Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalizm, Devlet–İktidar ve Ulus-Devlet 

Mazlum Bingöl

Kapitalizme ilişkin yaşanan yanılgıların başında onun devlet ve iktidar karşısında ne anlam ifade ettiğinin yeterince kavranamaması gelir. Kapitalist sınıfların devleti ele geçirme operasyonlarını nasıl yürüttükleri, iktidara ortak olduktan sonra da onu nasıl kullandıklarının hikâyesi bilinmeden, bugün kapitalizmin kendisini nasıl yaşattığını anlamak da pek mümkün görünmemektedir.

 

Devleti Tanımak

İnsan, toplumsal bir varlık olarak şekillenmiştir. Ve bu toplumsallığı onun her zaman örgütlü bir yaşam sürmesini sağlamıştır. Onun için de içerisinde var olduğu koşullarda kendisini korumanın ve sürdürmenin tek yolunun örgütlü bir yaşam olduğunu daha ilk sezgisel duyumsamalarla fark etmiştir. Fiziksel boyutta çevresini kuşatan doğa karşısında en zayıf gibi görünen insan, bu durumunu toplum biçiminde örgütlenerek güce dönüştürmesini bilmiştir. Kendini korumak ve varlığını sürdürmek için gerekli olan tüm ihtiyaçlarını bu yolla karşılarken aynı zamanda bununla kendine bir anlam kazandırmıştır. Bu temelde gelişen toplumsallık karşısında karmaşıklaşan örgütlenme tarzı gittikçe daha belirgin bir hal almıştır. Devletli uygarlık aşamasına kadar ve hatta daha sonrasında da çok uzun bir dönem toplum, kendi komünal örgütlenmesini-ne kadar karmaşıklaşsa da-kendisi yerine getirmiştir. Bunun için de hiçbir zaman ne dıştan bir akla ne de üstten bir kuruma ihtiyaç duymamıştır. Kendiişlerini kendisi belirleyen ve bu işleri yine kendisi bizzat yürüten ahlaki-politik yapısıyla toplum, kendini var etmenin ve sürdürmenin koşullarını her zaman için yaratmayı başarmıştır.

Onun içindir ki, en dar anlamda toplumun maddi ve manevi artık-ürün ve üretmiş olduğu tüm değerleri üzerine kurulmuş bir tekeller bütünü olan devleti, zorunlu bir toplumsal örgütlenme gibi görme yanılgısından kurtulmak gerekmektedir. Daha çok toplumsal korunma, beslenme ve devamlılık ihtiyaçlarının organizesini sağlıyormuş gibi görünen ve kendini bu maske altında gizlemeyi iyi beceren devlet, tam da bu görevlerin zıddı bir biçimde topluma karşı tehdit oluşturan ve toplumu her anlamda gıdasız bırakan tüm sınıf ve kesimlerin barınağı halindeki tekel olmaktadır. Topluluklar, devletli uygarlık aşamasına kadar geçen süre içerisinde bu ihtiyaçlarını kendileri, hiç de devlete ihtiyaç duymadan üstelik daha özgür ve rahat bir biçimde karşılamanın yollarını yaratmıştı. Ancak toplumsal değerlerin üzerinde çıkar hesapları güden ve iktidara dayalı olarak kendilerini topluma hâkim kılmak isteyen kesimler, bu emellerini gizlemek amacıyla ve sanki topluma faydalı bir çalışma yürütüyormuş gibi görünmek için devlet gibi bir kurumu -hırsızlık sanatının gizli elitoplumun başına musallat ettiler.

Devlet topluma ait olan değerleri-ürünleri elde etmeye ve ele geçirmeye yönelik işlevsellik kazanan iktidar ve iktidar güçlerinin ‘topluma faydalılık’ kisvesi altında yutturmaya çalıştığı kurumların merkezi oluyor. Yani devlet, iktidar kaynaklı ve iktidar etrafında gerçekleşen tüm sınıfların, yapıların ve kişilerin buluştukları merkezi bir yapı olarak şekilleniyor. Bunun için de devletin proto tipi olarak şekillenen zigguratların incelenmesinde açığa çıkan ilk izlenim, iktidarın kendisini topluma yutturma mekânları olmasıdır. Ayrıca burası üzerinden toplum sınıflara ayrışmakta, toplumsal değerler üzerinde fiziki ve zihni zora dayalı olarak hak talebinde bulunan kesimler kendi konumlarını belirlemektedir. Burada toplum, yöneten ve yönetilenler şeklinde yapılara ayrışmaktadır. Yönetenler etrafında toplumun tüm maddi ve manevi yaratımları birikirken toplumun geri kalan ezici çoğunluğuna düşen de en iyisinden bir kul yaşamı olmaktadır. Bu temelde de tanrılara çalışır gibi yöneticilere çalışmak toplumun sevilen bir üyesi, devletin kabul edilebilir bir çalışanı olmak anlamını taşır. Devlete iyi bir vatandaş ya da köle olmak, tanrıya iyi bir kul olmakla eş anlama gelir.

Halbuki devletin gerçek yapısı siyasi, askeri ve dini tekel olarak yaşlı-tecrübeli, avcı ve rahip erkeğin iktidar ittifakı biçiminde bir araya gelip toplum üzerinde sömürü sistemlerini kurumlaştırdıkları alan oluyor. Yani devlet, iktidar odakları tarafından belirlenen ve toplum üzerindeki sömürünün en aktif bir biçimde yürütüldüğü bir ittifak alanı olarak şekil buluyor. Eğer başlangıcında bu ittifak olmasaydı ne kendi başına yaşlı-tecrübeli erkek siyasi bir güç olabilirdi, ne avcı erkek bir askeri komutana dönüşebilirdi, ne de şaman bu ikisinin desteğini almadan toplumu iktidara göre biçimlendirecek bir din yaratıcısı rahip haline gelebilirdi. Bunun içindir ki daha oluşumundan itibaren devlet, toplum üzerinde iktidar amaçlı güç olmayı ve bununla sınıfsal ya da bireysel çıkar sağlamayı hedefleyen kesimlerin bir araya gelerek oluşturdukları bir ittifak alanı halinde şekillenmiştir. Bu bakımdan da devlet, her türden iktidar tekellerinin ittifak alanı olarak tarihe giriş yaparken; diğer taraftan da, zaman içerisinde kendisi de bir tekel halini almıştır. Bu bakımdan da iktidarın tekelleştiği alan olarak devlet en temel tekel merkezi haline gelmiştir.

Devletin tarih içerisinde giderek gelişen bu özelliğini ya da temel karakterini A.Öcalan, “İlk iktidar hiyerarşilerinin ve devlet egemenliklerinin kuruluşundan günümüze kadar tarih bir anlamda iktidarın kümülâtif (kar topu gibi yuvarlandıkça kendini büyütme) büyümesidir”şeklinde formüle etmiştir. Burada büyümeden kastedilen sadece toplumun iktidar cenderesine alınması değil, kendisi bir tekel haline gelen devlete yeni ortakların katılmasıdır.

