Düşünce ve Kuram Dergisi

Duvarın Önü ve Ardı: Yıkılan Demokratik Sosyalizm Değil Reel Sosyalizmdir

Özkan Kart

İşçilerin, köylülerin, ezilenlerin, yoksulların, sömürülenlerin umudu olan ve “Başka bir dünyamümkün.” diyenlerin hayallerinin gerçekleştiği sosyalist devrim Lenin’in önderliğinde 24 Ekim 1917’de gerçekleşti. Böylece iktidarcı-devletli uygarlığın sömürü, baskı ve talanlarına karşı bir an olsun direnişten vazgeçmeyen insanlığın demokratik uygarlık nehrine yepyeni birhalka eklenmiş oldu.

Lenin’in önderliğindeki devrim, mutlakiyet rejimi ile yönetilen Çarlık Rusya’sında gerçekleşmişti. Belki kitabın buyurduğu gibi mutlaka yaşanması gereken bir aşama olarak kapitalizmin olgunlaştığı koşullar yoktu ama “halklar hapishanesi” diye tanımlanan Çarlık Rusya’sında insanlar zor ve şiddetle nefes alamaz hale getirilmiş, açlık ve yoksulluk insanları bezdirmiş, her türlü demokratik mücadele illegalleştirilmiş, aslı “yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin de yönetimi kabul etmediği” devrim koşulları oluşmuştu.

Bu sürecin gelişimini özetleyecek olursak: 1905’in Ekim ayında Petersburg’da devrimcilerin örgütlenmesiyle Kent Sovyeti (Meclisi) ilan edilir. Kent Sovyeti genel grev çağrısı yaparak halkı vergi vermemeye ve bankalardaki paralarını çekmeye davet eder. Bu grevler zaferle sonuçlanır; siyasal af, Duma’nın yasa koyucu olarak belirlenmesi ve kısmi iyileştirme düzenlemeleri kabul ettirilir. Ancak ortam yumuşadıktan sonra Çarlık rejimi korkunç bir saldırı gerçekleştirir. Ölüm ve tutuklamaların haddi hesabı belirsizdir. Bununla Çarlık mutlak otoritesini yine kurar ve devrim bastırılır.

Lenin’in ifadesi ile “1905 devriminin yenilgisi, 1917 Ekim Devrim’ine ışık olmuştur.” Çünkü her ne kadar devrim bastırılsa da belli kazanımları olmuştur: Anayasa kabul edilmiş, çok partili sisteme geçilmiş ve sendikaların kurulmasına izin verilmiştir. Bunlardan da önemlisi “yarı devrim yarı zafer yılları” olarak bilinen bu süreçte devrimciler büyük tecrübe kazanmışlardı. Bu süreçte işçilerin ve köylülerin meclisleri kurulmuş ve böylece ciddi bir demokratik sovyet deneyimi açığa çıkmıştı.

Tarihin sayfaları 1914’ü gösterdiğinde devrimci cephenin durumu bu iken, Rusya İmparatorluğu, İtilaf devletleri cephesinde 1.Dünya Savaşı’na katılmaya hazırlanıyordu. Bu emperyalist paylaşım savaşında yayılma ve işgal ve sömürüden pay alma hevesi ile yer alan imparatorluk, büyük kayıplar yaşadı. Buna rağmen savaşta ısrar edip yüz binlerce köylüyü savaşa aldı. Bunun sonucunda da tarım yapılamaz hale geldi, ekonomik krizler derinleşti. Takvim 1917’ye geldiğindeyse; işçi ve köylülerin hayat şartları daha da ağırlaşmıştı, yaşamlarını idame ettiremez hale gelmişlerdi. Yeniden devrimci koşulların olgunlaştığı bu dönemde devrimci mücadele de ivme kazanmaktaydı. Böylesi bir ortamda isyan başlar! İşçiler ve köylüler isyana katılır, askerler de onlardan yana tavır alırlar.

Sovyetler bu şekilde yeniden inşa edildi ve nihayetinde Çar’a görevi bıraktırılarak yeni hükümet ve alternatif olarak Sovyetler kuruldu. Böylece ikili iktidar süreci başlamış oldu. 1917 Şubat’ında kurulan hükümet halkın taleplerini karşılayamaz oldu. Sorunlara çözüm geliştiremedi. Devrimci örgütlenmelere yönelik şiddetle bastırma yoluna gitti. Bunun peşi sıra, ağırlığını denizcilerin oluşturduğu askerlerle birlikte Sovyetler (Halk Meclisleri) 24 Ekim 1917’de kışlık sarayını basıp iktidarı aldılar. Böylece Rusya’da işçi-köylü iktidarı kurulmuş oldu.

