Düşünce ve Kuram Dergisi

Birinci  Dünya Savaşı Sonuçları ve Yeni Dünya Düzeni

Ayşegül Ayaz

Ortadoğu coğrafyasını felce uğratan, halkları birbirine kırdırtan sınırların çizildiği anlaşmaların, özelde Lozan’ın yüzüncü yılına doğru giderken yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı’yla beraber her cepheden arayış ve tartışmalar yoğunlaşmaktadır. ABD ve Rusya’nın başını çektiği hegemonik güçler ve onların bölgedeki jandarmaları konumunda ki devletler sahada yürüttükleri savaşlardan elde ettikleriyle diplomatik savaşları da yoğunca sürdürmekteler. Sınırların yeniden çizildiği bu süreçten iktidarlarını pekiştirecek ve sistemlerini ayakta tutabilecek bir payla çıkmayı hedeflemekteler. Bu anlamda Ortadoğu toprakları üzerinde yürütülen savaşın, kriz ve kaosun sistematik bir karakterde olduğunu ve Kapitalist Modernite’nin çıkmazının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz.

Bölge bugün yeni bir dizayn sürecindedir.  Yaşananlar Birinci Dünya Savaşı’nda oluşturulan dengelerin bir sonucu olduğu gibi, taşıdığı karakter itibariyle bu sürece benzerlikleri bulunmaktadır. Bu anlamıyla mevcut tabloya neden olan sınırların çizildiği, bir kanser hücresi gibi yayılarak ölüm getiren ulus-devletlerin doğuşunun dayandığı; Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında gelişen Yeni Dünya Düzeni’ni (YDD) anlamak ve günümüz sorunlarını ele almada önemi bir altyapı sunacaktır.

Merkezi hegemonik iktidarın 16.Yüzyılda Avrupa’ya kayışı ve İngiltere öncülüğünde Kapitalist Modernite’nin küreselleşme arayışı sonucu; 20.Yüzyılda gelişen dünya savaşları sistemin kendi geleceğinde olduğu gibi, bölge gerçekliğinde de tarihi bir dönüm noktasını ifade eder. Mevcut güç dengeleri ve devletlerin varlığı esas itibariyle Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki YDD’ne dayanmaktadır. Bu süreci ele almadan önce Birinci Dünya Savaşı’na giden yolu kısaca ele almak gerekir.

Kapitalist Modernite’nin egemenliğini sürdürebilmesi; Azami kar sürekliliğini ve kapitalin tekelleşeceği ulus-devletlerin varlığına bağlıdır. Bu aygıtı geliştirmeden ayakta kalması düşünülemez. Bu eksende, Kapitalist Modernist sistemin Avrupa’da doğuşu çerçevesinde kıta boyunca 16. yüzyıldan itibaren yürütülen savaşlar, halk devrimlerinin gasp edilmesi sonucu inşa edilen ulus-devletlerdir. Onlar arasından yükselen İngiltere hegemonyasının doğuş serüvenini ayrıca ele alınması gereken bir süreçtir. Mutlak monarşilerden ulus-devletlere geçişi ifade eden bu süreçte, 1948’de gerçekleşen Westphalia Antlaşması önemli bir dönemeci ifade eder. Almanya, Fransa, İsveç, Danimarka, İspanya, İngiltere ve Hollanda’yı içine alan 30 yıl savaşları sonucu imzalanır.  Alman İmparatorluğunun yenilgisi üzerine girilen anlaşma, Kıta Avrupa’sında daha sonrasında derinleşecek dengelerin başlangıcını ifade eder. Bu anlaşmayla oluşan yeni dengeler belli bir konsensüse dayanmış ve görece istikrar sağlamış olsa da, barışın yerini yeni gerginlik ve çatışmalara bırakması çok zaman almayacaktır. 

Kendi inşasını tamamlayan ulus-devletlerin artan endüstriyel üretim, azami kar ve sermaye birikimi, yine gelişen savaş sanayisi sonucu sömürge alanları arayışı hız kazanmıştır. Bu durum ideolojik planda milliyetçilikle de birleşince rekabet ve gerginliklerin çelişkileri derinleşip çatışmalara dönmesi kaçınılmaz olmaktadır. 

