayan, bireycilik ve bencillikle bireyi öldüren kapitalizme karşı ahlaki ve politik ilkelerle toplum varlığını sürdürecektir. Ahlak birey ve toplumun vicdanı olurken ve bu yönüyle “kabul-ret” ölçülerini oluşturur. Politika toplumun kendisini yönetebilmesinin iradesidir. Kendi öz iradesi ile kendisi ile kararları alabile birey ve toplum özgür yaşıyor demektir. Öcalan, “politik olmayan toplum özgür değildir” belirlemesinde bulunuyor. Demokratik ulusta bireyin ve toplumun politika yapma tarzı demokratik özerklik ve konfederal tarzdadır. Bireyden başlayan gruba, sosyal tabakaya, cinse, mezhebe, dine, etnik yapıya, meslek örgütlerine, emekçilerine varana kadar demokratik özerklik ve konfederal tarz esastır. Devletin çok az görünür olduğu bir toplumsallık olacaktır. Kendisi adına söz ve kara sahibi bir toplumun özgür olacağı açıktır.

Özgür yaşamın bir özelliğide eşitliği ön görmesidir. Neo-liberallerin suiistimal ettikleri özgürlük-eşitlik denklemi, demokratik ulusta öngörülen özgür yaşamda sağlanmıştır. Özgürlüğün bir tanımı da sorumluluğun bilincine varmaktır. Neye karşı sorumluluk? Tabi ki topluma, insanlığa ve doğaya karşı sorumluluk! Sorumluluk bilinci eşitliği koşullar. Kendisine hak gördüğünü başkasına da hak görme gibi… Karşılıklı sorumluluk, bağımlılık bilinci doğada da vardır. Örneğin atom altı parçacıklardan farklı yönlere hareket eden parçacıklardan birine müdahale edildiğinde diğer yöne hareket eden parçacık sanki kendisinede müdahale edilmiş gibi tepkide bulunur. Bu karşılıklı bağımlılık insanlar içinde geçerlidir. Bir başkanın acısını, üzüntüsünü, derdini kendi acısı, üzüntüsü, derdi görmek gibi… Yine en önemlisi eşitlik konusu maddi yaşam için de geçerlidir. Buda komünal yaşamdır. Bir komünün içinde üretim ve tüketim faaliyetinde bulunma ve yaşamını idame ettirme özgür yaşamın vazgeçilmezidir. Eşitlik, özgürlük denklemi kurulamaz söylemleri tamamıyla demagojik söylemlerdir.

Demokratik ulusta özgür yaşam doğayla barışıktır.

Adeta yaşanılamaz hale getirilen eko-sistemin tahribatını durdurmak ve olması gereken düzeyi yaratmak gerekiyor. İçinde yaşanılacak bir dünya olmadıktan sonra hangi özgürlükten bahsedilebilir ki!

Demokratik ulusta özgür yaşam toplumsal adaletten geçiyor. Vicdanıyla karar alıp verebilen birey ve toplum özgürlüğün esaslarınıda koruyabilir, adaleti temsil edebilir. Toplumun lehine, toplumu büyüten, geliştiren ve koruyan bir adalet gerçek adalettir.

Demokratik ulusta özgür yaşamın en önemli özelliği cins özgürlüğüdür. Kadın eksenli özgürlük anlayışı, kadını bir kez daha kendi özüyle buluşturacaktır. Ana tanrıça katında bugünkü ucuz iş gücü olarak görülen, reklam aracı haline getirilen, pazarda neredeyse bir meta haline getirilen kadın realitesi her yönüyle sorgulanmalıdır. Nedenlere ve niçinlere cevap olunmalı. “Özgürleşen kadın, özgürleşen toplumdur” şiarı ekseninde kadın özgürlüğü önündeki tüm cinsiyetçi yaklaşımlara karşı mücadele edilmelidir.

