Düşünce ve Kuram Dergisi

Süryani Soykırımı ve Demokratik Çözüm Süreci

George Aryo

Süryani Halkının Kökeni

Süryaniler, kökenleri 5000 yıl öncesine giden bir toplumdur. Mezopotamya’da yeşeren ve uygarlığın gelişiminde önemli rol üstlenen eski Mezopotamya halklarının, yani köklü bir kültürün mirasçılarıdır.

Bu halkın kökeninin nereden geldiĝine dair iki farklı görüş vardır. Bu görüşlerden birisi, Süryanilerin Aramilerden geldiğini savunmaktadır. Bu tezin dayanağı, Süryani halkının Aramice konuştuğu ve bundan dolayıda kökeninin Aramiler olduğu iddiasıdır. Halbuki Süryanilerin konuştukları dil Aramice değildir. Sadece daha kolay olduĝu için Aramice alfabeyi kullanmaktadırlar. Aramice dili Suriye’nin Şam şehri civarında iki köyün konuştuğu bir dildir. Ve hiçbir Süryani bu diyalektikten anlamaz. İkinci görüş ise, Süryanilerin Asur’lulardan geldigini savunmaktadır. Bu görüşe göre Süryaniler, eski Mezopotamya da imparatorluk kurmuş olan Asurluların devamıdır. Bu iki görüşü savunanlar Keldanilerin de Arami ya da Süryani olduklarını söylemmektedirler.

Aslında Süryanilerin Asurlar dan geldiğini savunan tez doğru olandır. Yaşamlarıyla, kültürleriyle, kullandıkları isimlerle, bulundukları coğrafya ile konuştukları dille bu tez doğrulanmaktadır. Ve en önemlisi dehem halkımız ve hem de yabancı araştırmacı bilim insanları çoğunlukla bu tezi savunmaktadır. Keldanileri tartışmaya gerek yok, çünkü Keldaniler, 1552 yılında bölgede bulunan Misyonerler tarafından Nesturi Kilisesi’nden koparılarak Katolik Roma kilisesine bağlanıp ulusal kimliklerinden koparılmaya çalışıldılar. Asuri halkının tüm gruplarında, din siyasetten daha etkili olduğu için, Keldaniler zaman içinde kendilerinin Asuri değil katolik, Süryanilerin ise Süryani Ortodoks olduklarını söylemeye başladılar. Bu halkın içinde, ulusal adı ve simgeleri kullanan Nesturi Kilisesi’dir. Tarihteki isyanlarda da her zaman önde olan Nesturiler, çok aĝır bedeller ödemişlerdir.

Yazı içinde bu halktan Asuri diye söz ederken her üç ismi, (Süryani-Keldani-Arami) kastettiğimi belirtmek isterim.

Asuri halkı tarihi süreç içerisinde, insanlığın beşiği olan Mezopotamya da siyasal, kültürel, edebiyat, bilim, mimari, ekoloji ve sanatta yaptığı icatlar ve gelişmelerle bölgenin zenginleşmesine, insanlığın ilerlemesine ve kendi tarihini yazmasına hizmet etmiştir. Tarihi süreç içinde ömrünü dolduran Asur İmparatorluğunun çöküşüyle birlikte, halkımız siyasal güç olma olanağını da yitirmiş oldu.

Bu şekilde güç kaybına uğrayan halkımız, Hristiyanlığın çıkışını kendisine kurtuluş yolu olarak görmüş, bu inancı kendisine yaşam felsefesi olarak algılamıştır. Ve günümüze kadar da bu felsefe ile dilini, kültürünü, inancını, yaşamını örgütlemiş ve ayakta tutmuştur.

 

