Düşünce ve Kuram Dergisi

Devrimler, Karşı-Devrimler, Kitle İnisiyatifleri

Sami Özbil

F. Engels’in tarihsel ve teorik çerçevesini çizdiği devlet cihazının ortaya çıkış evresi neredeyse eş zamanlı itiraz, kitle hareketleri ve isyan dalgasını tetikledi. Devlet aynı zamanda doğal hukukun öldürülmesiydi ki itirazlar ona karşı genellikle özgürlük çığlığı ortak paydası etrafında yapılandı. Bu nedenle dönüp tarihe baktığımızda hemen her toplumda, üstelik bütün zamanları kesecek bir çeşitlilikte kitlesel isyan ve direnişlere rastlarız. ‘Durağan diyalektik’ metaforuyla anlamlandırmaya çalıştığımızda geçmişin geçmediği, amaç hâsıl oluncaya dek ‘Kısa çöpün uzun çöpten hakkını alma’ kavgasının süreceği rahatlıkla söylenebilir.

Devrim mücadeleleri tarihinde sıklıkla sözü edilen ve burjuvazi ile proletaryanın feodalizme karşı müşterek çıkarlar etrafında bir araya gelmeleri biçiminde tanımlanan ilişkiyi sona erdiren 1848 Avrupa devrimleri de son iki yüz elli yılın en çok akılda kalan kitle isyanlarından birine işaret eder. En genel anlamıyla burjuva demokrasisi çerçevesinde taleplerle şekillenen ’48 Devrimleri yenilgiye uğradığında kitle hareketlerinde yıllar süren kesinti oluştu. Kitle katılımıyla devrimlerin ilişkisini kuran ancak o esnada böyle bir hareketi tetikleyecek kriz imkânlarının zayıflığını gören Marks ise seneler sürecek mesaisini en esasli teorik eseri “Kapital” hazırlıklarına verdi.

Bununla birlikte dönemin edebiyatında ve kimi felsefecilerin bakış açılarında o devrim girişimleri çeşitli izler bıraktı. Sözgelimi Dostoyevski, Avrupa dışı bir kültüre ve tarihe sahip Rusya’da, ’48 Devrimlerini duyan, oraya meyleden bir gruba dahil olmuştu. Merkezdeki olayların, ikincil önemde olduğu varsayılan çevreye nasıl etkide bulunduğunu gösteren örneklerden biri olan bu durum mücadele deneyimlerinin evrenselleşme ve tarihsel zamanın biriktirerek yol alma eğilimini anlatır. Günümüzün iletişim ve neredeyse ani anina deneyim paylaşma imkânları mücadele alışkanlıklarında köklü değişikliklerini zorunlu kılıyor. Ne hiçbir yeni devrim öncekilerden herhangi birine benzeyebilir ne geçmiş devrim tipleri ilham kaynağı olabilir. Dünyayı okuma biçimleri de köklü değişiklikleri gerektiriyor. Sözgelimi geçmişteki Doğu- Batı, Kuzey- Güney, Merkez- Çevre ayrımından ilham alarak türetilen mücadele biçimleriyle sonuç almak da pek olası görünmüyor. Devrimler çoğu yerde, bir tür ‘imdat freni’ olarak kapitalizmin dizginsiz sömürüsünü engellemişti ancak bütün devrimlerin yenilgisi kapitalizmin bütün biçimlerle oraya girmesine ve dünyanın hemen her yerindeki yoksulun derdini birbirine yaklaştırmaya başladı. Böyle bir atmosferde yerellik, özgünlük, tekillik hallerinin evrensellik lehine konum kaybetmesi, mücadele deneyimlerininse dünya sathinda eş zamanlı moral ya da moralsizlik vesilesine dönmesi kaçınılmazdır.

Devrimlerin yıkıldığı, 20. Yüzyıl tipindeki sosyalizm anlayışlarının prestij kaybettiği ve bu arada kapitalizmin, endüstriyel – teknik gelişim seyrinin zirvesine ulaşarak yolun sonuna vardığı bir evrede, ezilenler dünyasının bütün bileşenleri kendi aralarında eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde ortaklaşma imkânlarına kavuşmuştur. Marks’ın enternasyonal arayışı kitlelerin seferberliği ve siyasete doğrudan katılımının önünü açma amacına bağlıydı ancak bir ölçüde zaman uygun değildi. Politik çevrelerin çıkarları ve kariyerist tutumlar öne çıkınca enternasyonal arayışlarından verim alınamadı. Belli bir siyasal modele angaje olmakla malül sonraki enternasyonal arayışları da akamete uğradı. Sosyalizmin evrensel değerlerinin hala yüksekte olduğu, buna karşın sosyalizm iddialı bütün siyasal arayışlar henüz büyük kitle haraketleriyle iç içe geçemediği şu zaman dilimi paradoksal biçimde eşit katılımlı, çok bileşenli, hiziplerin ve beli soy akımların ideolojik angajmanlarına hapsolmayan gerçek anlamda enternasyonal arayışlarına son derece elverişli.

1848 Devrimlerinin üzerinden çeyrek asır kadar bir süre geçmişken Fransa’da Paris Komünü patlayacaktı. Aynı zaman diliminde Doğu toplumlarında isyanlar vardı, bunlardan bazıları siyasal iktidar değişiklikleriyle de sonuçlandı. Ancak hepsi şu veya bu biçimde kapitalizmle buluşmaya dönüştü. Bu gibi isyan ve devrimler bir tür katalizöre dönüyor ve ilgili ülkelerde kapitalizmin yolunu açıyordu. 1848 devrimleri ve Paris Komünü ise bizzat o merkezlerden birinde meydana gelmesi ve bilhassa ikincisinin sosyalizm idealine yatkın yapısıyla öne çıkmıştı.

