Düşünce ve Kuram Dergisi

Direnişte Meşruluk ve Yasallık üzerine

Sinan Türkmen

Yaşam ile ölüm arasındaki ilişki her zaman için merak konusu olmuştur. Süreklilik ile kesintililik varoluş ile yok oluş değişimi durağanlık gibi. Birincide dinamizm ve akışkanlık hatta yeniye evrilme çabası, ikincide ise sonluluk, çürüme hatta yok olma vardır. Biyolojide şöyle bir temel ilkenin varlığından söz edilir. Her canlı varlık süreklilik peşindedir. Bu nedenle üreme ve çoğalma arzuları ontolojiktir. Bu imkânı bulduklarında üremekle kalmaz çoğalırlar da. Hatta aynı ilke gereği üreyip çoğalan başka türlerle kurdukları ilişki ile yeni bir şeye de evrilebilirler. Hayatın içindeki çoğulculuğu, farklılıkları bununla izah etmek olanaklıdır. Eğer canlılık özelliğini barındıran hücreler, çoğalma ve üreme imkanı bulamadıklarında yok olmaya, çürümeye karşı taşıdıkları tüm potansiyelleri ile direnir ve ölümsüzlüğü seçerler. Yok olmayı dayatan dış faktörlere karşı hücre, kendi içindeki potansiyeli harekete geçirerek ölüme karşı mücadele pozisyonuna geçer. Devasa kayalıkları parçalayıp kökleriyle toprağa ulaşmaya beceren bitkileri en kuytu köşelerde, yaşam formlarını devam ettirmeyi başaran canlıları bununla izah etmek gerekmez mi? Bu insanlarda, tüm canlı yaşam formları için yapısal temel bir ilkedir. Bu varlığın ölüme karşı mücadelesi ve direnişidir.

Varlık kendini bulmak, tanımak ister. Mücadelesi bu yönlüdür. Belki de bahsini çokça ettiğimiz evrense aklın sırrı buradadır. Her şey kendini anlamlandırmak, kendi sırrına önce kendisi ulaşmak ister. Her bir canlının cevabı başka türlüdür. Cevapların tümü kendi içinde bir anlamı taşır. Ağaçlar fotosentez yapar, meyve verir. Polenlerini çevreye yayar. Her mevsimde farklı davranışlar içine girer. Hayvanlar içinde aynısı geçerlidir. Her bir hayvanın kendince bir çoğalma, hayatta kalma stratejisi vardır. Ama bitkilerde de, hayvanlarda da temel olan, varlığını sürdürebilme arzusudur. Biz buna direniş diyemez miyiz? Bu nedenle direniş hayatın bizatihi kendisidir. Direniş her varlık açısından yapısal bir zorunluluktur.

 

Meşruluk mu Yasallıktan, Yasallık mı Meşruluktan Kaynaklanır?

Bu kısa giriş ile anlamlandırma ve direniş arasındaki dolaysız bağı kurmaya çalıştık. Anlamlandırma, canlılığın kendi bilincine varmasıyla direniş, bu bilinç formunun zirveye çıkma arzusudur. Bunun için hayatın sadece devam etmesi yeterli olmuyor. Hayatın kendi anlamının bilincine varması, bunun mücadelesini vermesi gerekir. Bu temel yaklaşım insan toplumu için bambaşka bir şeydir.

Ben kimim?

Ben ne için yaşıyorum?

Yaşam nedir?

Bilinç ile yaşam arasındaki ilişki nedir?

Bu bilinci şekillendiren faktörler nelerdir?

Ben ve çevre, çevre ve ben arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?

Buna benzer yüzlerce, binlerce soruyla kendini yeniden yeniden oluşturabilen insan toplumu da varolma mücadelesinde direniş içindedir. Tarihin her döneminde insanların bu sorulara verdikleri cevaplar farklılık içermiştir. Farklı veya aynı coğrafya içinde, insanların varlıklarına yükledikleri anlam ve bu anlam dünyasına bağlı olarak davranışları değişiklik göstermiştir. Bugünde aynı şey devam etmektedir.

