Düşünce ve Kuram Dergisi

Devletlerarası Komplo Üzerine…

Hatip Dicle

Abdullah Öcalan’a yönelik Devletlerarası Komplo’nun 24. yılına girmiş bulunuyoruz. Öcalan’ın rehin alındığı 15 Şubat 1999 günü, Kürt halkı tarafından “Kara Gün” (Roja Reş) olarak adlandırıldı. Her yıl bugün, özgür Kürdün yüreğinin kanadığı gün oldu. Sayın Öcalan’ın fiziki özgürlüğünün sağlanıp, komplonun tamamen boşa çıkarılması başarılmadan, özgür Kürdün yüreğindeki bu açık yara, hep kan sızdırmaya devam edecektir. 15 Şubat Devletlerarası Komplosu’nu değerlendirmeden önce, devlet ve komploculuk olgusunu tarihsel boyutu içinde kısaca irdelemek, maksadımızı ortaya koyma açısından önem arzetmektedir.

 

Gılgameş Destanı Devletin Doğuş Öyküsüdür

Devlet, esas olarak kurumlaşarak süreklilik kazanan otoritedir. Ancak soyut bir kurum değildir. Baskı ve sömürü araçlarının hakimiyetini ele geçirenlerin ortak örgütlenmesidir. Bir başka deyişle, devlet formu esas olarak, baskıcı ve sömürgen grup ve sınıfların yaşam formudur. Öyle oluşturulmuştur. 20.yüzyılda Irak’ın güneyinde yapılan arkeolojik kazılar ve bilimsel çalışmaların sonucuna göre; tarihin ünlü sitesi, Tanrıça İnanna’nın koruyucusu olduğu URUK, M.Ö 3200’lerde ilk devlet olarak ortaya çıkmaktadır. Zaten Gılgameş destanında yansıtılan öykü de, krallığın dolayısıyla devletin doğuş öyküsüdür. Bu öyküde, büyük tapınak kültürünün etrafında hem şehir, hem devlet kurumunun iç içe doğuşunu görmekteyiz.

Beşbin yıl önce Sümerlerden yola çıkan ve adına devlet denen bu olgu, kar topu gibi giderek büyüdü. Sümer ve Mısır tanrı kralları, ölümlerinde binlerce kadın ve erkek hizmetçiyi, sonraki yaşamlarında da kendilerine hizmet etsinler diye diri diri kendileriyle birlikte gömdüler. Köleliğe karşı çıkan her klan, kabile gibi sosyal yapıları imha etmeyi, temel bir siyaset olarak bellediler. İnsan kellelerinden kaleler ve surlar ördüler. Kadınların kafese tıkılmasını sağladılar. Efendiler için asla kıtlık düşünülmezken, diğer tüm gruplar sürekli hastalık ve açlıktan kırıldılar. Eğlencelerin bile insanların öldürülmesine dayalı törenleri esas aldılar. İşte ilk devlet formu olarak köleci devletin böyle biçimlendirildiği, insanlığın toplumsal hafızasındadır. İstisnasız o dönemden beri ortaya çıkan her devlet çeşidi, bu genel tablonun gereklerini yapmayı kendi politik ve askeri sanatlarının gereği saydılar.

Şüphesiz ki kutsal kitap, devlet olgusuna “Leviathan” derken, tüm bunları dikkate alarak, doğru bir tanımlama yaptı. Yani devleti “canavar” olarak niteledi. Ancak köleci uygarlık merkezlerine karşı, kabile ve kavimlerin direnişi; Hıristiyanlık, Manizm ve İslam başta olmak üzere ağırlıklı olarak özgürlüğe koşanlara dayanan dinsel akımlar, köleci toplum sisteminin dibini oydu. Mesela Hazreti İsa’nın diğer adı ‘Mesih-Kurtarıcı’ dır. Mani’nin kendisi tam bir barış havarisidir. İslamiyet kelime olarak ‘barışa teslim’ anlamına gelmektedir. Sistemin çözülüşünde rol oynayan temel talepler hep barış ve kurtuluş olmaktadır. Ne var ki ortaya çıkan yeni devlet formları, Sümer icadı Rahip Devlet kalıbını aşamadı.

Feodal devletin siyasi ve askeri kurumlaşması da, benzer bir olgunluk sürecini temsil etmiştir. Bu dönemde devlet, tanrının en kutsal varlığı olarak tanımlanmıştır. Hegel 19. yüzyılda “devlet tanrının yeryüzündeki cisimleşmiş halidir” derken, bu gerçeği daha açık dile getirmektedir. Bu nedenle kişisel tanrı krallardan iyice kopup soyutlaşan ve güçlü bir merkezi yapıya kavuşan devlet kavramı ile, çok tanrıdan tekleşen ve güçlü bir merkezi konum kazanan tek tanrılı din anlayışları arasında sıkı bir bağlılık vardır. Ayrıca bu dönemde savaşlar, bir üretim biçimi olarak düşünülmektedir. Fetihler çok önemli kazanç kaynaklarıdır. Hatta en güçlü devlet, en iyi savaşan ve fetheden devlettir.