Sosyalist iktidar ilk olarak bütün bankaları kamulaştırdı. Üretim araçları ve topraklar üzerindeki özel mülkiyeti kaldırarak devlet mülkiyeti haline getirdi. Bütün üretim süreçlerinde (işçi sovyetlerini dahi dağıtarak) denetim ve kontrolü sağladı. Serbest piyasa yerine devlet planlamasına geçti. Dış borçları reddederek ödemedi ve topraksız köylülere toprak dağıtıldı. Ayrıca 1. Dünya Savaşı’ndan çekildiğini ilan ederek imparatorluğun imzaladığı tüm gizli antlaşmaları (örn. Sykes-Picot) ifşa etti. Ulusların kendi kaderini tayın hakkı temelinde Finlandiya, Estonya, Polonya ve Gürcistan’ın bağımsızlığını tanıyarak Sovyet Halklar Federasyonu’nu oluşturdu. 1989’da  yıkılmasıyla son bulacak reel sosyalizmin kuruluş öyküsü budur.

Ancak tüm ezilenlerin umudu olarak gerçekleşen reel sosyalizm “başka bir dünya mümkün” diyenlerin hayallerini yıkan bir devlet/iktidar sosyalizmi; ekonomik, endüstriyel ve ulusal gelişmelere yön veren bir devlet kapitalizmiydi. Üstelik “kapitalizmin en totaliter, anti-demokratik biçimi” söz konusuydu. Sovyetlerin neden 70 yıl gibi kısa bir sürede yıkıldığını anlamak için reel sosyalizmin yapısal sorunlarına bakmakta yarar var.

Lenin, “Sosyalizme, demokrasi dışında giden yol yoktur.” demiş olmasına rağmen erkenden iktidarı ele geçirince, hiç demokrasi deneyimi yaşamadan da sosyalizme gidilebileceğine inandı. Marksizmin devrim sonrasına ilişkin tezleri de bu inanışa zemin sunuyordu.

Tekelci iktidar güçlerinin tarihten beri kullanageldiği devlet-iktidar, savaş-ordu gibi aygıtları proletaryanın hizmetine vermek o aygıtları masum kılmaz.

Reel sosyalizm de bu mekanizmaları en etkin bir şekilde kullandı ve “zafer” de elde etti. Sosyalizm ancak sosyalist araçlarla kurulabilir. Onlar da kadının öncülüğünde ekolojist, insan haklarına duyarlı, öz savunmaya dayalı demokratik (hareketler, kurumlar vb) araçlardır. Oysa reel sosyalizmde başvurulan araç devletti. Seçilen bu araç sosyalizmi doğru adrese götürmeyecek, somutta da görüldüğü gibi karşıtı olunduğu iddia edilen sistemin yedeğine düşürecekti.

Reel sosyalizmde yaşamı tüm yönleriyle düzenleyen, planlayan ve bunları uygulayan devlet oldu. Sosyo-ekonomik ve kültürel yaşam dahi devlet katlarında birer mühendislik faaliyeti gibi planlanıyordu. Devlet olabildiğince hiyerarşik ve mülkiyetçiydi. Ülkedeki tüm maddi değerler, kaynaklar ve yaratılan zenginlik toplumun değil devletindi. Bunları kullanma yetkisi ve tasarrufu ise iktidarındı.

Tüm yapılanların halk için yapıldığı söylense de durmaksızın büyüyen devlet oluyordu. Devlet içinde de bürokrasi ve parti hiyerarşisinde yer alan bir avuç yönetici ve askeri elit yani dar bir oligarşik yapı karar ve yetki sahibiydi. Bu oligarşik yapı ülkenin sahibi olurken işçi ve köylünün kendini yönetme hakkı gün gün gasp ediliyordu.

Sorun sadece devlet olmakta da değildi. Marksist kuram her ne kadar kapitalizmi “aşılması gereken bir tarihsel aşama” olarak değerlendirmişse de onun kaçınılmaz bir durak olduğuna da inanıyordu. Kapitalizme adeta sosyalizmin önünü açacak bir buldozer rolü veriyordu. Bu durumda, devletin kapitalistleşmesi karşıtı olduğu sistemin araçlarını kullanıp ona benzeşmek olarak değil de sosyalizmin inşasını hızlandıran ve nihai hedefe ulaştıracak olan bir araç olarak görüldü. Bunda Marksist diyalektik anlayışının yıkıcı ve çizgisel oluşunun ve antagonizmayı kapitalist ile işçi arasında kurmasının büyük payı vardır. Bu durum en nihayetinde şu soruyu da sordurdu: “Marksizm kapitalizmi yıktı mı? Yoksa daha da mı güçlendirdi?” Bunları söylerken bir hakkın teslimi de önemlidir. Marx ve Engels kapitalizme devrimci bir rol atfederken bile Komünist Manifesto’da onun yıkıcılığını, insafsızlığını, bir an önce aşılması gerektiğini de belirtirler.

Kapitalizm toplumsallığı ve onun ahlaki ve politik niteliklerini çözmeden sistemleşmez. Aşırı kar, savaşlar, işsizlik, açlık, yoksulluk, çevre felaketleri, ırkçılık, faşizm, totalitarizm vb. olgular bu sistemin bir çırpıda sayılabilecek sonuçlarıdır. Kapitalizm sadece ekonomik ve politik yöntemlerle değil aynı zamanda bireyciliği şahlandırarak ve toplumsal ahlakı yıkarak yönetme ve değiştirme yetisini elde eder. Bu çözümlenmediği için nedenle sosyalist bir toplum kültürü yaratılamadı. Bürokrasiyi aşırı büyütüp yaygınlaştıran, içeride ve dışarıda aşırı egemenlikçi politikaları uygulayan ve toplumu bağımlı hale getiren “sosyal devlet” uygulamalarıyla tam bir devlet kapitalizmi geliştirildi. Bırakalım çevreye duyarlı ve toplumsal demokrasiyi geliştiren bir yol izlenmesini, aksine egemenlerin savaş tarzını esas alan ve tarihteki diktatörlük uygulamalarını olduğu gibi kendi deneyiminde de pratiğe geçiren bir yol izlendi.

