Düşünce ve Kuram Dergisi

Direnmenin Meşruiyeti ve Bedeli

Ramazan Morkoç

Kapitalizm insanlığı, doğayı sömürüp-yağmalayarak toplumsal sorunları her geçen gün ağırlaştırmaktadır. Uygulamalarıyla sömürü, baskı, işsizlik, yoksulluk, faşizm ve savaş üretmektedir. Hiçbir sorunu çözemediği gibi sürekli yenilerini eklemektedir. Yarattığı bu sonuçlarla insanlığı ve canlı yaşamı yok oluşa sürüklemektedir. Sistem gelişip, güçlendikçe, özellikle tekel aşamasından itibaren kötülük üreten karekterini derinleştirmiştir. Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşmasından doğan finans kapital süreci ise kapitalizmi kötülük üretmede zirveleştirmiştir. Bu süreçten itibaren dünya tekellerce bölünerek parsellenmiştir. Parselenen yeryüzünde sömürgecilik ve yayılımcılığa, her geçen gün derinleştirilen sömürü sistemi eklenmiştir. Bunun sonucu insanlığın beden ve ruhen tahaküm altına alınması, tüm kaynakların talanı, birbirini izleyerek sistemin yıkıcılığını dayanılmaz düzeye taşımıştır. Bilim ve teknikte gelişmelerin hızlanması bu gerçekliği değiştirmemiş, aksine mekanik üretimden tam otomasyona geçiş hızlandırıldıkça emek gücü ölümcül darbe alarak işsizler ordusu büyümüş, sefalet yaygınlaşmıştır. İnsan üreten, yaratan bir varlık olma özelliği önemli oranda yitirerek, sadece bir tüketim nesnesine dönüşmüştür. Sonrasında sistemin çözümlenemez çelişkileri devrevi krizler biçiminde bir-birini besleyerek, ekonomik, siyasal, sosyal bunalımları derinleştirip, süreklileşen savaş ve yıkımlara neden olmuştur. Kapitalizmin bu yapısal sorunları 20 Yüzyıl başında dünya çapında krize dönüşerek Rusya’da devrimle sonuçlanmıştır.  Fakat reel sosyalist deneyim yaratığı gelişmelere rağmen insanlığın ihtiyaçlarına cevap olamamış, yeni sorunlar üreterek, yozlaşıp çözülmüştür.

Güncelde kapitalist sistemin sürdürülemezliği ve insanlığın kronikleşen sorunları, her zamankinden daha fazla derinleşmiştir. Bu durum yeryüzünü bir kaos arenasına dönüştürerek, farklı amaç, hedef ve araçlara dayalı mücadeleleri tetiklemektedir. Fakat bu mücadelelerde amaç-araç ve metodoloji diyalektiği doğru kurulmadığında, iç dinamiklere dayalı rahatsızlıklar dışsal müdahalelerle manipüle edilmekte, köklü değişim yaratmamakta, kapitalist sistem bu duruma dayanarak kendini yeniden üretmektedir. Sistem, sorunların üstesinden gelmek ve varlığını güvenceye almak için yeryüzünü, tüm canlı hayatı yok edecek nükleer-biyolojik silahların çöplüğüne dönüştürmektedir. Kitle imha silahlarına dayalı oluşturduğu dehşet dengesini, devasa propaganda araçları ve faaliyetleri ile tamamlamaktadır. Böylece bilinçleri köreltip, çelişkileri çarpıklaştırarak, kendisine yönelmesi gereken itirazları hayali düşmanlara yöneltmektedir.  Tüm uğraşlarına rağmen bastırıp yok edemediği mücadeleleri ise içeriksizleştirme, amaç-hedef, strateji ve metodoloji sorunları ile boğuntuya getirerek istediği sınırlar içinde tutmakta, ya da saptırmayı hedeflemektedir. Bu noktada kat ettiği mesafe sınırsızdır. Yeryüzünün en yoksul alanları olan Somali, Afganistan, Yemen, Suriye, Sudan, Etiyopya, Nijerya, Pakistan vb. yerlerde yaşananlar sistemin kat etiği mesafenin göstergeleridir. Bu anlamda zor kullanma, propaganda aygıtını çalıştırma ve çelişkileri saptırma birbirini besleyerek sisteminin kendini yenileme diyalektiğini oluşturmaktadır. Bu özelliği ile kapitalizm, nasıl olmayacağını, yaşanmayacağını kanıtlamıştır. Bir nehirde iki kez yıkanılmaz özdeyişinde ifade edildiği gibi bu zeminde farklı bir sonuç çıkmaz. Aynı sistem içinde değişik isim, renk, yöntem ve araçlarla farklı sonuç alma şansı yoktur. Buna karşı Sovyet devrimi büyük bedeller pahasına eski sistemi yıkmıştır. Fakat geleceğin örülmesinde başarılı olamamış, sadece bir deneyim-tecrübe olarak halkların hafızasına kazınmıştır. Bu nedenle reel sosyalist deney günceldeki mücadelelerde ancak nasıl yapılacağı konusunda bir zemin işlevi görebilmektedir. Daha fazla katkı sunması mümkün değildir. Bu anlamda mücadelelerde paradigma, yöntem ve araçların yenilenmesine ihtiyaç vardır. Kuşkusuz, toplumsal mücadelelerde geçmiş deneyler yok sayılarak gelecek kurulamaz. Geçmiş deney, tecrübe ve birikimler ancak yeni ütopyalarla buluşturulup, güncele cevap olabilecek araç ve yöntemlerle pratikleştirildiği oranda mücadelelerde rol oynayabilirler.