Marks, Paris Komünü girişimini zamansız ve yanlış buluyordu. Ona kalırsa Komün ‘Duru gökte çakan şimşek’tir; yağmur yağdıramaz, sonuca ulaşamaz, ezilip dağılır. Ancak Komün girişimi başlar başlamaz direnişin uzun ömürlü olması için bütün gücüyle çabalamıştır. Devlet kanadında neler olup bittiğini ve karşı devrimcilerin planlarını öğrenip Komün yönetimine aktarmaktan geri durmamak bu çabaya dâhildir. O saatten sonra yapılacak bellidir: Direnişi alabildiğine uzatmak ve ağır bir yıkıma dönüşmesini engellemek. Pek çok öngörüsüzlüğüne karşın Komün kitlelerin devlet- tiran baskısı olmadan ortak yönetim- denetim ve karar mekanizmalarını çalıştırması bakımından karşı devrim cephesinde korkuya yol açtı. Savaşa sürülecek güç, sömürülecek kişi ve basit istatistik ifade olan “kitlelerin” kaderlerini değiştirme çabası kapitalistler cephesinden bakınca korkunç bir tehditti. En nihayet, devletler cehenneminde otonom bir vahaydi Komün ve varlığına tahammül edilmeyecekti. Marks’ın devrimin askeri zorla bastırılacağı öngörüsü doğrulandı. Sokaklara çıkan, barikatlar kuran, doğrudan demokrasi modeline yakın siyaset etme biçimleriyle yol alan on binlerce yoksul, açık bir kitle katliamıyla yok edildi ve 72 gün süren 1971 Paris Komünün varlığına son verildi.

Hatırlanacağı gibi Rusya’daki 1905 ve 1917 Şubat/Mart devrimlerinin ikisinde de, ama bu kez birinde olumlu ve diğerinde olumsuz biçimde, kitle faktörü belirgindir. İlki, provokatör olup olmadığı hala tartışmalı olan Papaz Gapon’un peşine takılarak ‘Çar Baba’dan yardım dilemek için Kışlık Saray’ın önüne dua etmeye giden kitleye ateş açılmasıyla tetiklenen çalkantılı süreçtir. İkincisi 1917 Martinda Viborg mahallesinde bir grup yoksul kadının, tam da 8 Mart günü ekmek için sokaklara çıkmasıyla tetiklenmiştir. Yoksul kadınların akıllarında devrim değil ekmek vardır. Ancak Çar despotluğunun saldırganlığı, Çar ile kurulan duygusal bağı darmadağın etti ve olayların karakteri ekmek arayışını getirip devrimle buluşturdu.

Devrim tarihleri, eğer yaşamsal taleperi için sokağa çıkan kitleler orayı terk etmiyorsa ve buna karşın iktidarlar despotlaşıyorsa, en basit günlük taleplerin hızla devrim konusu olabildiğini gösteren örneklerle doludur. Dar kadro gruplarının “devrim” vaat eden sloganlarla veya her şeyi getirip devrime bağlama mantığıyla üretip üretebileceği eylemlerle alınacak yolun kapasitesi kısıtlıdır. Kitleler devreye girip asgari müşterekle davrandığında toplumsal hareket farklı talep sahiplerini içerecek biçimde demokratikleşerek çoğalmaktadır. Ezilenler dünyası içinde herkes herkesin meselesiyle ilgilenmeyi bu gibi eylemli yakınlaşmalarda öğrenir. Dolayısıyla bizzat kendisi okula/akademiye dönen sokak pratiği sayesinde karşılaşan kitleler doğrudan doğruya birbirlerinden öğrenmektedir. Rusya’daki ikinci devrimin somut bir mesele haline gelerek mücadelenin dallanıp budaklanması o şartlar altında gerekleşmiş ve yıl bitmeden, siyasal- toplumsal yanı iç içe geçen devrim zafere ulaşmıştır.

*

Geride kalan yüzyılda faşist akimlar da kitlelere yaslanmayı önemsedi. Kitle mobilizasyon mahareti olmayan iktidarların çıplak zorla despotluklarını sürdürmeleri imkânsızdır. Rıza üretme kapasitesini artırma arayışı faşist akımlarda güçlüdür ve onlar bunu kitlelerin korkularına, tarihteki trajik ya da epik dönemlere atıfla yapmayı benimser. Kendine veya düşmanına kahretme, intikam alma, burnundan getirme ajitasyonu kitlelerin üzerine boca edilir. Bunun adı bir yerde Cermen İmparatorluğunu canlandırma, diğerinde Osmanlıyı ihya, ötekinde ecdada liyakat yemini olur ama benzer psikolojik dinamiklere seslenmek türlü çeşitli faşizmlerin ortak motifidir.

Roma Yürüyüşü ile bilinen B. Mussolini ve Birahane Darbesi ile anılan A. Hitler değil kitle demokrasisini, temsili demokrasinin asgari gereklerini dahi hiçe saydıkları halde kitleleri yıllar yılı kendi amaçları doğrultusunda mobilize etmeyi başarmıştır. Burada sadece inandırılma, kandırılma, manipülasyon değil kitlelerin bambaşka arayışlarla iktidarın uygulamalarına iştirak arzusu vardır. Tuhaf olan detay bu kitle hareketlerinin savaşlarla sarsılıp krizlere boğulan rejimlere karşı alternatif arayışlar bağlamında ortaya çıkmış olmasıydı. Devrime dönüşmeyen kitle mücadeleleri belli bir aşamadan sonra kendi temsilini faşizmde bulabilmiştir.