  1. yüzyılın sonlarına geldiğimizde genel tablo şu şekildedir: Kıta Avrupa’sında ulus-devletlerin inşası tamamlanmış, içte demokratik hareketler bastırılmış ve sömürge arayışlarıyla dışa yönelme eğilimleri güçlenmiştir. Bölgedeki güçler gözünü ‘Hasta Adam’ pozisyonunda ki Osmanlı imparatorluğunun egemen olduğu Ortadoğu coğrafyasına dikmiştir. Birçok gücün aynı topraklar üzerindeki hesapların çakışması ve pay istemi, Birinci Dünya Savaşı’nın esas belirleyici nedeni olmuştur. 

Bu süreçteki güçlerin konumlanma ve çelişkilerini özetleyecek olursak: Zamanın hegemonik gücü İngiltere, Avrupa ülkelerini ulus-devletler yoluyla bölüp etkisizleştirdikten sonra, Ortadoğu’ya da aynı amaçla yönelmek istemektedir. Bu eksende bölgedeki en büyük engeli, Osmanlı İmparatorluğunu kendi denetimindeki küçük ulus-devletlere bölerek Hindistan yolunu güvenceye almak, Rusya’nın güneye inmesini bu yolla engellemek ve Almanya’ya karşı da önemli bir tampon bölge inşa etmek amacıyla stratejik bir rol biçmişti. Yükselen Alman İmparatorluğu’nun bu hesaplar önünde ciddi bir engel olarak belirmesi İngiltere-Almanya arasında ciddi krizlerin önünü açmaktaydı.

Kendi birliğini diğer ülkere nazaran geç tamamlayan Almanya, uluslararası sahneye hızla güçlenerek çıkmakta ve bölge üzerinde benzer hesaplarla pay istemektedir. Yine Fransa ve Rusya gibi iki önemli güçle çevrili kendi güvenliği için ciddi bir tehdit unsurudur. Bu tehdidi bertaraf etmek ve hegemonyasını inşa için geliştirdiği ittifak arayışları, Almanya’yı Batı Avrupa güçleriyle karşı karşıya getirmektedir. 

Rusya’nın Balkan politikası sonucu gelişen Avusturya-Rusya çelişkisi, Rusya’nın sıcak denizlere inmesinin önünde duran Boğazlar sorunu da Almanya ve Rusya arasındaki gerginliği tırmandırmakta, Almanya’nın hızla silahlanması Rusya için ciddi tehdit oluşturmaktadır. 

Fransa, Almanya sınırındaki Alsece-Lorraine ve Ren akarsuyu köprüleri iki ülkenin de kendi güvenlikleri için stratejik bölgelerdir. Ve önemli gerilim hattı olarak görülmektedir.  Yine Fransa’nın Suriye üzerindeki hesapları, ezeli rekabet içinde olduğu Almanlara karşı stratejik müttefiki olan İngiltere’ye yaklaşması; savaşa doğru giderken bloklaşmaları netleştiren ayaklar olmaktadır. 

Osmanlı Devleti diğer devletlerin (özelde İngiltere-Fransa) kendi toprakları üzerindeki hesaplardan bihaber değildir. Osmanlı’nın İngiliz ve Fransızlarla olan tarihi çelişkileri, İngiltere-Almanya çelişkileri, Fransa-Almanya çelişkileri bu iki devleti yan yana getirdi. Osmanlı’da daha önce kaybettiği toprakları geri almak ve yükselen Batı hegemonyası karşısında eski gücüne kavuşmak amacıyla savaştaki yerini almış oldu. 

 

İlk Dünya Savaşı

Görüldüğü gibi savaşın tarafları bu şekilde netleşmekte ve bu çıkarlar üzerinde itilaf devletleriyle (İngiltere, Fransa, Rusya) ittifak devletleri (Almanya, Avusturya, Macaristan, Osmanlı, Bulgaristan ve İtalya-daha sonra taraf değiştirdi.) karşı karşıya gelmektedir. Artık en ufak bir kıvılcım dünyayı kan gölüne çevirmeye yetecektir. Bu kıvılcımda 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi olacaktır. Bunun üzerine devletler art arda birbirlerine savaş ilan etti ve Birinci Dünya Savaşı böylece başlamış oldu. 