İktidarın doğal olarak da devletin kendisi, sınıf yaratım kaynağıdır. Çünkü toplum üzerinde gerçekleştirilen sömürü sınıflaşmanın, çıkara dayalı farklılaşmanın ve elitleşmenin de nedeni olurken, aynı zamanda iktidarın gerçekleşme koşulu anlamına da gelmektedir. Çünkü değişik dönemlerde, değişik biçimlere dayalı olarak gelişen kastlaşmalar, tabakalar ve sınıflaşmalar bir anlamda da iktidarın kendisini toplum içerisinde yaydığı alanlar olmaktadır. Yani başlangıçtaki rahip+yönetici+asker üçlüsünden oluşan iktidar güçleri, esas olarak bu kalıbı korumakla birlikte giderek değişik sınıf, zümre ve kesimleri de içerisine alarak kendisini büyütmüştür. Hanedanlıklar, iktidara dayalı aşiret yapıları, esnaf ve zanaatkârlardan oluşan değişik orta sınıflar tarihin değişik dönemlerinde iktidar içerisinde kendilerine yer bularak iktidarın tekelleşme olanaklarından yararlanmışlardır.

Kısaca bu şekilde özetleyebileceğimiz, özellikle de günümüz devlet ve iktidar şekillenmesini anlamak açısından ortaçağdan itibaren iktidar ve devlet etrafında gezinmeye başlayan ve sonunda 16. ve 17. yüzyılla birlikte devletin temel bileşeni haline gelen kapitalist burjuva sınıfların iktidar olabilmek ve devlette bir yer kapabilmek için gerçekleştirdiği operasyonları bilmek oldukça önemli olmaktadır.

 

Kapitalizm Öncesi Avrupa

Öncelikle mekân sorununu netleştirmek gerekiyor. Ticaretle uğraşan tüccar ve tefeci sınıflar ile orta sınıf esnaf ve zanaatkar kesimleri Avrupa’dan çok daha önceleri Ortadoğu’da ortaya çıkmışlardı. Kendi dönemlerinde oldukça nam salmış olan Asur ticaret kolonilerinden önceleri bile ticaretle ünlenmiş birçok kent devleti bulunmaktaydı. Fenike başlı başına bir ticaret uygarlığıydı. Daha sonraları birçok devlet ticarette oldukça gelişmelerine, ilkel kapitalistik bir aşama yaşamalarına rağmen bu sınıflara dayalı bir kapitalist iktidarlaşma ya da devletleşmeden bahsedilemez. Bunun en önemli nedeni de Ortadoğu iktidar geleneğinin çok güçlü siyasi, dini ve askeri tekellere dayanmasıdır. Onun için de oluşan ekonomik tekellerin bunlardan bağımsız gelişmesine pek izin verilmemiştir. Yani Ortadoğu’da tüm her şey devlet bünyesindeki siyasi, dini ve askeri tekellerin elinde bulunduğundan bunların dışında ve bunlara alternatif bir ekonomik tekel yapısının oluşması ve devlet kapsamında bir iktidar gücü haline gelmesi de gerçekleşmemiştir.

Oysa Ortadoğu iktidar geleneğinin Avrupa’daki sürdürücüsü olan Roma İmparatorluğu’nun yine Ortadoğu orijinli olan Hıristiyanlığın ve Avrupa etnisitelerinin yaygın direnişi sonucu yıkılmasının ardından, Avrupa coğrafyasında devlet gücü oldukça zayıflamıştı. Bu nedenle Hıristiyanlıkla uzlaşmak zorunda kalan Roma’nın Mitracı ve pagan din rahipleri, kurulan kilise bünyesinde kendilerini yeni bir iktidar odağı haline getirerek toplum üzerinde kaba-zora dayalı bir hâkimiyet sağlamaya başladılar.

Tarihte“karanlık çağ” olarak adlandırılan dönem, Avrupa coğrafyasında, kilise iktidarının zayıflayan devleti güçlendirerek toplum üzerinde gerçekleştirdiği egemenliği ve sömürüyü anlatmaktadır. Bu dönemde bile Avrupa’nın daha geniş alanlarında demokratik komünal değerlere dayalı toplumsal yapılar hâkimdir. Kentler katı iktidar yapılarından ziyade daha demokratik kurumlarla kendilerini yönetmektedir. Gerek kuzey ve gerekse de güney Avrupa hattında daha fazla konfederal yapılar hâkimdir. Örneğin İtalya’da XI. yüzyılın başlarında kentlerde monarşiye ve kiliseye tepki olarak -biraz da Roma’nın Cumhuriyet yapısına özlemi anımsatacak bir biçimdeseçimle iş başına gelen yöneticilerden oluşan siyasi yapılar gelişmektedir. Bu şehirler özgürlükçü yapılarıyla kırsalda monarşiden kaçan kır insanlarını kendisine çekmektedir. Bu nedenle de şehirlerde azımsanmayacak bir iş gücü ve örgütlenme tecrübesi birikmektedir. 1045’te kilisenin atadığı krallık yanlısı piskoposa karşı ayaklanarak 1057’de kraldan bağımsızlığını elde eden Milano’daki Pataria hareketi böylesi bir birikimin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Pataria hareketi daha sonra gelişecek olan Rönesans’a kapıyı aralayan bir dönüm noktasının ifadesi olarak tarihe geçmiştir. Milano’nun ardından 1083’te Roma, 1084’te Pavia, 1095’te Asti, 1099’da Cenova, 1123’te Bologna ve 1138’de Floransa kıta Avrupa’sında ortaya çıkacak olan gelişmelerin habercileri olmuşlardır. İşte İtalya’da bunlar yaşanırken genel olarak Avrupa’da siyasi olarak iktidar konusunda çok da tecrübeli olmayan derebeylikler yeni yeni gelişmeye ve prenslik ya da krallıklar biçiminde bir iktidar mücadelesi vermeye başlamışlardır. Roma’nın büyük iktidar temsili idealiyle ortaya çıkan krallıklar (İspanya, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan gibi) Avrupa üzerinde egemenlik savaşlarına başlamışlardı. Bu durum uygarlığın yaşadığı tam bir kriz durumunu ifade etmekteydi. Her ne kadar İslamiyet merkezi uygarlığı temsilen, iki koldan (İspanya Endülüs Arapları ile doğudan Osmanlılar) Avrupa’yı kuşatmışsa da bunların da Avrupa’da yaşanan uygarlık krizine bir çıkış yaptırma özellikleri bulunmamaktaydı.

Bunun için de 13. yüzyıl ile birlikte İtalya’nın Floransa kentinde ortaya çıkarak bütün kıtaya yayılan Rönesans, Avrupa’nın kendi coğrafyasında yaşanan uygarlık krizine yine kendisinin yanıtı olmaktadır. Öcalan AİHM’e sunduğu ilk savunmasında Rönesans için şunları söylemektedir.