Bir dönem emekçi soldaki kimi grupların iman ederek beklediğinin aksine zulüm ve yoksulluk şiddetlendikçe kitleler devrim amacıyla harekete geçmemekte, hatta otoriter despotluk şartlarında sinip egemen söylem içinde erime eğilimlerini güçlendirmektedir. Esnek ya da sıkı ancak mutlaka yaygın ilişki ağı ve örgütlenme o beklentinin hayata geçmesinin mecburi ön şartlarından biridir. Devlet güdümlü olan karşı devrimci kitle hareketlerinin belli bir nüfusa yöneltilmesiyle büyük sermaye transferlerinin eş zamanlı olduğunu da itinayla kaydetmek gerekir. Kapitalizmde hiçbir şey “bedava” değildir ve o gibi kitle hareketleri Ermenilere, Yahudilere, Kürt eşrafa ya da inanç gruplarına (örneğin Maraş’ta olduğu gibi Alevilere) yöneldiğinde hedef alınan kitleden sermaye transferi, yani kanuna uydurulmuş biçimlerle sermaye gaspi mutlaktır. Bu gibi konuların pek kurcalanmaması, bazen milyonların müşterek suskunluğuyla geçiştirilmesi tarihsel dönüm noktalarında zulme ortaklık edenlerin zannedilenden fazla olduğuna işaret eder.

Kapitalizmin şu veya bu bunalımının, kendisini devrim saflarında ifade edemeyen ya da türlü nedenlerle devrime yönelmeyen kitlelerde doğrudan faşizme meyletmeyi beraberinde getirmesi detayının üzerinde durmak gerek. Günümüzün faşizmle ülfeti bulunan sağ popülist siyaset tarzinin etkilediği toplumsal kesimlerin aynı zamanda bir devrimin de dayanağını oluşturan kesimler olması dikkat çekici ve fakat bir uçtan diğerine bunca kısa zamanda savrulma hali bireylerin ve çevrelerin iç dünyalarında nelere yol açtığı düşünüldüğünde trajiktir. Kültürel, felsefi ve psikolojik dinamikleri olmakla birlikte bütün bu varolma veya hayatta kalma stratejilerini odağa siyasal özgürlük mücadelesi amacını yerleştirerek tartışmak ihmal edilmiş imkanlardandır.

Baskının ve yoksulluğun devrim arayışlarını tetikleyeceği biçimindeki ezber ve bunun Komintern versiyonlarını boşa düşüren bu kitle eğilimi bize, kitlelerin son derece pratik ve çoğunlukla pragmatik düşündüğünü, ilkelerle hareket etmelerinin beklenemeyeceğini, dolayısıyla kuru vaatlere değil gayet somut, pratik sonuçlarını hemen alabilecekleri modelleri yeğlediklerini anlatır. Nitekim Alman halkı faşizm idaresi altında bir önceki iktidar modelinden daha yüksek refah seviyesinde yaşamıştır. Bu durumlarda damarlara zerk edilen ırkçı milliyetçilik ve devlet güdümlü dincilik kitlelerin iktidarla özdeşleşme kapasitesini artırır ki Almanya örneğinde karşı devrim bileşenleri bunu başarmıştır. Benzerine geleneksel faşizmin yerini alan yeni faşizm modellerinde ve onların çeşitlemesi olarak düşünülebilecek sağ popülist otoriter despotluklarda rastlıyoruz.

Yabancı nefreti üst başlığı bütün faşist akımlarla güncel despotluklarım kesişim alanıdır. Dinsel karşıtlıklar üzerinden nefret üretme siyaseti gerek Avrupa coğrafyasında gerek dahil olduğumuz müslüman coğrafyada iktidarlar tarafından körükleniyor ve günden güne daha fazla insan, üstelik bunlar müşterek yoksullukları, dışlanmışları yaşadığı halde birbirine düşman kesiliyor. Avrupamerkezcilik ve ona karşı üretilen doğumerkezcilik gibi oryantalizm kadar oryantalizmin antitezi oksidentalizm de tehlikeli çıkışsızlıkları kendi bünyelerinde üreterek oralardan el alan, fikir devşiren fanatik akımların önünü açar. Çekiciliğine zaman zaman kimi sol akımların da kapıldığı ve hızla kopyalayıp çoğalttığı bu gibi problemli yaklaşım biçimlerinin maliyeti kuşakların kaybı, zihinlerin kalıplaşması ve hasımlaşma üzerinden kendi konumunu tarif etme sinikliğidir. Stereotip- kalıp tekrarıyla karşıtını tarif etme kolaycılığı hasım sayılan öznenin küçümsenmesi veya gülünçleştirilerek sözünün- eyleminin etki kapasitesinin daraltılmasıyla kalmadığı gibi bizzat üreticilerini benzer bir labirente kapatacaktır.