Her baskıcı ve sömürücü toplumsal sistemde olduğu gibi, kapitalizmin doğuşu da devletsiz olmaz. Kapitalist sistemde devleti topluma, toplumu devlete taşımak temel işlevdir. Toplumun kendisi bile devletin kılınmıştır. Devlet, en görünmez tanrı gibi toplumun başına çökmüştür. “Paranın sökemeyeceği bir değer, elde edemeyeceği bir güç yoktur” deyimi, bu çağın en gözde sloganıdır. Kapitalist modernite dönemindeki ulus-devlet, eski çağlardan kalma rahip, hanedan ve dini devlet adlandırmalarının çağdaş biçimidir. Bu aşamada milliyetçi ideoloji, ulus olgusu ile bağlantısı nedeniyle hızlı gelişme gösterir.

Devlet iktidarının en zirvesine 2. Dünya Savaşı’nda ulaşan milliyetçilik çağı, yol açtığı yıkımla, kapitalizmin genel krizinin de başlangıcı oldu. Sonuçta milliyetçilikle insanlığın bir arada yürüyemeyeceği anlaşıldı. Zaten sürdürülemezlik, kriz demektir. İnsanlığın yaşadığı da budur.

Kapitalizmin 1970’lerde içine girdiği süreç ise kaostur. Ne tür yenilikler ve farklılıkların çıkacağını, verilecek mücadelenin niteliği ve gücü belirleyecektir. Nitekim köklü yeni arayışlar, ancak bu tür ortamlarda boy verir. Kapitalist iktidarın emperyalizm ve ulusal, sınıfsal baskı sistemi, dünyanın tümünü kapsayacak büyüklüğe, tarihte ilk defa ulaşır. İşgal edilmedik yer kalmamıştır. 19. yüzyılın sonlarında, işte bu gerçeklik yaşanır. Ulusal, sınıfsal, etnik, dini, cinsi temelde tahakküm, eritme ve hatta jenosid, tarihte en yaygın aşamaya ulaşır. Başka bir deyişle, insanların en çok birbirlerinin kurdu olduğu çağdır. İmparatorluk pratiği açısından da bakıldığında, ABD ile sonul bir aşamaya gelinmiştir. Yani son imparatorluk çağındayız.

Konunun ilginç yanı, tarihte ilk imparatorluk olarak Akad’ların doğduğu bu alanda, son imparator ABD çatışma halinde bulunmaktadır. Biliyoruz ki imparatorluk gerçeğinde tam bağımsız devlet, ulus, toplum olma anlayışına yer yoktur. Egemen realite, hakim imparatorluk çerçevesinde bağımlılıktır. Hegemon güçten tam bağımsızlık, milliyetçiliğin bir toplumu etkileme politik iddiası ve oyunudur. Zaten hegemon demek, en güçlü zihniyet, iktidar, sosyal ve ekonomik yapıyla askeri güce, bilim ve tekniğe sahip olmak demektir. ABD’nin varlığı bu tanıma denk düştüğü için, günümüzün birincil hegemon gücüdür. Ama kapitalist sistemin tüm krizinin de, en sorunlu taraflarından başta gelenidir.

Rusya, Sovyetler yenilgisini stratejik olarak kabul etmiş, ABD yardımıyla ilerlemeyi, yeni politika olarak benimsemiş durumdadır. Ancak aralarında halen birçok çelişki çözüm beklemektedir. Avrupa, sistemin büyük tahribatının özeleştirisi sürecindedir. Velhasılı geriye belalı Ortadoğu kalmaktadır. Toplumun asıl kök hücreleri buradadır. Uygarlığın başlatıcıları ve sürdürücülerinin kökleri de yine buradadır. Er geç evlat baba ocağına dönecek, evdeki hesaplar yeniden görülecektir. ABD’nin oynayacağı bu rol, “Büyük Ortadoğu Projesi” ile, artık uygulama safhasındadır. Giderek yoğunlaşacak ilişki ve çelişkiler, kaostan neyin çıkacağını belirleyecektir. Çelişkilerin kırılma noktaları kaosun yoğunlaştığı alanlardır ki, bu alanlarda yeniliklere rahim görevi ve beşiklik rolü oynayacaklardır. Kürdistan ise sözü edilen bu alanların tam da merkezindedir.

 

