Düşünce ve Kuram Dergisi

İnsan Doğa İlişkisini Yeniden Düşünmek

Rıdvan Turan

Aşağıdaki makalede, insanın doğayla kurduğu ilişkinin dönüşüm ihtiyacı, böyle bir dönüşümün ne tür bir kuramsal çerçevede ele alınmasının gerektiği, bu kuramsal çerçevenin ne tür bir praksisle vücut bulacağı ve bunun yeni toplumsal tasavvurumuz içindeki yerine dair bazı sorulara cevap aramaya çalışacağım. Makale sorulara nihai cevaplar üretme iddiasında olmaktan ziyade bu konuların ekolojik zeminde, devlet, sınıflar, iktidar ve sermaye birikimi bağlamında tartışılmasına vesile olma amacındadır.

İnsanın doğayla kurduğu ilişki son derece dinamik bir ilişkidir. Çeşitli üretim biçimlerinde ve o biçimlere tekabül eden toplumsal yapılarda (bunların topuna birden toplumsal formasyon diyelim en iyisi) farklı farklı ilişkilerin şekillendiği rahatlıkla öngörülebilir. Aslında bu sadece basit bir öngörü değil bizatihi arkeolojik ve antropolojik çalışmalardan elde edilen verilerle sabit maddi bir gerçektir. Aslında yukarıda kullandığım “insanın doğayla kurduğu ilişki” tanımlaması dahi bir ilişki biçimini ifade ediyor: doğa ve doğaya dışsal bir varlık olarak insan… İnsan ve doğayı metabolik bir bütün olarak görmeyen, insanı doğa dışında bir varlık olarak gören bir anlayışın bundan daha veciz bir ifadesi olamaz sanırım. Oysa insanlık tarihinin en uzun ve bir o kadar da karanlık dönemi olan paleolitik dönemde insan doğanın organik bir parçasıdır, bir başka deyişle metabolik bir bütünleşiklik söz konusudur. Çağdaşımız olan kimi “ilkel” kabilelerin hala doğadan farklı ve ona karşıt bir toplum anlayışına sahip olmadıklarını, canlı ve cansız her şeyin ruhu ve de hakları olduğu, insanın da diğer canlılar gibi doğanın tamamlayanı olduğunu düşündüklerini ve böyle davrandıklarını görürüz. Afrika savanlarındaki, Sibirya steplerindeki bir kabile üyesinin avladığı yaban hayvanına duyduğu saygıyı ifade eden törenler ve ritüeller bu bütünleşik halin bir dışa vurumudur. Oysa kapitalizm tarafından “irşad edilmiş” endüstriyel toplumun gözünde bunlar ilkellikten başka bir şey değildir.  İlkel insanın hurafeleri ve olsa olsa en fazla folklorik bir renktir. Böyledir çünkü o insan kendini dünyanın efendisi olarak görür. Toplumsal sınıfların doğuşu, bir savaş beyinden veya rahip kraldan, din adamlarına, askerlere, sıradan ve mülksüz kişilere kadar, toplumu nasıl hiyerarşik dizilişe tabi kıldıysa, pek tabi olan tüm canlı varlıkların en tepesinde de insanın (onun da erkek cinsiyeti) yer almasıdır. Tek tanrılı dinler, ilkel toplumun kendini parçası gördüğü doğa algısını yerden yere vururken yerine ikame ettikleri şey ile insanı yeryüzünün tanrısı yaparlar. “İnsan eşrefi mahlukattır” yani yaradılanların en şereflisidir derken, önsel olarak insanın tüm doğa karşısındaki hükümranlık haklarını tanır ve bunların en şiddetlisine dahi peşinen cevaz verilmiş olurlar. Oysa bugün dünyada yüzde 33’ü geri dönüşü mümkün olmayacak biçimde yok edilmiş tarım topraklarının sebebi, ilkel insanın doğaya dair görüşleri ve eylemleri değil, kapitalizmin doğaya dair görüşleri ve eylemleridir. Toprağı yok eden, endüstriyel tarımsal üretimin de, kullanılan fosil yakıtların ve pestisitlerin de mucidi kapitalizmden başkası değildir. Lastik tekerli araçların üretimi ve fosil yakıtların artan oranlı kullanımı, nükleer-termonükleer patlamalar, sera gazı salınımındaki artış, endüstriyel tarım, balıkçılık ve avcılık pratikleri, Türkiye’nin yüzölçümünden büyük çöp adaları, biyosferin geri dönüşü mümkün olmayacak biçimde kirletilmesi, iklim değişikliği, kuraklık vb. hiçbiri kabile toplumlarının, kır ve kent emekçilerinin ve yoksulların marifeti değildir.