Mevcut sorunlara rağmen halklar, Kürdistan’dan, Chipas’a, Gezi direnişinden, Latin Amerika, Asya’nın birçok merkezine kadar sistemi ve uygulamalarını kabul etmemektedirler. Tarihsel direniş birikimine dayanarak, yaşadıkları cendereden kurtulma arayışındadırlar. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da mücadeleler her geçen gün katlanarak büyümektedir. Din-mezhep, ekonomik talepler, iktidarların değişimi vb. biçimde de olsa direnişler yaygınlaşmaktadır. Gelişen direnişler deney ve tecrübeleri ile birbirinden öğrenmekte, öğretmektedirler. Direk ya da dolaylı ilişkilerle ciddi bir etkileşim halindedirler.  Direnişlerde öncülük ve programatik sorunların olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Henüz insanlığın ihtiyaçlarına cevap olan ve her yünüyle süreklileşen mücadele biçimi ve araçları ortaya çıkmasa da yeniyi yaratma arayış ve çabası devam etmektedir.  Dünyanın dört bir yanında isyanlar, iç savaşlar ve direnişler birbirini takip etmektedir. Halklar özgürlük ve insanca yaşam uğruna her zamankinden daha fazla bedel ödemektedirler.  Bu mücadelelerde temel sorun amaç-hedef, strateji ve taktiğin doğru belirlenmemesi, süreklilik ve bütünsellik kazanmamasıdır. Tarihsel mücadele birikiminin güçlü bir eleştiri süzgecinden geçirilmemesi, yeni paradigma, güncellenmiş araç ve yöntemlerle buluşturulmamasıdır.  Bu nedenle mücadelelerin dayandığı ideolojik zemin, örgütlenme biçimi, başvurulan yöntem ve araçlar sonuç almayı önlemekte, hatta Yemen, Irak, Afganistan vb. örneklerde olduğu gibi kör döğüşe dönüşerek, çürütücü sonuçlara yol açmaktadır. Bu ve benzeri örneklerde, kapitalizm ve sömürgeci uygulamalara karşı gelişen direniş-isyanlar öncü, kuram, örgütlenme, yöntem ve araç sorunlarından dolayı sistemin kendini yeniden ürettiği, yenilediği zemine dönüşmektedir. Bu nedenle kapitalizmden kesin kopuş sağlamayan, ideolojik, felsefik ve programatik olarak ondan beslenen, yöntem ve araç olarak yenilenmeyen mücadeleler başarıdan çok çürütücü sonuçlar yaratmaktadır. Bu durum liberalizmin beyinleri uyuşturan, yürekleri çoraklaştıran saldırıları ve ihtiyaçlara cevap olmayan örgütsel modeller ile birleşince halkların mücadelesinde yön kaybı ve sisteme eklemlenme yaşanmaktadır. İdeolojik bozulma, tanımsızlaşma, örgütsel modellere, başvurulan yöntem-araçlara zıddına dönüşme biçiminde yansımakta ve geniş kitlelerin mücadelesini sonuçsuz kılmaktadır.  Böylece geniş halk kitlelerinin kapitalizm karşıtı itirazları, rahatsızlıkları içeriğinden boşaltılarak, saptırılarak sistem içileşmekte, farklı renk ve tondaki sistem içi muhalefete mahkûm hale gelmektedir. Geçmişte olduğu gibi, güncelde de sistem içi mücadelelerin halkların sorunlarını çözme şansı yoktur. Bu tarzdaki muhalefetin temel işlevi halkların yükselen itirazlarını, tepkilerini kontrol etmek, yönetilir hale getirip sistem içileştirmektir. Bu amaçla kurulan siyasi partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları yeryüzünü kaplamıştır. Tümünün ortak noktası ya fikir babalığını Bernstein vb. lerinin yaptığı sosyal demokrasinin kademeli iyileştirme teorileri, bunlara denk pansuman çabalarıdır ya kaynağını Kautsky’nin, ultra tekel oluşunca kapitalist sistem kendiliğinde çözülür önermesi ile insanlığa mücedelesizliği, ‘kaderine’ razı olmayı öneren teslimiyet reçeteleridir ya da liberalizmin mülkiyet, yaşam ve çalışma özgürlüğünü esas alan sistem içi önermelerdir. Özellikle liberalizm bu önerme ile insanların daha fazla birbirinin bedenine basarak, birbirini yağmalayıp felakete uğratarak çıkış önermektedir. Bu önermelerin sorunları çözme şansı yoktur.  Yaptıkları-yapabilecekleri bilinçleri bulandırarak rıza üretmek, sisteme meşruiyet sağlamak, beklenti yaratarak sorunları ötelemek ve sistemin ömrünü uzatmaktır.