Demokratik ulusta yaşamı özgür kılan parametreleri daha da çoğaltabiliriz. Ancak daha gözle görünürörnekler bize konuyu daha iyi anlama imkânı verecektir. Bugün Rojava’da oluşturulan toplumsallık demokratik ulusa iyi bir örnektir. Daha önce Baas rejiminin açık alan hapishanesi olan topraklarda bugün etnik yapılar, dinler, mezhepler, sosyal tabakalar kendi renkleriyle özgürce yaşamaktadırlar. Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Asuri, Hristiyan, Alevi, Sünni tüm topluluklar ve kesimler bir arada birlikteler. Oluşturulan sistem demokratik özerkliğe dayalı demokratik konfederal bir örgütlenme olduğundan saydığımız bu kesimlerin tamamı kendileri adına söz ve karar sahibidirler. Siyasal niceliğebakılmaksızın tüm karar alma süreçlerine herkes katılmaktadır. Meclisler yoluyla iradeler merkezileşmektedir. Kadın, toplumun bütün alanlarında kendi cins bilinci ile varlığını belirginleştirmiştir. Eğitim, sağlık, alt yapı ve benzeri hizmet alanlarında kolektivizm vardır. Rantçılığa, azami kara dayalı bir ekonomi yerine, üretmede ve paylaşmada sosyalizasyon vardır. Elbette en önemlisi de demokratik ulusu koruyacak kendi öz ve meşru savunması var. Bu öz savunma sadece Baas rejimine karşı halkı korumuyor aynı şekilde İslam’ın Medine ruhuyla bağı olmayan tekçi, dinci faşizmle, toplumun özünü ve farklılığını boğmak isteyen çetelere karşı da direnmektedir. Dolayısıyla Baas rejimi ile çatışıyor gibi gözükse de onun ikiz kardeşi olan dinci-tekçi faşist zihniyet de özgür yaşam arayışçılarının duvarına çarpacaktır. Rojava deneyimi devlet olmadan da bir toplumun nasıl öz yönetimi ile özgürce ve düzenli yaşayabileceğinin en somut örneğidir. Ortadoğu ve dünya halklarının önemli sonuçlar çıkaracağı bir deneyimdir.

Demokratik ulusta özgür yaşama bir örnekten gezi parkı direnişini verebiliriz. Gezi Parkı içinde oluşturulan yaşam Türkiye’deki özlenen demokratik uluslaşma ve özgür yaşama eksiklikleri olsa da belli yönleri ile yansıtmıştır. Türkiye’deki tüm halkların, mezheplerin, sosyal tabakaların, sınıfların, cinslerin kendi özgünlüklerini koruyarak birlikte ortak bir mücadele vermesi gelecek açısından umut vericidir. Yine Gezi Parkı içinde oluşturulan komünal yaşamda kapitalist modernitenin insanlardaki dayanışmacılığı, paylaşımcılığı halen bitiremediğinin göstergesidir. On yıllardır egemenlerin topluma dayattıkları tekçi, inkârcı, bireyci ve bencil yaşamın maskesi gezi direnişi ile düşmüştür. Elbette bu direnişte tüm önyargılar, kronikleşen yaklaşımlar aşılmamıştır. Ancak önemli bir kırılma da yaşanmıştır. En önemli ulus devlet zihniyetinin tekçiliği artık Türkiye ve Kürdistan toplumları tarafından kabul edilmezliği açığa çıkmıştır. Gezi direniş ruhunu daha da geliştirmek, onu Anadolu ve Kürdistan halklarının ortak mücadelesinin bir başlangıcı olarak görmek ve en önemlisi de Gezi Parkı’ndaki komün ruhunu topluma egemen kılmak demokratik ulus ve özgür yaşam için elzemdir. Aksi takdirde bu direniş denostalji olur.

Demokratik ulus ve özgür yaşam inşası ona gönül vermiş ve inanmış insanlarla mümkün olur. İnsanlığın tüm değerlerini kapitalist modernite ve onun ulus devleti eliyle ayaklar altına alındığı bir dönemde buna karşı mücadele vermek kolay olmayacaktır. Yüzyılların zihinsel alışkanlıklarını kırmak yerine yenisini inşa etmek zor olacaktır. Ancak bu zoru başarmak bu sürecin inşacılarının görevidir. Buradaki toplumsal inşa bir toplumsal mühendislikle olmayacaktır, toplumu kendi doğal, ahlaki ve politik özüyle tekrardan buluşturma olacaktır. Farkındalığı ve sorumluluğu özgürlük bilinciyle yaşamı kuracak bir irade sahibi olunmalıdır. Kelebek kuralına göre yaşayan ezeli-ebedi anın gerçekliğinde kurgulayan yine anda geçmişi ve geleceği gören ve ona göre bir yaşamı benimseyenler bu inşa sürecinin kadrosu olabilirler. Ve elbette en önemlisi kadınla özgürlük temelinde yoldaşça yürüyenler özgür yaşamın sahibi olabilirler. Özgür yaşamdaki kadında sınıflı, kentli, devletçi geleneğin düşürülmüş “kadınıyla” mücadele etmelidir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.