“(Rönesans’ın) Büyütüldüğü zemin Roma kopyası krallık ve piskoposluk sarayı değil, kırsal alan manastırlarıyla yeni yükselen kent üniversiteleridir. Ne siyasal-askeri güç, ne de feodal-tüccar ekonomik güç bu çıkışta belirleyicidir. Kır manastırı ve kent üniversitesi kendi emekleriyle geçinen, halkın beslediği ve umut bağladığı, desteklediği, özgürlük ve bilincin yükseltildiği bağımsız çalışma mekânlarıdır. Şunu önemle vurgulayacağım: Rönesans’a götüren yol belirleyici olarak kral ve kilisenin saraylarından değil, halkın komünal okullarından geçmektedir. Ne feodal sınıfın, ne de ortada olmayan burjuvazinin çizdiği bir yoldur.”

Anlatımlardan da ortaya çıktığı gibi demokratik komünal değerler, toplumu kurtarmanın yollarını Rönesans biçiminde ortaya çıkarırken belki de kriz halindeki uygarlığa da bir çıkış kapısı aralamış oluyordu. Rönesans’ın yarattığı özgürlük ortamından yararlanarak kendisini toplum içerisinde güçlendiren ve özünde iktidar perspektifli bir sınıf olan tüccar-tefeci kesimler, zayıflayan devletçi toplum güçleri etrafında ve üzerinde kendilerini vazgeçilmez bir güç olarak konumlandırmaya başlıyorlardı.

 

Kapitalist Gelişme

Avrupa Rönesans ile artık yeni bir sürece giriyordu. Bu süreç aynı zamanda başlı başına bir zihniyet devrimini işaret ediyordu. Toplumsal ilişkilerden ekonomiye, devlet yapılarından dine kadar birçok konuda yaşanan değişimler Avrupa açısından yeni bir uygarlık çıkışına da olanak sağlamaktaydı. Özellikle bu durum karşısında siyasi otorite olarak krallıklar oldukça sıkışmışlardı. Hem toplumsal değişim karşısında yeterli bir siyasi güç olamıyorlar, hem de aralarındaki savaşlar ülkelerinin siyasi ve ekonomik anlamda zayıf düşmesine neden oluyordu.

Rönesans’a öncülük eden ve geliştiren şehirlerin birçoğu Roma dönemi ticaret yolları üzerindeki şehirlerdi. Bu nedenle de özellikle tüccar kesimler açısından oldukça iştah kabartıcı alanlar olmaktaydı. Bunun için de hem krallık ve kilise baskısından uzak ticaret olanakları, hem de deniz yollarındaki ticaret serbestîsi tüccar sınıfın bu kentlerde yoğunlaşmasına neden olmuştu. Kent gelişimi kendisiyle beraber diğer meslek kollarının da gelişip örgütlü bir güç haline gelmesine neden oluyordu. Duvar ustaları, marangozlar, terziler gibi önemli meslek kesimleri, şehir yaşamında etkin hale geliyorlardı. Roma döneminde colegia (kolej) olarak bilinen esnaf ve zanaatkâr dernekleri biçimindeki örgütlenmeler artık loncalar biçiminde ortaya çıkıyordu. Bu sınıfsal örgütlenmeler çeşitli tarikat anlayışları çerçevesinde mistik havalara da büründürülerek bütün Avrupa’da kendisini örgütlüyordu.

Ticaretin geliştiği bu alanlarda Yahudi tefeciler de oldukça yaygındı. Daha çok da‘karanlık çağ’ın son dönemlerinde, kilisenin Hıristiyanlar için faizi tamamen yasaklaması üzerine Avrupa’da Yahudiler ve Suriyeli Müslümanlar tefecilik konusunda oldukça gelişmişlerdi. Özellikle de Yahudiler, (Hıristiyanlar arasında rahatsızlık yaratsa da) uzun bir süre boyunca bu ayrıcalıklarını oldukça iyi kullanmış ve neredeyse Avrupa’nın bütün para piyasasına hâkim olmuşlardı. Onun için de tüm Avrupa’da Yahudi bir tefeciye borçlu olmayan tek bir siyasi otorite, tek bir toprak sahibi ya da tüccar kalmamış gibidir.

Böylesi kentsel gelişimler konusunda İtalya’dan sonra Fransa gelirken İspanya ve Almanya’da ise bu konuda ilerlemektedir.

12. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar bu biçimde oldukça gelişkin bir ekonomik etkinlik içerisinde kendilerini geliştiren bu sınıflar tam anlamıyla kapitalistik bir karakter kazanmaktaydılar. Bu kentler borç, senet, kredi, faiz, tahvil gibi konularda birçok ilke imza atmaktaydılar. İlk banka örnekleri buralarda ortaya çıkıyordu. Bir birleriyle çatışma halinde bulunan birçok siyasi otorite bu sınıflara borçlanmak zorunda kalıyorlardı. Bu ise monarşi güçlerinin bu sınıflara bağımlı hale gelmesine neden olmaktaydı. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen İtalya ve uzantısı halindeki Fransa kentlerinde burjuva sınıflar tam anlamıyla bir kapitalist iktidarın gerçekleşmesini sağlamaktan uzaktılar. Çünkü daha çok kentler arası çekişmeler ön plandadır. Ticari tekellere dayalı kapitalist gelişimin temel iktidarlaşma biçimi olarak ulus-devlet yapılanması bir türlü buralarda gerçekleştirilemiyordu. Kentler arası rekabet bu birleşmenin gerçekleşmesi önünde en büyük engeldi. 14. yüzyılın ortasından itibaren başlayan bu kentler arası çatışmalı ortam, kapitalistik gelişmeye ket vurmaktaydı. Bu duruma tepki olarak Floransalı Machiavelli 15. yüzyılın sonlarında kaleme aldığı Prens adlı eserinde ülkede ortak bir siyasi iktidarın gerçekleştirilmesi için her türlü yolun denenmesi gerektiğini savunur. Bu nedenle siyasetin ahlaktan bağımsız ele alınması gerektiğine vurgu yapar. Ahlaki kaygılara düşülmeden tamamen yarar ilkesi üzerinden gerçekleştirilecek iktidar mücadelesini siyaset anlayışının merkezine oturtur. Böylelikle de Machiavelli ile birlikte burjuva sınıfların siyaset anlayışı ve iktidar savaşına yaklaşımının temelleri atılmış oluyordu. Tek hedefi iktidar olan bir siyaset anlayışının bu sınıfın çıkarlarının gerçekleşmesinin tek yolu olduğunu net bir dille açığa çıkıyordu. Yani kapitalizmin gerçekleşmesi için gerekli olan tek şey iktidara gelmek, iktidarı ele geçirmek ya da ona ortak olmaktır. Bunun dışında bir gerçekleşme koşulu bulunmamaktadır. Bu noktada Machiavelli’yi amaç ve araçları bir birine karıştırmakla eleştiren yaklaşımlar olmasına karşın aslında Machiavelli burjuva sınıf açısından gerçek amacı belirlemiş olmaktadır.