1915 Katliamı, Nedeni, Sonuçları ve Dış Güçlerin Bundaki Rolü

1914/ 1915 yıllarında ve 1.Dünya savaşı ortamında, Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde bulunan topraklarda yaşayan hristiyan halklara karşı bir soykırım gerçekleştirildi. Planlı yürütülen bu soykırım, şoven bir politikanın ürünü olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yöneticileri ve onlarla birlikte hareket eden, gerici ve işbirlikçi Kürt aşiretleri tarafindan uygulanmıştır. Bu soykırım sonucunda yüzbinlerce Asuri-Süryani bir milyonun üzerinde de Ermeni ve Hristiyan halklardan katledilmiş, yüzbinlercesi yerinden, yurdundan sürgün edilmiş, yüzbinlercesi müslumanlaştırılmış ve binlerce yerleşim birimi yakılıp yıkılarak talan edilmiştir. Asuri halkına karşı gerçekleştirilen soykırım, hiç bir gerekçeyle savunulup izah edilemez. Çünkü tamamen silahsız, savunmasız ve örgütsüz olan Asuri halkı, ağır sılahlarla donanımlı bir gücün saldırısına uğramıştır. Sivil halka karşı maksatlı bir ulusal-dinsel temizlik hareketi biçiminde gerçekleştirilmistir. Bu soykırım öncesinde ve esnasında, Asuri-Süryani halkının silahlı bir ordusu ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak veya başka siyasi taleplerde bulunan bir calışması olmamış ve savaşın herhangi bir tarafında yer almamıştır. Bütün halk, bulunduğu kendi yerleşim alanlarında sivil bir yaşam içinde bulunurken, tek taraflı ve ağır silahlarla donanımlı bir gücün saldırısına uğramıştır

Osmanlı İmparatorluğu’nun da geniş bir coğrafya da Asuri halkına karşı gerçeklestirilen bu soykırımla, binyılların kültürü ve tarihsel değerleri bir halkın varlığıyla birlikte yok edilmeye çalışılmıştır. 1914/1915 soykırımı, değişik düzeylerde 1920’li yıllara kadar devam etmiştir. Böylece Asuri halkının kimliği ve temsil gücü zayıflatılmış ve 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması’yla inkar edilmiştir.1914/1915 yılında soykırımdan geçirilen Asuri halkı, Lozan Antlaşması’yla ülkesi ve toplumsal yapısı parçalanarak, değişik güçlerin egemenliğine statükosuz bir şekilde teslim edilmiştir. 1918 yılında Urmiye de, 1924 yılında Colemêrg’de, 1933 yılında Duhok/Simele de , 1969 Sorya ve Duhok mıntıkasında katliamlara uğrayan Asuri halkı üzerindeki kültürel-ekonomik, talan, siyasal-dinsel ve toplumsal baskı devam etmiş ve varlığı inkar edilmiştir.

20. yüzyıl boyunca Ortadoğu da çıkan savaş ve çatışmalarda en fazla Asuri halkı kayıplara uğramış, dolayısıyla bölgedeki nüfusu sürekli olarak azalmıştır. Son olarak 1980 İran-Irak savaşı, 1991 körfez savaşı ve bölgedeki etnik-dinsel çatışmalar sürecinde bir hedef durumunda olan ve tarafların ateşi arasında kalan Asuri halkı, çareyi ülkesini terk etmekte aramıştır. 1. Dünya savaşından bu yana ülkesinden göç edip dünyanın degişik ülkelerine yerleşen Asurilerin nüfusu , ülkede kalan nüfustan daha fazladır.

 

Osmanlı İmparatorluĝu’nun Egemenliği Altındaki Hristiyan Halklara Uygulanan Zulüm ve Kullanılan Yöntemler

Osmanlı İmparatorluğu, egemenliĝi altındaki halklara, azınlıklara karşı, işgal savaşlarında hep islamiyet bayrağını kullanmıştır. İslamın cihad anlayışı “Tanrı yolunda, kafirlere karşı İslamı üstün ve yenilmez duruma getirmek için canla ve malla birlikte savaşmak” olarak tanımlanmıştır. İslam hukukunda da Cihad’ın tanımı kafirlerle savaşmak, onları öldürmek onların elinden mallarını, mülklerini almak, yağmalamak, ibadethanelerini yıkmak ve kırmak biçimindedir.