 

Mücadele Sınırlılığı Egemen Sisteme Hapseder

Bu nedenlerden dolayı tüm çelişki ve açmazlarına rağmen doğru amaç-araçlarla, köklü, keskin ve süreklileşen mücadele olmadığı yerde sistem kendini yeniden üreterek varlığını sürdürmektedir.  Doğru amaç, hedef, program, strateji ve taktiğe dayanan mücadele olmadan sistem kendiliğinden çözülmez.  Böyle bir seçenek aramak, beklemek, dönüp-dolaşıp yeniden aynı yerdeki çelişkiler yumağında boğulmaktır. Bu konuda tarihsel gelişim diyalektiğinin öğrettiği ve güncelin emrettiği doğru amaç, program, araç ve yöntemlerle her şeyi yeni baştan düzenleyecek kesintisiz bir mücadelenin yürütülmesidir. Zorunluluğun yasasına göre davranma, hareket etme ve mücadele etmedir. En nihayetinde rahatsızlığın olduğu her yerde halklar direnip mücadele etmektedirler. Sorun direnişlerin az olması, mücadelelerin zayıf kalması, az bedel ödenmesi değildir. Temel sıkıntı var olan rahatsızlıkların doğru bir öncülüğe kavuşmaması, gerçekçi bir amaç-hedef, strateji ve taktikle bütünleşmemesidir. Halen halkların mücadelesinde kaynağını burada alan birçok sorun birbirini tetiklemekte ve mücadelelere ölümcül zararlar vermektedir. Halkların bölgesel, yerel düzeyde boy veren itirazlarının ve rahatsızlıklarının sistem tarafından ulusal, dinsel, mezhepsel karşıtlık vb. biçimde istismar edilmesine neden olmaktadır. Bu durum tahrip edici olmanın yanı sıra boy veren mücadeleler için ciddi meşruiyet sorunları da yaratmaktadır.