Bu durumdan da oldukça ders çıkarmış olan kapitalist sınıflar daha kuzeye yönelmişlerdir. Deniz ticaret olanakları İtalya’dan az olmayan, Rönesans ve reform akımlarıyla oldukça beslenmiş olan Londra ve Amsterdam kentlerinde daha fazla bir tecrübe sahibi olarak ortaya çıkıyorlardı. Bu durumu Öcalan, Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları Ve Demokratikleşme adlı savunmasında şu şekilde dile getirmektedir:

“Kuzey Avrupa ve iki uç ülke (ülke kavramı ulusal sınır anlamında bu dönemde yeni yeni ortaya çıkmaktadır), İngiltere ve Hollanda eski uygarlıklar açısından boş denecek kadar bakir topraklardır. Eğer yeni bir tohum atılırsa en iyi yeşerebilecek alan olmaları bu özellikleri nedeniyledir. Derinliğe kök salma ve kalıcı olma şansı yüksektir. Kapitalist ekonominin bu tohumu atılmış ve iyi tutmuştur.”

Atılan tohumların ilk adımları olarak ideolojik gücün güneyden kuzeye taşınması gerçekleşiyordu. 1450’lerden itibaren güneyden kuzeye doğru yayılan Rönesans ve Reform hareketleri Hollanda ve İngiltere’de Anglo-Sakson kilisesine yol açacak olan Protestan mezhebinin gelişmesini sağlamıştır. Bu ise kapitalist sınıfların Katolik kilisesi ile yaşadığı sorunların aşılarak kendisine dini bir kılıf oluşturmasının en meşru yolu olmaktaydı. Özellikle de 15. yüzyılın sonlarında İspanya ve Fransa’dan kovulan veya kaçmak zorunda kalan Yahudiler buna öncülük etmişlerdir. Protestanlığın kuruluşunda ve kurumlaşmasında öncü kabul edilen Luther ve Calvin gibi kişiliklerin Yahudi olmaları bu durumu açıklar niteliktedir. Protestanlıkla amaçlanan toplumsal, ekonomik ve siyasi yaşamda kilisenin etkisini kırarak sekülerizmi (dünyevilik, bir diğer anlamıyla laiklik) geliştirmektir. Bu sayede devlet-iktidar odaklarından biri önemli oranda etkisizleştirilirken, burjuva sınıflar kendilerini dini bir kılıfa da büründürerek iktidara biraz daha yaklaşmış oluyorlardı. Yani kapitalist gelişme seyrini izlerken bu adımla görülen, kapitalizmin bir ekonomik biçim olarak zafer kazanması değil, iktidar ve devlette elde ettiği konum oranında bir sistem haline gelmesi durumudur. Bu konuda derin çalışmaları bulunan sosyolog Max Weber Protestanlığı, kapitalizmin gelişmesi için zihinsel ortam hazırlayan ve ahlaki olarak kapitalizme geçit veren bir zihniyet dünyasının oluşmasının ön koşulu olarak değerlendirir. Bu durumu, A. Öcalan iki nedenden dolayı böyledir diyerek açıklar.

Birincisi;“Protestanlığın kendisi en zayıf din demektir. Kapitalizm tarzı bilime de çok yakındır. Daha da önemlisi, milli dinler çağını başlatır. Milliyetçiliğin bir nevi ön aşamasıdır. Milliyetçilik ise, kapitalizmin halis bir ideolojisidir. Avrupa’daki büyük din savaşlarına bu açıdan bakmak daha da tamamlayıcı bir anlama yol açar.”

İkincisi ise;“Paradoks gibi gelse de, kapitalist zihniyet genelde dinsel zihniyetin uzun tarihsel yürüyüşünün sonul veya en zayıflatılmış bir aşamasında meşruiyet kazanmıştır. Ben bilimi kesinlikle kapitalistik gelişmenin bir ürünü olarak görmüyorum. Olan, talihsiz bir gelişme aşamasına denk gelmedir.”

Bu iki durumdan da anlaşılacağı üzere kapitalist sınıflar devlet ve iktidarı ele geçirme savaşlarında öncelikle zihniyet yapılanmalarını gerçekleştirmişler ve buna da din ile başlamışlardır. Kapitalizm her ne kadar katı din dogmalarına ve onun iktidar üzerindeki mutlak egemenliğine karşı bir savaş yürütmüş gibi görünse de özünde iktidar için gerekli olan din maskesini kendisi için yeniden düzenleyerek bir biçime kavuşturmuştur. Protestanlık adı altında daha dünyevi, daha fazla tüketime olanak sağlayan, millileştirilmesi daha rahat bir mezhepsel gelişmeyle toplumsal zihniyet üzerinde bir hâkimiyet geliştirirken iktidar içerisindeki konumunu da bu biçimiyle güçlendirmiştir.

15. yüzyılda daha da netleşen bu zihniyet ile 16. yüzyılla birlikte artık açıktan bir iktidar savaşı başlatılmıştır. Özellikle İspanya kralına bağlı olan ve Birleşik Eyaletler olarak adlandırılan Hollanda kentlerinde kraliyet ve onun atadığı valilikler oldukça etkisizleştirilmişlerdi. Şehir meclislerinde krallık ve ruhban temsilcileri oldukça sınırlı iken, meclisler daha çok lonca temsilcilerinden oluşmaktaydı. Birleşik Eyaletler Genel Meclisi’nde 10 aristokrat ve 10 ruhban temsilcisine karşılık 50 lonca temsilcisi yer almaktaydı. Bu durum burjuva sınıfın iktidar üzerindeki etkisini gösteriyordu. Buna dayanarak geliştirilen isyanlar sonucu Hollanda, 1572’de bağımsızlığını ilan etmiş ve 1609 yılında da resmen tanınmış bir devlet oluyordu. Erken bir burjuva iktidarı olarak adlandırılan bu gelişme, kapitalist sınıfların en açık bir biçimde devlete hâkim oldukları, diğer iktidar bileşenlerini de kendi etkilerine alarak bir iktidar tekeli haline geldiklerinin ilk örneği olması açısından önemlidir.

Hollanda’da yaşanan bu erken gelişmenin ardından 1688’de, İngiliz resmi tarihçiliğinin Glorious Revolutions (Muhteşem Devrim) olarak adlandırdığı ve tahtın Hollandalı William Of Orange’a sunulduğu bir operasyon sonucunda zaferini ilan eden İngiliz burjuvaları, kapitalizm çağını resmen başlatmış oluyorlardı. Artık temel bir devlet tekeli olarak kendini iktidar içerisinde konumlandıran kapitalist tekeller, kendi modernitelerini yaratmaya başlıyorlardı.