Bazıları uygun ortamın etkisiyle üretmiştir. Ekonomik, kültürel, sanatsal, siyasal yönleriyle tarih sahnesinde yer almışlardır. Askeri stratejileri savunma üzerine olduğundan fethetme, el koyma, yenme-yenilme ikilemi içinde hayata bakmamışlardır. Barışçıl toplumlar olarak, kendi iç yapılarında değişime kapıyı hep açık tutmuşlardır. Bu toplumlarda evrensel ahlaki yasa değişimdir. Değişimden korku duyulmaz. Bilakis değişim arzusu teşvik edilir. Çünkü değişimin arayış olduğunu, farklılığın yaşam zenginliği içerdiğini bilir. Bu toplumlarda diyalektik olması gerektiği gibi biçimiyle, yani birbirini yok etmeden, yok etmeyi amaçlayan yıkıcı bir mücadele şeklinde değil, birbirinin varlığına saygı duyarak, ilişkilenerek, birleşip bütünleşerek yeni bir şeye evrilerek hem de zengin ve daima güçlü bir tarzda kendini bilince çıkarma şeklinde olur. Bu toplumlarda da direniş vardır. Direniş tekçiliğe, donmuşluğa, dayatmaya, dogmatizme, zora dayalı her tür tahakkümcü yapılara karşıdır. Direniş, çatışma, şiddet, bastırma, sindirme döngüsü tarzında değil, fikirsel ve düşünsel düzeydedir. Toplumun iç yapısı, kültürel ve siyasal yapısı güçlüdür. Bunu rahatlıkla tolere eder. Direniş bu toplumlarda hem yasaldır hem de meşrudur. Yasallıkla meşruluk arasında güçlü bir illiyet bağı vardır. Şiddet, çatışma, bastırma, hem yasal anlamda hem de meşruluk zemininde taraftar bulamaz. Bu anlamda ortaya çıkması da beklenemez. Çıksada oldukça marjinal ve taraftar bulup süreklilik sağlaması olanaklı değildir.

Meşruluk ile yasallık arasındaki makasın açıldığı rejimler kapalı rejimlerdir. Kapalı rejimler açık ve demokratik toplumların aksine, toplumu ve toplumun  iç dinamiklerini güç ile yönetir. Güç ile iktidar ya da merkezi her türden örgütlenmiş zor aygıtları, bazen çoğunluğun zorbalığına dayanarak, bazen de içerdikleri örgütlenmiş bir azınlığın manipülasyonlarına bağlı olarak, irrasyonel akılla önüne çıkan her alternatifi bastırma yoluna giderler. Toplum nefes alamaz hale gelir. Yaratıcı hiçbir eylem hayat şansı bulamaz. Örgütlenmiş kapalı devre sistem tüm toplumsal enerjiyi emerek değişimi barajlar. Ancak değişimin de kendi içinde engellenemez konumları vardır. Toplumun kendi sosyo-kültürel yasalarında olan direniş, bu sistemlerde boy verir. Su yatağını bulur diye bir deyim vardır. Direniş objektif ya da sübjektif olsun farketmez, eninde sonunda gelişir ve toplumlara giydirilmek istenen elbise bir yerden patlar. Giydirilmek istenen elbise, artık bedene uymadığından çıkarılıp atılır. Rejim güçlerinin bunu kolayca kabul etmesi beklenemez. Tarihi tecrübeler ışığında biliyoruz ki, iktidarlar topluma karşı ellerinde ki imkanlarını bırakmayacaklardır. Sistemin aparatı haline gelmiş tüm kurumlar değişim dinamiklerini bastırmak için harekete geçeceklerdir. Bu tür sistemlerin en büyük dayanakları yasallıktır.

Yasallık, ellerindeki yegane meşruluk kaynağıdır. Sırtını dayadıkları yasalarla demokratik değerleri yok ederler, direnişleri lanetleme, terörize etme yoluna giderler. Şiddet tekelini elinde bulundurma ayrıcalığına sahip olduğunu iddia ederek pasifizmi, kaderciliği sessizce kendisine kesilmiş hükmüne razı olunmasını dayatır. Bunun kaynağıda yasaların gücüdür. Yasalar, seçilen idare tarafından çıkarıldığına göre ve de toplum düzenlemiş kurallarla yönetilmesi gerektiği ön kabulü ile anlam kazanıyorsa, o zaman herkesi yasalara ve onun gücüne boyun eğmelidir derler.