Kapitalizm insanı doğadan koparır ve doğanın üzerinde insanın hükümranlığını ilan ederken, doğayı da “insan içinleştirir”. Doğa tüm varlıklarıyla kapitalist insanın hammadde deposuna dönüştürülür. Kapitalizm doğayı insan içinleştirirken, yeraltı ve yerüstü varlıkları, denizler, akarsular, akiferler, ormanlık alanlar, en endemik canlıların yaşadığı bölgeler büyük bir hızla yok edilir. Ekonomik büyümede ve kalkınmada kapitalizmi aşma çabasında olan, sosyalizmi bir ekonomik kalkınma modeline indirgeyen reel sosyalizm pratiklerinin de ekolojik yıkımda azımsanmayacak düzeyde rolleri ne yazık ki olmuştur.

Ne yazık ki meselemiz her zamankinden daha karmaşık hale gelmiştir. “İnsanlık kendini yok etme raddesine geldi” derken sözü edilen şey fiziksel, kimyasal kirlenmenin yarattığı sonuçlar değildir tek başına. İklim krizi ekolojik krizin görünen bir yüzüdür. Kuşkusuz ve biyosferdeki kirleticilerin bu sonucu yarattığı tartışma götürmez bir gerçektir. Peki ekolojik krizin çıplak gözle görünmeyen tarafına ne demeli? Son 50 yılda gen teknolojisindeki gelişmeler, ilaç üretiminden, endüstriyel tarım ve gıda üretimine, gen tedavilerinden, biyolojik silah programlarına kadar hemen her yerde kullanıma girmiştir. Dolayısıyla insan bir anlamda, doğal evrimin önüne geçmiş ve ekolojik krizi derinleştirmiştir. Örneğin endüstriyel tarım ve gıdada gen teknolojisinin doğal sonucu tür çeşitliliğinin azalmasıdır. İnsanlık neolitik tarım devriminden bu yana binlerce bitkiyi kültüre almayı başarmış, ancak 1940’lardan bu yana sadece ondan az türü ki onlar da genetik kodları değiştirilerek endüstriyel olarak üretilmiştir. Monokültürel endüstriyel tarımsal üretim, biyoçeşitliliği zarar vererek, dirençli türler-pestisitler kısır döngüsünü devam ettirerek, avcı böcek popülasyonunu azaltarak, nitratlı ve fosfatlı gübrelerle toprağın organik yapısını yok ederek, çok geniş alanlarda yapılan üretim sebebiyle daha çok fosil yakıt kullanarak, genetiği değiştirilmiş ürünlerin insan sağlığına olumsuz etkilerini her gün deneyimleyerek ekolojik krizi derinleştirmektedir. Doğal biyolojik evrim sürecine müdahale insanın kendi sonunu getireceği en sofistike yöntem olmuş olabilir.

Ormanların derinliklerinde, taşıdıkları virüslerin insanlara ulaşmasını engelleyen doğal bariyerlerle çevrili egzotik hayvanların, endüstriyel gıda tekellerinin kar hırsı sebebiyle market raflarında yer alması son Covit pandemisinin en temel sebebidir ve ekolojik krizin de doğal bir sonucudur. Doğal sonucudur diyorum bu örneklerin hemen hiçbirisi kapitalizmin arızi bir sorunu değildir. Yani sistemle ilgili olmayan, gelip geçici ve dışsal değildir. Kapitalist üretim biçiminin mantıki ve doğal sonucudur. Altın bulmak için kullandığı siyanürü bir havuzda toplayan firma, onun günün birinde, yeraltı ve yer üstü sularına karışacağını, tüm ekosistem için bir faciaya sebep olacağını bilir, bilir ama bu onu ilgilendirmez, altının değeri her şeyin üstündedir tabiatıyla. Nükleer santrali yapanlar, herhangi bir nükleer sızıntı olmasa bile atıklarının çözümsüz bir sorun olduğunu bilir, derelerin üzerine HES  yapan firma endemik canlıları yok edeceğini bilir ama enerji yani para onların canından kıymetlidir. Her şey bilinerek, planlı, programlı ve bir teknoloji maskesine sarılarak, ÇEDlerle perdelenerek yapılır.

