Düşünce ve Kuram Dergisi

Ezen, Ezilen, Egemen ve Sömürülenlerin Diyalektiği

Remzi Kaya

Dünyayı anlamanın pek çok yolu vardır. Anlamanın, anlamanın her yolu insani bir bakıştır. Çünkü; bizatihi insanın anlamaya çalıştığı, anlam yüklediği ya da her ikisini bir arada gerçekleştirmek için yöneldiği bu dünya, kendi etrafında ve aynı zamanda güneş etrafında dönen, küre şeklindeki somut gezegen değildir. (Tabi ki insanların hep birlikte yarattığı ekolojik krizlerden dolayı inleyen bu somut dünyaya/doğaya kulak kabartmak gerekir). Burada anlamsal olarak ele alınan ve insanın somut dünya içiænde oluşturduğu kendine ait dünyadır. Anlam; felsefî, politik, bilimsel, dinsel, kültürel, sanatsal, yerel, evrensel yollar gibi birçok yöntem ile yakalanabilir.

Yeryüzünün öncelikle kapitalist modernite ile başlayan ve daha sonra tüm dünya meskenlerine sirayet eden modern, modernizm, modernitenin hal değişimleri, hem gündelik yaşantıda hem de entelektüel camiada tartışılan bir sorunsaldır. Modern, modernizm ve modernite ile beraber, felsefî açıdan aydınlanma(akıl ve bilim); siyasal açıdan ulus-devlet(kimlik, milliyetçilik, liberalizm, sosyalizm); ekonomide sanayileşme, üretim, kapitalizm, emek, sınıf vb. gibi; yaşam mekânı olarak kent; sosyal bilim bağlamında sosyoloji, psikoloji; bilgi, medya-iletişim unsurları (gazete, kitap, telgraf, yazı, kütüphane); ulaşımda demir yolu; mimarî açıdan yataylık, işlevsellik vb. gibi pek çok alan ve kavram da tartışmaya dâhil edilebilir.

Ulus-devlet, kendi sınırları olan bir bölge üzerinde şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran, kendi içyapısında bürokratik örgütlenmeye giden bir yönetim biçimidir. Geleneksel devletlerde şiddet tekeli farklı gruplar arasında bölünür. Bu anlamda, modern ulus-devlet, şiddet tekelinin merkezileştiği bir yapıdır. Geleneksel devletler kendi sınır boylarının tamamında kontrolü sağlayamaz. Modern devletin en önemli özelliği ise, kendi sınırlarını çizmesi ve bu sınırlar üzerinde insanları denetim altına almasıdır. Bu bakımdan sınır karakolları, gümrükler ve pasaport uygulaması modern devletin kendi sınırları içerisindeki kontrol mekanizmalarıdır.

“Bir yanlış binlerce yıl sürdüğünde en parlak beyinler bile bu düşünceyi doğru sayabilirler.”[1]

İnsanlaşmak için var olan haksızlıklara (adaletsizlik, sömürü) ve ezenlerin baskılarına karşı ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadele etmeleri gerekir. Bu mücadele kaybedilen insanlığın yeniden bulunması ve insanın yeniden doğuş mücadelesidir. Demokratik yaşam ve bunula birlikte emeğin özgürleşmesi var olan tüm değerlerle bu mücadelede gerçekleştirilir.

 

“Ziguratlar, şehrin ve devletin tohumudur.”[2]

Devletçi (hiyerarşik) toplumun, Mezopotamya coğrafyasında pratiği olan Ziguratlarla ortaya çıkışı toplumun temel çatışması olan ezen-ezilen, egemen- sömürülen çatışmasını yaratmıştır. İnsanlık adeta yedi kat yükselen Ziguratların altına yedi kat gömülerek kaybedilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle elimizden alınan insanlık değerleri, yedi kat yerin dibinde de olsa bulunarak kurtarılmalı kayıp edilip unutturulmaya çalışılan İNSANLIK tekrar ayağa kaldırılmalıdır. Ezilen ve sömürülenlerin tarihi sorumluluğu budur.