Meselenin bu kadar basit olmadığı açıktır. Yasallık ile meşruluk iki ayrı kavramdır. Yasallık ile meşruluk kavramları arasında illiyet bağı, rejimlerin veya sistemlerin yapılarına bağlı olarak değişim göstermektedir. Bunun biçimini belirleyen temel şey, toplumsal rızanın boyutudur. Bu anlamıyla oldukça tartışmalı bir alandır. Örneğin; çoğunluğun iktidarında azınlıklara veya dezavantajlı gruplara yasal da olsa baskı meşru mudur? Temel siyasal ,kültürel, etnik haklar yasalar yoluyla da olsa devredilebilir mi, yoksa sayılıp, inkarı meşru olabilir mi? Sistemin tüm aparatları elinde olsa, toplumun %99’u bunu desteklese ve de siyasal konjonktür lehine de olsa, %1’in  hukukunu yok sayabilir mi? Yasallık, tam anlamıyla meşruluk iddiasını öne sürebilir mi? Sürse bile % 1’in direnişi gayri meşru ilan edilebilir mi? Buna benzer soruları çoğaltmak mümkündür. Diderot “Yasa genel olarak yeryüzünün tüm haklarını yöneten insan aklıdır” der. Kurgulanmış bir tanım. İngiliz Lockeu (1632-1704) ise, “İnsanların devletlerde birleşmelerini ve kendilerini yönetimlerin altına koymalarının asıl amacı, benim mülkiyetin genel adı altında topladığım, canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının korunmasıdır” der. Bertnand Russel, buna ses yükselterek itiraz eder; “Locke yeterli ölçüde düşünmeksizin çoğunluk ilkesine saplanmıştır.. Çoğunluğun tanrısal hakkı ölçüsünde tiranca olabilir” diyerek itirazını yükseltir. Bu mesele Montesquieu, J. Jean Rousseou, Emanuel Sieyes, Benjamin Constend vd.nin gündeminde olmuştur. Gücü elinde bulunduranların denetlenmeyi ve yasaları kullanma birimleri hep tartışma konusu olmuştur. Bu bir yönüdür. Öte yandan gücün ve yasanın kötüye kullanması karşısında, toplumsal direnişin meşruluğu da tartışmaya yer bırakmayacak kadar haktır. Montesquieu’nun kuvvetler ayrılığı için söylediği biçimiyle kuvveti ancak bir başka kuvvet durdurabilir. Bu sadece sistem içinde kendini var etmiş ve oradan merkeze hücum eden kuvvetlerde yasal olmasa da toplumsal destekle meşruluk meselesini ya da krizini aşabilir, aşmıştır da. Diktatörlüklere karşı mücadele eden, yüzlerce sınıfsal ve etnik direniş başarılı olmuştur. Başarılı olmadan önce tüm bu hareketler terör, terörizm, eşkıya veya başka türlü adlandırmalarla tanımlanarak yasal takibe maruz kalmışlardır. Yasallık ile meşruluk arasındaki çelişkide bu direniş sayesinde aşılmıştır. Direnişler bu anlamıyla kapalı toplumdan açık ve demokratik topluma geçiş sağlayan dinamik güçtür.