Geldiğimiz noktada insanın doğa ile kurduğu ilişki biçiminin sürdürülebilme olanağı büsbütün ortadan kalkmıştır. İnsanın doğa ile kurduğu patolojik ilişki biçiminin dönüşümü bir zorunluluksa bu dönüşümü hangi kuramsal çerçeveye oturtmalıyız?

 

Hangi kuramsal çerçeve?

Ana akım birkaç kuramsal politik hattan bahsedebiliriz sanırım. Kuramsal planda kapitalist üretim biçimini doğa ile ilişkisiz gören düalizm, (yani bir yanda işleri güçleri farklı kulvarlarda cereyan eden insan diğer kulvarda doğa) ikincisi ise ikisini tek bir yapı olarak gören monizm. Politik planda ise ilki doğayı sermaye birikimi gözlüğünden gören, insani ihtiyaçların sınırsız olduğunu, ancak kaynakların kıt olduğunu savlayan görüştür. Bu görüş sermaye birikimini, ekonominin sürekli büyümesini adeta bir fetiş haline getirmiştir.  Doğayı üretim ilişkilerinden bağımsız bir hammadde deposu olarak görür ve hammaddelerin etkin biçimde kullanılmasıyla da sistemin “sürdürülebilir” bir büyüme ivmesini yakalamasını temel alır. Dolayısıyla doğa politikanın konusu değildir. Ortaya çıkan ekolojik sorunlar doğanın sistemden bağımsız sorunlarıdır. Ayrıca teknolojik tedbirlerle bunların kolaylıkla çözümlenebileceğini söyler. Esasında bu yaklaşımın doğa kaygısı yoktur, sömürü kaygısı vardır. Hangi koşulda olursa olsun çarkların dönmesi, işçi sınıfının artı değerinin sömürülmesi gibi doğanın da iliğine kadar sömürülmesi esastır. Örneğin geçen yıllarda Marmara denizinde görülen Müsilaj sorunu, aylarca süren meclis komisyon çalışmaları sonrasında yazılan raporda tam da böyle ele alınmıştır. Soyut ve öznesiz bir kirlilikten bahseden rapor, denizi gerçekte kapitalizmin bu hale getirdiği gerçeğini görmezden gelmiş ve inzibati tedbirlerle sorunun çözümüne odaklanmıştır. Marmara’yı kim kirletti sorusuna cevap veremeyen rapor sebebiyle Marmara’yı kirleten sermaye kirletmeye devam etmekte, inşai faaliyetler devam etmekte ve deniz hala bir lağım çukuru olarak kullanılmaya devam etmektedir. Ergene derin deniz deşarjı ile her gün binlerce ton kimyasal atık denize basılmaktadır. Bu anlayış kaynağından içilebilir nitelikte çıkan suyun ve ergene havzasındaki akiferlerden çekilen suyu atıklarıyla kirleten iki binden fazla sanayi tesisine, bunun hesabını sormayı aklından geçirmez,-zira olayın olağan akışı böyledir-ama kamu kaynakları ile bir avuç sermayedarın kirlettiğini arıtmaya çalışmayı-ki bir arıtma da yapılmıyor gerçekte-“çevreci” politika olarak sunar. Bu “çevreci” yaklaşım insanı merkeze oturttuğu ve tüm canlı cansız varlıkları da perifere yerleştirdiği için de ayrıca sorunludur. Neticede AKP iktidarının ekolojik performansı, önüne HES yapılarak kurutulan karadeniz derelerinde de, çöken siyanür havuzlarında da yanan ormanlarda da açılan taş ocaklarının yok ettiği ormanlık alanlarda da hep aynıdır. Her ne olursa olsun karlar artsın!