Hiyarşik toplumun ortaya çıkışıyla toplumsal parçalanma ve bununla birlikte insana dair her şeyin yok oluşuna neden olmuştur. Artık toplumsal mücadele yitirilen insanlığın yeniden bulunarak toplumun hizmetine sokulmalıdır. Hiyarşik yapının dayattığı ve toplumsal gerçekçilik olarak dayatılan şeylerin tamamının yalan olduğu bilinmelidir. Artıkkavramlarda ters yüz edilmeye başlanmış, hakikat yalan hakikat olarak insanlığa kabul ettirilmeye çalışılmaktadır.Günümüzde sorun ezen, ezilen, egemen, sömürülen diyalektiğinden öte unutturulmaya çalışılan İNSANLIĞIN tekrar hatırlanmasıdır.

Devletin inşası ile iktidarlaşan ve insana dair bütün hakların gaspıyla yönetimlerini devam ettirenler, ezilenlerin başkaldırılarına karşı zaman zaman yumuşayarak insanlık temelindeki hakların verileceğini, bu yapılanın ezilenlerin mücadelesine karşı geri adım değil; kendilerinin insani değerlere sahip olduklarını sunmalarıdır. Yoksulluk, adaletsizlik ve çaresizliğe karşı esneyerek zamanı kendilerine göre değiştirip düzenlemeye çalışırlar. (Yaklaşık beşbin yıldır her kriz sonrası kendilerini daha güçlü inşa etmelerinin sebebi tam da budur.) Tek amaçları ise iktidarlarını ebed ve ezel hale getirmektir. “Bu efendilerin aldıkları her nefes insanlığa karşı işlenen en büyük suç olarak günümüze kadar devam etmektedir.”[3]Beşbin yıllık bu yalana günümüzde birçok insan inanmakta, insanlık tarihinin devletin inşası ve ezenlerin iktidarlarıyla başladığını sanmaktadırlar.

Bu yalanlara karşı verilen mücadelede dikkat gerektiren noktalardan biri ezilenlerin, ezenlerin ezenlerine yani ezilenlerin mücadele ettikleri anlayışa dönüşmemesi olmalıdır. Yani mücadele sonrası başarıda köle kazandığı mücadele ile kurtuluşu efendisinin yerine geçmekten, toprak için savaşan köylü zafer sonrası derebeyi olmaktan, fabrikada çalışan işçi verdiği mücadele sonucu kurtuluşu ile fabrika sahibi olma duygusundan uzak durmalıdır.“Devlet artık ebed ve ezeldir. Şu yalan dökülür ağzından: ‘Ben devlet, halkın kendisiyim.’ O yalanların en büyüğüdür”[4]

Kaybedilen insanlığın kurtuluşu ancak bu şekilde mümkün olabilir. Ezilenlerin en büyük görevi devletçi toplumun insan yaşamına müdahalesini en aza indirerek kaybolan insanlığı tekrar bulup ayağa kaldırmak olmalıdır. Ezenlerin iktidarlarını yıkarak kendi iktidarlarını kurup insanı özgürleştireceğinin hayalini kuran ezilenler, iktidar olgusunun güzelliklerine sahip olduklarında o cazibeye kapılıp kendi hiyerarşik yapılanmalarını oluşturmadan uzak kalmalıdır. Nihayetinde verilmesi gereken mücadele sadece ezilen ve sömürülen insanların kurtuluşunu sağlamaktan ziyade tüm insanlığı, egemen olma hastalığından kurtarıp ayağa kaldırmak olmalıdır. Sahte insan sevgisi duygularını reddetmeli, insanlığın kurtuluşunu ezenlerin penceresinden bakarak o binlerce yıllık yalanlar üzerinden iktidarlaşmayı esas almamalıdırlar.

 

“Devlet bir sınıfın diğer sınıf üzerinde tahakküm aracıdır.”[5]

Devleti doğru tanımladığımızda var olan toplumsal sorun ve krizleri daha rahat aşabiliriz. Günümüzde artık temel çelişki sınıflar arasındaki çelişkiden öteye devletli uygarlık ile demokratik uygarlık arasındaki çelişkiye dönüşmüştür. Bu çelişki giderilmeden toplumsal-sınıfsal çelişkilerin aşılması zordur. Geçmiş ve bugünü çözümlerken sorunun özünün sadece sınıf eksenli olduğunu ifade etmek sorunu çözmemek anlamına gelmektedir. Dil, din, kültür, etnisite ve ırk gibi toplumsal çatışmalar nedeniyle ortaya çıkan durumları kabul etmemektir.