Devlet olanaklarıyla desteklenerek köpürtülen milliyetçilikler bir başka hasımlaşma aracı kılınarak dünyanın pek çok bölgesindeki yoksullar birbirine düşmanlaştırılıyor. Tartışılan bağlam çerçevesinde din-milliyetçilik üzerinden iktidar perçinlemek kullanışlı ve devlet güdümünde oldukları sürece düpedüz zehirli iki maden yatağıdır. Kolay kazılır, kana çabuk karışır ancak öldürücü etkisi yıllar yılı sürer. Pek çok devlete bu gözle bakıldığında iktidar destekli fanatizmlerin kaldıracı olarak her iki başlığın da öne çıkarıldığını görmek mümkün.

Batı’da salgın halini alan müslüman nefretinin isid gibi güçlü gerekçeleri olmakla birlikte nefretin kökeni müslümanların acılarını, arayışlarını ve öfkelerini istismar ederek zamanla uluslararası kontrgerilla örgütlenmelerine dönüşen işid türevi yapılar ortaya çıkmadan birkaç yüz yıl öncesine dayanır. Zaman zaman Türk imgesine yönelen dışlayıcılığın kaldıracı olarak kullanılan mevcut şeflik sisteminin uygulamaları da en nihayet bir bahanedir. Yanı sıra Türklüğün “düşman öteki”si olarak kodlanan Yunan kimliğine dönük tahkir edici ifadeler iktidarlar sözkonusu olanca kimsenin mağdur ya da temiz olmadığını yeterince anlatır. Ukrayna’dan kaçmak zorunda kalan “sarı saçlı mavi gözlü, uygar” kitleyi Suriye’den kaçan mültecilerle kıyaslarken ikincileri insandan saymadığını açıkça ortaya koyan kendiliğinden faşist tutumlar da rastlantısal değildir. Yeni kitle hareketlerinin aşağıdan, çok bileşenli yapısında potansiyel olarak bulunan eşitlikçi- demokratik imkânlar açığa çıkarılıp işlendikçe tümü gittikçe birbirine benzemeye başlayan tekelci kapitalist iktidarların yatay bölünmeye güvenen adımları karşılıksız kalacak, bir başka enternasyonal bilinç uç verebilecektir.

*

Bir hipotez olarak şu öne sürülebilir: Kapitalizmin ortaya çıkışından 20. Yüzyılın erken dönem devrimlerine kadar kitle inisiyatifleri öne çıktı. Bolşevik parti modeli de en nihayet bu amaca bağlıydı. Böylece türlü devrimler gerçekleşti ya da akim kaldı ancak o arada kapitalist tekeller devlet aygıtlarını güçlendirerek yeni devrimlerin önünü almaya çalıştı. Faşizm modeli de kullanışlı örneklere dönüştürüldü. Güçlenen, kitle isyanlarıyla devrilmeyecek biçimde tahkim edilen devlet yapılarına biçimsel burjuva hukukunun dışına çıkacak iş ve eylemlerde bulunma olanağı sağlandı. Güvenlik devleti modeli hukuksal ölçüleri tümüyle araçsallaştırdı böylece kitleler terörize edildi. O şartlar altında kitle hareketlerinin yerini profesyonel devrimci askeri yapıların eylemleri aldı. Dönemin ihtiyaçlarını karşılama olanağı bulunmayan Bolşevik parti modeli bu grupların işleyişinde fiilen baypas edildi. Bu organizasyonların sonal amacı da kitlelerin sahaya çıkması, devrim süreçlerine en görünür biçimlerde katılmasıydı. Ancak çok daha dolayımlı bir biçimde, yani bu grupların üstlendikleri öncülük görevlerini yerine getirme ön şartından sonra. Karşı devrim cephesinin taktiğinin devrimciler cephesinde ona elverişli araçlarla yanıtlanması mecburiyetti. Zira Bolşevik parti modelini yapılandırırken Lenin zamanın karşı devrim cephesinin adımlarına karşı alternatif bir model oluşturma mantığıyla davranmıştı. Bir önceki evrede Marks’a baktığımızda onun Bolşevik tarzı bir parti arayışını konu dahi etmediğini görebiliriz; şartlar ve arayışlar bir tür diyalektik bütünlükle hareket eder. İkisinde de kitle merkezi konumu işgal etmekle birlikte ikincisinde, kitle katılımının önündeki engellere işaret eden Lenin’in dışarıdan bilinç götürme’ stratejisine işaret etmesi bir zorunluluğu anlatmaktadır

Kitlelerin geriye çekilmesi ve devrim cephesinde de temsili siyasetin öne çıkarak söz alıp iş üretmesi biçimindeki model bugün, yani kapitalizmin varoluş krizinde debelendiği, herhangi bir emperyalist merkezin mutlak hakimiyetinin kalmadığı, kaos ve gerilimin belirleyici hale geldiği zaman diliminde, artık geride kalmaktadır. Arap Baharı denilen ve özü itibariyle halkların onur ve özgürlük isyanı olan kültürel- siyasal devrim dalgası bu hipotezin ayaklarından biridir. Biat ya da kul kültürü diye yaftalanan bir itaatin atfedildiği, siyasal özne olabileceklerine ihtimal verilmeyen, klişelerle tanımlanan Ortadoğu –Kuzey Afrika halkları bu adımla sadece diktatörlüklere karşı çıkmamış aynı zamanda kendi yakın tarihlerine de meydan okumuşlardır. Arap Baharı’ndan sonra hiç kimse ve hiçbir şey ondan öncesine dönmemiş, kazanılmış bir mücadele düzeyi olarak Arap Baharı bilinçlerde sıçrama yaratmıştır.