Komploculuk

15 Şubat 1999 Devletlerarası Komplosunu değerlendirmeden önce, tarihsel boyutuyla devlet olgusuna özetle dikkat çektikten sonra şimdi de, komploculuk kavramının kısaca irdelenmesine geçebiliriz. Bilindiği üzere komploculuk da tıpkı devlet gibi, bir sınıflı toplum olgusudur. Amacı sömürüye karşı direnme durumundaki toplum güçlerini, ince ve kaba yöntemlerle etkisizleştirmektir. İki yöntem hep kullanılmaktadır: İdeolojik yanıltma ve kaba baskı yöntemleri. Yerine göre biri veya diğeri, daha çok da iki yöntem birlikte uygulanmaktadır. Birçok ilk’te olduğu gibi, ilk büyük komploları yaratan da yine Sümer uygarlığıdır. Devlet olgusunu da biçimlendiren Sümer rahiplerinin tapınakta başarmaya çalıştıkları en önemli iş, sömürü sisteminin insanlığa nasıl en iyi düzen olarak kabul ettirileceğine dairdir. Bunu sağlamak için Sümer rahiplerinin yarattıkları mitoloji, bu yönde belki de insanlığın başına örülen en büyük komplodur. Sümer tapınağı Ziggurat, bu anlamda ilk komplo karargahı olarak değerlendirmek yerindedir. Burada gerçekleştirilen komplonun en önemli bir parçası da kadın cinsinin düşürülmesidir. Musakkatin denilen genelevin, tarihte ilk defa, günümüzün güney Irak’ında bulunan Nippur şehrinde gerçekleştiği bilinmektedir. Buralar artık tüm toplumun kirletildiği bir batakhane rolünü oynamaktadır.

Sümer komploculuğunun dışa yönelik ilk uygulaması ise, “KURTİ” (Sümer dilinde “Dağlı”) diye adlandırdıkları Kürt etnik gruplarına karşı yapılmıştır. İnsanlığın ilk yazılı destanı olan Uruk Kralı Gılgameş destanında bu olay çok çarpıcı bir biçimde anlatılmaktadır. Kentin orman kerestesi ihtiyacını karşılamak için Kurti’lerden Enkidu, işbirlikçi olarak düşürülmüş ve onun yardımıyla Kurti’lerin aşiret şefi Huvava öldürülmüştür. Yine kahraman Hektor’un komployla öldürülerek Troya’nın düşürülmesi, İlyada destanının konusu olmuştur. Hurri-Mitani devletinin düşürülüşünde işbirlikçi Prens Matizawa’nın; Med hanedanının düşürülüşünde ise Persli yeğen Kuros’un başrolü oynaması, tarihin ibretlik sayfalarındandır.

Kral Julius Sezar’ın komployla saray içinde öldürülmesinde de, yine yeğen Brutus’un rolü belirleyicidir. Bu örneklerden de anlaşılıyor ki iktidar, devlet ve komplo, birbirine çok bağımlıdır. Mesela Sezar komplosu daha sonra zincirleme olarak, birçok kral ve imparatorun başına gelecektir. Yine Hz. İsa’yı ele veren onikinci havari Yehuda İskaryot’tur. Tarihte bu tür komplolar, sömürü toplumunun yapısına bağlı bir iktidar mekanizması olarak işlenmektedir. Örnek olarak İslamiyette Muaviye dönemi, hayli ibret vericidir. İç savaşta yenilgiye doğru gittiğini anlayınca, Kur’an sayfalarını mızrağın ucuna taktırarak savaşı durdurmuş, ama sonradan tüm Ehli-Beyt’in azgın katliamcısı olmuştur. Belki de hiç bir dinin tarihinde, İslamiyette olduğu kadar komplo yoktur. Bilindiği gibi dört halifeden üçü, komployla katledilmiştir. Hepsi de iktidar olgusuyla yakından bağlantılıdır. Yine Oniki İmamların başına gelenlerin çoğu komplodur. Hatta takiyecilik kavram olarak komploculuğun ta kendisidir. Kapitalizmde komploculuk daha ince yöntemlerle uygulanmaktadır. Hatta faşizm en gelişmiş komploculuktur. Hitler 2. Dünya Savaşı’na hazırlandığında, tümüyle komplo yöntemlerine başvurmuştur. İdeolojik yanıltma ve kaba baskı yöntemlerini iç içe kullanmıştır. İktidara gelişinde ve savaşı başlatışında temel yöntem hep komplolar biçiminde gelişmiştir. İçte toplumu aldatmak, dışta yayılmacılığı örtbas etmek için, milliyetçi komplo silahına sarılmıştır.

Kapitalizmin ulus-devlet ve milliyetçilik ideolojisinin Ortadoğu’yu etkilemesiyle, Kürt halkı tarihin en derin komploları ile karşı karşıya kaldı. Kapitalizm dönemi, Kürt halkı açısından felaketler çağı oldu. Son iki yüzyılda kendini milliyetçi komplonun tuzaklarıyla çevrili buldu. En dıştan İngiliz, Fransız ve Alman milliyetçilikleri ile, bunların işbirlikçileri olan Türk, Arap ve Fars milliyetçilikleri yetmiyormuş gibi, kendi içinde de Ermeni, Asuri ve kendi ilkel milliyetçilerinin yarattığı devasa sorunlarla karşılaştı. Güney’de Süleymaniyeli Babanzade isyanından (1806), 1937-1938 Dersim direnişine kadar ardı arkası kesilmeyen plansız, ulusal birlikten yoksun ve örgütsüz ayaklanmalar, Kürt halkına çok pahalıya mal oldu. Bu dönemde Ermeniler büyük bir soykırıma uğradı. Yine tarihin en kadim halklarından olan Asuriler’in kaderi de aynı oldu. Rumlar üç bin yıllık yerleşimleri olan Anadolu topraklarından çıkarıldı. Kürtler ise mecburi iskanlar, büyük katliamlar ve kültürel soykırımlar yaşadı. Özellikle İttihat Terakki milliyetçiliği, Ortadoğu halklarının milyonlarca evladını savaşlarda kırarak, bölgedeki en ağır yıkımların sorumlusu oldu. Dönemin hegemon güçleri, 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Kürt halkının hiçbir ulusal hakkını ve siyasi statüsünü güvenceye almadan, kendilerine karşı savaşan Kürt halkından intikam alırcasına, ülkeleri Kürdistan’ı iradeleri dışında dört devlet arasında paylaştı. Kürt halkı her dört parçada da inkar, imha ve kültürel soykırım sürecine tabi tutuldu. Kadim Kürt halkı açısından değerlendirildiğinde, bundan daha derin bir komplo olabilir miydi? Hatta iki yüz yıllık tüm tablo göz önüne alındığında, Ortadoğu halklarına yönelik bundan daha büyük bir komplo planlanabilir miydi?