Ezen ve ezilenlerin mücadelesi salt sınıf mücadelesinden ibaret olmadığı, asıl sorunun toplumsal güçler arasında olduğu görülmektedir. Tarihin düz ve ilerlemeci şekilde devam etmediği farklı isimlerle anılan ve sınıflar savaşımı olarak nitelendirilen tarih anlayışı dışında başka bir tarih anlayışının da olduğu bilinmelidir.

Bir taraftan insanlık tarihini salt ezen-ezilen, egemen-sömürülen diyalektiği ile toplumsal yapılanmanın ve de tarihin, doğru şekilde izahının mümkün olamayacağı bilinmelidir. Yani bu tarihin düz ilerlemeci seyir içerisinde gelişmediği, böyle bir tarihin resmi uygarlık tarihi olduğu anlamına gelmektedir.

Tarihsel materyalist (kestirmeci-kaderci) determinist olayların birbirini takip etmesi sanki zorunluymuş gibi ezen-ezilen, egemen-sömürülen arasındaki mücadelenin bu uygarlık aşamalarından ibaret olmadığı, sadece sınıf eksenli mücadele değil; bu sorunların çıkış kaynağı olarak devlete karşı toplumun korunması, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin verilmesi gerekir.

Ezilenlerin (işçi sınıfı) kutsal görülmesi ile hiyerarşik toplumun ve alt-üst toplumsal sınıfların ortaya çıkması, ezilenlerin ezenlere karşı verdikleri mücadelenin nihai hedefinin yine devletli toplum olması (proletarya diktatörlüğü) sonucu özgürlüklerin -insanlığın- yok olmasına neden olur. Hiç hak etmediği bir tanımı, bunların ilerici ve devrimci olduğunu ortaya atar. Bu anlayış kapitalizmin hâkim üretim tarzı olmadan toplumsal özgürlüklerin de koşullarının gerçekleşmeyeceğini iddia eder.

İnsanlık günümüzde büyük çıkmazlar içindedir. Hiçbiri artık mutlu değil, bir çıkış yolu aranmaktadır. Marx’ın çözümlediği 19.Yüzyıl kişiliği mutasyona uğramış ve 21.Yüzyılda oldukça farklı hal almıştır. Endüstri toplumunda oldukça etkin hale gelen tüketici insan (post-modern) artık bir şeye sahip olmak değil, her şeye sahip olmak ve o şeyi anında tüketmek üzerine şekillenmiştir.

Günümüz insanı güç peşinde koşmakta, eğemen olmanın yollarını aramakta, kendisini red ederek insan olmanın gerekliğinden gelen ve çağımızda artık kırıntısı kalmış insan duygusunu öldürmeye çalışmakta, sanki insan olmanın gereğiymiş gibi iktidarlaşmanın peşinde koşma dışında olmanın gereğiymiş gibi iktidarlaşmayakoşma dışında bir şey bırakılmamakta. İnsanlık geçmişten günümüze bu durumdaymış gibi bakılmaktadır.

İnanılan felsefe anı anında yaşa felsefesidir. Bu her şeye anında sahip olma duygusu kendi sonunu da yaklaştırmaktadır. İnsanlığın yok edilişi, doğaya hatta uzaya egemen olma hırsı sonunu yaklaştırmıştır. “Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle bir zafer için doğa bizden öcünü alır.”[6]Dünya artık tamamıyla ters yüz olmuş kişi kendini bile tüketme noktasına gelmiştir. Apartman daireleri birer getto haline gelmiş, yarattığı makineleri yönetmesi gerekirken onun kölesi konumuna düşmüştür. Ezilenler kendi durumlarını ezenlerin gösterdiği pencereden bakarak değerlendirmeye başlamışlardır. Ezilenler egemen olma adına kendi adına kendi imhalarını bitmek bilmeyen ihtiyaçlarla hızlandırmakta.Bu şekilde yaşamın hem dünyanın hem de insanlığın sonunu hızlandırdığını böyle bir anlayışla devam edilemeyeceğini ve kendi iktidarlarının devamı için çıkış yolları aramaktadırlar. Günümüz neo-liberal iktisatçıları bile bu krizden kurtulmak için yeni bir yolun bulunması gerektiğini tartışmakta ve çıkış yolları aramaktadırlar.

M.Ö. 73-71 yıllarında tarihin bilinen ilk köle ayaklanmalarından birini gerçekleştiren Spartacus ve arkadaşları, Roma İmparatorluğunun köleci yapılanmasına karşı isyana girişmiş, fakat köleciliğe karşı yeni bir yaşamın mümkün olabileceğini sunamadıkları için kendilerinden daha az sayıda olan Roma kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratılmışlardır.