Bir diğer yaklaşım toplum doğa ilişkisini tek bir yapı, yekpare bir bütün olarak görür.  Kapitalizmin doğa toplum ilişkisine itiraz ederken daha uyumlu bir ilişkinin kurulabileceğinden söz ederler. Doğayı korumak adına toplumsal değişimden bahseder ancak bunun kişilerden başlamasını, evvela herkesin kendi evinin önünü temizlemesini salık verir. Bu meselenin kapitalizmde reformlar vasıtasıyla çözülebilineceğine inanır. Aslında birinci ve ikinci yaklaşım doğayı fiziksel bir alan olarak, canlı ve cansız nesnelerin yer aldığı bir bütünlük olarak görürler. Biri sömürmek diğeri koruyup kollamak adına da olsa bu araçsalcı bakış açısı az çok birbirine benzer. Bu akımın alt versiyonları Avrupa’da yer yer iktidar olsa da esasında ekolojik kriz konusunda iddialarının gerisinde kaldığı söylenebilir.

Esasında alternatif bir doğa toplum ilişkisinin kuramsal çerçevesini teşkil eden Marksist ekoloji anlayışı, üretim ilişkileri, üretim biçimi, emek sömürüsü, doğa sömürüsü gibi kimi anahtar kavramları içermesi açısından hem önemlidir hem de önemli çözümlemelerin zeminini oluşturmaktadır. Marks’ın diyalektik yaklaşımı baştan kendi kuramsal mimarisini yukarıda ifade ettiğim iki alanın da dışında kurmuştur. İnsanın doğa ile karşılıklı bir etkileşim içinde olduğunu ve insanın emek gücü vasıtasıyla doğayı dönüştürürken kendisini de dönüştürmekte olduğunu vurgular. Bu yönüyle insan doğa ile kurduğu ilişkide ne tek belirleyendir ne de salt belirlenen.

Marks’ın 1844 el yazmalarından, en önemli eseri olan Kapital’e kadar doğa insan ilişkileri üzerine antik Yunan doğa filozoflarından da referansla değerlendirmeleri olmuştur. Marks 1843’de “Yahudi sorunu üzerine” adlı çalışmasında, özel mülkiyet ve para rejimi altında doğanın aldığı görünümün doğaya yöneltilmiş gerçek bir hakaret ve doğanın pratik aşağılanması” olduğunu söyler. Thomas Münzer’den referansla bütün yaratıkların sudaki balığın, gökteki kuşun mal haline getirilmesinin hoş görülemeyeceği ve yaşayan herşeyin özgür olması gerektiğine vurgu yapar. El yazmalarında yabancılaşma kuramı üzerine bina ettiği doğa insan ilişkilerini ve yabancılaşmanın bir sonucu olarak da toprakta özel mülkiyet tekelinin ortadan kaldırılmasının komünal ortaklaşmadan geçtiğini söyler. Bu onun kuramsal çerçevesini oluşturduğu komünizm anlayışının da önemli bir başlığıdır.

Kapital’de, sanayi üretiminin ilk başlarında emek gücünü yani insanın doğal gücünü tükettiğini, endüstriyel tarımın da toprağın doğal gücünü tükettiğini, üretimin ileri safhalarında tarıma uygulanan sanayii uygulamanın oradaki işçileri zayıflatırken toprağı da tüketmenin araçlarını sağlamasıyla bu ilki sömürüyü birbirine bağladığını söyler.

Marks doğayı insanın inorganik bedeni olarak, biyolojik sistemlerimizin tamamlayıcısı olarak nitelendirir ve ekler: İnsan doğadan geçinir. Demek ki doğa da onun bir uzantısıdır aslında; işte bu nedenle onunla etkileşimi sürdürmeli ve onu beslemelidir ki hayatta kalsın. O yıllarda bilim insanlarının kullanmakta oldukları canlı organizmaların doğa ile gerçekleştirdikleri madde ve enerji değiş tokuşuna verdikleri isimle metabolizma kavramını kendi kuramsal çalışmasına dahil ederek, kapitalizmin kar amacı sebebiyle insanın doğa ile olan metabolik etkileşimini altüst ettiğini söyler. Buradan hareketle de metabolik yarılma kuramını şekillendirir. Kapitalizmin kar hırsının insan doğa ilişkisi temelinde şekillenen metabolik bütünlüğünü bozduğunu, doğanın kendini yeniden üretme sürecine zarar verdiğini ve bunun da ekosistemi zora soktuğunu vurgular. Metabolik yarılma insan özgürlüğünün de en önemli engelidir. İnsanla doğa arasında emek gücünden kaynaklanan karmaşık ilişkiler ve dinamik alışverişler de böylece sekteye uğrar.

