Düşünce ve Kuram Dergisi

Egemenlik, Kimlik ve Ortadoğu

Nihat Muğurtay

Modern Ortadoğu’nun güncel temel sorunlarının altında ulus-devletlerin kurgulanması yattığı gibi, Kürt sorunu da esas olarak bu kurgulanmadan kaynaklanmaktadır. Modern Ortadoğu derken, buradaki “modern” kelimesinden ne anlıyoruz? Siyasi ve hukuki açıdan bakarsak, benim anladığım net olarak bir tarihtir; 1918; Politik olarak ulus-devletlerin oluşması. 1918 tarihi eski imparatorlukların (Osmanlı, İran ve Rusya Çarlığı)‘nın artık yıkıldığı ve Ortadoğu’da yeni ulus-devletlerin kurulduğu tarihtir.

Ortadoğu’da birinci dünya savaşı sonrası kurulan bu devletlerde ortak olan unsur yazılı bir anayasadır. Bu anayasalarda iktidarın kaynağı, meşruiyeti, iktidarın yasal sınırları ve politik otorite, en temelde, yasal olarak tanımlanmıştır. Yukarıdaki saydığımız etmenlerin en önemli özelliği Ortadoğu’da o zamana değin görülmemiş yeni bir egemenlik tarzını yansıtmalarıdır. Eklemek gerekir ki, bu anayasalar çoğunlukla demokratik değildir, Irak, Suriye veya Ürdün anayasaları tabii ki de birbirinden farklıdır. Burada en önemli nokta iktidarın yasal olarak tanımlanmasıdır. Bu iktidar moderndir, çünkü modernliğin Egemenlik paradigmasını yansıtır. Yani Osmanlı ve İran imparatorluklarındaki gibi ilahi kudrete dayanan egemenlik artık yoktur. Şahın ve Sultanın ilahi egemenliği yerine artık ilk önce İran’da daha sonra Irak ve Suriye’de görülen “genel egemenlik” ya da “ulusal egemenlik” kavramı geçerlidir. Burada karşılaştığımız ulus tekdüze, bölünemezdir ve politik otoritenin meşruluğunun ana kaynağıdır. Anayasada tanımlanmış ulusal egemenlik, yasa yapma ve onu yürütme pratiğinin temel ve tek meşru kaynağıdır. O yasa yapan güçtür. Bu güç, anayasada hukuki olarak çok net bir biçimde tanımlanmıştır. Sonuç olarak, yukarıda saydığımız bütün yeni kurulan ülkelerde geçerli olan etken bu yeni modern paradigmanın çok ince bir biçimde hayata geçirilmesidir.

Birinci dünya savaşı sonrası Ortadoğu’nun en temel iki gücünde yani Pers ve Osmanlı imparatorluklarında anayasal hareketler benzer tarihlere denk gelir; 19.yy sonu ve 20.yy başı. İran’da 1893 ve 1905 yıllarındaki anayasal hareketler monarkın mutlak gücünü kısıtlamaya yönelikti. Osmanlı’da ise temelde İran’dakine çok benzer bir durum yaşandı, Padişah yetkilerini daraltma amacı taşıyan Islahat Fermanından tutalım da 1908 Devrimine kadar bir tür anayasacılık hali hazırda gelişmişti. Hâlihazırda gelişen bu süreçler, ileride oluşacak anayasal devletlerin zeminidir. İktidar yasal kodları dünyevi bir merkezileşmeye doğru kaymaktadır.

 

Egemenlik ve Kimlik

Burada göreceğimiz kimlik kavramını iki farklı şekilde ele almak gerek. Kimliğin birinci anlamı kültürel ve tarihsel, diğer anlamı ise hukuki ve siyasidir. Bunlardan birincisi antropoloji gibi disiplinlerin alanına girer. Bu yazıda kimliğin birinci anlamı bizi ilgilendirmiyor. Burada bizi ilgilendiren kimliğin hukuki ve siyasi anlamıdır. Bu kimlik kavramı moderniteyle ilişkilidir ve mevcut kimlik çatışmaları modernitenin egemenlik paradigması içerisinde ele alınmalıdır. Hukuki ve siyasi anlamda “kimlik” modernite tarafından yapılandırılır. Bu yüzden bu yazıda kimlik kavramını kullanırken aslında bu kavramı “modern kimlik” şeklinde kullandığım gözden kaçırılmamalıdır.