Eğer simgesel bir başlangıç noktası belirlemek gerekirse Arap Baharı’nın tarihi ilk adımda kapitalizmin başlıca mabetlerinden olan Dünya Ticaret Örgütü’nün 1999’daki Seatle toplantısına karşı isyan- protesto dalgasına kadar geri götürülebilir. 2001 yazında Cenova’da yaşanan enternasyonal katılımlı protestolar da önemli dönüm noktalarında biri olarak ele alınabilir. Yine 2001 Brezilya Porto Alegre sosyal forumu akılda kalıcı, kitle inisiyatifi merkezli işlerdendir. Toplumsal mücadelelerde mutlak tarihler yoktur ve zamanlar iç içe geçer. Buna rağmen kapitalizmin varoluş krizini bir tarihle çerçevelemek gerekirse 2000’lerin başı diyebiliriz. Son yirmi yılda mücadelenin kitlesel biçimlerinin öne çıkışı, bir önceki mücadele evresinde söz alan, ön açan profesyonel silahlı organizasyonların bütün dünyada konum ve etki kaybının bu krizle eş zamanlı oluşu dikkate değerdir. Mücadele bir kez daha form değiştirerek nispi demokrasi modeli yerine doğrudan demokrasi arayışıyla kitleleri öne çıkarmaktadır.

*

Türkiye siyasi coğrafyasının son kırk yılına baktığımızda iş- ekmek arayışıyla sokaklara çıkan, genellikle barışçıl mücadele biçimlerini esas alan kitle hareketleri göze çarpar. Yoksul nüfus, çoğu zaman anayasanın halkçı- emekçi mücadeleyle kazanılmış hakları güvenceleyen maddelerinin emekçi demokratik yorumuna dayalı olan, daha doğrusu yasallık endişesi nedeniyle var olan bağlayıcı metinlere kendi amaçları doğrultusunda anlamlar atfeden davranış çizgisi uyarınca yasaların bu istikamette içeriklendirilmesini isteyegeldi. Zaman geçtikçe radikalleşen, patlamalara dönüşen inisiyatifli kitle atılımları yerine ihtiyatlı davranmak öne çıktı. Bu ihtiyatın nedeni tarihte saklı. Coğrafyamızın kanla bastırılan halk isyan geleneğinin kanlı mirası kapitalizmin şu veya bu evresindeki krizlere maruz kalan nüfusun beklenen ve olağan sayılan tutumlarından belli ölçülerde farklıdır.

Osmanlı tarihi, Fatih (ll. Mehmet) sonrasında süreğen kitle kırım yatağıdır. Bir yandan Alevi halk kesimleri diğer yandan çok bileşenli Celali isyanları ve devamcıları kanla bastırılmış, devlet cihazı durmaksızın güçlendirilmiştir. Bu tarih bilgisi halkta korkuya yol açtığı gibi devrim hareketlerinin de belli bir süre boyunca yalnız yürümeyi göze almasına yol açmıştır. Şüphesiz siyasal iktidarlardaki despotluk dozajı azaldığında kitleler sokakları tuttur. Hatta konu inanç ve milliyet olunca zaman zaman İttihat Terakki’ye ve erken dönem Kemalist uygulamalara, sonunun yenilgi olacağı bilinerek direnilmiştir. Siyasal çerçevesi tepki hareketleri olan isyan girişimlerinin türlü kışkırtmalar yoluyla erken doğuma, idarecilerini birbirine düşürerek güçten düşürmeye yaslanan karşı stratejilerle başa çıkması pek mümkün değildi. Devletin yönetme deneyimi en çok isyan dönemlerinde test edilmiş ve yine o sıralar devletin şiddet tekelini sevk ve idare edenler devletin rotasını çizmeye başlamıştır. but

Her seferinde yeni bir kitle kırımının meydana gelmesiyse toplam nüfusun ezici çoğunluğunda, devletle iyi geçinme pragmatizmini kuvvetlendirmiştir. Cumhuriyetin erken dönemindeki isyanların ardından ortaya çıkan sessizlik evresinin gerisinde Kürt nüfusa karşı özel harp mantığıyla üretine tehcir, kirim ve asimilasyon siyaseti durmaktadır. 1960’lardaki “nispi rahatlık” ardından kitlelerin hızla siyaset sahnesine çıkmasının karşı devrim cenahında ürküntüye yol açması, dönemin komünizme karşı savaş ve teyakkuz pervasızlığıyla iç içe geçişi, sivil faşist grupların türlü provokasyonlarına yol verilmesi gibi adımlar da kitle tederrüdünü beslemiştir. Devletin kutsallığı, anarşinin kötülüğü ve en kötü düzenin bile düzensizlikten iyi olduğu ajitasyonu semeresini vermiş, en geri duygulara seslenen, düzene uymazlarsa başlarına gelecek musibeti haber veren propagandacıları aracılığıyla iktidarların kanlı despotizmi örgütsüzlük şartlarında sonuç almış, öncelikli amacına ulaşmıştır. Dolayısıyla Türkiye’deki siyasal kitle kültürünü, baskı dönemlerinde inancını koruma ama kendini mümkün mertebe gizleme, olağan zamanlarda mutedil istekler etrafında ortaya çıkma biçiminde çerçevelemek mümkündür.