Osmanlılarda Zimmi denilen bir kesim vardı. Bunlar farklı inançlara sahip olan Hristiyan ya da Müslüman olmayan halklardı. İslamın egemenliğini kabul ettikleri için, bunlara zimmi denilirdi. Kendi dini kurallarına göre yaşarlardı. Fakat, imparatorluk içinde onlara eşit yaklaşılmıyordu. Örneğin, zimmi özel hukuk (Müslüman kadınla evlenememe) , usul hukuku (müslumanlara karşı şahitliklerin kabul edilmeyişi) ve ceza hukuku (zimmiyi ölduren Müslümana ölum cezasının verilmeyişi) açılarından bir eşitsizlik vardı. Bununla birlikte sosyal kurallarda da müslumanlardan daha aşağı statülere sahiptiler. Osmanlı padişahlarının annelerinin çoğunluğu Müslüman değildi. (Dikkat ederseniz burada Gayri-müslim ibaresini bilinçli kullanmıyorum. Çünku bunu hristiyan halkları, ya da müsluman olmayanları aşağılayan bir ibare olarak görüyorum. Onun için yazımda gayri müslum yerine, hristiyan ve diğer inançtan halklar ibaresini kullanıyorum) Bunlar köleleştirilen, esir alınan hristiyan ailelerinin kızlarıydı. Padişahların saraylarındaki haremlere doldurulan padişah cariyeleriydi. Bu açıdan, hiçbir Osmanlı padişahının saf Türk olduğu söylenemez. Fakat buna rağmen Osmanlı Devleti’nde var olan anlayış, her ne olursan ol, ama müsluman ol! Ne kadar koyu sunni olunursa o kadar iyiydi. Böyle bir anlayış daha çok diğer halkları rahatsız etmiştir. Çünkü böylesi egemen bir anlayışla hristiyan halklara yaklaşılmaktaydi. Bu halklar her zaman rahatsız edilmiş, aşağılanmış ve eşit olmayan bir adalete tabi tutulmuşlardır. Bunların teşhir ve tecriti için denenmedik yöntem, çıkarılmadık ceza ve yasaklama kalmamıştır. Giyimlerinden, evlerine, evlerinin renginden ayakkabı biçimlerine kadar sınırlamalar getirilmişti. Bu tür uygulamalar onları toplumun içinde rencide etmeye ve aşağılamaya yönelikti. Bunun için de boş dini hurefalar uydurulmuştu.

Müslümanların giydikleri elbiseleri giyemezler, aynı kumaşları kullanamazlardı. Şapka ve ayakabı renkleri kırmızı, siyah veya mavi olmak zorundaydı. Müslümanlar kadar yüksek ev inşa edemezlerdi. Böylesi yüksek evlere sahip olamazlardı. Evlerinin müslüman mahallelerine bakan tarafa pencere açmaları yasaktı. Aynı şekilde sokak kapıları müsluman kapılarına bakamazdı. Dini ayinlerini müslümanları rahatsız etmeden yapmak zorundaydılar. Kiliselerin çanlarının çalması yasaktı. Yeni kiliseler inşa edemezlerdi. Eski kiliselerin tamiri için padişahtan özel izin alınması gerekirdi. Silah taşıyamaz, ata binemez gibi yasaklar konmuştu. Bu yasaklara uymayanlar ağır cezalara çarptırılırdı. Yeni kilise inşa etme veya eskisini tamir etme bugün bile özel izinle zar zor veriliyor.

Osmanlılarda yüzyıllar boyu farklı dinlere mensup halklara, müslümanlar rahat vermemiştir. Müslümanlar daima kendilerini üstun görmüş ve hristiyanları aşağılamıştır. Diğer din mensupları, Müslümanla eşit görülmemiştir. İkinci sınıf vatandaş bile sayılmamışlardır. Bunların ibadet özgürlüklerine o da ancak kesin itaat koşulu ile yer yer dokunulmamıştır. Osmanlı tarihi; aynı zamanda diğer dini azınlıklara karşı toplu takiplerin ve katliamlarin tarihidir. Bütün yönelmelerde ve katliamlarda dinsel motif ve biçim vardır. İslam dininin Cihad fikri; katliamlarda müsluman yığınlarını mobilize etmede etkili olmuştur.

Elbisesinin renginden, ayakkabısına kısacası her türlü giyim ve kuşamına yaşam biçimine sınırlama getirilen hristiyanlar ve diĝer inançlardan olan halklar böylesi bir yönetim altında her ne kadar her şeye itaat ettilerse de yinede katliamdan kurtulmamışlardır. Hiç kuşkusuz bu katliam sadece giyim, kuşam, ya da yaşama biçimine yönelik değildi. İmparatorluğu yıkım noktasına getiren “düşmanlar” Hristiyandı. Bunun intikamını onlardan alacaklarına kendi vatandaşı olan Hristiyan halklardan aldılar.

1915 Katliamı her ne kadar tarihe Ermeni katliamı olarak geçtiyse ya da böyle biliniyorsa da gerçekte olay tamamen Türkiye’deki Hristiyan halklara karşı yapılmış bir soykırımdı. Katliam döneminde Mardin’in Midyat ilçesinde bulunan devletin kaymakamının Süryanilerle arası çok iyiydi. Kaymakam katliam başladığında üst makamlarına Süryanilerin zararsız olduğunu ve devlete sadık olduklarını bildirmesine rağmen, fayda etmedi. Diyarbakır valisi Reşat Bey hem kaymakamın kendisini hem de Suryanileri kurşuna dizdirmiştir.