Doğası gereği her birey ve toplum daha iyi koşullarda yaşamak ister. Bu istem doğrultusunda mücadele eder.  Mücadele sürecinde değişik araçlar kullanır. Bu nedenle amaca ulaşmak için mücadelede kullanılan araç, yol ve yöntemlerin doğru belirlenmesi, sınırların net çizilmesi ne zaman ne kadar, nereye kadar ve ne ölçüde sorularının doğru cevaplandırılması son derece önemlidir. Dini otoriteler meşruiyetin kaynağını Tanrıya dayandırırlar. Allah ve peygamber adına otoritelerini meşrulaştırırlar. Tanrı ve peygambere dayandırılan meşruiyet geliştirildikçe, pratikte buna yaslanma gelişir. Egemenlerin yüzlerce yıllık meşruiyet dayanağı böyle şekillenmiştir. Fakat reform ve rönesans ve aydınlanma ile bu alanda köklü değişim yaşanmıştır. Tanrı, peygamber ve dini kurumlar yerini, güç merkezli meşruiyet arayışına bırakmıştır. Makyavel’in ‘yalın gücün İktidarı’ formülasyonu başka bir dayanağa gerek duymadan meşruiyetin kaynağı haline gelmiştir. Böylece devletin varlığı, uygulamaları ve meşruiyeti dünyevi bir zemine oturtulmuştur. Bunun sonucu dine dayanan meşruiyet yerini zora ve güce dayalı olmaya bırakmıştır. Egemenler değişik biçimde ifade etseler de esas olarak Makyavel’in formüle ettiği ‘amaç aracı meşru kılar’ biçimindeki önermede ortaklaşır ve meşruiyetlerini buna dayandırırlar. Buna karşı halklar, amacın araçları belirlediği ve amaç-araç uyumuna dayalı zemin üzerinde meşruiyet inşa etmişlerdir. Meşruiyeti mücadele referanslarında aramışlardır.  Mücadelenin, dün-bugün-yarın bütünlüğün de meşruiyet üretmeye çalışmışlardır.  Bu durum amaç, araç, yöntem ilişkilerini ve birbirini belirlemesini zorunlu hale getirmiştir. Her otorite gibi özgürlük için savaşanlarda, sosyal-siyasal haklılığını geliştirmek, bunu geniş kitlelere kabul ettirmek için değerler sistemi, vicdan ve adalet duygusunun sınırlarını belirlediği meşruiyete ihtiyaç duyarlar. Bu çerçevede kitlelerin davranışlarını şekillendirir, onları isyana yönlendirirler. Bu nedenle mücadele öncelikle egemenlerin oluşturduğu meşruiyet zeminin ortadan kaldırılması ile başlar. Sistemin meşruiyet zemininin sorgulanması, uygulamalarının toplum bilincinde ve vicdanında kabul görmemesi geniş kitlelerdeki rahatsızlığı itiraza dönüştürür. Bu itiraz yeni meşruiyet zemini ile buluştuğu oranda halk en radikal eylemleri meşru kabul ederek  katılmaya başlar. Böylece halk mücadelesi, sistemin meşruiyet kaybının yarattığı alanları doldurur. Bu anlamda özgürlük için halkın hareketlenmesi, örgütlülüğü ve isyan etmesi kadar, egemenlerin meşruiyet yitimi de zorunluluktur.