Devlet ile parti özdeşleşerek gittikçe anti-demokratik bir niteliğe büründü. Kapitalist hegemonik sisteme karşı geliştirilen savaş ve barış politikaları, askeri ve endüstriyel stratejiler ve ekonomik kalkınmacı siyaset kapitalizmin değirmenine su taşımaktan öteye gitmedi. Böylece sovyet deneyimlerinin muazzam birikimleri bir devlet-iktidar hastalığına feda edildi.

1989’da Berlin’de duvarın yanı başına geldiğimizde, duvarın Doğu yakasında reel sosyalizmin durumu buydu. Duvarın Batı yakasında ise 100 yıl önce aynı anadan doğmuş olan sosyal demokrasi iktidardaydı. 19. yüzyılın sonlarında Almanya’da kapitalizm karşıtı işçi, aydın ve farklı kesimlerden muhaliflerin bir araya gelip oluşturdukları Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) sistem karşıtı bir yapılanmaydı. Zaman içinde, kapitalizmin kendi iç

çelişkilerinden dolayı yıkılacağını savunan ve devrimci perspektif sunan kesime (Rosa Luxemburgların temsil ettiği sosyalist kanada) karşı kapitalizmin kendini yenileyip ileriye taşıyan bir sistem olduğunu ve eşitlikçi bir refah toplumunun zeminini savunan evrimci-reformist çizginin hakim konuma geldiği bir parti oldu. Fakat 1929 Buhranı sosyal demokratların tezlerini yeniden düşünmelerine neden oldu. Çünkü sistem devrimci çizgiyi savunanların düşündüğü gibi kriz yaşayıp çöküşe gidiyordu! (Tarih, bu düşünceyi de yanlışlayarak kapitalizmin zaten krizlerden beslenen bunun için krizlere ihtiyaç duyup başvuran bir sistem olduğunu gösterdi.)Yani ekonomik büyümenin refah yaratacağı savı çökmüştü. Bu nedenle sosyal demokratlar istihdam, refah toplumu ve sürdürülebilir bir büyüme için – ki bunların toplumu sosyalizme götüreceğine inanılıyordu- müdahaleci bir devlet ve planlanmış bir pazara ihtiyaç olduğunu belirttiler. 1950’lerde sosyalist enternasyonalde sosyalizm vurgusunu zayıflatıp liberal hak ve özgürlüklere vurgu yaptılar. Sosyal Demokrasi, Soğuk savaş döneminde ise kapitalizmi aşmayı değil ondan nasıl yararlanılabileceğinin arayışına giren bir akım oldu.

“Sosyal devlet” tezi kapitalizmi krizlerden çıkarmanın bir formülü olmanın yanı sıra reel sosyalizmin büyümesini engellemenin bir aracı haline de gelmişti. Berlin’e kadar genişlemiş sosyalist blokun komünizme çağırdığı işçi sınıfına kapitalist refah toplumu vaat ederek Batı Avrupa’daki işçi sınıfının komünizme yönelmesini engellemeye çalışan hegemonik güçlerin kullanıldı. Devrimcilerin sınıfsız, sömürüsüz bir toplum vaatlerine karşı ilerlemeci, sosyal reformcu bir burjuva demokrasisi önererek işçi sınıfını sisteme entegre etmeye çalıştı. Bu aşamadan sonra sosyal demokrasiyi kapitalizmden ayırmak mümkün değildir, daha çok onun bir mezhebi konumundadır.

Burjuvazi, sosyal demokrasinin öngördüğü refah devleti uygulamasına uzun süre ihtiyaç duydu. Bu uygulama burjuvazinin iktisadi büyüme ve yenilenmeyi yakalamak ve en önemlisi de sosyalist bloka karşı ideolojik hegemonyasını inşa etmek için ihtiyaç duyduğu bir yöntemdi. 1980’lerde neo-liberalizmin gelişmesiyle birlikte sosyal demokrasinin refah devleti, sosyal reform gibi tezleri burjuvazi için işlevselliğini yitirdi.

 

Mücadele mi? Rekabet mi?

Bir olgunun kopyası her zaman aslını güçlendirir. Reel sosyalist pratik, kapitalist hegemonyaya karşı enternasyonalist bir blok oluşturmaya çalışırken niyetten bağımsız olarak onunla rekabete girişti. Her rekabetin sonucu tekelleşmedir. Reel sosyalizmde yaşananın bu olduğu görüldü. Ama elbette bu süreç kapitalist hegemonya açısından da engelsiz ve masrafsız değildi.