1940-1975 yılları arasındaki dönemde ise emperyalizm, yükselen reel sosyalist işbirlikçi partiler ve radikal sol milliyetçi akımlardan çekindiği için, Kürt potansiyelinin kontrolünü KDP adlı partilere vermeyi, çıkarları için daha uygun buldu. Kendilerinden hesap soracak devrimci halk önderliğinden yoksun bırakmak da, bu komplocu yaklaşımın en önemli amaçlarından biriydi. Nitekim İran Kürtlerinin devrimci önderi Süleyman Muini, Türkiye Kürtlerinin devrimci sol önderi Dr. Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şıvan) ve çok sayıda devrimci militan, asrın Enkiduları olan Barzaniler öncülüğünde gelişen komplolarla katledildi.

1973’ten günümüze kadar olan süreç ise PKK ve özgürlüğün şafak vakti oldu. Çok rahatlıkla denilebilir ki hiç bir toplumsal hareket, PKK kadar içinden ve dışından ihanet ve komplolara uğramadı. Hegemon güçler, tarihte ilk defa Kürt halkının kontrolünü elden kaçırdıklarını gördüklerinden dolayı, dünya çapında büyük politik komplolara girişti. Çünkü PKK’de öz itibariyle, hep bir köşesinde saklı ve sağlam tutulmak istenen bir insanlık iddiası vardı. Kürt gerçeği eğer yaşatılacaksa, bu mutlaka kapsamlı yeni ve özgür insan olarak kendini yenilemekle mümkün olacaktı. Zira Kürt denilen olguda insan, egemen ve sömürücü sınıf temelinde düşürülmenin en dip noktasındaydı. Bu nedenle, ya özgür insan ve halk olarak yaşam yoluna girilecek, ya da yok olmayla tanışacaktı. İkilem bu kadar keskindi. PKK’nin doğuşundan itibaren hedeflediği özgür Kürdü yaratma mücadelesi, hegemon güçlerin büyük korkularının kaynağıydı. Aynı zamanda bu yıllar dünya çapında halkların özgürlük mücadelesinin doruğa çıktığı bir dönemdi. Ezilip de baş kaldırmamak, özgürlük şansını denememek, insanlığa ihanetle eş tutulmaktaydı. Öcalan öncülüğünde, işte bu anlayışla yola çıkan grubun, dürüst, fedakar ve Karadenizli Türk üyesi Haki Karer, 1977 ‘de komployla katledildi. Bu belki gruba yönelik ilk komploydu; ama kesinlikle son olmayacaktı. 1978’ de Halil Çavgun komplosu da yine grubu dağıtmaya yönelikti. O dönemde PKK’ye yönelik olarak gerçekleştirilen yaygın cinayetlerin arkasında da, KUK’u yönlendiren KDP vardı. Komploculuğun bu ilk silahlı hamleleri boşa çıkarıldıktan sonra, resmen PKK ilanına gidildi. Nitekim 12 Eylül 1980 darbesi ve askeri diktatörlük rejiminin, en önemli hedeflerinden biri de PKK’nin tümüyle tasfiyesiydi. Bu dönemde Mazlum Doğan, Hayri Durmuş, Kemal Pir ve Ferhat Kurtay gibi partinin önder kadrolarının Amed zindanındaki destansı direniş ve şehadetleri, 15 Ağustos 1984 atılımına belirleyici bir etki yaptı. Tıpkı Haki Karer’in anısına bağlılık, nasıl PKK’nin ilanına götürdüyse; Amed Zindan Direnişi’nin anısına bağlılık da, 15 Ağustos hamlesine götürdü. Aslında bu her iki komplonun, özgürlük mücadelesi tarihi üzerinde, nasıl bir etkide bulunduğuna dair bu çarpıcı örnekler, oldukça öğreticidir. Sonuç olarak PKK’nin bastırılamaması, Ortadoğu ve Kürdistan üzerinde ABD ve önde gelen Avrupa devletlerini, PKK’ye karşı tavır almaya götürdü. Hiç şüphe yok ki, bu devletlerin temel kaygıları da Öcalan öncülüğünde özgür bir Kürt iradesinin ortaya çıkması ve Kürt halkının özgür kimliğinden duyulan korkuydu. Nitekim 1986 yılında gerçekleşen İsveç Başbakanı Olof Palme cinayetinin PKK üzerine yıkılmak istenmesinin, devletlerarası bir komplo olduğu, günümüzde artık tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.

