Düşünce ve Kuram Dergisi

Din Milliyetçilik İlişkisi: Sos mu Panzehir mi? 

Ayhan Bilgen

Ortadoğu’da milliyetçiliğin gelişimini, milli kültürlerin korunması tezi üzerinden açıklamak son derece zordur. Yerleşik kültürlerin kendini var edebilmesi, geliştirmeye çalışmasının ötesinde bir resmi ideoloji tartışması yapmak gerekmektedir.

Özellikle Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında Fransız devriminden etkilenerek ortaya çıktığı varsayılan hareketler Balkanlardan çok sonra Ortadoğu’da karşılık bulmuştur. Ortak dini kimlik farklı ulusal kimliklerin ön plana çıkmasını erteleme işlevi görmüştür. Baas partilerinin çok daha eklektik biçimde sistematik hale getirdiği ideolojiler ise ilginç bir sentez ortaya çıkarmıştır. Din, milliyetçilik ve sosyalizmi ortak zeminde harmanlamanın en önemli motivasyonunu dış tehdit oluşturmuştur. İsrail ve onu destekleyen ülkelerden kaynaklı tehdide karşı bir savunma refleksi gibi şekillenen resmi ideoloji söylemleri iç muhalefeti bastırmanın aracına dönüşmüştür.

 

İnançların İktidar Kavgası Aracına Dönüştürülmesi

Birinci paylaşım savaşından sonra cetvelle çizilen sınırları koruma ve iktidar tekelini ne pahasına olursa olsun devam ettirme çabası toplumsal farklılıkları bastırarak kontrol altında tutma yolunu egemen kılmıştır. Bir çok din ve kültürün doğuş havzası olan Ortadoğu topraklarında toplumsal barış ve bir arada eşit yaşamın önündeki en önemli engel devlet uygulamalarıdır. Gerek bölge devletleri gerekse onların arkasında duran büyük devletler, inançları bir çatışma dinamiği olarak ele alma eğilimindedir.

Dinin, resmi ideolojiye dayalı milliyetçiliğe “sos” olarak görüldüğü politikalardan sonra bazı ülkelerde milliyetçiliği din duyguları ile örtme arayışına girilmiş, nihayet gün geçtikçe doğrudan inançlar üzerinden çatışma denklemleri kurma arayışı başlamıştır.

 

Körfez Ülkelerinde Değişim Gerekmiyor Mu?

Nüfusu Şii yoksul çoğunluktan oluşan zengin Körfez ülkelerindeki mevcut rejimlerin Arap Baharından etkilenmemesi için her türlü destek sunulmaktadır. Toplumsal muhalefet hareketlerini bastırmaya yönelik sert müdahaleler Türkiye dahil bir çok ülkeyi rahatsız etmiyor.

Özellikle Suriye yönetiminin Nusayri azınlığa dayalı olmasını, çoğulcu, eşitlikçi bir perspektifle ele almak yerine, intikamcı mezhepsel tepkilerle eleştiri konusu yapma eğilimi, sadece tarihsel rol üstlenme çabalarına dayanmıyor. Bölgesel güç olma iddiasının bir tarafı ile Sünni-Şii çatışması üzerine oturtuluyor olması ciddi riskler taşımaktadır.

Hemen her ülke sınırları içerisinde farklı din, inanç ve mezheplere mensup topluluklar varken bu konu üzerinden dış politika hamleleri yapmaya kalkmak ateşle oynamaktan farksızdır. Kendi ülkesinde din-devlet, toplum-din, toplum-devlet ilişkilerini sağlıklı bir özgürlükçü zemine kavuşturamamış ülkelerin, bir başka ülke yönetimine model olma iddiası gülünç olmanın ötesinde büyük bir tutarsızlık içermektedir.