  1. yüzyılın başında sermayenin yoğunlaştığı, büyük endüstri ve mali sermaye tekellerinin ortaya çıktığı, üretimin farklı ülkeler arasında iş bölümü ile yapıldığı yani pazarın küreselleştiği bir kapitalist düzen mevcuttu. Durum tam da Lenin’in emperyalizm tanımına uyuyordu: Finans kapitalin egemenliği, sermaye ihracı, geri kalmış ülkelerin kaynakları ve işgücünün sömürülmesi ve dünya pazarına hakim olma arayışı… Reel sosyalist pratik buna karşı durabilmek için sermayeyi devlette biriktirip iş gücünün yaşam standartlarını yükselterek rekabet etti. Emperyalizmin sömürgeleştirme politikalarına karşı enternasyonalizmi ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) ilkesini geliştidi. Fakat hiçbir zaman hegemonikleşme iddiasından vazgeçmedi.

1929 buhranında kapitalizm ilk ciddi kriz ile karşılaştı. Bu nedenle hegemonyayı sosyalist bloka bırakmamak adına sistemini belirli oranda revize etti. İlk iş fordist üretime geçiş oldu.

İşçinin, emekçinin koşullarında reformlar yapıldı. Sosyal reformlar yapıldı, istihdam güvencesi verildi. Sisteme meşruiyet kazandırmak için siyasal reformlar gerçekleştirildi.

Sosyalist blokla rekabet edebilmek için ceberut yüzüne sahte bir gülümseyiş kondurarak işçileri ikna etmeye çalıştı ve bunda başarılı da oldu. Bu dönemde, kapitalistler de devletin düzenleyici ve planlamacı olmasına karşı çık(a)mıyorlardı.

Sosyalist blokun rekabeti “kapitalizmin ehlileştirilmesine” vesile oldu. Yeni kapitalist anlayış Marx’ın Komünist Manifesto’da ortaya attığı taleplere yanıt veren nitelikteydi. 1950’lere gelindiğinde artık üretimin genişlediği, devlet temelli bir kapitalist kalkınmaya dayanan bir düzen oluşmuştu. Bu tam da sosyal demokrasi hareketlerinin arzuladığı bir düzendi.

Kapitalizm ne kadar gelişirse refah o kadar artacak, bu refahı da devlet dağıtır ve dizginlerse ilerde kapitalizm kendi iç dinamikleriyle dönüşecektir minvalinde bir iyimserliği taşıyan Batı sosyal demokrasisi bu dönemde adeta altın çağını yaşıyordu. Ama hemen yanı başında kapitalizm de altın çağını yaşıyordu. Yani hegemon ABD, ekonomik sistem içinde hegemonyasını inşa ederken, liberal bir dünya ekonomik düzeni de oluşturuyordu. Ekonomik büyüme ve kapitalist kalkınmanın sürekli arttığı bir ortam oluşmuştu. Bu modeli benimseyen gelişmekte olan ulus devletlerin de aynı büyümeden pay alması kapitalizmi gittikçe sevimli kılıyordu (“sistemin ömrünü uzatmak” dediğimiz tam da budur.)

Ancak kapitalizm krizsiz var olamaz. 1970’lerde üretimdeki durgunluk ve üretkenliğin azalmasıyla sistem çöküş sinyallerini vermeye başladı. İşçi hareketlerinin direnişleri, ulusal kurtuluş mücadelelerinin yarattığı bilinç ve gençlik hareketlerinin eylemleriyle daha fazla sosyal hak, daha iyi yaşam ve çalışma koşulları ve yüksek ücret talepleri yükseldi. Bu, sermayenin onsuz olamayacağı kârın azaldığı, sistemin sürdürülemez olduğu koşulları açığa çıkardı. Bu nedenle kapitalizm artık yeni bir yola, ekonomik liberalizm yoluna girdi. Bunun için ABD ilkin doların değerini ve değişim oranını (altının esas alındığı sistemi terk ederek) yeniden düzenledi. Ucuz işçinin olduğu yerlere ulus ötesi şirketlerini kaydırdı. Sermaye uluslararasılaştı. Teknoloji odaklı üretime geçti.

Bu dönemde reel sosyalizm ise rekabet edebilmek için daha fazla devlet kapitalizmi diyordu. Devasa boyutlara ulaşan devlet rekabet edebilmesi için habire işçilerden fedakarlık beklendi.

Teknoloji ile rekabet edebilmek için daha fazla endüstriyalizm, askeri rekabet için daha fazla silah, teçhizat ve tüm bunları yaptırabilmek için daha fazla ulus-devlet yani daha fazla milliyetçilik…

Liberal ekonomi daha fazla özelleştirme yaparak ve sermayeye özel mülkiyeti koruma garantisi vererek dünya pazarını büyümenin lokomotifi olarak belirlerken reel sosyalizmin daha fazla devlet, daha fazla fedakarlık demesi onu anakronikleştiriyordu. Kapitalizm krizden çıkışın yolunu bulmuştu, ama reel sosyalizmin devlet kapitalizmi gittikçe derinleşen bir kriz ile karşı karşıya kalmıştı.(Dipdiri bir sosyalizm inancı taşıdığımız için burada bir hususu belirginleştirmeden geçmeyeceğiz. Anakronikleşen sosyalizm değildi, yenilen sosyalizm değildi, sosyalizm adına yürütülen devlet kapitalizmiydi. Yenilmeye de mahkumdu. Çünkü kapitalizmin kanunu kârdır, kârsız olmaz. Kapitalizm toplumsallığın ve ahlakın yitimi pahasına varolur. Onun dini, imanı paradır. Hiçbir gücü, hele hele devleti başında bekçi olarak kabul etmezdi. Girdiğiniz yol kapitalizmin yolu ise o devletinizi de yıkıp geçer.)