Bunu yaparken geçmişin zihniyet yapılarını yıkma yönünde köklü adımlar atılsa da aslında çokça bahsedildiği gibi eski yapıları yıkan devrimler şeklinde bir gelişimden bahsedilemez. Belki kapitalist gelişme önünde direnen bazı yapılara karşı savaş verilmiş ve bunlar bertaraf edilmiş olabilirler. Ancak genel hatları ile gerek feodal sınıf olan aristokrasi gerekse de ruhban sınıfı yıkılmaktan ziyade kapitalizme ikna edilerek onların da sisteme katılmaları sağlanmıştır.

Bunun en açık örneği İngiltere olmaktadır. Bir burjuva devrimiymiş gibi lanse edilen İngiltere’de krallık ve kiliseye karşı gerçekleştirilen halk isyanları, kapitalist sınıflar tarafından aristokrasi ve kiliseyi kendi isteklerine boyun eğdirmek için kullanılmıştır. Bu gerçekleştikten sonra ise yine aynı sınıflar halk isyanlarının bastırılmasına öncülük etmişlerdir. Yani ortada herhangi bir burjuva devrimi yoktur. Kapitalist sınıfların devlet içerisinde kendine bir konum ve etkinlik sağlama operasyonları olarak iktidar mücadeleleri gerçekleşmektedir. Eğer devrim adına bahsedilecek bir şey varsa o da dönemin halk isyanları olmaktadır. Avrupa iç savaşlarından bunalan, bu savaşların ağır ekonomik yükünü kaldırmaktan artık yorulmuş, ağır dogmatik zihni kalıplardan ve krallık baskısından kendisini kurtarmak isteyen ve ağırlıkta köylülerden oluşan halk isyanları dönemin gerçek devrimci karakterini oluşturmaktadır. Ve eğer bir demokratikleşme gerçekleşmişse bunlar sayesinde gerçekleşmiştir. Burjuva sınıfın bunlar karşısındaki duruşu ise ancak pragmatizm ve ihanet olarak adlandırılabilir. Bu isyanları kendisini iktidara taşımak için bir basamak olarak kullanmış ve emellerine ulaştıktan sonra ise bu isyanları en kanlı bir biçimde bastırmıştır. Buna devrimci bir kılıf uydurmak ise kapitalist sınıfların kendi gerçek karakterlerini gizlemek için oluşturulmuş bir perdelemeden başka bir anlam ifade etmemektedir.

 

Ulus-Devlete Doğru

Tüm bu burjuva operasyonları kapitalizmin merkantilist aşamasına denk geliyordu. Ticaretin, kapitalizmin temel talan biçimi olduğu bir dönemdi. Ticari dönemin en çok ihtiyaç duyduğu olgu pazar olgusudur. Talan ancak pazar üzerinde yürütülecek spekülasyonlarla sağlanabilirdi. Bu nedenle ticari tekeller kendileri için sınırları çizilmiş, belli hukuksal düzenlemelerle talana açılmış bir pazara ihtiyaç duymaktaydılar. Daha doğrusu kapitalizmden bağımsız zaten var olan ulusa dayalı pazar, devletin askeri ve siyasi tekellerince denetime alınarak burjuvazinin talan ve sömürüsüne açılmak durumundaydı. Bu nedenle ulusal pazarın ve ulusun bir bütün olarak devlete bağlanması temel amaç edinilmişti. Ulusu oluşturan temel değerler devlet çatısı altında toplanıyor, böylece toplum bir bütün olarak devlete bağlanmaya çalışılıyordu. Ekonomik sömürünün yaygınlaşması devletin toplumda içselleşmesine bağlıydı ve kapitalist tekeller, toplumda içselleşmenin tek aracının ulus-devlet olduğunu erken fark etmişlerdi. Buradan da anlaşılacağı üzere kapitalizm her nekadar ekonomik tekel gibi görünmek istese de, kendisini topluma bir ekonomik sistem olarak değil bir iktidar odağı, bir devlet biçimi olarak dayatmakla işe başlamıştır. Çünkü ekonomik bir sistem gibi görünmenin ya da ekonomik sömürünün tek koşulu bir devlet eliyle siyasi ve askeri tekelleri devreye sokarak toplum üzerinde kurulacak baskıdır. Bu nedenle de kapitalist sınıflar, kendi sömürü sistemlerini kurarken en fazla bu yöntem üzerinden hareket etmişlerdir. Onun için de yapısal olarak kendilerini ilk kurumlaştırdıkları alan ulus-devlet olmuştur. Ulus-devlet, başlarda monarşik yapılarla denetleniyordu. Böylece ticari tekel ağırlıklı kapitalist sınıflar, aristokrasiyle de uzlaşarak ulusu yönetme ve kontrol etme gücüne kavuşuyordu. Bu durum aristokrasinin burjuvalaşmasına yol açarken, ticari sınıflar da aristokratlaşarak birer devlet tekeli haline dönüşüyorlardı.

Ticari kapitalizminin temel mantığı, dışa meta satımı ve dıştan hammadde alımı ya da talanı üzerine kurulmaktaydı. Bu durum ise içeride en fazla ucuz iş gücünü kullanmayı gerektirmekteydi. Milliyetçilik bu noktada ulus-devlete içeride iş gücü bulma sorunu yaşatmayan tek ideoloji olurken, hammadde ihtiyacının, dışarıdan askeri zora dayalı sömürgeleştirme siyasetiyle karşılanmasına meşruiyet kazandırıyordu. Milliyetçilik ve yayılmanın temel gücü olan askeri tekelleşme tümüyle ekonomi dışı alan olarak ulus-devletin karakterinin neler olduğunu ve kapitalizmin hiç de ekonomik bir sistem olmadığını gözler önüne seriyordu. Çünkü bunlar yani milliyetçilik ve ordu olmadan kapitalizmin bir dünya sistemi olması düşünülemezdi. Sadece bunun için bile olsa kapitalizmin ve onun en derin ideolojisi olarak liberalizmin devleti küçültmesi düşünülemez. Devlet tekelinin kendisi kapitalizmin güvenlik supabı olmaktadır. Devletin olmadığı bir ortamda kapitalizmin bir gün bile kendisini yaşatması akla bile getirilemez. Kürt Halk Önderi bu durumu şöyle ele alıyor;

“15. ve 18. yüzyılları arasındaki döneme bu etken nedeniyle merkantilist dönem de denilir. Özünde devletin ticaret üzerinden kendini toparlaması, bütçesine fazla verdirmesidir. Ticari milliyetçilik de denilebilir. Aldığından fazla satmak, üstün devlet haline gelmenin en etkili yoludur. Ulusal devletin, monarşinin yükselişe geçtiği dönem olarak da bilinir. Sosyal planda aristokrasinin ticarete yönelmesiyle tüccarın aristokratlaşmasının iç içe geçtiği, yeni modern sınıf olarak burjuvazinin ilk gelenek kazandığı çağ da bu dönemdir. Burjuva ideolojisinden tutalım yaşam tarzına, moda anlayışına ve kent mimarisine kadar köklü reformlar yaşanmaktadır.”