Savaş sürecinde üç önemli gelişme savaşın seyrini değiştireceği gibi, sonrasında geliştirilecek dünya düzenine de damgasını vuracaktır. Bu gelişmeler şu şekilde özetlenebilir;

1- Ekim 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi’dir. Lenin savaşın bir hak savaşı olmadığını, emperyalist güçler arasındaki bir talan savaşı olduğunu, esas mücadelenin emperyalizme karşı verilmesi gerektiğini belirtir. Yine emperyalist devletlerin kendi aralarındaki gizli anlaşmaları deşifre etti. Bu gelişme savaşın renginin itilaf devletlerinin aleyhine dönmesine neden oldu. Önemli bir güç olan Rusya’nın savaştan çekilmesinin sonuçları ağır olabilirdi. Bu boşluğu dolduracak taze bir kana ihtiyaç vardı. Elbette bu da yükselen güç ABD olacaktı.

Yine Ekim Devrimi sistem güçleri kadar demokratik halk güçlerinin geleceği açısından da tarihi bir dönüm noktasını ifade eder. Sovyet sisteminin kuruluşu sonrasında gelişecek bloklar sistemi, yürütülen savaşlar 20.Yüzyılın sonuna kadar dünya dengelerine damgasını vuracaktır.

 

2- Balfour Deklarasyonu; İngiliz Dışişleri Bakanı J. Arthur Balfour, 2 Kasım 1917’de uluslararası Siyonist hareketinin önderlerinden Lord Rothschild’a bir mektup gönderdi. Mektupta İngilizlerin Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletini destekleyeceği bildiriliyordu. Daha sonra sırasıyla Fransa, İtalya ve ABD de desteklerini ilan ettiler. Bu adım şu nedenle önemlidir; yukarıda belirttiğimiz gibi İngiltere ABD’nin sürece dâhil olmasına ihtiyaç duyuyordu. Bunun yolu da ABD’yi esas ayakta tutan güç olan Yahudi sermayesinin iknasından geçiyordu. İsrail devletinin kurulması (İngiltere güvencesiyle) için daha öncesinden varılan anlaşmanın kamuoyuna bu destekle ilan edilmesi, ABD’nin de savaşa dâhil olmasını sağlayacağı gibi Yahudi sermayesinin ağırlığını Anglo-Sakson ulus-devlet modelinden yana koymasını da beraberinde getirecektir. Bu gelişmeyle beraber savaşın seyri itilaf devletlerinden yana güçlenerek değişmiştir. 

 

3- ABD’nin savaşa dâhil olması ve ABD Başkanı W. Wilson’un açıkladığı on dört ilke: Yukarıda belirttiğimiz gelişmenin yanında savaş esnasında Almanya’nın kullandığı denizaltı gemileri, deniz ticaretini yoğunca kullanan ABD’nin uluslararası ticaretini ciddi oranda tehdit etmiştir. Yine casusluk faaliyetleriyle Almanya’nın Meksiya’yı ABD’ye savaş açmaya teşvik ettiğinin açığa çıkmasıyla ABD, Almanya’ya savaş ilan ederek savaşa dâhil oldu. 

Avrupa uzun yıllar süren iç mücadeleleri ve savaştan dolayı bir hayli yıpranmıştı. ABD’nin böyle bir süreçte savaştan güçlenerek çıkması yeni hegemonik güç olarak yükselmesinde önemli bir rol oynadı. Koşulları gören ABD Başkanı W. Wilson, savaşın son bulmasında etkili olacak 14 maddelik bir bildiri yayımladı. İngiltere ve Fransa’da bu ilkeleri kabul etmek durumunda kaldılar. Wilson prensipleri olarak bilinen bu ilkelere göre; Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını (UKKTH) kabul etme ve Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunu ön göre prensipleri ön görüyordu.

Savaş ittifak devletlerinin yenilgisiyle sonuçlandı. Galipler ise ihtilaf devletleriydi. Savaş sonuçlandığında 15 milyon insan ölmüş ve 20 milyondan fazla da yaralanmış, sakat kalmıştı. Bu savaş kısa, orta ve uzun vadede dünya dengelerini değiştiren ve sistemin çözümsüzlüğünü derinleştiren bir sürecin ilk büyük kırılması olmuştur.