Nitekim reel sosyalizmin devlet kapitalizmi de aslı ile esas kapitalizm ile yarışamadı.

1980’lere geldiğimizde kapitalizm daha bir özgüvenli olmuş ve hırçınlaşmıştı. Sermaye birikimi için yapamayacağı şey yoktu. Yani ekonomik düzen artık neo-liberalizmdi.

Sermayenin önündeki tüm devlet engellerinin kaldırıldığı, bunun için de yasal ve yapısal düzenlemeler yapılarak özelleştirmenin yapıldığı ve finansal sistemin korunduğu, sosyal güvenlik ve refah harcamalarının asgariye indirildiği, serbest ticaret ve pazara dayalı ekonominin adıdır neo-liberalizm. Bunları gerçekleştirebilmek için sermaye ilkin emek cephesine doğrudan saldırı başlattı.

İşçilerin maaşları ve yaşam koşullarına ilişkin elde ettikleri haklar sınırlandırıldı. İtirazları zayıflatmak için sistematik olarak işsizler ordusu yarattı. Kapitalizm, Yeni Dünya Düzeni (YDD) diye yeni bir dünya düzeni oluşturdu. Yatırım sermayesinin serbest dolaşımını sağlamak için gümrükleri düşüren ve serbest ticaretin önündeki engelleri kaldıran anlaşmalarla yeni bir düzen oluşturdu. Bunu denetleme sorumluluğu (bugünkü adı ile) Dünya

Ticaret Örgütü (DTÖ’ye) verildi. Devleti neo-liberalizmin kurallarına uyacak şekilde yeniden yapılandırdı. Ulus-devletlerin neo-liberalizme bağımlılığı biraz daha arttırıldı. IMF, DTÖ ve Dünya Bankası (DB) gibi kurumların politikalarının yürütücüleri haline getirildiler. Devletin ulusal egemenliği, sorumlulukları ve işlevleri azalmadı. Kapitalizm, unutmayalım ki devlete (özellikle ulus-devlete) ihtiyaç duyar. Burada devlet küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlendi.

Bu yeni aşamada kapitalizm artık işlerini yaptırtacağı küçük bir devlet dışında devlete ihtiyaç duymuyordu. Bu durum reel sosyalizmin devlet kapitalizmini rekabet edemez duruma getirdi.

Gorbaçov öncülüğünde buna bulunan çare, özünde sistemi sosyal demokratlaştırmak anlamına gelen bir çareydi: “Perestroyka.” Bununla sınırı Berlin Duvarı ile çizilen sistemlerin mücadelesinden vazgeçildiğinin duyurusu “Sorunlar globaldir”, “Karşılıklı bağımlılık içindeyiz” ve “Hepimiz aynı gemideyiz” denilerek yapılıyordu. Bu aynı zamanda kapitalizm ile reel sosyalizm (sosyalizm değil devlet kapitalizmi) arasında bir fark olmadığının da ilanıydı. “Glasnost” ilanıyla da açık toplum ve demokratikleşme öngörülüyordu. Böylece Berlin Duvarı’nın öte yakasına (Batıya) zeytin dalı uzatılarak güven verilmeye çalışılıyor ve karşılığında yardım alması umuluyordu. Ancak Perestroyka’nın asıl amacı sistemi pazara açmaktı. Bunun için “sosyal pazar ekonomisi” gibi kavramlar da türetildi. Aslında tüm bunlar utangaçça tavırlarla sistemi sosyal demokratlaştırmaktan başka bir şey değildi. Bununla amaçlanan şey kapitalizmi yeniden refah devleti çizgisine çekerek uzun vadede sosyalizme yakınlaştırmaktı. Bu ölümcül bir iyimserlikti. Çünkü kapitalizm neo-liberal politikalar aracılığıyla antisosyalleşiyor, kâr uğruna toplumdan ve onun ahlaki-politik niteliklerinden uzaklaşıyordu. Herhalde dile dökülseydi verilen cevap aşağı yukarı şöyle olurdu: “Madem sorunlar ortaktır, madem soğuk savaşı bitiriyoruz, o halde ‘yıkılsın duvar, açılsın tüm dünya pazarlarının kapısı.’ Asıl kopyadan her zaman üstündür, benim hegemonyamı kabul edeceksiniz!”