Weston’un ifadesiyle  Marx’ın tarımsal metabolik yarılmaya dair fikirleri; İngiltere’deki tarımsal ve toplumsal uygulamaların toprağın ihtiyaç duyduğu temel besin öğelerini yok ettiğini, çiftlik sahiplerini giderek artan miktarlarda suni gübre ya da ithal guano (Latin Amerika’dan getirilen bir tür kanatlı gübresi RT) kullanmaya mecbur bıraktığını gösteren kimyager Justus von Liebig’in çalışmalarına dayanmaktadır. Bu metabolik yarık gitgide büyür, zamanla ona Yerküre Sisteminin temel süreçlerinde gerçekleşen pek çok başka yarılmalar da eklenir. Weston’a göre bu uçurum yalnızca boyutsal olarak büyümekle kalmadı, zamanla daha da içinden çıkılmaz bir hale geldi. Öyle ki insan toplumunun iktisadi faaliyetleri; yerkürenin biyosferi, toprağı, ormanları, suyu ve havasında eşi benzeri görülmemiş bir değişime sebep olunca ortaya çıkan antropojenik küresel ısınmayla birlikte Holosen’i de sonlandırır.

Sonuç olarak, ekoloji mücadelesi, koruma kollama, yaşatma, temiz tutma indirgemeciliğiyle ele alınamaz, bunlar kuşkusuz önemlidirler ama bu mücadele özünde çok boyutlu ekonomi politik bir mücadeledir. Artı değer sömürüsüne dayalı kapitalist üretim biçimine karşı çıkmadan ve alternatif kuramsal ve politik çerçeveye sahip olmadan alternatif bir ekoloji mücadelesi söz konusu edilemez. Salt doğal varlıkların korunması, kirletmeme, temiz tutma temelli bir ekolojik mücadele perspektifi, ekolojik krizin geri planında var olan, devlet, sınıflar ve iktidar ilişkileri hedeflenmeden gerçekçi olamaz. Dahası üretim ve mülkiyet ilişkilerinde köklü dönüşüm hedeflenmeden ekolojik bir toplum hedefi ulaşılabilir bir hedef değildir. Sistemi köklü bir biçimde hedef alacak bir ekoloji mücadelesi söz konusu olmadığında, yapılan işlerin sistemin yeniden üretimini sağlayan bir emniyet subabına dönüşmesi söz konusu olabilir.

 

Saldırı küresel ekoloji mücadelesi de küresel olmalıdır

Neoliberal küreselleşme süreci diye ifadelendirilen ve şu anda başlı başına bir kriz dinamiği olan emperyalizmin yeni konumlanışı, sermayenin uluslararası akışkanlığını bu zamana kadar görülmemiş ölçüde hızlandırmıştı. Finansal akışkanlık sermaye ile birlikte, bizatihi bu sistemin sebep olduğu sorunları ve krizleri de küresel hale getirdi. İklim krizi zaten sınırları aşan bir niteliktedir ya da mesela bir nükleer afet yine öyledir ama örneğin küresel ekonomik krizin, az gelişmiş ülkelere etkisi, bu ülkelerin çevre politikalarında değişiklik yapmalarına, “kirli üretim” yöntemlerine yönelmelerine ya da ekolojik sistemi olumsuz etkileyecek adımlar atmalarına neden oldu, olmakta. Emperyalist ülkelerin sınır dışı ettiği geri ve “kirli” teknolojiler bu ülkelerde kolaylıkla yer buldu. Yeni maden alanları açıldı, yeni termik ve nükleer santraller kuruldu, doğal varlıklar emperyalizm ve yerli işbirlikçilerince hunharca sömürüldü. Mesela gerek yeni küresel iş bölümü icabı, gerekse ekonomik krizin boyutlanması Türkiye’de enerji, maden vb. alanlarda küresel sermaye faaliyetlerini arttırdı. Kaz dağlarından Erzincan’a siyanürle altın madenciliği, uranyum madenciliği, termik ve nükleer santralcilik girişimleri hızla arttı. Artan kurlar, sermayenin ihtiyacı olan orman ürünlerini ithalat yerine Türkiye’nin kendi ormanlarından karşılanması sonucunu doğurdu ve görülmemiş bir orman kıyımı başladı. Yine örneğin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan süreçte, Rusya Avrupa’ya gaz akımını kestiğinde tekrar kömür kullanımına dönülmesi, küresel ekolojik krizi daha da şiddetlendirecektir. Önemli buğday ihracatçısı olan bu iki ülkenin dünya piyasalarına yeterli mal sunamamaları, başka ülkelerdeki üretim alanları üzerinde ciddi üretim baskısı doğuracak, bu da büyük olasılıkla pestisit kullanımını, fosil yakıt kullanımını arttıracaktır.