Sömürü ve baskı koşullarında halkların direnişi meşrudur, sınırlandırılamaz temel haktır. Öncünün ideolojik-programatik konumu ve dayandığı paradigma bu gerçeği değiştirmez. Nasıl ki, kölelerin isyanları gelecek önermesinden yoksun oldukları için haklılık ve meşruiyetlerinden bir şey kaybetmiyorsa, ilk işçi hareketlerinin makina kırıcılığını aşmaması onların mücadelesini haksız ve değersiz kılmıyorsa, güncelde halkların itirazları ve mücadeleleri araç-yöntem vb. göre ele alınıp değerlendirilemez, mahkûm edilemez. Mücadelelerin amaç-araç ve metodoloji boyutunda meşruluğunun zemini, yalnızca değerler sistemi ve bunlara bağlılıktır. Bunun dışında, meşruluk aramak, dış etkenlere dayandırmak, egemenlerin kabul sınırlarına hapsetmek beyhude bir çabadır. Ama, fakat, lakinlerle sulandırmak, sınırlandırmak ise sömürü ve baskıyı kadere dönüştürmek, meşrulaştırmaktır. Devrimci mücadele meşruiyetini halkların sömürü, yasak ve baskıya karşı daha iyi bir dünyada özgür yaşama arayışında alır. Bu nedenle mücadelenin meşruiyeti sadece faşizmin, sömürgeciliğin varlığına ve uygulamalarına indirgenemez. Salt faşizmin varlığına dayandırılan bir mücadele ve meşruiyet, bağrında kapitalizmin ve sömürgeciliğin kabulünü ve sistem içileşmeyi barındırır. Sistem içi mücadele çıkış gerekçesi ne olursa olsun her zaman, kırıntı düzeydeki sistem içi kazanımlara kayma riskini taşır. Bu durum ise yasallık sınırları ile meşruiyetin yer değiştirmesine ve yasal sınırlarda kalmanın amaç haline gelmesine, mücadelenin prangalarına dönüşür.  Mücadelenin sınırlandırılmasını, egemenlerin oluşturduğu alana hapis olmasını kaçınılmaz kılar.

Meşruiyeti halkın daha iyi ve özgür yaşama isteğine değil, faşizmin varlığına dayandırmak nasıl yetersizse, her koşulda halkın kabul ölçülerine ve hassasiyetlerine endekslemekte yanlıştır. Mücadele edenler halkın hassasiyetlerine dikkat etmek ya da egemenlerin kara propagandasına maruz kalmamak adına ütopya, düşünce, eylemlerinden taviz verip, toplumsal gerilikleri kutsayarak değişim gücü haline gelemezler. Dünyayı değiştirmek istiyenler amaç, strateji ve taktiklerini halkın onayına göre belirledikleri anda öncü olmaktan çıkıp, var olana eklemlenirler. Bu yaklaşım ise özcülüğün reddi, bedel ödemekten kaçınmadır.

 