Şimdi modern egemenlik bize bu ulusun bir kimliği olduğunu söylüyor. Gerçekten birçok modern ulusdevlette kimlik, dil, etnisite, tarih yasal olarak tanımlanmıştır. Örneğin 1905 İran anayasasına bakın, egemen Farsça konuşur, etnisite, dil, tarih vb. bunların hepsi bir ulusal istenci gerçekleştirmek için uyanmışlardır sanki. Aynısı Türkiye anayasasal süreçlerinde de vardır. Yani en nihayetinde egemenin ulusun bir kimliği vardır. Bu yeni anayasada – ilk kez yeni bir egemenle karşı karşıyayız iktidarın kimliğini tekdüze bir irade, dil, tarih ve etnisite ile yasalaştıran, bu kimliği yasal-politik olarak hukukileştiren bir anayasadan bahsediyoruz. Bu anayasa bir ulusun doğum sertifikasıdır. Eğer bu sertifikanız var ise yani ulus dediğimiz soyut kavram, bir anayasada, tarihsel, dilsel, etnik çerçevede tanımlanmışsa bir ulusal kimlik doğmuştur. Eğer ulusal kimlik anayasa üzerinden belirlenmiyorsa orada tam olarak bir ulus-devletten bahsetmiyoruzdur. Meselenin nirengi, anayasanın yürütmesi yapıldığında, tekdüzeliğin ve homojenliğin bütün yurttaşlar üzerine uygulanmasıyla açığa çıkmaktadır.

Yukarıda paragrafta en önemli şey modern bir devletin doğum anı ile bu devletin ulusal kimliğinin doğuşunun kuramsal olarak aynı ana denk gelmesidir. Politik teoride geleneksel egemenlik kuramı genelde şu tasvirlerde bulunur; ulusal kimliğe sahip bir ulus vardır, bu ulus tarihin belli bir aşamasında, belli bir coğrafya üzerinde bir devlet kurar, bu ulus-devlettir. Fakat Rousseau’dan gelen bir diğer hattı izlersek yukarıdaki yorumda sebep ve sonuç yer değiştirir. Rousseau’da bir sosyal sözleşme yani bir anayasa bir devlette yürürlüğe girdiği anda bir ulusun doğum anını belgelersiniz. Birinci görüşü savunan teorisyenler için ulusun bir devlet yarattığını kabul etmek çok makuldür fakat iş pratiğe geldiği zaman, yani somut-maddi düzeye indiğiniz zaman böyle bir ulusal kimlik tarihte hiçbir zaman olmamıştır. Yani bir toprak parçası üzerinde aynı dili konuşan, aynı tarihe sahip olan, aynı kültüre sahip bir bütün yoktur. Bu soyut bütünü yani ulusal kimliği o devletin anayasası yaratır. Yani devlet yasal olarak soyut bir ulusal kimlik yaratır. Artık bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlar aynı ulusal-kimliğe, yani dilsel, tarihsel ve coğrafi kökene ait sayılır. Bu, ulusun doğum manifestosudur ve bunların hepsi bir ulus-devletin genetik kodları diyebileceğimiz anayasa içerisinde, yani yasa üzerinden tanımlanır. Bu aslında ulusal kimliğin, siyasi ve hukuki bir kavram olduğunu gösterir. Kimliğin siyasi ve hukuki anlamı, moderniteyle ilişkilidir. Modern yasa üzerinden tanımlanan bir ulusal kimlik yoksa orada ulus-devlet kendisini gerçekleştiremez. Çünkü yasa üzerinden tanımlanan ulusal mitosların yokluğu eğer alternatifi konulmazsaegemen devletin toprakları üzerinden fetret devri yaratır. Hobbes’un ve klasik sözleşmecilerin tahayyül ettiği “doğa durumunu” yani “savaş durumunu” tecrübe edebiliriz böyle bir durumda. Çünkü egemen modern ulus-devlet ihtiyaç duyduğu milleti yaratamazsa sonu hazin olur. Osmanlı’nın son dönemlerinden bugüne kadar “Devlete millet gerek” sözü herhalde kendi topraklarımızda kuramı destekleyen en önemli cümledir. “Nesnel koşullar, Türkiye Halkına, ‘vatan’ kavramını yeniden tanımlamak ve bir ‘millet’ haline gelmek için gerekli programları üretme ödevini yüklüyordu.”[1] Yani bir idari kurumun bir millet/ulus yaratmasından bahsediyoruz. Yeni kurulacak olan ulusal devletin ulusal olabilmesi için bütün kadrolarını halka ulusal bilinç aşılamaya çalıştığını göreceğiz. Bu kadar dışarıdan ve yukarıdan bir ulusal bilinç aşılamanın sebebi aslında ulusal kimlik dediğimiz kavramın asla pre-modern dönemde var olmamasından kaynaklanır.