Ekolojik krizi derinleştiren bu tür girişimlerin yalnızca ülke boyutuyla değil, bölge ve dünya boyutuyla da önemli sonuçlar üretmeye gebe olduğu ortadadır. Bu konularda merkez-çevre ikiliği anlamını yitirmiştir. O sebeple sermayenin doğayı sınır tanımaksızın yağmalamasına karşı, ekoloji mücadelesi de doğayı sınır tanımaksızın savunmalıdır. Sermayenin “küreselleşmesine” karşı işçi sınıfı mücadelesinin “küreselleşmesi” nasıl bir zorunluluk ise onun ayrılmaz bir parçası olan ekoloji mücadelesinin de küreselleşmesi o denli zorunluluktur.  Yani aslında bir “ekoloji enternasyonaline” ihtiyacımızın olduğu açıktır.

Ancak enternasyonale varana kadar, hem Türkiye ve Kürdistan ekoloji mücadelesinin hem de uluslararası ekoloji mücadelesinin önünde yapısal engeller bulunmaktadır. Ekoloji mücadelesi çok parçalıdır, net bir programdan ve bunu gerçekleştirebilecek örgütsel birikimden uzaktır. Bu sebeple egemen kalkınma, büyüme paradigmasının toplum kesimlerindeki hegemonyasını kırabilecek potansiyele ulaşılamamaktadır. İşçi sınıfı mücadelesi, barış mücadelesi gibi önemli mücadele alanları ile ekoloji mücadelesi arasındaki teorik ve pratik  paralellikler bir türlü kurulamamaktadır.

Ekoloji hareketlerinin ortak bir programa ve mücadele birliğine şiddetle ihtiyacı olduğu açıktır. Bu hareketin toplumsallaşması, hegemonya tesis edebilmesi açısından elzemdir. Ortak bir mücadele zemini ve program için aslında koşulların dünden daha fazla olduğu söylenebilir. Derelerine, su kaynaklarına, ormanlarına sahip çıkan köylü mücadeleleri ortak koordine olmaktan uzak da olsa ekoloji mücadelesinin politik içerik kazanabilmesi ve halklaşması açısından da önemli imkanları taşımaktadır. Keza iktidar yandaşı müteahhitlerin, sermayedarların memleketin havasına, suyuna, taşına, toprağına, kurbağasına, tosbağasına açıkça düşmanlık ettiği kamuoyunun ortak kanısı haline dönüştüğü göze alınırsa, ekoloji hareketleri açısından doğan imkanlar daha açık görülebilir.

Ekoloji mücadelesi elbette bir iktidar perspektifine sahip olmalıdır ve o iktidar perspektifi, üretim araçlarında özel mülkiyetin olmadığı, doğanın meta olarak görülmediği, işçi sınıfının ve bağlaşıklarının egemen bir sınıf olarak örgütlendiği, sistemin emekçilerin meclisler biçiminde oluşturdukları öz örgütlenmelere dayalı olduğu, kapitalist sömürüye son verilmiş bir iktidar tahayyülü olmalıdır. Ancak bu hiçbir zaman özel mülkiyetin ortadan kalktığı, üretim araçlarının kolektifleştiği bir toplumun otomatikman ekolojik krizi çözüvereceği anlamına gelmez. Burada sınıf indirgemeciliğinden özellikle uzak durmak gereklidir. Zira bu konuda reel sosyalizmin ürettiği kötü örnekler ortadadır. Bu nedenle içinde olduğumuz verili toplumsal ve siyasal düzende demokratik reformlar için mücadele etmek, ekoloji mücadelesini yukarıdaki öncüller temelinde örgütlemeye çalışmak önem taşır. Demokratik bir toplum mücadelesi kuşku yok ki güçlü bir ekoloji mücadelesi olmaksızın olamayacaktır. Yerellerdeki ekoloji mücadelelerini ve yerel geçimlik tarım kolektiflerini, gıda topluluklarını birleştiren, geniş yatay örgütlenme ağlarının konfederal birliği için çalışmak bu açıdan iyi bir başlangıç olabilir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.