Özgürlük ve İnsanca Yaşam Kendiliğinden Gelişemez

Direniş, mücadele ve savaş hayatın her yönü ile olağanüstü koşullarda sürdürülmesidir. Bu koşullarda özgürlüğü isteyenler hiçbir bedelden kaçınmazlar. Fakat toplumlar yekpare değildir. Toplum içinde özgürlük için savaşan ve bedel ödeyenlerin yanısıra bedel ödemekten kaçınanlar kuşkusuz olacaktır. Bunlar kimse zarar görmesin, yerleşim alanları yıkılmasın, tutuklanma olmasın, para gitmesin, rahatım bozulmasın demekte bile sakınca görmeyeceklerdir. Bu koşullarda, insanı öğüten düzen sürgit devam etsin, kölelik kadere dönüşsün diyenler bile olacaktır. Düzenin sivil ya da askeri propagandistleri bunları dilendirecekleri gibi, orada direk, dolaylı beslenenlerde bunu söyleyecek ve söylemektedirler. Sistem, bu zemine dayanarak mücadele cephesinde yaşanan kimi gerilemeleri kullanıp, kararsız düşenlerden başlayarak mücadeleyi boğmak, direnenlerin iradesini kırmak ister. Toplum içinde kararsız düşüp, yalpalayanlar ise kaosu sonlandırma ve daha fazla yıkımı önleme bahanesi ile bu koroya katılırlar. Fakat insanlar daha iyi bir dünyada, daha mutlu ve özgür yaşamak istedikleri anda bedel ödemeyi de göze almak durumundadırlar.  Özgürlük ve insanca yaşam kendiliğinden gelişemez. Başkaları tarafında bağışlanmaz, yağmur gibi gökten düşmez. Öncülerin tutkulu istemi, gücü ve feda ruhu da tek başına bunu gerçekleştirmeye yetmez. Tutku ile isteyenler ve bu amaçla bedel ödemeyi göze alanlar ancak örgütlü halk gerçekliğini yaratarak ve savaşarak bunu gerçekleştirirler. Özgürlük tıpkı halkların Nazizm belasından kurtulmak için 40 milyon insan kaybı, binlerce yerleşim alanının yıkımını göze alması örneğinde olduğu gibi büyük bedelle sağlanır. Bunun dışında bir arayış ya hak dilenciliğine ya da kötülüğü gören ama güç getiremediği için hayata küsen dervişliğe götürür.  Bu nedenle, moleküllerin birleşmesinden atomun oluşumu gibi, özgürlük isteyenler, farklılıklarına rağmen her koşulda bir araya gelmek, örgütlenmek ve örgütlü mücadele yürütmek zorundadırlar. Nasıl ki mücadele için düşünen, sorgulayan ve eylem yapan devrimciler zorunluysa, mücadelenin zaferi için de daha fazla örgütlülüğe ve halkın örgütlü mücadelesine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç giderildiği oranda halk mücadelesinin önünde hiçbir güç duramaz.

Dış etkenlerle, politik dengelerle mücadelenin başarıya ulaşma şansı yoktur. Bu tür durumlar ancak gelişim için katkı sunarlar. Başarı için iç dinamiklerin harekete geçirilmesi, direnişlerin geliştirilmesi ve bedel ödemekten kaçınılmaması şarttır. Böyle ele alındığında mücadelenin meşruiyet alanı genişler. Bu gerçeklik göz ardı edildiğinde ise meşruiyet alanı daralır. Daralmanın bıraktığı alanlar boş kalmaz. Farklı güçler, dinamikler mutlaka o alanı doldurur. Böylece mücadele sınırlandırılıp, saptırılır.  Liberalizmden beslenen hümanizminin bu alana sızması ise tamamlayıcı işlev görür “İnsan yaşamının önemi, her şeyin insan için olması, insan hayatından daha değerli bir şey yoktur” tarzında bilinçleri körelten sahte hümanist duyarlılık, devrimci mücadeleyi ve kullanılan mücadele yöntemlerini önemli oranda sınırlandırır. Usül, esasın önüne geçerek, her türlü mücadele araç ve yöntemi sorunlu olarak damgalanır. Harekete geçirilen propaganda aygıtı ile halklara teslimiyet dışında bir seçenek bırakılmaz. Oysa sömürü, baskı ve yasakların olduğu yerde, direnmek orada yaşayan insanların en meşru hakkıdır. Bu direnişin meşruluğu, başvurulan yöntemler ve araçlarında amaca uygunluğunu zorunlu kılar. Bunun dışındaki hiçbir sınırlamayı kabul etmez. Devrimciler amaçla çelişmediği sürece hiçbir araç ve yöntemi ret etmezler. Şiddette bunlardan biridir. Mücadele sürecinde zorunlu olarak başvurulan şiddeti sınıflı uygarlığın bir ürünü olarak görür, egemenlerin örgütlü zor aygıtı olan devletin ürettiği şiddete karşı zorunlu olarak kullanırlar. Kapitalist sistem, devlet aygıtı olarak örgütlenmiş zora dayanarak ayakta kalmaktadır. İhtiyaç duyduğunda sınır tanımayan biçimde zora başvurmaktadır. Bu nedenle halkların buna karşı mücadelesi ve kullandığı araçlar meşrudur. Temel ilke amacın yüceliğine göre araç ve yöntem seçilmesidir.  Buna dikkat edildiği sürece kullanılan araç veya yöntemin yanlışlıkları, eksiklikleri ve uygulama hataları olsa da direnişi gayri meşru kılmaz. En fazla eleştiri konusu yapılabilir. Ki, devrimciler tarihin hiçbir döneminde şiddeti idealize etmemişlerdir. Böyle yapan zaten devrimci özünü kaybeder, karşıtına dönüşür. Her zeminde şiddeti, mücadelede amaca ulaşmak için gerekli, ama tarihsel bakımdan geçici bir araç ve yöntem olarak ele almışlardır.