Fransız düşünürü Alain, (1868-1951) iktidarın insanı nasıl çıldırttığını iyi görmüştür. İktidarın, iktidara katılanları bozduğuna, denetimsiz her iktidarın iktidardakini çıldırttığına inanıyordu. Bu anlamda baskı gruplarını olumlu görürdü. Ona göre, “Düzen olmadan özgürlük olmaz, düzen ise özgürlüksüz hiçbir değer taşımaz. Düzen  ile özgürlükler arasındaki ilişkiyi koyduktan sonra devam eder. “ Yurttaşın iki erdemi direnç ve itaattir. İtaat ederek düzeni sağlar, direnerek de özgürlüğü güvence altına alır. İtaati yıkarsanız anarşi, direnci yıkarsanız tiranlık doğar diye tanımlar. Yasallık veya yasaların ruhuna sinmiş olan şey, genel olarak eşitlik adı altında tekliktir. Tekliğe indirgediği toplumsal farklılıklara at gözlüğüyle bakar. Bunu da övünç meselesi yapar. Direnç ve direniş bu bakış açısını zorlayarak farklı olanı görünür kılmaya çalışır. Yasalar dinamik toplumsal gerçekle çoğu zaman çelişki içinde olabilir. Bu çelişki de direnirse, çatışmaya açıkça davetiye çıkarırlar. Benjamin Costant’ın dediği gibi “çeşitlilik yaşamdır, tek biçim ise ölümdür.” Bu nedenledir ki John Stuart Mill der ki, “Bütün insanlık bir tek görüşü benimserse ve yalnızca bir birey bu görüşün tersini düşünse bile insanlığın bu soruşturmaya hakkı yoktur; tıpkı onunda insanlığı susturma hakkının olmadığı gibi.”

Bütün bu anlatımlardan sonra geldiğimiz nokta yasallık, yani onun kaynağı olan devlet ile direniş veya bir başka biçimiyle siyaset arasındaki çelişkinin varlığına ilişkin tartışmadır. Bu ikisi arasındaki derinlik hiçbir zaman sonra ermez. Zaman zaman med-cezir biçiminde yükselip, alçalmalar olsada özünde mesele yapısaldır. Ontolojik olarak aralarındaki ‘çelişki’ süreklidir.” Dolayısıyla, siyaset ile devlet arasında bir gerginlik vardır. Birincisinin dinamik özellikleri, ikincisinin durağan niteliklerini zorlar. Siyasetin akışkan bir niteliği vardır. Yönetilmesi ve denetlenmesi zor güçlerin çalkalandığı bir denize benzer. Buna karşılık devlet belirli yapıya sahiptir. Birlik ve sağlamlık arar. Ölçütleri yasa, düzen ve yetkidir. Devlet hak ve görevlerin bir bütünü. Kurumların ve süreçlerin bir karmaşasıdır. Denizin sonsuza kadar karayı dövmesi gibi siyasetin dalgalarıda devleti döver durur..” der Leslie Lipson. Devlet ile siyasa arasındaki çelişki derinleştiğinde kurumlar ve süreçler, yasalara dayalı siyasal süreçleri tıkadığında çatışma kaçınılmazdır. Çatışmanın biçimini belirleyecek olan şey, sürecin zaman içinde alacağı şekle bağlıdır. Bu çatışmaların biçimi ne olursa olsun çoğu zaman yasaların öngördüğünün dışına taşacaktır. Yasanın hükmü, siyasal direnişler karşısında zayıflar ve yasa toplumsal destekten yoksun kalacağından meşruluğunu da yitirecektir. İyi işleyen ve varlıklarını koruyabilen kurumlar yeniliklere açık olmak ile sürekliliği korumak arasında anlamlı bir dengeyi kurabilenlerdir. Bu denge kurulmadığı takdirde yönetim, yönetim aygıtı, siyasal süreç içinde gelişen güçlere aykırı düşecektir.(Leslie Lipson)

Direnişlerin objektif süreçleri olmadan sübjektif örgütlenmesi olamaz. Direnişlere meşruluk kazandıran da bu objektif süreçlerdir. Sosyolojik açıdan bu nettir. Kendini üretebilme imkanlarının olduğu bir ortamda, demokratik süreçler dışında yasayı zorlayarak düzene savaş açmak mantıklı değildir. Çünkü demokratik süreçlerin sağladığı anlamlı güç dengeleri içinde değişime açık bir yapı vardır. Bu yapıyı bazen bir davranış toplumda karşılık bulamaz. Özcesi meşruluk kaynağından yoksun savaş daha başından yenilmeye mahkumdur.Dolayısıyla bu tür bir gerginliği giderecek bir sistem oluşturulmalıdır. Böyle bir sistem ise demokrasidir. Demokrasi hükümet biçimleri içinde özü ve bu soruna yaklaşım yöntemi açısından eşsizdir. Amaçları açısından bir ölçüde engelleyicidir. Çıkarlar grup ve kişiler arasındaki çatışmaların yıkıcılığa dönüşmesini engeller. Fakat daha sonra büyük ölçüde de yapıcıdır. Farklı kesimlerin siyasal enerjilerini kurumlar aracılığıyla derleyerek kamunun çıkarına ulaşmayı çalışır. Demokrasi siyasetin yaratıcı, devlerin de duyarlı olabileceği bir ilişkiyi oluşturmaya çalışır. Demokrasinin amacı, taşı yerinden oynatabilir gücüde dayanılır kılmaktır. Ne zaman ki taşı yerinden oynatabilir, gücüde dayanılır olmaktan çıktıysa, karşıt bir kuvvetin ortaya çıkması doğası gereği kaçınılmazdır.