Daha sonraki yıllarda, özellikle gerilla içindeki çeteleşme ve devletten kaynaklanan kontrgerilla faaliyetleri, PKK açısından büyük olumsuzluklara yol açmıştır. Özellikle 1993-1994 yıllarındaki köy boşaltma ve faili devlet olan 17 bin cinayetle, Kürdistan insansızlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu dönem, Kürt halkına karşı vahşice yöneltilen, en alçak komplo dönemlerinden biridir. Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için, PKK’nin tek taraflı olarak ilan ettiği 1993-1995-1998 ateşkesleri, çözümsüzlük üzerine politika geliştiren NATO Gladyosu’na bağlı devlet klikleri tarafından boşa çıkarılmıştır. Öcalan’a yönelik en önemli komplo suikasti, 6 Mayıs 1996’da Şam’da bulunduğu evin yakınında yarım ton patlayıcı yüklü bir aracın patlatılmasıdır. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in, örtülü ödenekten 50 milyon dolarla finanse ettiği bu komplo, oldukça boyutludur. Bunun Türk kontrgerillasının bir eylemi olduğu, daha sonra net olarak ortaya çıkmıştır.

Öcalan’ın 9 Ekim 1998 günü Suriye’den çıkıp Avrupa’ya yönelmek durumunda kalması sürecini irdelemeden önce, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden hemen sonra Kürdistan’daki gelişmelere, Kürtlerde ortaya çıkan dinamiklere ve bunun devlet içinde doğurduğu klikleşmelere, kısaca bir göz atmak gerekmektedir. Hiç şüphesiz ki 12 Eylül askeri faşist diktatörlük yönetimi, Kürt halkında gelişmekte olan ulusal kurtuluş hareketini boğmayı birincil hedefi olarak görüyordu. Bu amaçla Kürdistan halkı üzerinde çok kapsamlı bir devlet terörü estirdi. O döneme bizzat tanık ve mağdur olan insanlardanız. Kürt köylerinde silah arama bahanesiyle, halka her türlü kötü muamele ve işkence yapıldı. Amed cezaevinde, tarih boyunca çok az rastlanan insanlık dışı baskılar ve onur kırıcı işkenceler yaşandı. Kürdistan baştan başa, büyük bir ulusal zulüm altındaydı. Bu devlet terörüne karşı, hapishanelerden başlayıp, daha sonra 1984’te gerillanın harekete geçmesiyle, Kürdistan’da büyük bir direniş baş gösterdi. Bu toplumsal dinamik çok önemli ve umut vericiydi. Ancak devlet yetkilileri, bunu diğer Kürt ayaklanmaları ile kıyaslayarak, kendi deyimleriyle “29. Kürt İsyanı”nın çok kısa zamanda ezileceğini ilan ettiler. “Biz bu üç-beş çapulcuyu çok kısa zamanda bitireceğiz !” dediler. Ama öyle olmadı… Mücadele gün geçtikçe gelişti, büyüdü.

1988 yılına gelindiğinde, yani gerilla direnişinin dördüncü yılında, ikinci bir toplumsal dinamik daha mücadele alanına çıktı. Botan Bölgesi başta olmak üzere köy ve ilçelerde başlayan halk serhıldanları, yeni bir toplumsal dinamik olarak devreye girdi. 1990 yılına gelindiğinde Halkın Emek Partisi(HEP) kuruldu. 20 Ekim 1991 Genel Seçimleri’nde Kürdistan halkının büyük desteğiyle parlamentoda, Kürt kimliğini öne çıkaran bir milletvekili grubu oluştu. 1920 yılındaki Birinci Meclis’ten sonra ilk defa Kürtler kendi kimlikleriyle parlamentoda temsil edildi. Kuşkusuz ki üçüncü bir dinamiğin daha devreye girişi, Kürt halkının özgürlük mücadelesi açısından önem arz etmekteydi. Kuzey Kürdistan’da bu gelişmeler olurken, Güney parçasında 1992 yılında parlamento seçimlerinin yapılması ve federe devlet oluşum sürecinin başlaması, Türk devleti bünyesinde yoğun bir tartışmayı başlattı. İşte tüm bu dinamikler, devlet içinde iki farklı politik çizginin ortaya çıkışını sağladı. Bunlardan birisi artık Kürt sorununun şiddet yöntemleriyle çözülemeyeceğine kanaat getiren Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis öncülüğündeki barışçıl çözüm arayışıydı. Sayın Öcalan bu gelişmeleri önemsedi. Bu kanadın elini güçlendirmek amacıyla, 17 Mart 1993’te tek taraflı ateşkes ilan ederek, sürece karşılık verdi. Ama sonuçta hem Özal, hem de Orgeneral Eşref Bitlis, Ordu içindeki NATO Gladyosu tarafından tasfiye edildi. Bu komplonun başını ise dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş çekiyordu. Bu tasfiyelerden hemen sonra Kürdistan’a yönelik büyük bir imha harekatı başlatıldı. İki yıl içinde beş bine yakın Kürt köyü yakılarak boşaltıldı; 17 bin faili devlet olan siyasi cinayet işlendi.