Savaş sonrası Almanya, Avusturya, Osmanlı ve Rus İmparatorlukları dağıldı. Böylece Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının Doğu Avrupa’da ki hâkimiyetleri sona ermiş oldu. Polonya yeniden bir devlet olarak kuruldu. Artık İngiltere ve Fransa dağılan İmparatorluk topraklarını paylaştırmanın önündeki engeller kalkmış oluyordu. İngilizler kendi egemenliklerini sağlayacak, mümkün olduğu kadar çok parçalara ayrılmış, zayıf ve birbirinden kopuk prenslikler oluşan bir Arap Bölge’si istemektedir. Bu eksende savaş esnasında Osmanlı topraklarını çok devlete bölme ve birçok devlette gerçekleşmesi mümkün olmayan vaatlerde bulunmuştur. Önemi giderek artan petrol yataklarının ağırlıkta bu bölgede oluşu ve İsrail devletinin inşası gibi durumlar bölgenin önemini arttırmıştır. Yine demokratik halk dinamiklerinin aktif olduğu bu süreçte; bu dinamikleri etkisizleştirip kapitalizmin gelişimi önünde engel olmaktan çıkarmak için böl-yönet politikasını etkince kullanmıştır.  

Bu politikalar çerçevesinde gerek savaş esnasında İngiltere-Fransa arasında imzalanan Skyes-Picot antlaşması gerekse de sonrasında ilgili devletlerle imzalanan anlaşmalar (Lozan, Sevr, Versailles vb.) sonucu bölge egemen güçlerin doğrudan veya dolaylı denetime uygun bir şekilde ulus-devletçiklere bölünecektir. Klasik sömürgeciliğin sonuç vermeyeceğini gören söz konusu devletler, ‘manda’ formülüyle emperyalist uygulamalarını süreklileştirmeye çabaladılar. Bu formülü de Almanya ile imzalanan Versay Antlaşması ve Milletler Cemiyeti sözleşmesine konulan bir hükümle güvenceye aldılar. İlgili madde şu şekildedir; 12. Md: Son savaşın sonucu olarak daha önce kendilerini yöneten devletlerin egemenliğinden çıkmış ve henüz çağdaş dünyanın güç koşullarında kendi kendine ayakta duramayacak halkların gelişimi için medeniyetin kutsal vasiliğinin oluşturulması ilke olarak kabul edilmiş ve vasiliğin uygulanmasındaki güvencelerin bu sözleşmeyle gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Buna göre Suriye ve Lübnan, Fransız mandası, Filistin ve Irak (Bağdat, Basra ve Musul) İngiliz mandası olarak belirlenmiştir.

2000’lerin başında ABD’nin bölgeye müdahalesiyle yeni bir boyuta evrilen, 20. yüzyıl Kapitalist Modernite’nin zirveleştiği ve aynı zamanda bunalımın da sistematik hal aldığı bir süreci ifade eder. Savaş sonrası Wilson’un Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı sonucu; artan milliyetçilik ve egemen güçlerin çıkarlarının etkisiyle Doğu Avrupa’dan Asya’ya, Kuzey Afrika’ya kadar yeni bir dizayna gidildi. Ortadoğu birbirini boğazlayacak sınırlara bölünüp ulus-devletçiklere boğulmuştur. Bu süreçlerin sonunda Türkiye, Suriye, Irak, Ürdün, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi devletler kurulmuştur. Bu devletler, ‘ezilen halkların özgürlüğü-bağımsızlığı’ gibi kavramlarla kutsandı ve sistem çıkarlarına hizmet etmeyen halkların (Kürtler gibi) özgürlük talepleri görmezden gelindi ve yok sayılıp inkâr edildiler.

Benzer bir süreç Sovyetlerde de gerçekleşmiştir. SSCB’nin UKKTH’nı bir ilke olarak kabul etmiştir. Ayrılma hakkının tanımasıyla beraber eski Rus İmparatorluğunun egemenliği altındaki alanlardan kopuşlar yaşandı. Letonya, Estonya, Polonya, Finlandiya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Gürcistan ve Azerbaycan ulus-devletlerinin oluşumu bu dönemde gerçekleşmiştir.