Kuvvet kuvveti davet eder. Daha ilk başta belirttiğimiz gibi, her canlı varlık da varlığını koruma, kendini sürekli kılma arayışı içindir. Direniş bir varlık açısından olmazsa olmazdır. Bir anlamıyla varlığa yönelmiş her saldırı, mutlaka savunmayla karşılaşacaktır. Direniş kırılıp yokta olabilir. Yenilgi bu meşru hakkın kullanımını yadsımaz. Bilakis bir tarihsel tecrübe olarak hafızalara işler. Kuşaktan kuşağa devralınır. Onurlu ve insan haysiyetine yaraşır yaşam, uğruna ölümünde göze alınabilecek olan yaşamdır. Direniş tam da budur. Buna engel her sistem, yasal olsa da meşru değildir. Bunun baskıcı ve anti-demokratik rejimlerde bilir. Dayatmacı ve zorbada olsa, sonuçta direnişin gücü karşısında ilelebet kendini ayakta tutabilmiş bir yönetim yoktur. ”Her  çatışma görünüşte ne kadar katı ve sert olursa olsun, belirli düzeyde bir uzlaşma ile sonuçlanır. Her siyasal sistem aynı zamanda bir uzlaşma modeli demektir. Uzlaşma yoksa sistemde dengeye göre paylaşılır ve siyasal sistem oluşur.” (Ahmet Taner Kışlalı)

Çatışmaların özü budur. Tam yenilgi ve yok olma halleri dışında tutarsak tarihte sayısız örnekleri vardır.

Tarihin her döneminde devletli toplumlarda, bunun etki sahasının dışında kalmış veya kalmaya çalışan ahlaki-politik toplumların çatışması belkide en çarpıcı örnektir. Kurgulanmış aklın yaratımı olan devlet yapısı gereği denetimini genişletmek, etki sahasının dışında bir şeye rıza göstermez. Denetlemek, yönlendirme hatta yeniden şekillendirme arzusuyla hem fiziki, hem zihinsel olarak yayılma eğilimindedir. Bunu rasyonellikle taçlandırmak için bilgi gücü kadar, bu bilgiye dayalı yasalarla temellendirilir. Medeniyet kavramının içine yerleştirilmiş olan bu zihinsel ve pratik akla karşı ahlaki-politik toplumun çelişkisi tarihi deneyim açısından eşsiz bir direniş örneğidir. Statik, öngörülebilir, hesaplanmış düzen, kurgulanmış topluma karşı tesadüflere yer veren kısmen, bazen de çoğunlukla belirsiz özgür tercihli kaos ve düzenin iç içe olduğu, kendi iç yapısı gereği istikrarlı, bazen de ani değişimlere kapıyı açık tutan toplumsal formun çatışması anlamlıdır.

Birincisi dayatıcı zordan gücünü alan yasadır. İkincisi meşruluk debisi yüksek, toplumsal ahlaka sırtını dayamış direniştir. Bu ikili yan hiç ara vermeden varlığını sürdürür. Yasallık kurgulanmıştır. Bilimsellikle kendini izah etse de spekülasyoncu aklın yaratımıdır. Meşruluk doğaldır, iç yapının gereğidir ve içkindir. Onu toplumdan alamazsınız. Toplumda ayrı bir yere konumlandıramazsınız. Toplumun elinden bunu aldığınız an, toplumun bittiği andır. Tarihteki tüm imparatorlukların merkezden çevreye doğru yaşadıkları şiddete karşı, çevredeki özgürlüğün meşru direnişidir.