Alıntıda da görüldüğü gibi ideolojik yaratımlar bu reformların başında gelmekteydi. Sözde ‘ticaret serbestisi’ olarak ifade edilen liberalizm, aslında bu dönemde burjuva ideologları tarafından ortaya atılan bir ideolojik yaklaşım oluyordu. Pazar üzerinde serbestlik yarattığını iddia eden ve kendisini (kelime anlamı özgürlükçülüktür) özgürlükçü ilan eden bu anlayış, esasında devletin ekonomi üzerindeki denetiminin mutlaklaştırılmasından başka bir anlam ifade etmemektedir. Devletin karışmadığı bir piyasada rekabet adildir. Çünkü tekelin oluşma imkânı yoktur. Kimse iflas etmek zorunda değildir. Ancak liberalizm aldatmacası altında devletin kendi tekel sistemini dayattığı bir piyasada, devlet tekeli etrafında kenetlenmiş sınıfların dışında bir girişimcinin kendisini yaşatma olanağı yoktur. Bu durumu en somut şekilde ifade eden Braudel“Kapitalizm ancak devlet ile özdeşleştiği, bir başka ifade ile kendisi devlet olduğu vakit muzaffer olur” diyerek kapitalizm devlet ilişkisini çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Sadece bu nedenle bile olsa liberalizm, özünde kapitalizmin devletle bütünleşme ideolojisidir. Liberalizm sayesinde devlet tamamıyla ekonomik tekelciliğin hizmetine sokulmakta, siyasi devlet ekonomik devlete (özde ise ekonomik olmayan ekonomik devlete) dönüştürülmektedir.

Yine dönemin diğer bir ideolojik oluşumu milliyetçilik oluyor. Kapitalizm öncesi hiçbir iktidar yapısı tüm toplumu devletin sayma gibi bir yaklaşım içerisine girmemiştir. Devlet her zaman toplumun dışında ve üstünde bir kurum olarak kalmıştır. Devlete ulaşmak oldukça zor yollardan geçmekle mümkün olmuştur. Çünkü bu dünyada devlete ulaşmak öte dünyada cennete ulaşmak gibi algılanmaktaydı. Ancak iktidarlı uygarlığın kapitalist aşamasında ortaya çıkarılan ulus-devlet yapılanması, milliyetçilik dini sayesinde tüm toplumu devletin malı haline getirmeyi başarmıştır. Günümüzde dünya üzerinde herhangi bir devletin vatandaşı olmayan bir birey neredeyse kalmamıştır. Devlet vatandaşlığı, bir devlete aidiyet o devletin malı olmakla eş değerdir. Vatandaş ait olduğu devletin malıdır. O devlet onun hakkında her türlü kullanım hakkına sahiptir. Metalaştırılmış toplum gerçeği bu durumla sıkı sıkıya bağlantılı bir gelişimdir. Bu durumun topluma yutturulma biçimi ise milliyetçilik olmaktadır. Kürt Halk Önderinin de belirttiği gibi “bir ulusun devleti olamaz”. Başta da belirttiğimiz gibi devlet, talan ve sömürü sistemi olarak iktidar odaklı güçlerin kendini örgütledikleri bir kurumdur. Bir toplumun hepsi sömüren olamayacağına göre toplumun devleti diye bir kavram ancak ve ancak bir aldatmacadan başka bir anlam ifade etmez. Ancak buna karşın ulusu oluşturan tüm maddi ve manevi değerler devlete mal edilerek, sanki devlet tüm ulusun tek temsilcisiymiş gibi lanse edilmeye çalışılmakta ve bunda büyük oranda da başarılı olunmaktadır. Ulusu oluşturan tüm faktörler ulusal bir kimliğe dönüştürülerek devlet tekeli kanalıyla egemen ekonomik tekellere doğru kanalize edilmektedir. Avrupa’nın her ulusunda hızla gelişen devlete dayalı ekonomik tekelleşmeler ancak milliyetçilik kanalıyla tüm ulusa yutturabilirdi. Kapitalist gelişme içte kendi iktidarını ulus-devlet ile gerçekleştirirken dışta ise sömürgeciliğin geliştirilmesi kapitalizmi dünya çapında hegemon bir sistem haline getirmekteydi.

1789’da gerçekleştirilen ve Fransız Devrimi olarak adlandırılan durum ise, aslında çok daha farklı bir gelişmenin ifadesi oluyordu. A. Öcalan bu döneme ilişkin şu değerlendirmeyi yaptı:

“Avrupa’da 1789’la başlayan bir demokratik ulus devrimleri var. Bu devrimler başta demokratik ulus devrimleri şeklinde ortaya çıktı. Ancak burjuvazi biraz da masonik öğeler bu devrimleri amacından saptırarak ulus-devlete dönüştürdüler. Yani bu, devrim içinde bir karşı-devrimdir. Uluslar batıda demokratik devrimlerini gerçekleştirme yoluna gittiler ancak burjuvazi ve diğer güçler bir karşı devrimle bunu dönüştürdüler. Daha sonra batıda Hitler gibi yönetimler çıktı.”

Yani dönem aslında ulusların kendilerini hem eski feodal hem de yeni kapitalist iktidar odaklarından kurtarmak amacıyla devrime kalkıştıkları bir dönem oluyor. Ulusun gerek kendi içerisinde gerekse de iktidar karşısında yürüttüğü demokrasi mücadelesi dönemin temel karakteri olarak öne çıkıyor. Kitleler özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganları altında ayaklanırken sadece kral ve kiliseye değil, gelişen kapitalist iktidar yapılarına da karşı çıkmaktaydılar. Açıktır ki bunu bir burjuva demokratik devrim değil, demokratik ulusal devrim olarak değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Ancak bu durumun kendilerine karşı oluşturduğu tehlikeyi erken fark eden burjuva sınıflar, buna bir karşı-devrim hareketi ile süreci kendi lehlerine çevirmişlerdir. Ulusun demokrasi taleplerini kendi modern ulus-devlet yapılanmalarını gerçekleştirmek için kullanmaktan geri durmamışlardır. Ve burjuva sınıfların demokratik uluslaşmaya karşı gerçekleştirdikleri bu karşı-devrim, kapitalizmin ulusal değerler üzerinden kendi talan ve sömürü sistemini yürütmesinin yegane şartı olarak günümüze kadar gelmiştir.