İmparatorluĝun ve Türk egemen düşüncesinin buradaki amacı; egemenliĝi altındaki halkları müslümanalaştırarak ve Türkleştirerek devşirmekti. O nedenle devşirelemeyenlerin hem dinsel ve hem de külturel değerlerine saldırılıyordu. Bu saldırılarla halkları bir bıkkınlığın içine sokmak, sosyal yaşantıda yalnız bırakarak, teşhirle birlikte tecrit etmek istiyorlardi. Binbir türlü hakaretle içlerindeki insani özellikleri öldürerek kendilerine itaat etmelerini sağlamak yani kullaştırmak istiyorlardı. Bu zihniyetle, yüzyıllar boyunca bu halkları psikolojik bir baskı altında tutmak, küçültmek ve herhangi bir hareketlerini kısıtlamayı hedefliyordu. Burada çoğunlukta olan müsluman halkları da İslami-ümmet olarak bir bütünlük içine sokmak ve hıristiyan komşu halklara karşı kışkırtmak temel bir yöntem oluyordu. Böylece Osmanlı İmparatorluğu 600 yıldan fazla süre içinde hıristiyan halklara karşı kendisini üstun ırk ve islamiyeti de üstün din olarak kabul ettirmeye çalışmıştır. Bu amaçla da soykırımlara, katliamlara çekinmeden girişmiştir. Hıristiyan halkların yerleri, yurtları yakılıp, yıktırılmış, malları talan edilmiştir. Kültürel ve dinsel değerlerine saldırılmıştır. Bütün bu politik uygulamalarla halklara sürgün, göç ettirme ve tarihten yok olma dayatılmıştır. Hristiyanlara karşı uygulanan bu politikalardan en çok Asuri halkı zarar görmüştür. Bu zulmü bir ideolojiye, bir düşünceye, siyasete psikolojik ve sosyolojik davranışlara, yaşam felsefesine, gelenek-göreneklere, ahlaksal değerlere ve genel bir kültüre dönüştüren Osmanli İmparatorluĝu ve bu imparatorluĝun mirasını temel alan Türkiye Cumhuriyetin’de de devam etmiştir. Bu şekliyle yöntemler geliştirilerek günümüze kadar süregelmiştir. Bugünkü devlet yonetimi her ne kadar bazen kulağa hoş gelen şeyler dillendiriyorsa da gerçekten haksızlığa katliamlara uğramış halkları tatmin edecek ne bir adım atmıştır, ne de gündeminde böyle bir şey vardır. Sanki osmanlıda herşey güllük gülistanlıktı da her türlü haksızlık cumhuriyet döneminde olmuş gibi bir algı içindedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, osmanlıdan günümüze kadar, hristiyan halklara ve etnik azınlıklara karşı aynı siyaset uygulanmıştır.

 

Kürt Halkının Katliamdaki Rolü

Bununla ilgili çok şey yazıldı, çizildi, konuşuldu.

Zaman zaman devletin bazı kalemşörleri “bilim adamları” Kürt halkını bu katliamın günah keçisi olarak lanse etmeye çalıstıysa da bu oyun tutmadı. Bu sadece katliama uğramış halkların bilinçli olmayan, ya da bir kısım gerici kesimin kulağına hoş gelmiştir. Burada bir gerçekliğin yanlış yorumlanmasına meydan vermemek için şunu belirtmek isterimki, amacım asla burada Kürt halkını temize çıkarmak değildir. Bu katliamda bazı işbirlikçi ve gerici Kürt aşiretleri çok kötü rol oynadılar. Hamidiye alaylarının büyük çoğunluğu bunlardan oluşuyordu. Ve o günkü devlet bunları çok kötü kullandı. Maalesef bugün de o devletin devamı olan anlayış aynı zihniyete sahip Kürtleri korucu adı altında bu sefer Kürt Devrimcilerine karşı kullanıyor. Şunu unutmamak gerekirki 1915 katliamında birçok Kürt aşireti de çok sayıda Hristiyanın kurtulmasına yardımcı olmuştur. Bunun haricinde Kürdistan Devrimci Hareketinin gelişmesi ve özellikle 1984 yılından itibaren PKK öncüluğünde başlatılan özgürluk mücadelesinin büyümesiyle birçok kurum oluştu. Bunların başında, 12 Nisan 1995 tarihinde Hollanda’nın Lahey şehrinde kuruluşu ilan edilen Sürgünde Kürdistan Parlamentosu’dur. Bu parlamentonun Yürütme Konseyi, 24 Nisan 1995 tarihinde, kuruluşundan hemen sonraki, ilk bildirisini Konsey Başkanı sayın Zübeyir Aydar imzasıyla çıkartmıştır. Bu bildiride: 1915 soykırımında yer alan Kürt halkı adına, bu soykırımdan zarar gören, Ermeni ve Asurilerden özür dilenmiştir. Bunun dışında, Med, Medya, ve Roj Tv de zaman zaman bu konuyu gündeme getiren sayısız programlar, siyasi paneller yapılmıştır. Bunun yanında, Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı sayın Ahmet Türk Midyat’ta, Midyat Süryani Derneği’nde ve Mor Gabriel Manastırı’nda, katliamın yıldönümünde yine Kürtler adına özür dilemiş ve katliamı kınamıştır.