Özgürlük bulaşıcıdır. İktidarlar açısından mutlak denetimi şarttır. Bu nedenle toplumlara sınırlar çizilir. Bunu hak ve ödevler adı altında toplumsal sözleşmelere yansıtırlar. Geçmişin imparatorlukları bunu tanrıdan aldıkları yetkiye dayandırırlardı. Tanrısal yasanın yeryüzündeki temsilcisi konumundaki tanrı kralların her sözü yasadır. İnancı bu nedenle karmaşık ritüellerle donatarak toplumun dışına taşınmayı denediler ve başardılar da. Büyük bir ruhban sınıfının ortaya çıkışını bir gereklilik olarak değerlendiremeyiz. İktidar ve güç sahiplerinin bir aparat olarak dini yeniden şekillendirmelerinin sonucudur.

Bugün de aynı ihtiyacı karşılayacak ve toplumsal meşruluğun dayanağı olan ahlakın yerine ikame ettikleri geniş bir hukuk nosyonu oluşturmuş durumdadır. Yasallık buradan devşirilmektedir. Çoğu zaman yasallıkla, hukukilik iç içe geçerek, muğlak bir alan yaratır. Bu muğlaklıklara dayanarak, düzene karşı ortaya çıkan direniş mahkumu edilmek istenir. Ne yazık ki emekten ve özgürlükten yana olduklarını iddia edenlerinde bu zemin ve tuzağa düştüklerini görmekteyiz. Özgürlüğü; zorunluluğun bilincine varma olarak gören bu ölümcül tuzak, yasallık adına gelişen iktidarcı baskılara taze kan olmaktadır. Her ne sebeple olursa olsun direnişi reddeden sınırlandırmaları, baskıcı rejimlerin dayanakları olabilmişlerdir.

Toplumsal direnişleri kırmak, kriminalize etmek kadar, meşruluklarını ortadan kaldırmak için ortaya çıkmış çokça teori ve tartışma vardır. Her ne olursa olsun, itaati öğütleyen pasifizmi bir yöntem olarak savunanlar kadar, yetkiyi ve buna dayalı yasayı tanrısallığa dayandıran epey hatırı sayılır inanç bazlı yaklaşımlarda vardır. Luther; her ne sebeple olursa olsun yasalara ve yönetimlerin buyruklarına uyulmasını tanrının emri olduğunu ve tanrısal yetkinin yeryüzündeki yansıması olarak yönetimleri göstermesi en iyi örnektir. Düzen ve birlik adına, tam itaati öngören Hz. Ebubekir’in islamın ilk yıllarında özgürlüklerini savunan Bedevilere uyguladığı şiddet hatırlanmalıdır. İslam felsefesinde, öbür dünya ve maneviyat adına değişime yönelik direnişleri olumlayan çok sayıda düşünür ve felsefeci vardır. Yasanın gücünü tanrıdan aldığı fikri karşısında kendi farklılıklarını korumayan, her zulme boyun eğenleri lanetleyerek direnişi zulme ve zorbalığa karşı başkaldırıyı tanrının buyruğu olduğunu iddia edenlerde vardır. Ebuzer bunların başında gelir. Tanrı dünyayı farklılıklarıyla birlikte savaş açmanın Tanrı’ya savaş açmak olduğu kesin değil midir? Hakeza sosyolojik açıdan, toplumun farklılıkların toplamı ise ve de birliği bu farklılıkların kendi içinde kendini inkar etmeden uyumuna dayanıyorsa hangi yasa buna aykırı düşebilir.

Toplumlar yasalara göre oluşmaz. Yasalar toplumlara göre oluşur. Yasalar topluma aykırı oluşur ve güç dengelerini yansıtmaz ise toplumsal direniş kaçınılmaz olarak doğacaktır. Yasa ne derse desin, direniş o durumda meşrudur, haktır. Nitekim ağırlıklı olarak demokratik olarak şekillenmiş anayasalar bu hakka açıkça yer vermiştir. Meşruluk değil, yasal meşruluktan gücünü alır. Zorbalığa karşıda direnmek insan olmanın en temel gerekliliğidir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.