Devrimci örgütlenmelerin Ortadoğu’da farklı bir yaklaşım geliştirmesinde Filistin sorunu son derece öğretici olmuştur. Kaba pozitivist yaklaşımlarla inançların yok sayıldığı bir sol söylem yerine inanç, kültür taleplerinin dikkate alındığı bir siyasal tutum gelişmiştir. 11 Eylül 2001 sonrasında Batıda yaygınlaşan İslamafobik yaklaşımlar bu eğilimi güçlendirmiştir. Kendi toplumları ve onların değerleri ile kavgalı seçkinci hareketler yerine toplumsal gerçeklikleri yok saymayan devrimci arayışlar daha kolay kitlesel destek bulabilmektedir.

Dine dair alanı devletlerin tekeline terk eden bir laikçilik yerine, farklı inançların devletten bağımsız ve özgürce kendisini ifade edebilmesini güvence altına alan bir barış ve adalet projesi toplum tarafından da memnuniyetle karşılanmaktadır. Soğuk savaş yıllarının karalama ve marjinalize etme amaçlı propaganda argümanlarını boşa çıkaran böylesi yaklaşımlar, yeni bir ortak mücadele zemininin de inşasını sağlamaktadır.

 

Milliyetçi ve Mezhepsel Çatışma Zemini

Farklı inanç ve kültürel kimlikleri kapsayan ortak bir mücadele zemini geliştirilemediğinde Ortadoğu’yu bekleyen acı gerçek mezhepsel çatışma zeminidir. Sünni-Şii kamplaşmasının gün geçtikçe bir çatışma

ortamına çekilmesi yakın yada orta vade tehdidi olarak karşımızda durmaktadır. Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar uzanan bir bölgede Sünni-Şii geriliminin çatışmaya dönüşme potansiyeli bulunmaktadır.

Bu çatışma zemininin İran-Türkiye rekabeti üzerinden tetiklenmesi yada Fars ve Türk milliyetçilikleri ile buluşturulması son derece kolaydır. Arap nüfusun kendi içinde her iki mezhebi de barındırıyor olmasını da dikkate aldığınızda neredeyse bütün ‘Büyük Ortadoğu’ üzerinde etkili olabilecek bir yangından söz ediyoruz.

 

Osmanlı Siyaseti Ve Aktif Dış Politika

Türkiye dış politikasının yeni maceracı eğilimlerini aktiflik kavramı üzerinden tanımlamak son derece yanıltıcıdır. Bu aktivitenin kimler tarafından ve ne tür beklentilerle desteklendiğini göz ardı ederek yeni tutum analiz edilemez. Osmanlı’nın son dönemindeki ittihatçı maceraperestliğin hatırlatan bir tarzın ne kadar ağır faturaları beraberinde getireceği açıktır. Geçmiş dönemin içe kapalı politik yaklaşımlarının yanlışlığı yeni yaklaşımın doğruluğunu göstermez.

O gün dar ve içe kapanmacı bir milliyetçi yaklaşım içine girilirken, bugün daha iddialı, dışarıya dönük bir milliyetçi dış politika sergilenmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşanan değişimi yönetmesi iddiası, reel güç karşılaştırması yapıldığında son derece açık bir tabloyu ortaya çıkaracaktır. Türkiye bölgede beklentisi olan yada bölgeye emanetçi bekçilik yaptırmak isteyen ülkelerle, bende varım diyen güçler arasındaki rekabetin tarafı haline gelmiştir.

Suriye ile yaşanan son uçak krizi bunu çok açık biçimde ortaya koymuştur. ABD’nin Orta Asya’ya kolayca yönelmesini engellemenin yolunun Suriye’den geçtiğini düşünen bir Rusya ve Suriye’den sonra sıranın kendisine geleceğine inanan bir İran’ı karşınıza alarak bölgede inisiyatif üstlenmeye çalışmak açıkça boyundan büyük işlere kalkışmaktır.

Yeni milliyetçi yaklaşımları besleyen tam da bu aşırı özgüven duygusudur.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.