Bu süreçlere ilişki bir parantez açalım. Dünya dengelerinin yeniden dizayn edildiği bu döneme salt Kapitalist Modernist güçlerin iradesiyle gelişen bir seyirden söz etmiyoruz elbette. Tarihin akışı hiçbir zaman tek taraflı olmamıştır. Kapitalist Modernite kendini bir sistem olarak örgütlerken Demokratik Modernite unsurlarının amansız direnişleriyle karşı karşıya kalmıştır. 19. yüzyıl ve 20.  yüzyıl bu unsurlar adına tarihi kazanımlara sahne olmuştur. 1848 Avrupa Devrimleri, 1871 Paris Komünü gibi adımlar 19. yüzyılın önemli toplumsal direnişleridir. Yine 20. yüzyılda gerçekleşen Rus Devrim’i, Çin, Vietnam, Küba devrimleri de bu geleneği ileri taşıyan tarihi nitelikte kazanımlardır. Ancak hâkim ideolojinin ulus bilincinde, zihinlerde yarattığı çarpıtma, sosyalizm adına düşülen tarihi hatalar -ki en başta ulus-devleti aşamamaya denk gelir- bu devrimlerin kısa sürede karşıtına dönüşmesinin önüne geçilememiştir. Konu bağlamında ele alınan; hegemonik güçlerin sistemin inşası ve krizinde oynadıkları roldür.

Savaş sonrasında giderek hız kazanan milliyetçilik(ki ulus-devletin dinidir) ekonomik anlamda üretim ve tüketimindeki dengesizlik, eski sömürge sistemini bırakmamakta direnen İngiltere ve Fransa’nın artan krizlere derman(!) bulamaması bölge ve dünya genelinde yeni çelişki, çatışma ve yıkımlara kapı aralayacaktır. Almanya ve İtalya faşist yönetimlerinin yayılma hırsları, sömürge ülkelerde artan bağımsızlık eğilimleri, sosyal ve ekonomik bunalımın artması yeni bir dünya savaşına gidişin işaretleridir. Özünde gerçekleşen İngiliz-Fransız hegemonyasının karşısına dikilen Alman-İtalyan-Japon hegemonyası ve bunun yol açtığı rekabettir. Bu defa savaşın tahribatı çok daha büyük olacak, sistemsel kriz içinden çıkılamaz bir boyuta taşınacaktır.

 

İki Blok ve ‘Soğuk’ Savaş

1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgaliyle başlayan Üçüncü Dünya Savaşı’nın tarafları Almanya, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya’ya karşı İngiltere, Fransa, ABD ve Rusya’dır. Bu savaş faşizm cephesine karşı demokrasinin savaşı olarak ele alınmaya çalışılır. Yukarıda da ifade etiğimiz gibi bu süreç iki gücün hegemonya savaşından başka bir şey değildir. Diğer türlü tanımlamalar sistemin korkunç gerçekliğini kamufle etmekten başka işe yaramazlar. 

ABD’nin atom bombası kullanması, Nazizm ve Faşizmin vardığı dehşet boyutu sonucu 56 milyon insanın ölmesi, Almanya’nın bölünmesi ve ekonomik çöküntü; savaşın ilk elden sıralayabileceğimiz sonuçlarıdır. Bu süreçte sistemin yeni doğan çocukları İsrail, Hindistan, Pakistan ve Afrika’da oluşturulan onlarca ulus-devletçik oldu. Görünüşte faşizm yenilgiye uğramışsa da homojen toplum inşası, tek tip ulus-devlet modelinin en yaygınlık kazandığı dönem bu dönemdir. Böylece 1950’lere gelindiğinde ulus-devlet modelinde zirveye varılmıştır. Elbette bu tablo barış ve huzurun hâkim olduğu, sorunların çözüldüğü bir aşamayı ifade etmez. Dünya iki kutuplu sisteme evrildi, her iki cephede de soykırım sisteminin yarattığı tahribat ve bunalım hat safhaya çıkmıştır. ABD- Sovyet bloklaşması ve rekabeti, sürece ve sistem güçlerinin konumlanmasına damgasını vuracak esas etkendir.