 

Kapitalist Modernitenin Zaferi

16. ve 18. yüzyıllar arasında iktidarı bu biçimiyle ele geçiren ve biçimlendiren kapitalizm, 18. yüzyılın sonlarından itibaren gerçekleşen sanayi devrimiyle beraber kendi modernitesini tam anlamıyla kurumlaştırmış oluyordu. Endüstrinin kendisi bir kapitalizm icadı değildir. Hatta uygarlık süresi boyunca yaşanan teknik ve bilimsel gelişmelerin hiç birisi uygarlık sistemlerine mal edilemez. Teknik ve bilimsel gelişmeler insanlığın kendisini ve çevresini tanıması ve yaşamını idame ettirmek için daha pratik yollar bulma arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan toplumsal gelişmelerdir. Hangi sistem olursa olsun insanlık bu gelişmeleri yaşayacaktı ve bundan sonra da yaşamaya devam edecektir. Ancak sanayi devrimi açısından ortaya çıkan sonuç, gerçekleştiği dönemin özelliklerine göre bir biçim alması olmaktadır. Tek başına hiçbir teknik zararlı değildir. Önemli olan onun kullanılış amacı ve yöntemi olmaktadır. Sanayi devrimi sonucu ortaya çıkan teknik ve bilimsel düzey de kapitalist tekellerin elinde bir iktidar aracı olarak kullanılması nedeniyle oldukça tahripkâr sonuçlara yol açmıştır ve halen de bu tahribat devam etmektedir.

Ortaya çıktığı günden itibaren, yol açtığı sonuçlar nedeniyle makineleşme, endüstriyalizmin en fazla tartışılan boyutu olmaktadır. Burada asıl sorun üretimdeki makineleşme değil, bu makineleşmenin toplumsal yapıya ve doğaya uyarlanması konusudur. Toplum bir makine ve bireylerin her biri bu makinenin dişlileri olarak görülür ve bu milliyetçilik ideolojisi sayesinde ulus-devlet biçiminde kurumlaştırılarak toplum devleti işleten en temel mekanizma haline getirilir. Bu konuda A. Öcalan;

“Sanayi tekelciliğinin siyaseti ve devleti, milliyetçiliğin en yoğun hali ve devletle tüm ulusal toplumun kaynaştırılması temelinde oluşan ulus-devlettir. Ulusdevlet en çok bu dönemde idealize ve realize olmuştur. Bunun temel nedeni, sermayenin aşırı kârı ve topluma yaygınlaşmasıdır. Kârın çoğalması, tüm toplumun sanayi tekellerine bağlılığını gerektirir. Bu ise iç savaştır. Ancak yoğun milliyetçilik ve yine iktidarın en yoğun yaşandığı ulus-devletle bu iç savaş bastırılarak, kârın azamileşme düzeni sağlama alınmış olur. Faşizmin yavaş yavaş bir sistem olarak bu dönemde gelişmesi özgün bir olay değildir. Toplumun sürüleşmesi ve iktidarın ince çeperlerine kadar yayılması, bunun da ancak milliyetçiliğin dinselleşmesiyle mümkün olabilmesidir.”belirlemesinde bulunmaktadır.

Aslında sanayi devrimiyle beraber, devlet tekelleri tarihlerinde karşılaşmadıkları bir kâr ve sömürü olanağına sahip olmuşlardır. Doğal olarak da bu durumdan sonuna kadar yararlanmak, iktidar ve devlet olmanın bir gereği olmaktaydı. Ve dönemin tek iktidar gücü gibi görünen kapitalistler, bu olanakları toplum kırımı ve doğanın tahribatını en üst düzeyde gerçekleştirmek için kullanacaklardır. Bu nedenle de kendi kârlarını arttırmak için en büyük insanlık ayıbı olarak kabul edilen dünya savaşlarına yol açmaktan çekinmediler. Yine sırf kendi sınıf çıkarları gereği milliyetçilik maskesi altında halkları bir birlerine kırdırmaktan geri durmadılar. Dünyanın her köşesine yayılan ulus-devletçikler emperyal bir hal alan kapitalizmin birer kolonileri halinde iş görmekten kendilerini kurtaramadılar. Toplum iktidara bağımlı hale getirilmeden bunların hiç biri yapılamazdı. Doğada insan dışında hiçbir canlı kendi soyuna, cinsine karşı planlı bir kıyım faaliyeti gerçekleştiremez. Bu bile başlı başına insanlığın ne kadar kendine yabancılaştırıldığının, doğadan koparıldığının bir kanıtı olmaktadır. Bu ise tek hakikat olarak sunulan iktidarın, devlet üzerinden topluma ne kadar hâkim kılındığının göstergesidir. Kapitalist aşamaya kadar birey ya da hanedanlara bağlı olan iktidar, kapitalist aşamayla beraber iktidara bağlı olan bireyler üzerinden tüm topluma hâkim kılınmaktadır. Öncesinden iktidar bir tek kral tarafından temsil edilirken, artık iktidara bağlanan her birey iktidarın temsilcisi bir kral gibi hareket etmeye ve iktidarı savunmaya başlamıştır. Her birey bir iktidar alanı olarak bir parti, kurum, dernek vb. içerisine alınarak adeta toplum bir iktidarcıklar ağı ile içten-dıştan çevrelenmiştir.

Daha 1870’te Alman ulus-devletinin oluşması karşısında ortaya çıkan tehlikeyi Nietzche“Tanrılaşan devlet, karıncalaşan emekçi ve bireyler ile karılaşan ve iğdiş edilen toplum” belirlemesiyle dile getiriyordu. Kendini toplumun vazgeçilmezi haline getiren ulus-devlet, tüm kurumlarıyla bir tanrı gibi zihinlere yerleşiyordu. Böylece devlet, tek yaşam kaynağı ve gerekçesi haline getirilerek tüm toplumun devlete koşması sağlanıyordu. Ve bugün tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar devlet, toplumsal yaşama bu kadar hâkim hale getirilmiş ise bunun tek nedeni toplumun iktidara koşturulması halidir. Ve kapitalist sınıfların iktidarda gerçekleştirdikleri en büyük yenilik de budur.

Şüphesiz bu durumun altında, tamamıyla talan ve sömürü amacı vardır. Toplumun bu biçimiyle iktidara bağlanması ve devlet tekellerinin kârı için devlete koşturulması tekeller açısından bir patlama yaratmaktaydı. 20. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde artık kapitalizm, dünya üzerindeki hakimiyetini ilan etmiş oluyordu. Özellikle de kapitalizm, reel-sosyalist devletlerin açıkça kapitalizme teslim olmaları sonucunda kapitalist sınıfların kendi sistemlerini tarihin sonu ilan etmesine, nihai hakikat olarak kapitalist iktidar odaklarını topluma dayatmalarına neden oldu.