1971 devrimciliği olarak tanımlanan aksiyon odaklı siyasal kopuşun üreticileri de bir önceki dönemin verimi olan siyasal- kültürel ortamda yetişti. 1960’ların sonunda kitle hareketi yönetilemeyecek hal alınca bu gerilim devleti faşizm tedbirine zorladı ki bu reaksiyoner hamlenin adı büyük sermayenin bilhassa desteklediği 12 Mart darbesi oluyordu. Toplum bir kez daha oldukça sert tedbirlerle terbiye edilecekti. Darbecilerin darbeyi temellendirme gerekçesinin ‘toplumsal uyanışın siyasal uyanışı geçmesi’ olması durumu özetlemekteydi. 12 Martla birlikte kitlelerin adeta buhar olup uçması, insanların evlerine kapanması, bahsettiğimiz çerçevede, Türkiye’nin tarihsel hikâyesi düşünüldüğünde olağan davranış çizgisi sayılabilir. Aynı davranış modelinin 12 Eylül ardından geliştirilmesi ve hatta Gezi sonrasında sergilenmesi bunların devamıdır. Kitleler ve itirazları bakidir ancak onların kendilerini kaygısızca ortaya atmalarını beklemek, olmadığında umutsuzluğa kapılmak bir tür sinik apolitizm ve kalıcı yorgunluk işaretidir.

Latin Amerika mücadele deneyimlerinde benzer reflekslere rastlanır. Ne var ki orada ani patlamalar ve kitle şiddet dalgası daha kısa aralıklarla tazelenir; her seferinde yeni yol, yöntem ve söylem üretme çeşitliliğiyle. Bizde çoğu zaman inat ve daha önce yürünüp sonuç alınamamış patikaların zorlanması biçimindeki inatçı/duygusal tutumlar öncü- dar grupların da israrıyla yer yer başlı başına bir tarza dönüşmüştür. İki coğrafyanın özel tarihleri bu gibi farklılıkların sebeplerini anlamamıza yardım eder. Oralarda bizde olduğu türden bir imparatorluk geleneği yoktur. Devletlerinin ömrü en nihayet birkaç yüzyıldan geriye gitmez. Ondan önce nispeten özgür- özerk topluluk yaşamları hâkim formdur. Latin Amerika’da kitlelerin zihin dünyasında ketleyici basınç merkezleri ciddi bir ağırlık oluşturmaz. Genel bir eğilim olarak güçlü devlet /imparatorluk geleneği kitle davranış kültürünü baskılamaktadır. Dolayısıyla aradaki fark niyet ya da cesaret/adanmışlık ile değil siyasal gelenek, nüfus diye andığımız milyonların yeri geldiğinde iktidarlara karşı çetin birer birey olma becerisi, demokratik bilinç ve haklarını talep etme kültürüyle ilgilidir.

1960’lar dünya ölçeğinde değişim arzusu uyandıran 1968 rüzgârına ev sahipliği yaptı. Geleneksel marksist bakış dar bir işçiciliğe yaslandığı için gençliği önemsemediği gibi kimliklerin tanınması türü isteklere uzaktı. Sosyalist solu on yılar boyunca kelepçeleyen dogmatizm işçi hareketleri dışındaki kitle girişimlerini yok saydı, hakir gördü, türlü nitelemelerle yaftaladı, ilişkilenme mecburiyeti duyunca onlara kendi doğrularını dayattı, dikte etmeye kalkıştı. Bugün dönüp baktığımızda kadın ve çevre merkezli hareketlerin ancak ve sadece belli bir kitle gücüne dayandıktan sonra kendilerini emekçi sola kabul ettirebildiğini görürüz. Bu kabul edişte solun genel güçsüzlüğünün etkili olması uygun koşullarda, daha açık ifadesiyle solun oransız biçimde diğer hareketlerden büyümesi veya diğerlerinin iyiden iyiye zayıflaması hallerinde eski çizgiye meyletme beklentisinin payı da bulunur. Oysa yatay düzlemde, bütün katılımcılara açık, eşitlik hukuku temelinde çok sesli kitlesel mücadeleler yerine ortama ve olaya “damgasını vurma” iticiliği, bu gibi tavır sahiplerini dünyanın her yerinde günden güne yalnızlaştırmıştır.

Değinilen yüzeyselliğin doğal sonuçlarından biri, ’68 gençliğinin geleneksel marksizme karşı duyduğu kültürel anksiyetedir. Dönemin silahlı gruplarına bakıldığında esaslı bir marksizm bilgilerinin bulunmadığı daha ilk elde tespit edilebilir. Onlar ruhsuz, işlevsiz, “devletleşmiş” marksizm anlayışına uzak genç nüfustan oluşmaktadır. Türkiye ölçeğinde 1971 devrimciliği olarak tanımlanan ve üç devrimci grupta temsilini bulan siyasal kopuş mecburi miydi, TİP ile daha uzun yol yürümek mümkün müydü, dönemin TIP idarecileri genç devrimcilerin o partide kalmalarına hangi “yaşlı adam kurnazlıkları” ile mani oldu, Kemalist olmayı sosyalistliğin zorunlu ön aşaması sayan Mihri Belli gibi cuntacı isimlerin veya varlığını Sovyetler Birliğine borçlanan kimi TİP idarecilerinin gençlik hareketi üzerinde ne gibi hesapları vardı; bu gibi pek çok detayı tartışmak dönemi anlamak bakımından hala işlevseldir.