Yeni hegemonik güç ABD, sisteminin içinde bulunduğu krize çare bulmak(!) iddiasıyla yeni girişimlerde bulunur. BM sözleşmesi yeniden düzenlenir. ABD komünizmle mücadelede diğer ulus-devletleri yanına çekmek, bir blok halinde hareket etmek ve böylece Sovyet Sistemini etkisizleştirmek için yeni projeler geliştirir. Savaşla ekonomik çöküntü yaşayan Avrupa’yı yeniden kaldırmak ve sistem dışına çıkışını engellemek için ekonomik alanda Marshall Doktrini, siyasal alanda yeni sömürgeciliğin kurumsallaştırmak amacıyla da Truman Doktirini’ni geliştirir. Bu girişimler ve bloklaşma denemeleri ulus üstü bir yapılanmaya geçişin arayışları olarak ele alınabilir. Askeri, siyasi, ekonomik işbirliği örgütleri, AB, BM, NATO gibi oluşumların aktifleştirilme çabaları, Amerikan Barışı gibi girişimler bu yönlü arayışların sonuçları olarak ifade edilebilir.
Sovyet Blokunda da benzer arayış ve girişimler vardır. Ancak devletin kutsanması, sınırların fetişleştirilmesi, sosyo-ekonomik çıkmazların çözümsüzlüğü bu cepheden de sisteme güçlü bir alternatifi yaratamamıştır.
Abdullah Öcalan’nın, “Kapitalizmin sol mezhebine dönüşme” olarak tanımladığı bu benzeşme hali, nihayetinde halkların özlem ve arzularına cevap olan değil, sistemin dişlisine dönen trajik bir sona doğru ilerlemiştir.
Kapitalist Modernite kendi kurumsallaşmasını sağlarken halkları ulus-devletler yoluyla parçalamakla kaldı. ABD’yi diğer hegemonlardan ayıran sömürü sistemlerinde; sadece toprak fethiyle yetinmemesi, her bir bireyin beynine, yüreğine kadar inen fetih hareketlerini politikalarının başına koymasıdır. Şahlandırdığı dincilik, milliyetçilik, bilimcilik ve cinsiyetçilikle insanı öz değerlerinden kopartan, toplumun temel dinamiklerine yönelerek kırıma uğratan bu sistem sadece dünya siyasetini değil, insanlığı da derin bir kaosa sürükleyerek sürekli bir savaş durumuna evirmiştir. Öcalan bu durumu şöyle tanımlar; “Giderek toplumlar tümüyle ulus-devletçe militaristleştirilerek bir nevi savaş hali içine sokulmuştur. 

Günümüz toplumlarına savaş hali toplumları demek daha gerçekçidir. Dayatılan savaş hali iki kanaldan yürütülmektedir: Birincisi, gerçekçi yol kanalı olan iktidar ve devlet aygıtlarının toplumun tüm gözeneklerini bir ağ gibi sarıp gözetim, denetim ve baskı altına almasıdır. İkinci yol, son elli yıl içinde geleneksel bir devrimle gelişen bilişim teknolojisi kanallarıyla (medya tekelleri) sanal toplumun gerçek toplum yerine ikame edilmesidir. Her iki savaş haline de toplum-kırım demek mümkündür. Eskiden daha sınırlı uygulanan soykırımlarıyla birlikte bu yeni toplum-kırımlar daha yoğun ve sürekli halleriyle toplumsal doğanın sonunu hazırlamaktadırlar. Bunalım ve kriz ötesi bir durumun yaşandığı inkâr edilemez”. 