Ulusal kimliklerin oluşumunda çok önemli bir kavrama da değinmeden edemeyiz. Bu kavram “fark” tır. Kimlik kavramı ilişkiseldir, bu ilişkisellik “farklılık” üzerine kuruludur. Benim farkım bana hissettiren “öteki” nin benimle olan ilişkisidir. Ancak ve ancak ötekinin varlığıyla var olabilir. Hatta ve hatta “ötekiyle olan ilişki” ile “kimlik” kavramının pek bir farkı yoktur kanımca. Tarihsel olarak konumuz çerçevesinde bunu nasıl yorumlayabiliriz? Örneğin bir anayasada bir Türk kimliği tanımlanırsa, bunun tarihini, dilini yasa üzerinden tanımlarısınız. Bu şu anlama gelir; “ben Türk ulusal kimliğine sahibim, dolayısıyla komşu devletlerimin kimliğine yani Arap ya da Fars ulusal kimliğine sahip değilim.” Burada Araplığın ya da Farslığın bir kimlik olarak tanınması, bu kimliklerin farklı devletlerde yasa üzerinden egemen kimlik olarak tanımlanmasından ileri gelir”. Egemen kimliğin diğer devletlerin ulusal kimliği ile farkını ortaya koyan “dil, etnisite” gibi unsurlar, ülke içinde diğer kimlikleri bastırmak için kullanılır. Bir ulus-devlet anayasasında tanımlanan bu fark unsurları ile diğer kimlikler üzerinde baskı uygulamada meşruiyetini sağlar. Fark unsurları üzerinden gayrı-meşru olanı ilan eder. Gayrı-meşru olanı yani diğer kimlikleri bastırmadan ulus-devlet asla ama asla egemen bir devlet olamaz. Homojen, egemen bir ulus yaratabilmesinin tek yolu diğer kimliklerle kurduğu baskı ilişkisidir. Bütün bu baskı ilişkisi anayasada tanımlanan ulusal kimlik yoluyla kurulur. Ulusun tek biçimliliği ancak ve ancak anayasanın diğer kimlikleri yok saymasıyla mümkündür. Bu yok sayma, diğer kültürel ve tarihi kimlikleri siyasallaştırır. Örneğin siyonizmin, yani siyasallaşan Yahudi kimliğinin büyük ideası Avrupa’da ortaya çıkan yeni ulusal kimliklerin siyasi sonucudur. Prusya devleti modern Almanya’ya doğru evrilirken oluşturmaya çalıştığı Alman ulusal kimliği kendi farkını diğer kimlikleri olumsuzlayarak olumlamıştır. Prusya-Almanya devleti tarafından oluşturulan yeni Alman kimliği, hukuki-siyasi olarak oluşturulmuştur. Tarihte var olan kültürel Cermen kimliği ile aynı şey değildir. Tarihte gördüğümüz Cermen kimliği göç eden, imparatorluklar yıkan, belli bir tipolojiye sahip olan etnik bir topluluk, kültürdür. Alman ulusu ise Fransa’nın doğusunda, İskandinavya’nın aşağısında, İtalya Alplerinin kuzeyindeki bölgede yaşayan herkestir. İşte bu “herkes” modern hukuki-siyasi anlamda icat edilmiştir. Bu süreçte, diğer kimlikleri olumsuzlama üzerinden yaratılan ulusal kimlik, baskılanan Yahudi kimliğini Siyonizm şeklinde siyasallaştıran en önemli etkendir. Modern Siyonizm modern ulus-devletlerin sonucudur.