Böylece soğuk savaşın bitimiyle birlikte kapitalizm hegemonyasını ilan etti. Hegemonya ilanını, Fukuyama “tarihin sonu” diye ilan etti. Buna göre ABD hegemonyası bütün dünyada tıpkı Roma gibi bir Pax Americana (Amerikan Barışı) yaratacaktı. Özel mülkiyet korunacak, sermaye serbest dolaşacak, finans sistemi güçlendirilecek ve devlet küçültülecek, böylece kapitalizm tıkır tıkır işleyecekti. Hegemonik yayılmaya kapalı kalmış sosyalist blok ülkeleri de dünya pazarına dahil olunca kapitalizm hiçbir engelle karşılaşmadan tamamlanmış olacaktı. Tarihsel olarak kapitalizmi sonul sistem olarak ilan eden “ tarihin sonu” tezine göre kapitalizm kendi iç dinamikleriyle hiçbir dış müdahale olmaksızın ve rakipsiz işleyişle insanlık için en iyi sistem olacaktı. Sistemde herhangi bir tıkanma olduğunda da devasaaskeri güce sahip büyük abinin müdahaleleriyle bunlar da aşılacaktı. Varolan ulus-devletler de hegemonik güç ile uyum içinde, onun bir acentası gibi hareket ederlerse zaten sorun da kalmazdı!

Belli ki aşırı bir özgüven kazanılmıştı. Elbette yeni bir çağ açılmadı, kapitalizm bu dönemde kendisinin ömrünü uzatmış “rakibinden” kurtulmuştu sadece.

 

Yeni Dünya Düzensizliği

Zihinsel ikna sağlanmadan hiçbir sistem varlığını sürdüremez. Bu nedenle tarih boyunca hegemonya arayışında olan tüm güçler öncelikle zihniyet inşasına girişmişlerdir.

Hegemonyasını oluşturup zaferini ilan kapitalizm de birçok yeni kavramı “piyasa”ya sürmüştür. “Bilgi toplumu”, “Enformasyon çağı”, “Küreselleşme”, “Yeni Dünya Düzeni” vb birçok kavram ortaya atıldı. Öz olarak bu kavramların tümü 1917’de açılıp 1989’da kapanan reel sosyalizm parantezinden sonra tek merkezli kapitalizmin meşrulaştırılması için türetildiler (Bu kavramların çoğunun 1990’dan önce sözlüklerde dahi bulunmuyor olmaları bunun bir göstergesidir). Öyle bir algı çarpıtması yaratıldı ki çoğu insan küreselleşmeyi teknolojik gelişme zannedebiliyor, dünyanın sadece sekizde biri sanayileşmişken sanayi toplumu denilebiliyor, bilgi iktidar için araçsallaştırılıyorken ve ciddi bir medya manipülasyonu altındayken enformasyon çağı ve bilgi toplumu kavramı kullanılabiliyor.

Yeni Dünya Düzeni (YDD) de bu kavramlardan bir tanesi. Bir hegemon ne zaman yeni dünyayı zikrediyorsa el değmemiş bir sömürgeyi, iştah kabartan kâr potansiyelini düşünüyor demektir. Yeni dünya, yeni pazardı. Kızılderililerin yaşadığı Amerika kıtasına gidildiğinde de Aborjinlerin yaşadığı Avustralya kıtasına gidildiğinde de buralara yeni dünya denilmişti. Bu ifadenin yeni bir coğrafya, yeni kültürler, yeni dostlar anlamına gelmediğini; yeni bir pazar, yeni bir sömürge anlamına geldiğini tarihten öğrendik. Bu kez Berlin Duvarı’nın doğusu keşfedilmişti. “Yeni dünya” orasıydı. Artık yeni dünya yuvarlak değil tek kutuplu huni şeklinde bir dünyaydı. Tepesinde ABD’nin bulunduğu ve aşağı doğru hegemonyasını yaydığı bir dünya! “Artık daha az sayıda insan daha fazla sayıda insanın kaderini elinde bulundurma olanağına sahip ve başının yeni görevi ‘güzel yeni dünya düzeni’ teorisini insanlığa kabullendirmek”( Eduardo Galeano, Güzel Yeni Dünya Düzenimiz) olan ve Dünya Bankası ile IMF’nin başını çektiği YDD tehlikeli bir totalitarizme gidiyor ve bunu tekellerin dışında kalan topluma dayatıyor. Bu yeni düzende artık halk yok pazar var, vatandaş yok müşteri var, ulus yok şirket var, şehir yok şubeler var, insani ilişkiler yok rekabet ve pazar kavgası var. Ekonomi hiçbir zaman bu kadar anti-demokratik olmamıştı. İşte Soğuk Savaş’tan sonra tek kutuplu ve enerjisini çatışmaya değil refaha ve büyümeye ayıracak diye umut edilen ve ABD liderliğinde Pax Americana’yı sağlayacağına inanılan yeni dünya düzeni bu. Bazen kendimiz hakkında söylediklerimiz yaptıklarımız karşısında anlamsızlaşır. YDD’nin sonuçları, onun kendisi hakkında söylediklerini ve vaat ettiklerini tek tek yanlışladı ve anlamsızlaştırdı. Nitekim yeni dünya düzenini “tarihin sonu” teziyle muştulayan Fukuyama “liberal dönemde devlet anlamsızlaştı, ona ihtiyaç yok demiştik ama bugün bir devlete ihtiyaç” olduğunu ve “kontrolsüz ve denetimsiz kapitalizm(in) refah değil felaketler getirdiğini” söylüyordu. Bu geri adımı da yanıltıcı olmasın:

YDD adı verilen sistem esasında küresel sermayenin hiçbir engelle karşılaşmaksızın amiyane deyimle tüm dünyada rahatlıkla at koşturmasıdır. Soğuk savaş döneminden kalan kısıtlayıcı ve bağlayıcı gördüğü tüm kurumların ve hukuki yapıların (BM- BMEK) küresel sermayenin liderliğini yapan ABD’nin çıkarlarını ve üstünlüğünü kabul edecek şekilde yeniden düzenlenmesidir. “Tek dünya varsa tek merkez olmalı!” dayatmasıdır. Küreselleşme ideolojisi bu düşüncelerin kabul ettirilmesi için türetildi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası ilişkilerde genel düzenleyici bir otoritenin eksikliği nedeniyle güvenliğin temel bir sorun olduğu, bu sorunu aşmanın tek yolunun da gücün arttırılması olduğu fikri benimseniyordu. Soğuk Savaş yıllarında devletler bu realite çerçevesinde konumlandılar. Ya kapitalist blok ya da sosyalist blok ile hareket ediyorlardı. Bunun dışında kalan bağlantısız ülkeler de aslında bir blok (bloksuzlar bloğu) oluşturmuştu. Ulus-devletin siyasi bir model olarak özellikle eski sömürgeler tarafından benimsendiği bu dönemde kapitalizm de ulus-devleti içselleştirmişti.

Neo-liberalizmin geliştiği bu dönemlerde ise devlet (ilk bakışta) sınırları içinde iktidar sahibi görünse de (zor araçlarını elinde bulundursa da) küresel piyasanın baskısı altında ve onun dayattığı politikaları uygulama zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştı. Devletler büyüme ve küresel ekonomiye ayak uydurma adına IMF’nin hazırladığı “acı reçeteleri” ve “kemer sıkma politikalarını” uygulamak zorunda kalıyorlardı. Neo-liberalizmin baskısı altındaki bu ulus-devletlerin özgürlük ve bağımsızlıklarından söz etmeleri de ayrı bir tartışma konusudur.

Zira devlet politikalarının belirlenmesinde bile etkili olmayan ve küresel piyasaların politikalarını uygulayan birer şirket halini almışlardır.

Yeni dünya düzeni, yeni bir egemenlik biçiminin kabul ettirilmesidir. “Hegemonya” demeyi tercih ettiğimiz bu yeni egemenlik biçimine A. Negri- M.Hardt “İmparatorluk” diyorlar.

İmparatorluk: “Hiçbir sınır tanımayan, sınırsız bir yeni egemenlik biçimidir. Bu egemenlik ulusal ve ulus-ötesi mekanizmaların birlikte oluşturduğu bir yönetim tarafından kullanılmaktadır. Bir güç merkezi kurmaz, sabitlenmiş sınırlara dayanmaz, akışkandır.”

ABD, YDD’nin hegemonik yapısı içinde liderlik konumuna sahiptir. Çokça dillendirildiği gibi küreselleşme ile birlikte ulus-devlet aşılmış değildir. Aksine YDD’nin de ulus-devlete yeni görevler düşer ve sermaye açısından birikimin vazgeçilmez koşullarını sağlar. Geçmiş imparatorlukların valileri neyi ifade ediyorsa günümüz ulus-devletleri de aynı anlamı taşımaktadırlar. YDD’nin de ulus-devletlerin bu durumu Z.Bauman “ve nihayet perde

parçalandığında içinde tuhaf karakterlerin dolaştığı alışık olmadığımız bir sahne çıktı ortaya” şeklinde tarif eder.

 

Alternatif Yeni Dünya

  1. Bauman’ın “Büyük Bölünme” dediği iki kutuplu dünyanın duvarın yıkılmasından sonra tek kutba dönüşmesiyle dünya tek bir bütüne dönüşmedi. Dünya şimdi farklı yerlerinde beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan ve büyüme iştahının ne zaman biteceği bilinmeyen dağınık güçlerin bir arenasıdır. Kontrolün kimde olduğu belirsiz bir dünyadayız. Doğanın, toplumun ve ahlakın parçalandığı bir dünya. Yeni dünya düzeni aslında bir yeni dünya düzensizliğidir.

Bu düzensizlik Fukuyama’nın tekrar göreve çağırdığı, sorunun kaynağı olan devlet ile aşılamaz. Çünkü düzensizliğin temelinde modernite krizi yatmaktadır. Kapitalist modernite güçleri bu krizi aşmak için 3. Dünya Savaşı’nı başlattı. 

Kapitalist hegemonyanın krizi her geçen gün derinleşmektedir. Ezilenler, sömürülenler, yoksullar, işçiler, köylüler kendi alternatif yeni dünyalarını inşa etme sorumluluğu ile karşı karşıyadır artık. İnsanlık, merkezi uygarlığın talan, baskı ve sömürülerine karşı demokratik uygarlığı savunma ve geliştirmeden bir an olsun vazgeçmedi.