Yine tarihin önemli baş kaldırılarından biri olan Demirci Kawa ayaklanmasında ise, tirana (Dehak) karşı giriştikleri mücadele Kawa’nın hükümdar Dehak’ı öldürmesi ve kendini yeni hükümdar ilan etmek yerine, dağlardan meşalelerle kentlere doğru yürüşe geçerek yeni bir yaşam mümkün olabileceği düşüncesiyle mücadelelerini günümüze kadar devam ettirmişlerdir.

Yine yakın zamanda “Burası Mardin değil Sakarya!” anlayışıyla Kürt emekçilerine yapılan saldırı salt sınıfsal, ezen-ezilen paradoksundan değil öncül Kürt kimliklerinden dolayı gerçekleşmiş bir saldırıdır. Birçok insan ve anlayış Sakarya saldırısının etnik bir saldırı olduğunu söylemekten çekinmekte, saldırı özünün Kürt halkı ve emekçilerine yapılmış olduğunu gizleyerek olaya ezenlerin penceresinden bakma alışkanlığının devam ettirmektedir. Bu olay egemen-sömürülen diyalektiğinin önemli bir örneğidir.

“Ezilenlerin verdiği mücadele ezenlere kendilerini kabul ettirmekten çok toplumun tamamına ezenlerin uyguladığı siyaseten farklı bir yaşamın mümkün olduğunu var olan paradigmalarıyla anlatan ve bu uğurda mücadele edenlerle birlikte mücadeleye katılmaları esas alınmalıdır.”

 

Devleti yaşat ki sen de yaşayasın”[7]

Köle-efendi diyalektiğinde, kurtuluş sonrası efendi olma amacı güden köle günümüzde (Türkiye, Ortadoğu’da) kölelikten kurtulmadan devletin asıl sahibi olduğunu düşünerek, egemenlerin en kötü yaklaşımlarından (ötekilere-Kürtler ve diğer halklar) daha kötü yaklaşmaktadır. Onun artık ezilen kimliği geçmişten aldığı genlerle devletin asıl sahibi olduğu ve bu devleti korumanın onların birinci görevi olduğunu düşünmekte; yoksulluk, ücretler karşısında “Söz konusu vatan (devlet) olunca gerisi teferruattır.” Anlayışını benimsemektedir. Kendi coğrafyasında diğer etnik gruplara yapılanlara ya sessiz kalmakta ya da çoğunlukla iyi karşılamamaktadır. Bir taraftan “Burası Mardin değil, Sakarya!” söylemiyle “Sakarya’da emekçilere saldırı.” söylemi aynı anda akıl tutulması halinde yaşanmaktadır. Artık ezen ve ezilen diyalektiğinden ziyade dört bin yıllık yalan insanların genlerine işlemiştir. “21.Yüzyıl insanı artık kendi dışında her şeydir.”[8]

Ezen ve ezilenleriyle, egemen ve sömürülenleriyle “ben devlet halkım”[9]söyleminin pratiği görülmekte, günümüzde ezilen-sömürülenler “üst kimlik” yapılanmalarıyla ezen-egemenlerle bir noktada “devlet” birleşmektedir.

 

KAYNAKÇA

-Stanley W. Moore, Marx Engels Lenin’de Devlet Kuramı, Simge Yayınevi, İstanbul, 1989
-Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Avesta Yayınları, İstanbul, 2007
-Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014
-Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2006
-Abdullah Öcalan, Uygarlık-Demokratik Uygarlık, Sosyal Bilimler Akademisi, Aram Yayınları, İstanbul, 2015
-Ali Koç, Umut Beyaz, Efendi Devletten Demokratik Topluma, Aram Yayınları, İstanbul, 2013

 

[1]Jess Wells, Kadın Gözüyle Batı Avrupa’da Fahişeliğin Tarihi, Çev. Nesrin Arman, İstanbul: Pencere Yayınları, 1997
[2]Abdullah Öcalan
[3]Friedrich Nietzsche
[4]Friedrich Nietzsche
[5]Karl Marx
[6]Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, çev. Arif Gelen, Ankara: Sol Yayınları, 1979, s. 196
[7]Şeyh Edebali
[8]Michel Foucault
[9]Friedrich Nietzsche
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.