Kendileri de bir kitle partisinden gelen, köylü, gençlik ve işçi eylemlerinin içinde yer alan, hatta o kitlelerin bir bölümü tarafından “aziz” addedilen Deniz, Mahir ve İbo kitlelerin devrimdeki rolü üzerine düşündüler. Pek tabii dönemin siyasal basıncını hissederek ve halkın arzuları doğrultusunda. Arzu ile siyasetin ilişkisini doğru kurup kuramadıklarını pratik saha mücadeleleri belirleyecekti. Ancak üçü de bütün yaptıklarının, önünde sonunda kitleleri siyasal alana davet amacına bağlı olduğunun farkındaydı. Denizlerin eylem hattında kitle önceleri alabildiğine pasif bir konuma sabitlense bile askeri faaliyetin toplam sonucu onları mücadeleye sürükleyeceği beklentisi üzerinden inşa ediliyordu. İbo bunun Mao’nun uzun süreli halk savaşı stratejisinin hayata geçirilmesiyle mümkün olduğuna inandı. Mahir’de durum biraz ölçüde farklıydı; Mao’nun stratejisini olduğu gibi tatbik etmek yerine kendine özgü bir terkip elde etmeye çalışmıştır.

Ancak 71 devrimciliği kitlelere yaslanmak yerine kendi özgüçleriyle davranmakta müşterektir. Mesela Mahir bu nedenle İsrail Başkonsolosunun ölümüyle sonuçlanan silahlı eylem anlayışını geliştirmişti: Önce kitlelere güven verilecek, “düşmanın” zayıf olduğu halka somut olarak gösterilecek ve ardından gençlik merkezli kitlesel katılımlarla devrim cephesi yapılandırılacaktı. Kendisi Avrupa’daki kitle mücadele deneyimleri etrafındaki tartışmalardan haberdardır ancak öncelikli olarak dar grup aktivizmine odaklanmak, önünde sonunda kitlelere güvensizliği içerir. Burada Türkiye’de siyasal özgrlük mücadelesi yürüten legal ve illegal organizasyonların tamamında, bunlar birbirlerine karşı olsalar, yer yer birbirlerini tasfiyeye çalışsalar da ortak bir refleksin gösterildiğini tespit etmek gerekir. Hepsi birden kitlelerin “geri” olduğu önyargısını paylaşır. Legal parti merkezli olanlar en geri kitle çizgisini bu nedenle savunurken askeri mücadele biçimini merkeze alanlar kitleler geri olduğu için onları silahlı eylemlerle bilinçlendirip cesaretlendirmek iddiasındadırlar. Kendilerini aydınlanmış gören birinciler ekonomik- sendikal “ekmek” müadelesiyle bilinç artırarak kitlelere istikamet tayin ettiklerine inanırken diğerleri bunu silahlı eylemlerle yaptıklarına inanır. Ancak toplamda genellikle her iki odak es zamanlı olarak zayıflar veya kuvvetlenir. Kitlelere sorma, onlardan öğrenme, dertlerine kulak verme yerine ideolojik sabitelerle girişilen işlerden verim alınamayacağını bu gibi örnekler doğrulamaktadır. Kuşku yok, niyetlerinden bağımsız olarak her iki yönelim, kitlelerle nasıl ilişki kurulacağı sorusuna verilmiş iki yanlış cevaptır.

Mahir’in “Suni Denge” tespiti ve bunu kırmak’ için önerdiği model, örgütü kitlenin yerine ikame etmekle sonuçlanmıştır. Her üç devrimci grubun erken yenilgisinde örgütsel yapının kurucu isimlerinin imha olması kadar, eylem biçimleri sertleştikçe sorunun devrimcilerle devlet arasına sıkışıp kalan hesaplaşma olduğu biçimindeki hegamonik düşüncenin topluma hâkim olması da vardır. Bu kanaati engelleyemedikleri oranda kitlelerin uzağına düştüler. Diğerleri zorlu o zorlu dönemde ağır bedeller isteyen hak mücadelelerinde yer almadıkları için hızla prestij kaybetti. Devrimcilerinse prestiji vardı ama kendileri öldürülmüş, örgütleri dağıtılmıştı ki bunun siyasal karşılığı ihmal edilebilir derecede etkisizlikti. Beş altı yıl sonra nispeten sular durulduğunda kitleler tekrar siyaset sahnesinde yerini alacaktır. 19741980 aralığına rastlayan ikinci dönemin hızla kitleselleşen devrimci grupları Mahir, İbo ve Denizlerin çerçevesini çizdiği yolu bir örnek takip etmek yerine kitleleri gözeten, kitle hareketiyle uyum içinde ilerleyen sosyalist halkçı çizgide davranmaya başlamıştır. Dolayısıyla burada genelikle adı konulmayan makas değişikliği sözkonusuydu ki kitlelerle o sayede buluşuluyordu. Ancak bu defa kimin geçmişe, daha somut olarak Deniz, Mahir ve İbo’nun çizgisine sadık olduğu yollu tartışmalar, polemikler ve gerilimler patladı. Sadakat iddiasını en sert biçimlerde kanıtlamaya çalışanlar kitle desteğini kaybederken o gibi iddialardan uzak duranlar yol aldı. 1970’lerin ikinci yarısında işçici çevrelerin ya da durmaksızın “halk savaşı” çağrısında bulunanların genellikle birkaç şehirle sınırlı lokal hareket formunu aşamaması, buna karşın sosyalizm esinli halkçı çizgiyi türlü biçimlerde canlı tutanların bütün kentlerde örgütlenmesi biçimindeki farklılaşma dikkate değerdir. Kitlelere tepeden bakan, onları aktif siyasi öznelerin bağımlı değişkeni sayan bakış açısının aşılması dönemsel buluşmanın önünü açmıştır.