1900’lü yılların sonu kapitalizmin finans çağına ulaştığı yıllar olmaktaydı. Kapitalist modernite kendi kalıplarına hemen hemen tüm yönleriyle kavuşmuştur artık. Bu nedenle de kapitalizm, artık hem ekonomik olarak hem iktidar olarak gerçek yüzüyle toplumun karşısına çıkmaktan çekinmemektedir. Çünkü artık çokça iddia edildiği gibi ekonomi ve üretim olmadığı ve tüm ekonomik alanların üreticisi-dağıtıcısı bir sistem olmadığı tamamen gün yüzüne çıkmış oluyor. Burada tamamen sanallık üzerine kurulu bir ekonomik sistemden bahsediyoruz. Eskiden altın karşılığı olsa da, günümüzde bunun da ortadan kalktığı ve maddi yaşamda hiçbir karşılığı olmayan bir kâğıt parçasıyla tüm dünya ekonomisini çekip çevirmek insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir kandırmaca, uyutma faaliyeti olmaktadır. Ve bununla tüm insanlık sömürülmektedir. Üretimin olmadığı, açıktan kitlelerin kırıldığı, işsizliğin alıp başını gittiği bir devirde, böyle bir kandırmacayı yürütmenin ekonomik sistem olmakla hiçbir alakası yoktur. Bu ancak bir iktidar gücü olmak, hem de en ince bir ideolojik iktidar gücü olmak demektir.

Bu konuda Öcalan; “Finans çağının temel özelliği, para kurumunun (tüm enstrümanlarıyla birlikte) başat duruma geçmesidir. Sanayi ve ticaret tekellerini tamamen kontrolü altına almıştır. Tekel olarak devleti de (özellikle ulus-devleti) kendine iyice bağımlı hale getirdi. Ekonominin temel katları olan kullanım (tüketici) ve üretim-değişim platformlarını da tamamen paranın denetimine aldı. Kullanılan araçlar IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Ticaret Örgütü; dünyanın tüm merkez bankaları, küresel bankalar, çeşitli kredi senetleri, piyasa ve borsalar; bono ve tahvil senetleri, tüketici kartları, faizler ve döviz kurları vb. geniş bir enstrümanlar listesidir. Bu kurumlar aracılığıyla para artık hayalet bir varlık haline gelmiştir. Daha doğrusu, ataerk ailenin eski hiyerarşik yöneticisi durumunda kalmıştır. Onun yerine yeni yetmeler olarak bu kurumlar evlat rolünü oynamaktadır. Ama hepsinin para atalarının tohumunu taşıdıkları da bir gerçektir.”diyerek konuya kapsamlı bir açıklık getirmektedir.

Finans kapital çağın hegemon gücü olarak ortaya çıkan ABD, dönemin iktidar ve tekel temsilini en üst düzeydegerçekleştirmektedir. Ancak finans çağının devlet ve iktidar yapılanmaları da talan biçimine dayalı olarak farklılıklar arz etmektedir. Küreselleşen iktidar olarak para, daha önceki ticaret ve endüstriyalizm dönemlerindeki iktidar biçimleriyle çelişkilerin oluşmasına neden olmaktadır. A. Öcalan’ın Süper Tekelleşme şeklinde tanımladığı, paranın küresel düzeyde tekelleştiği ve uygarlık tarihinin hiçbir aşamasında görülmediği kadar ekonomi tekelleri ile siyasi tekellerin birleşerek buna öncülük ettikleri bu dönemde, iktidar ve devlet yapılarında da önemli değişikliklerin yaşanması gündemdedir. Öcalan bu durumu; “Finans çağının siyaset ve devlet politikaları endüstriyel çağla kısmen çelişik özellikler taşır. Endüstriyalizm esas olarak milliyetçilik ve ulus-devlet politikalarında yoğunlaşır. Tekeller yaratmak ister. Finans çağının küresel olma ihtiyacı bu tekelleri artık engel olarak görmektedir.” şeklinde tanımladı. Bu nedenledir ki küreselleşme ve tam bir dünya sistemi haline gelmek isteyen finans kapital, dışa kapalı ve içe dönük olan ulus-devlet yapılanmalarını aşma eğilimindedir. Ulus-devletin derinliğine küreselleşmeye karşı direnen yanları aşılmak durumundadır. İster Irak örneğinde olduğu gibi askeri zor yöntemleri ile ister Arjantin, Türkiye, Brezilya ve Rusya gibi değişik kriz yöntemleri ile ulus-devletler değişime zorlanmaktadırlar. Bunların yerine ise daha sınırlı iktidarlarla yetinen küçük çapta yerel yapılanmaların yaratılması olası görünmektedir. Postmodernizm denilen anlayışın da yerelci, küçük kültürel yapıları öne çıkaran yaklaşımları bunun bir sonucu olmaktadır. Ticaret ve endüstriyalizme dayalı modernizm aşılarak yerine postmodernizm adı verilen yeni iktidar anlayışına dayalı bir modernite kurulmak istenmektedir.

Finans kapital, yeni iktidar ve devlet yapılanmasını oluştururken kullandığı argümanları da oldukça dikkatli seçmektedir. Özellikle her dönemde olduğu gibi liberal yaklaşımlarla kendini özgürlükçü, demokrasi ve toplum yanlısı göstererek yeni iktidarına karşı gelişecek tepkilerin önünü almaya ve elinden geldiğince özgürlükçü taleplerin içini boşaltmaya çalışmaktadır. Ulusdevlet anlayışına karşı yerelcilik, sivil toplum, sosyal devlet, yerinden yönetim gibi kavramlarla karşı çıkmaktadır. Yeni iktidarlaşmasını bunlar üzerine kurarak bir yerde bunları da ilk elden kendi iktidarına bağlayarak birer tehdit olmaktan çıkarma arayışı içerisindedir. Bu gelişmelerin yanında her uygarlık aşamasında olduğu gibi kapitalist aşamada da görüldüğü üzere uygarlıklar kriz alanları olmaktadır. Kriz dönemsel yaşanan bunalımlar olmanın ötesinde sistemin demokratik uygarlık değerleriyle yaşadığı sürekli çelişki ve çatışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İktidarın varlığı krizin tek kaynağıdır. İktidar dolayısıyla, üretimden koparılarak emeğe, doğaya ve kendisine yabancılaştırılmış, liberalizm anlayışıyla ortaya çıkarılan sanal bir özgürlük havasına kapılarak her türlü ahlaki değerlerinden boşalmış birey ve toplum gerçeği krizin temel konusunu teşkil etmektedir. Özellikle de kapitalizmin ulaşmış olduğu finans çağı uygarlıksal krizlerin sürdürülemezliğinin kabul edilişi anlamına gelmektedir. “Ticaret çağı büyük sömürge talan savaşlarıyla yürütülmüştü. Sanayi çağı iki büyük dünya savaşı, kendi içinde sınıf savaşı dışında ulusal kurtuluş savaşlarıyla dolu yaşamıştı. Finans kapital ise, tüm toplumun toplumla iktidar savaşına dönüşmüştür’. Bu konumuyla toplum ve doğa kırımdan başka bir ifadesi kalmamış olan kapitalizmin ne eski ne yeni iktidar hallerinin devam ettirilme koşulları kalmamıştır. Ya bu durum devam edecek ve toplum, içerisinde yaşadığı doğa ile beraber yok olmayla yüz yüze kalacak ya da komünal topluma dayalı demokratik modernite kendi alternatifini geliştirecektir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.