Aralık 1995’te yapılan genel seçimler öncesinde Öcalan bir kez daha tek taraflı ateşkes ilan etti. Ne var ki bu barışçıl hamle de, yine Türk kontrgerillası tarafından, Şam’da Öcalan’a yönelik 1996 yılındaki suikast girişimiyle boşa çıkarıldı. O süreçte, 3 Kasım 1996 günü Susurluk’ta yaşanan bir trafik kazası, devletin nasıl çeteleştiğini ve kirlendiğini açığa çıkardı. Bu fırsatı değerlendirmek için, PKK ile tekrar dolaylı iletişime geçen, Ordu içindeki siyasi çözümden yana kanadın talebiyle, Öcalan 1 Eylül 1998’den itibaren bir kez daha tek taraflı ateşkes ilan etti. Ama ateşkes sürecini sağlamaya çalışan Ordu içi ekip, kontrolü eline almayı başaramadı. Soykırımcı, NATO Gladyosu ile irtibatlı kanat, gücü tekrar kontrolüne aldı. Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Hatay sınırına gidip Suriye’yi tehdit etti. Mesajı açıktı: “PKK lideri ya Türkiye’ye teslim edilecek veya sınırdışı ediecekti.” Aksi takdirde Suriye’ye saldırı kaçınılmazdı.

NATO o dönemde Doğu Akdeniz’e büyük bir savaş gemileri yığınağı yapmıştı.Öcalan’ın Suriye’den ayrılmaması durumunda, İsrail’in güneyden, Türkiye’nin kuzeyden bir sandviç harekatı başlatarak, Hafız Esad yönetimini tasfiye etme olasılığı çok güçlenmişti. Tam da o kritik günlerde Washington’da ABD Dışişleri Bakanı M. Albright KDP ve YNK’yi bir araya getirerek, Güney Kürdistan’da yeni bir süreç başlatmıştı. Bu amaçla 17 Eylül 1998’de imzalanan Washington Mutabakatı’nın bir maddesi de, “KDP ve YNK’nin birlikte, PKK’yi Güney Kürdistan’dan çıkarması” idi. Tüm bu hızlı gelişmeler, Öcalan’ın Suriye’den ayrılmasını gerektiriyordu. Dağa gitmeyi tercih etmedi. Çünkü bu adım savaşın daha da boyutlanması demekti. Barışçıl çözüm arayışı için 9 Ekim 1998 günü uçakla Avrupa’ya çıkışının özünde de bu düşünce vardı. O dönemde Yunanistan Parlamentosu’nda yüz civarında milletvekili, imzalarıyla Öcalan’ı Atina’ya davet etmişti. Ne var ki dostların yaklaşımına güvenerek havaalanına inen Öcalan’ı milletvekilleri değil, soğuk bir tavırla Yunanistan İstihbaratı şefleri karşılamıştı. Böylece dört ay sürecek olan hainane takip ve kuşatma başlamış ve başını ABD’nin çektiği devletlerarası komplo süreci yeni bir aşamaya girmişti.

 

Komplunun Boşa Çıkarılması

Sayın Öcalan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine sunduğu savunmasında bu dört aylık komplo sürecine detaylarıyla yer vermektedir. Yunanistan’ın komplo sürecindeki rolünü değerlendirirken şöyle demektedir:

“Yunanistan’ın 15 Şubat komplosundaki rolü, esas olarak dostluğu kullanan hain işbirlikçilik biçimindedir. Bizzat planlayan ve uygulayan değil, daha çok taşerondur. Bu taşeronluk karşısında Kıbrıs ve Ege konusunda taviz beklediği açıktır. Nitekim sonraki gelişmelerde bu husus fazlasıyla açıklığa kavuşmuştur. Bizzat teslim etme emrini verenin Başkan Clinton olduğu, özel temsilcisi Blinken tarafından basına açıklanmıştır. Bunun arkasında ise İsrail’in olduğu kesindir. İsrail sağının savaş yanlısı aşırı uç kesiminin Türkiye’ye verdiği sözle bağlantısı güçlüdür. İsrail Ortadoğu’nun stratejik dengesinde Türkiye’yi yanında tutmak için, komplonun gerçekleştirilmesinde baş aktör durumundadır. Koordinasyonun temelleri ise Londra’da atılmıştır.”