  1. yüzyılın sonlarına doğru Sovyet Bloku yıkıldı. Bunun ardında yeni bir süreç başladır. Reel sosyalizmin çöküşü her ne kadar kapitalizmin zaferi olarak ilan edilse de, krizi derinleştiren en büyük gelişmelerden birini ifade eder. Ahlaki yozlaşmanın insanlığı getirdiği düzey, ulus-devletler bünyesinde büyüyen krizler, ekonomik bunalım; halkların özlem ve arzularına cevap olacak bir sistem arayışı, kapitalist modernitenin sürdürülemezliğinin ifadeleridir. Askeri, siyasi, ekonomi alanındaki girişimler, ideolojik anlamda geliştirilen akımlar yeni bir soluk aldırmamıştır.
    Bu gelişmelerle birlikte ABD öncülüğündeki arayışlar yeni bir boyut kazanarak 2000’lerin başında Üçüncü Dünya Savaşı’na evrilir. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak ilan edilen yeni dizayn hareketi, 15 Şubat 1999’da Öcalan’a yönelik gerçekleştirilen uluslararası komplo ve ABD’nin Irak’a girişiyle fiilen başlamış olur. Tüm yakıcılığıyla devam eden, yeni dizaynların kaçınılmaz olduğu bu sürecin hangi gücün lehine evrileceği tarafların mücadeleleriyle belli olacaktır. Ancak gelinen aşamada sistem güçleri açısından durumun pek kolay olmadığı aşikârdır.
    Gerek bölgesel gerekse küresel düzlemde Birinci Dünya Savaşı’yla beraber geliştirilen ve bir türlü dikiş tutmayan ulus- devlet sistemi aşılmayla yüz yüze gelmesidir. Sistem güçleri kimi reformlarla bu sistemi yumuşatma ve katlanılabilir bir aşamaya getirme uğraşı vermektedirler. Ortadoğu toplumlarına deli gömleği misali zorla giydirilmeye çalışılan bu sistemin, sürdürülemezliğini anlamak için uzaklara gitmeye gerek yok. Yanı başımızdaki Irak’ın çığlığı bu gerçekliği kulakları sağır edercesine haykırmaktadır.

Dünya çapında geliştirilen yeni oluşumların (ekonomik-sosyal-siyasal işbirliği örgütleri) sisteme ne kadar nefes aldıracağı merak konusudur. 20. yüzyıl boyunca kanla, acıyla, soykırımlarla oturtulmaya çalışılan sistemin reformlarla ayakta kalmasının mümkün olmadığı aşikârdır. Bu gerçeklik, sistem güçleri açısından olduğu kadar ezilen ve özgürlük mücadelesi yürüten halklar için de geçerli bir durumdur. Mevcut zeminde birçok dinamiğin devrede olduğu güçler mücadelesi çok boyutlu bir biçimde sürmektedir. Egemen güçler açısından izlenecek siyasetin bir geleceğinin olmayacağı tarihi bir hakikattir. Soykırım sistemi olarak tanımladığımız Kapitalist Modernist Sistem’in toplum-doğa kırımı daha şimdiden gezegenimizi yaşanmaz hale getirmiştir.
Mevcut durumda sistemin kaderi ezilen güçlerin atacakları adımlarla belirlenecektir. Ancak bu güçler açısından da radikal bir dönüşümün kaçınılmaz olduğunu tarih adeta haykırmaktadır. Klasik araçlar ve mücadele yöntemleriyle yeniye ve özgürlüğe kapı aralanmayacağını Sovyet deneyimi başta olmak üzere diğerler direnişler birçok deneyim açığa çıkarmıştır. Başta reel sosyalist deneğimi olmak üzere tarihteki komünal hareketlerin mücadelelerinden çıkarılan derslerle oluşan demokratik ulus eksenli paradigma esaslarının pratikleşmesi ile başarı halkların olacaktır. Rojava pratikleşmesi şimdiden halklar umuduna dönüşmüştür.

Ortadoğu’daki kıyametin ortasında adeta bir özgürlük ağacı gibi yeşeren Rojava gerçekliği, bu tarihsel ihtiyaca halkların, inançların, kadın ve gençliğin verdiği cevaptır. Bir hançer misali halkların yüreğine saplanan suni sınırları anlamsızlaştırıp halklar arasında bir tarih ve demokrasi köprüsü oluşturan bu paradigma, 21. yüzyılın en temel dinamiği olduğunu şimdiden kanıtlamıştır. Bu gerçeği Kobaneli çocuğun gülüşünde, Minbiçli kadının gözlerindeki özgürlük aşkında görmemek için yüreklerin körleşmiş olması gerekir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.