Türkiye siyasal coğrafyasında 1990’lar dişe diş mücadele metotlarına başvuran kitle hareketlerinin görüldüğü bir başka zamana rastlar. Faili meçhullere, kolonyalist siyasete ve şiddet tekelini elinde bulunduranların zalimliğine karşı Kürt illerinde yaygın protestolar biçiminde ortaya çıkan, planlı olmaktan çok duygusal dozajıyla akılda kalan, bazen sayısı yüz binlere varan bu kitle isyanlarında çok sayıda protestocunun ölümüne rağmen kararlılığın sürdürülmesini, sol- sosyalist literatürde tarif edilen türlü mücadele biçimlerinin iç içeliği arzusunun cisimleşmiş hali olarak okumak mümkün. Siyasi coğrafyanın batısında ortaya çıkacak süreğen, yasallığa değil meşruiyet bilincine yaslanmış geniş katılımlı demokratik kitle inisiyatifi, mücadelenin ikinci cephesini oluşturma kapasitesini yüklenebilecekken türlü nedenlerle bu gerçekleştirilemedi. Devrimin ellerimizin arasından kayıp gittiği yıllar olarak tarif edebilecğeimiz o dönemin katalizörü durumundaki kitle inisiyatifleri Sivas’ın batısındaki coğrafyada meydana gelmediği için mücadele ‘tek kanatlı kuş’ görüntüsüne bürünmüş ve özel savaş paydaşları bütün güçlerini Sivas’ın doğusuna yığarak mücadele dengesini kendi lehlerine değiştirmiştir.

Söz konusu örnekler coğrafyamıza özgü yerel bir sıkıntıyı anlatmanın ötesinde yeni durumlara işaret ediyor. Günümüzde, Mao’dan kalma askeri bir terim olan ‘kurtarılmış bölge’nin mantığı ve bunun siyasal izdüşümlerinin bir model olma imkânları son derece kısıtlıdır. ilgili devlet yapıları, işleyişi sürdürmek için tedbirler alabilmekte, tekelci kapitalistler grev ya da işgallerle kilitlenen fabrika ya da iş havzalarının yükünü diğer bölgelere aktararak üretimden gelen güçleri olduğu düşünülen işçilerin basıncından kolaylıkla kurtulabilmekte, kurtarılmış bölge sayılan ya da işgal edilen alanlar kahredici, yok edici bütün fiziki araçlarla dağıtılmaktadır. Kitle hareketleriyle beslenmeyen, demokratik bir bilincin getirdiği kitlesel destek ağlarına sahip olmayan, Marks ve Gramsci’nin tarifleri çerçevesinde ‘sivil toplum’la tahkim edilmeyen yasal veya yasalarla kısıtlı olmayan mücadeleler pek çok sebebin yanı sıra bu gibi eksikler nedeniyle de orta vadede sönümlenme tehlikesini bağrında taşımaktadır. oh

Psikolojik savaş aygıtlarının sadece yürülükteki şeflik sistemi tarafından değil Kapiatlizmle bağlı bütün iktidarlar açısından öne çıkarıldığı ve bunların yeni eylemsizlik momentlerini amaçladığı bir evreden geçerken ‘steril kelimesi etrafında ve onun bütün çağrışımlarıyla düşünmek daha bir önem kazanıyor. Psikolojik savaşa alet edilemeyecek, steril ve dolayısıyla her şart altında savunulabilecek tutarlı bir teori ve pratik bütünü en geniş kitlelerle buluşma dinamiklerini canlandıracaktır. Diğer seslere kapalı, sadece kendi acısını duyan, kendi doğrularına/mağduriyetine odaklanan bencil siyasal varoluş biçimlerinin nelere yol açtığı 20. yüzyılın “zengin” deneyimlerine bakıldığında görülebilir. İster cari yasalarla sınırlı kalsın ister onların hiçbirini dikkate almayan özgür siyasal askeri metotları esas alsın bütün mücadele bileşenleri kendi pratiklerini steril tutabildiği oranda çekim merkezi olma kapasitelerini artırır. Çok bileşenli kitle buluşmaları ve onların eşitlik zemininde öne çıkardığı, uğruna dövüştüğü, bedel ödediği mücadele hattı içe dönmeyi engelleyici olması bakımından da kıymetlidir.

Gerek bir devlet sınırları dahilinde gerek devletlerarası çerçevede olsun, bütün ezilenlerin demokratik hak ve özgürlüklerin tesisi amacına doğru genişlemeyen yerel mücadeleler farklı toplumsal renklerin gönlünü kazanma, dostlarını artırma kapasitesi bakımından yirminci yüzyıla kıyasla kalıcı biçimde konum kaybetmiştir. Kapitalizmin varoluş krizinden kaynaklı olarak giderek her yerde birbirine değen taleplerin öne çıkışı, kitle hareketlerinin yeni bir enternasyonalizmin öncülü olduğuna işaret ediyor. Demokratik bilince, dolayısıyla kültürüne sahip kitle hareketleri daha bir öne çıkarken sosyalist halkçılık prensibiyle davranan Türkiye siyasi coğrafyasındaki sosyalistlerin dışarıdan değil içerden, buyurgan değil birlikte deneyimleyip birlikte öğrenen, ezlenlerin tamamıyla aralarında eşitlik konumu olduğu bilincini benimseyen ve bu arada demokrasi kültürünü içselleştiren bir çizgiyi üretmeleri kitle hareketleriyle kalıcı bir kurucu ilişki kurmanın zorunlu ön şartlarındandır ve yeni devrimler muhtemelen bu zemin üzerinde yükselecektir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.