İngilizlerin bu rolünde, Öcalan’ın izole edilerek Kürtleri ve PKK’yi kontrollerine almanın hesabı çok güçlüdür. Avrupa bu nedenle Öcalan’ın tasfiye edilmesini, çıkarlarına uygun bulmuştur. Öz olarak Avrupa, kapitalizmin son iki yüzyıllık Kürt politikasına özünde bağlı kalmıştır. Bu politikanın temelinde de, başta Türkler olmak üzere İran ve Arapları kendine bağlı kılmakta, Kürtleri bir tehdit aracı olarak kullanma yatmaktadır. Çözüm için biraz destek verselerdi, örneğin Kosova ve Makedonya’da gösterdikleri yaklaşımı Kürtler için de ısrarla sergileselerdi, sorunlar hal yoluna gidebilirdi. Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözümün önü açılabilirdi. Ancak bu özlü tavır yerine Sayın Öcalan’ın deyimiyle, Avrupa’nın üç başkenti (Atina, Moskova, Roma) ve Kenya’da çarmıha gererek çivileme gerçekleştirilmiştir.

Bu kapsamda ilk çivi Atina’da çakılmıştır. Kıbrıs ve Ege’de bazı tavizler karşılığında, bir hediye paketi gibi Türk hükümetine sunma ihanetinin, tarihte eşi görülmemiş bir örneğini sergilemiştir. Mültecilik hukuku gereği yapılan iltica başvurusunu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hükümlerini hukuk suçu işleyerek çiğnemiştir.

İkinci çivi Moskova’da çakılmıştır. DUMA’nın bire karşı 298 oyla kabul ettiği siyasi iltica talebini göz ardı ederek, hiçbir insani ve ahlaki kaygı taşımadığını göstermiştir. Türkiye’nin bir rüşvet olarak sunduğu Mavi Akım Projesi ve IMF’nin 10 milyar dolarlık kredisi karşılığında, hukuku ve onuru en kaba bir tarzda çiğnemiştir.

Üçüncü çivi Başkent Roma’da, Papa’nın gözleri önünde çakılmıştır. İtalya’daki sol hükümetin Başbakanı D’Alema’nın “Uluslararası Kürt Konferansı” düzenleme tasarısı ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya başta olmak üzere uluslararası hegemon güçlerin itirazıyla sonuçsuz kalmıştır. NATO Avrupa hava sahasını kapatarak Öcalan’a bir metrekare dahi yer tanınmayacağını pratikleştirmiştir. Oysa Öcalan henüz adını bile kabul ettirememiş, hiç bir insani hakkı tanınmayan, tarihin en eski halklarından biri olan Kürt halkının varlığını ve özgürlük istemlerini dillendirmek için Avrupa’daydı. Roma İstinaf Mahkemesi, iltica hakkını kabul etmişti. Ancak bu hakka da hiç saygı gösterilmedi. Avrupa’nın siyasi ve hukuki değerleri, bir kez daha çiğnendi.

Çarmıha dördüncü çivi ise, Yunanistan devletinin Güney Afrika Cumhuriyeti’ne götürülme vaadiyle Kenya’ya indirildiği Naoribe’de çakıldı. Burada CIA elemanları tarafından Türk Özel Kuvvetlerine teslim edildi. Hiç şüphe yok ki, bu kaçırılma ve teslim edilme operasyonu ABD ve Avrupa devletlerinin ortak iradesiyle gerçekleşti. Amaçları Öcalan’ı Türk devleti eliyle idam ettirmek ve 21. yüzyılı bir Türk-Kürt çatışması yüzyılı haline getirmekti. Devletlerarası komplonun özü buydu. Aslında uygulanan politika, son iki yüzyılın özeti gibiydi. Önce Kürtleri isyana çekip, sonra desteksiz bırakmak ve ardından Türkleri “vurun!..” denecek bir noktaya itmek, bu politikanın özüydü. Diğer bir deyişle, “tavşana kaç, tazıya tut” demekti. Ancak başta Öcalan’ın kaba bir direnişçilikle, Türk düşmanlığı yapmaması, Kürt halkının dört parça Kürdistan’da serhıldana kalkması ve ikiyüze yakın özgürlük savaşı fedailerinin destansı eylemleri, bu hain komplonun hedeflerini boşa çıkardı. Sonradan Sayın Öcalan bu konuda şöyle yazacaktı:

“Komplonun halklarımızın ve Ortadoğu kimliğinin özüne zarar vermemesi için gereken gücü göstermeliydim. Avrupa ve haşarı çocuğu ABD, uygarlık güçleriyle beni alabildiğine horlamıştı. Halkımızı da, PKK’yi de, en insafsız ve saygısız biçimde beni de, son birkaç yüzyıldan beri yaptıkları gibi kendileri çarmıha gerdikleri halde, bunları Türklere mal ediyorlardı. Benim olayım açıktı. Her şeyi ABD, Avrupa ve aşağılık yanaşmaları Yunan egemen kliği hazırladığı halde, cellat rolünü Türklere veriyorlardı. Bu, “böl-yönet” taktiği ve “İti ite kırdırma”nın en vahşi biçimiydi. Türk egemen kliğini kötü kullanıyorlardı. Ne kadar zor da olsa, bu oyunu bozmam, son yüzyılların en soylu davranışı olurdu. Onurlu barış ve gerçekten demokratik uzlaşıyla, halklarımızın birliğine katkıda bulunmak, komploya en etkili cevap olacaktı.”