Bütün bunları gözönünde bulundurduğumuzda, benim açımdan, en azından Kürt kurumlarının atmış oldukları bu adım çok değerlidir. Önemsemek lazım. Bundan sonra önemli olan ileriye yönelik halkımızın ve Kürt halkının birlikte, kardeşçe ve bir daha da hiç kimsenin oyununa gelmeyecek şekilde yaşamasıdır.

 

Bu Katliamın Uluslararası Alanda Tanıtılması

Hristiyan halklara karşı yapılan bu katliamı, uluslararası alanda en fazla tanıtan Ermeni halkı olmuştur. Bu belki de bundan en fazla zarar görmüş olmanın bir etkisi olabilir. Ancak insanlar her şeye ciddi, planlı, programlı ve örgütlü sarıldıkları zaman başaramayacakları birşey yoktur. Ermenilerden sonra bu katliamdan en fazla zarar gören Asurilerde durum daha farklıdr. 1990’lı yıllara kadar bu konuya hemen hemen hiç eğilen olmadı. Dış ülkelerde bulunan halkımız hem çok dağınık hem de örgütsüzdü. En örgütlü olan kesim, kiliselerdi. Onlar hiçbir şekilde bunu ne gündemlerine aldılar ne de başka kurumların yaptıkları etkinliklere destek verdiler. Aksine bazı yerlerde köstek bile oldular. Ermenilerin çok daha ciddi ele aldıklarını şu açıdan söylüyorum: Örneĝin Ermenilerin Hollanda da sadece bir tane kiliseleri vardır. Bu kilise inşa edildiğinde, avlusuna ilk yaptıkları şey 1915 katliamını sembolize eden bir anıt mezar dikmek oldu. Avrupa’da yaşayan Asuri/Suryaniler’in, Hollanda da bir Manastır, 13 kilise, Almanya’da 1 Manastır, 40 tane kilise, Belçika, Fransa, İsviçre, Avusturya, İsveç, ABD, İngiltere de ise kendilerine ait yeni inşa edilmiş kilise ve manastırların sayısı 150 ye yakındır. Bunların hiçbirinde bu katliamı sembolize eden hiç birşeye rastlamak mümkün değildir. 1990’lı yıllardan itibaren sosyal/kültürel ve siyasal kurumlar ciddi bir şekilde bunu gündemlerine aldılar. Gerçekten kısa sürede de belli bir yere getirdiler. Yerel bazda Fransa, Hollanda ve Belçika da bazı belediyeler anıt mezar için izin verdiler. Ulusal alanda da İsveç Parlamentosu bu soykırımı resmen kabul etti. Kişi olarak Avrupa’da dikilen bu anıtlara fazla bir sempatimin olmadığını belirtmek isterim. Bunu Avrupa’da veya başka bir kıtada yapılanları küçümsemek için söylemiyorum. Bu konuda birçok kişi ve kurum gerçekten çok büyük emek harcadı. Bu yazdıklarımı sözlü olarakda birçok yerde dile getirdim. Çok da eleştiri aldım. Sempati duymamamın nedeni şudur: Yüz yıl önce bu katliam bütün dünyanın gözü önünde yapıldı. O günkü Avrupa ülkeleri çıkarları gereği hiç seslerini çıkarmadılar, seyirci kaldılar. Hatta bazıları desteklediler. Geçmişte seyirci kalmanın özeleştirisini vermeden bugün yine bu soykırım gündeme geldiğinde, yine yeni çıkarlar elde etmek için destekler gibi bir yaklaşım sergiliyorlar.