Uygarlık tarihi soylu direnişler ve büyük deneyimlerle doludur. Kapitalist hegemonyanın dayattığı yeni dünya düzenine karşı geliştirilmeye çalışılan alternatifler de demokratik uygarlık nehrinin birer kollarıdır. Bunlardan alacağımız derslerle alternatif yeni dünyanın olanaklarını ve görevlerini doğru belirleyebiliriz.

Reel sosyalizm 20. yüzyılın en büyük deneyimidir. Ancak endüstriyalizmi hiç eleştirmemişti. Hatta bu konuda kapitalizmle yarışmaktan geri durmadı. Kapitalizme karşı devlet kapitalizmini geliştirerek hatalı bir cevap vermişti. Toplumsal sorunların çözümünü devlet iktidarına havale etmişti. Oysa Sovyet deneyimi ve işçi konseyleri güçlendirilseydi demokrasinin gelişip devleti sönümlendirme imkanları daha fazla olurdu. Reel sosyalizm, moderniteyi sadece kapitalizm (sermaye birikimi) boyutuyla tartışmıştı. Onu da devlet kapitalizmini geliştirmek yoluyla yanlış anlamış ve tartışmıştı. Sonuçta toplumsal sorunlara ne devlet kapitalizminin ne de endüstriyalizminin çözüm olmadığı görüldü. Askeri ve bürokratik bir makineye dönüşen reel sosyalizm sonunda çözüldü. Bu, hakikat arayışında olanlar için muazzam öğretici derslerle dolu bir deneyimdir. Yeni dünya düzeninin neoliberal vahşiliği karşısında 20. yüzyılın sonunda önemli itirazlar gelişti. Seattle, Dünya Sosyal Forumu gibi küreselleşme karşıtı hareketler de yeni dünyaya ilişkin ciddi önermelere sahiptiler. Bu hareketler uluslararası dayanışmayı ve eylem bilincini geliştirdiği, politik bir bilinç oluşturduğu ve sisteme muhalif örgütleri harekete geçirdiği oranda olumlu deneyimler kazandıran örneklerdir. Ancak bunlar da küresel sermaye karşıtlığı ile sınırlı kalmanın ötesine geçemediler. Gevşek örgütlenme anlayışı doğru çözümlenemediğinden aşırı dağınık, sistemsiz ve etkisiz kaldılar. Aynı şekilde “Küresel düşün, yerel davran” anlayışı ile hareket eden gruplar da bir alternatif oluşturmaktan uzaktırlar. Wall Street’i işgal et gibi deneyimler veya Arjantin’deki mağaza yağmalamaları sisteme karşı gelişen öfkeyi temsil etme açısından önemli deneyimlerdir. Fakat negatif yönleri önde olan yani salt sistem karşıtlığı ile sınırlı olan hareketlerdir. Pozitif nitelikli hareketler olarak MST ve EZLN öne çıkmaktadır.

Deneyimleri oldukça öğreticidir. “Zihinsel devrim yaşanmadan hiçbir kalıcı toplumsal devrim yaşanamaz.” O halde, zihniyet devrimini başarmış olanlar alternatif yeni bir dünya inşasına daha sağlam bir giriş yapabileceklerdir. Bunun için reel sosyalizmin yaptığı gibi kapitalizmin sadece ekonomi-politiğini eleştirerek değil tüm sistematiğini yani dayandığı zihniyet ve moderniteyi tüm yönleriyle eleştirerek başlanmalıdır. Ortadoğu’nun tarihsel toplum kültürünü dayanak alan demokratik modernite paradigması bu iddiadadır. Demokratik Sosyalizm ışığında tüm bu deneyimlerden çıkarılabilecek ders, kapitalizme karşı ilkeli çözümlerin ancak halkların demokratik duruşlarının kapsamlı demokratik sistemlere kavuşturulmasıyla sağlanabileceğidir. Devletleşme ve iktidar hastalığından kurtulmadıkça da demokratik sisteme ulaşılamaz.

Demokratik modernitenin sınırladığımız bu temel nitelikleri kapitalizmin sistematiğine salt birer eleştiri değil, aynı zamanda yeni dünyanın demokratik modernite dünyası olacağının iddiasıdır. Bu iddianın gerçekleşme potansiyelinin yüksek olduğu bugün demokratik sosyalizm ışığında halklara eşit, özgür ve demokratik bir yaşam sunan Rojava deneyiminde ve özellikle de “başka bir dünyanın mümkün” olduğuna inananların kutup yıldızı haline gelen Kobanê direnişinde açıkça görüldü. Demokratik uygarlık geleneğinin güncel bir kolu olan bu direniş hepimize bir şey fısıldıyor: “Yaşanacak başka bir dünya var!”

 

 

 

Kaynakça
  • Yalçın Yusufoğlu, Küreselleşme ve Emperyalizm, Belge Yayınları, 2015
  •  Zygmunt Bauman, Küreselleşme, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2016
  • James Petras, Maskesi Düşürülen Küreselleşme, çev: Özkan Akpınar , Mephisto Yayınları,2006
  • Demokratik Modernite Dergisi, Sayı:13
  • Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 5, Amara Yayıncılık, 2015
  •  A.Aytekin ve G.Atılgan, Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler,
  • Yordam Kitap, 2012
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.