Öcalan İmralı’da bulunduğu 24 yılda, bu stratejik çizgisini, tüm hukuksuzluklara rağmen ısrarla sürdürdü. Tek kişilik hücresinde, bu uzun yıllar boyunca insan-üstü bir çabayla büyük bir irade savaşı ve görkemli bir direniş sergiledi. Bu nedenle dost-düşman herkes bilmelidir ki, Öcalan’ın fiziki özgürlüğü ile Kürt halkının özgürlüğü artık iç içedir. Halkımız açısından bu mücadele, artık bir onur mücadelesine dönüşmüştür.

Her vicdanlı ve özgür insan da kabul eder ki, adil ve onurlu bir barışın yolu da, yine İmralı’dan geçmektedir. Sayın Öcalan’ı yakından takip eden herkes de bilir ki; daha mücadeleye yeni başladığı 1970’li yıllardan itibaren, Kürt halkı ve Türkiye halklarının eşitliği ve ortak mücadelesine yüksek değer biçmiş ve elli yıldır bu ilkeden, asla taviz vermemiştir. Özgürlük mücadelesinin stratejik önderi olarak, neredeyse kangren haline gelmiş olan Kürt sorununun, barışçıl ve demokratik yollardan çözümü için, 1993 yılından beri sabır ve metanet içinde, insanüstü bir çaba sergilemektedir. Bugüne kadar PKK’nin ilan ettiği tüm tek taraflı ateşkes süreçlerinin, komplo günlerindeki Roma deklerasyonunun, Oslo ve İmralı müzakerelerinin mimarı olmuştur.

Günümüz Ortadoğusu kendine özgü bir tarzda, 3. Dünya Savaşı’nın ateşi içindedir. Küreselleşmenin en güçlü hamlelerinden birini yaşayan kapitalist toplum sisteminin genel krizinde Ortadoğu’nun payına düşen yine “kaos” olmuştur. Şüphesiz ki bu yaratıcı “aralıktan” neyin çıkacağını yaşam güçlerinin yeni anlam ve çabaları belirleyecektir. Ortadoğu’daki sorunların detaylı çözümlemesini yapan Öcalan, şiddet ve savaş yöntemlerinin sorunları daha da ağırlaştıracağı konusunda, herkesi uyarmaktadır. Önerisi açık ve nettir:

“Ortadoğu’daki çelişkilerin doğası, askeri yöntemlerden ziyade, daha çok ekonomik ve demokratik yöntemleri gerektirmektedir. Daha az askeri müdahale, daha çok ekonomik ve demokratik destek, eğer Ortadoğuyu kaostan çıkarırsa, önümüzdeki ortalama elli yılın modeli de az çok belirlenmiş olacaktır. Önümüzde bizleri bekleyen, kapitalizmin tek taraflı iradesi döneminin geçtiği, halkların şovenizm ve savaşla yüklü milliyetçiliği aşarak demokratikleşmesini ve barışını dayattığı, kültürel ve yerel gerçekliği ile buluştuğu bir dönem olasılığı güçlüdür. Uygarlığımız sınıf, cins, etnik ve kültürel tahakümlü yapısı yerine; halkların komünal değerlerini tanıyan, cins özgürlüğüne açılmış, etnik ulusal baskıyı aşmış, kültürel dayanışmayı esas almış, tarihi bir aşama olarak ‘küresel demokratik uygarlığa’ dönüşebilir.”

“Eğer Kürtler, ‘nasıl bir kendileri olmak’ sorusuna cevabı, demokratik özde vermeyi başarırlarsa, şüphesiz kaostan başarılı çıkışın öncü güçlerinden olacaklardır. Sadece kendilerinin değil, tüm talihsiz bölge halklarının makus talihini yeneceklerdir. Beş bin yıllık acımasız uygarlık geleneğinin kanlı bilançosuna son verebileceklerdir. Dolayısıyla devlet odaklı olmayan, ama bir kör kaosu da asla uzun süreli yaşam olarak kabul etmeyen, gerçekçi bir ‘demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözüm’ tarzı hayatidir.”

Öcalan’ın böyle bir stratejik çizgi ile İmralı’da geliştirdiği demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü yeni paradigma, Kürdistan sınırlarını aşarak, hem Ortadoğu halklarının, hem de dünyanın tüm ezilenlerinin kurtuluş reçetesi olma yolundadır. Tüm bu nedenlerle, politik ve ideolojik bir önder olarak Öcalan’ın fiziki özgürlüğünün zamanı gelmiştir. Bu amaca ulaşmak için özgürlük kampanyasını, dünyadaki bütün sınırları aşarak, tüm insanlığa malletmek yolunda, etkin bir seferberliğin gerçekleştirilmesi zorunluluk arzetmekte; Kürtler ve dostları için ahlaki ve vicdani bir sorumluluk olmaktadır. Kürdistan’da, Türkiye’de ve dünya çapında yürütülecek örgütlü, kitlesel ve aktif bir sahiplenme, Öcalan’ın fiziki özgürlüğünü mutlaka, ama mutlaka sağlayacaktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.