Bizim sorunumuz Türkiye de. Bu sorunu iç dinamiklerle birlikte çözmemiz ve onlarla hesaplaşmamız gerekir. On sene öncesine oranla bu konu artık Turkiye’de tartışılıyor. Bununla ilgili ciddi anlamda siyasi paneller, çeşitli kitaplar, konferanslar, geçen 24 nisanda da yürüyüşler yapıldı. Onun için Turkiye içinde gelişecek bu ve benzeri etkinlik ve örgütlenmeler kader belirleyici olacaktır. Türk Devleti de eğer gerçekten Türkiye de yaşayan halkların güvenini kazanmak istiyorsa, kendi tarihiyle mutlaka hesaplaşmak zorundadır. Hesaplaşmadığı takdirde, Ermeni Diasporası başını ne kadar ağrıttıysa, Asuri Diasporası da çok daha fazla ağrıtacak. Çünkü gerçekten dünya da her geçen gün etkisini hissettiren güçlü bir Asuri Diasporası oluşuyor.

 

Çözüm Süreci ve Beklentilerimiz

Son 30 yıla damgasını vuran ve on binlerce insanın ölmesine yol açan bir kanlı savaşın sona ermesi veya durması elbette çok sevindiricidir. Bundan her normal düşünen insanın memnun olmaması mümkün değildir. Bu nedenle, adına barış süreci denilen bu dönemde, dikkat edilmesi gereken şeylerin başında bu sürecin anlamını, gerektirdiklerini yerine getirmenin temel muhataplarından olan dost ve kardeş Kürt halkından taleplerimize ilişkin somut noktaları masaya yatırmaktır.

Öncelikle bu barış süreci, Türk devletinin ve bugün onun başında olan Erdoğan hükümetinin sürdürdüğü pervasız saldırılarına rağmen, PKK Önderliğinin barışı sağlamak için ortaya koyduğu azami gayretlerin bir ürünüdür.Erdoğan uluslararası konjöktürün zorlamasıyla örnegin Suriye ve İran sorunu bu sürece ABD’nin çıkarları doğrultusunda katılmak zorunda kalmıştır.Çünkü içerde süren bir savaş oldukça, ne dışarıdaki Kürtleri ne de uluslararası kamuoyunu ülkedeki demokrasi konusunda ikna etmesi mümkün değildi.

Sebebi ve niyeti ne olursa olsun, bu süreçte Türk devleti ve PKK arasında sağlanan barıştan demokrasi ve insan haklarına saygılı bir ülke yaratmak en temel hedef olarak önümüzde durmaktadır.

– Kürtlerin, Asurilerin, Ermenilerin ve tüm halkların, hanefi mezhebine bağlı sunni bir Türk’ün sahip olduğu bütün haklara sahip olduğu bir Tükiye, hepimizin ortak hedefidir.

– Eşit vatandaşlık haklarının kağıt üzerinde kalmadığı, ülke genelinde, her bölgede, gerçekten uygulandığı bir Türkiye talep ediyoruz.

– Zorunlu olarak köylerini terkeden ve evleri yıkılan insanların yeniden köylerine dönebilmesi için her türlü maddi ve manevi desteğin verilmesi.

– Türkiye de yaşayan halkımızın ve diğer halkların her türlü hakları anayasal güvenceye alınmalıdır.

– Kürt halkının yanı sıra halkımıza da çok büyük zarar veren koruculuğun derhal lağvedilmesi

– Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması

– Sayın Abdullah Öcalan dahil tüm siyasi tutsakların serbest bırakılması ve yurt dışında bulunan siyasilerin yasağının kaldırılması

Çözüm süreci başarıya ulaşırsa, Kürtlerle Asuriler arasında bazı yerleşim alanlarında muhtelif arazi, ev, köy sınırları vb. şeylerin mutlaka çözüme kavuşturulması gerekir. Bunların içinde en önemlisi, Bagok dağında bulunan Mor Evgin Manastırı’nın arazi sorunudur. Bu tür sorunlarda Kürt Özgürlük Hareketi’nin sergileyeceĝi tavır çok çok önemlidr. Bu, çokağır haksızlıklara uğramış Asuri halkının güvenini kazanmak ve onları yeniden ülkeye çekmek için önemli bir sınav olacaktır.

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

  • Shemsho Dergisi, Hollanda
  • Siyasi Kültürümüzde Zulüm ve İşkence (Taner akçam) İletişim Yayınları
  • Hujodo Dergisi, İsveç
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.