Halkın esenliği ve özgürlüğü için mücadele edenler hiçbir zaman planlayarak, tasarlayarak doğrudan sivilleri hedef almamışlardır. Mücadele sürecinde yaşanan kaçınılmaz sonuçlar bu gerçekliği değiştirmez, mücadelenin meşruiyetine halel getirmez. Ne var ki, bu ilkesel duruş ve hassasiyet ne devrimcileri sistemin kara propagandasından korur, ne de kendilerine yönelen saldırıların dozajını azaltır. Aksine devrimcilerin savaşta direk taraf olmayanların zarar görmemesi yönündeki hassasiyeti bir süre sonra gittikçe mücadele edenlerin prangalarına ve sistemin faşist propaganda aygıtını üzerinde inşa ettiği temel zemin haline gelir. Kuşkusuz devrimciler, ‘amaca giden her yol mübahtır’ demezler. Bu yaklaşımı ilkesel olarak red ederler. Fakat buna rağmen amaca giden yolda her şey mühendislik hesap-kitap işi ile örülmemiştir. Keskin mücadele sürecinin kimi zaman kaçınılmaz sonuçları büyük acılara yol açabilmektedir. İlkesel tutuma ve gösterilen tüm özene rağmen kıran kırana mücadele içinde siviller, sivil yerleşim alanları ve doğada zarar görmektedir. Özgürlük için gidilip uzayda mücadele edilmeyeceğine göre, direniş ülkede, halkın bağrında yürütülecektir. Bu da öncü gibi halkın da, sivilin de, doğanın da zarar görmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Bu devrimci mücadelenin kaçınılmaz sonucudur. Bu nedenle hedefi sömürgecilik olan hiçbir eylem sonuçları üzerinden değerlendirilemez. Sonuç ne olursa olsun, orada esas hedef sömürgeciliktir.

Mücadelede sivillerin zarar gördüğü, direnişlerin itibarlar kaybına yol açtığı iddiası saptırma ve kara propagandadır. Zaten sömürgeciler, devrimcileri karalamak için hiçbir zaman gerçek verilere ihtiyaç duymazlar. Tarihin çöplüğü devrimciler aleyhine uydurdukları dayanaksız, gerçeklerden uzak iddialarla doludur. Devrimcilerin yıkıcı, eşkıya, terörist ilan edilmeleri için, hiçbir zaman gerçek ve bilimsel verilere ihtiyaç duymazlar. İstedikleri an cephanesi çamur olan kara propaganda araçlarını çalıştırırlar.

Devrimci halk savaşında sömürgeciliğin ülkeyi boydan boya hapishaneye çevirmesi, tüm halkı bir rehine haline getirmesi bir yana bırakılarak, ’demokratikleşme olacakken bu savaşta nerede çıktı’ söylemi ve propagandası tamda bu kapsamdadır. Böylece yaşanan sorunların, çekilen acıların kaynağı olarak sömürgeciler bir yana bırakılır ve direnenler suçlanır. Sömürgecilerin geliştirdiği bu teori liberaller, dönek solcular ve işbirlikçi Kürtler nezdinde güçlü bir karşılık bularak, yıllarca bıkmadan ve usanmadan dilendirilmiştir.  Böylece cellat unutularak kurban ile uğraşılmıştır. Geniş kitlelerde ikirciklik, tereddüt yaratılmak istenmiştir. Neden ve sonuç yer değiştirerek direnişe katılım zayıflaması hedeflenmiştir. Aynı durum kopyalama yöntemi ile birebir öz yönetim direnişlerinde yaşanmıştır. Soykırım planları belgeleri ile ortaya saçılmasına ve en acımasız biçimde pratikleşmesine rağmen sömürgeciler değil, direnenler suçlanmıştır.  Yüz yıllık sömürgeci yasak, baskı, asimilasyon ve kıyımlar unutularak, saldırı ve yıkımların sebebi olarak hendek direnişleri gösterilmiştir. Bu temelde yapılan propaganda her çevrede kitleleri etkilemiştir. Bu etki sadece karşı cephe ile sınırlı kalmamış, mücadele cephesine de sirayet ederek, yasallık ile meşruiyeti  karıştıranları karşı cepheye savurmuştur.

Egemenler kitlelerden mutlak itaat beklerler. Hiçbir itirazı, direnişi kabul etmez, ezmek isterler.  Çoğu zaman zor aygıtına dayanarak bunu gerçekleştirirler. Fakat hedef küçültmek, direnenleri parça parça yutmak için en başta devrimcileri, onların kullandıkları araç, metotları tartışmaya açarak meşruiyet sorunu üretirler. Böylece devrimcilerin geniş kitlerden soyutlanmasını, yalnızlaşmasını amaçlarlar. Mücadele edenleri ‘şeytanlaştırmak’ için temel silahları kara propagandadır. Bu propagandanın gıdası kimi zaman din dışı, kafir-zındık olmaktır. Kimi zaman komünist-anarşist, eşkıya olarak tanımlanmaktır. Güncelde ise tüm bunların yerini alan sihirli kavram terördür. Yok etme, tahrip etme anlamındaki terör kavramı egemenlerin her itiraz ve itaatsizliğe karşı kullandığı sihirli değnektir. Bu yolla kendi sınırsız şiddet kullanımını meşrulaştırırken, itiraz eden, direnenleri ise gayri meşru ilan edip şeytanlaştırmaktadır. Özellikle mücadelelerin keskinleştiği anlarda terör kavramı direnenleri yanlızlaştırma, halk kitlelerinden tecrit etme amaçlı kullanıldığı kadar, kararsız ve yalpalayanları karşı cepheye çekmek içinde kullanılmaktadır.

Mevcut durumda kapitalizmin dünya genelinde yarattığı sorunların en ağır ve tahripkâr düzeyini sömürgecilik üretmektedir. Bunun en çarpıcı örneği Kürdistan’dır. Kürdistan’da sömürgecilik düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kırıntılarına bile izin vermemektedir. Ülke boydan boya bir kışlaya dönüştürülmüştür. Sömürgeci cellatlar, umutların yok edilmesinden ve şehirlerin enkazından kendilerine gelecek inşa etmeye çalışıyorlar. Sicil defterlerine yeni bir soykırımı daha kazımanın uğraşındalar.  Bu amaçla cellat yığını orduları ile özgürlük için çarpan her yüreği öldürmek, düşünen her aklı yok etmek, konuşan her dili susturmak, hayır diyen her iradeyi kırarak; kentlerin yıkıntıları-direnenlerin bedenleri üzerinden zenginliklerine zenginlik katmak istiyorlar. Fanon’unun deyimi ile “Bizler sömürgeciliğin, sömürgeciyi kelimenin tam anlamıyla nasıl barbarlaştırdığı, onu nasıl vahşileştirdiği, nasıl alçalttığı, onda bastırılmış içgüdüleri nasıl uyandırdığı, onu aç gözlülüğe, şiddete, ırk düşmanlığına ve ahlakî rölativizme nasıl ittiği’ne tanıklık ediyoruz. Bu tablo karşısında sömürgecilerden nefret etmek, onlara karşı her yol ve araçla mücadele etmek bir tercih değil, insanlık ve onur borcudur.  Sömürgecilerin kan-kıyım ve talana dayanan bu alçaklık şölenlerini hüsrana uğratmak ise insan olmanın temel ölçütüdür.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.