Yani sonuç olarak, çok kültürlü, kimlikli bir coğrafyada tek biçimli bir kimliği yasa üzerinden tanımlamaya kalkarsanız, bunu yaptığınız anda devletsiz ulusları yarattınız demektir. Modern Ortadoğu coğrafyasındaki demokratik olmayan anayasal çerçeveleri bir kenara bırakın, en demokratik dediğimiz ülkelerde bile bu tip azınlık sorunlarının çıkması, egemen hukuki paradigmanın en büyük handikapıdır. “Dünya’da uluslar vardır, uluslar devletler kurarlar ve belli bir ulus-devlet coğrafyasında egemenin yönetenin ve yönetilenin kimliği aynıdır.” Bu egemen devletlerin ulus-devlet algısıdır ve gerçekten çok yeni bir paradigmadır, bundan 100 yıl önce bile yönetilenle yönetenin kimliği hiçbir şekilde aynı olmak zorunda değildi. Şu anda ise tam tersidir, ülkenizin kendi gerçek kimliğini söyleyen bir başbakan sahip olması mümkün değildir. Ne iseniz, o olduğunuzu inkâr edip, o devletin dayattığı ulusal kimliği kabul etmek zorundasınızdır.

Yukarıda olabildiğince geleneksel egemenlik paradigmasını özetlemeye çalıştım. Şimdi daha çetrefili bir konuya değinelim. Biliyoruz ki yukarıdaki paradigma azınlık sorunun ve devletsiz ulusların ana kaynağıdır. Yukarıdaki ulus-devleti mantığı ve bu mantığı yasallaştıran anayasa soyut olarak bir ulusal-kimlik yaratırken, anayasalarda var olmayan fakat ülke toprakları üzerinde maddi olarak var olan diğer kimliklere ne oldu? Prusya devleti modern Almanya’ya dönüşürken Yahudilere ne oldu? Osmanlı devleti Modern Türkiye, Irak ve Suriye’ye dönüşürken Kürtlere ne oldu? Onlar tarihte devletsiz uluslar olarak yerlerini aldılar. Modern devlette ulusun doğuşu aynı anda devletsiz ulusun doğuşudur. Çünkü tekdüze ve homojen olarak görülen ulusal kimlik asla tekdüze ve homojen değildir. Bu ulusal kimliğin tekdüze ve homojen olmasının tek koşulu diğer kimlikleri bastırmasıdır ve ulusal olmasının tek koşulu diğer kimlikler üzerinde baskın kimlik olmasıdır. Bu baskın olma durumu farklı stratejilerle garanti altına alınmıştır ve anayasaya bağlı olarak yürütülmüştür. İcat edilen ulusal kimliğin bütün bir Türkiye Halkına dayatılması, anayasal devletin, ulus-devlet formuna geçmesinden kaynaklanır. 1924 Türkiye Cumhuriyeti anayasası tam olarak bu tarz bir egemenlik paradigmasının ürünüdür ve bu paradigmanın bu topraklarda henüz yüz yıllık bir ömrü bile yoktur.

Somutlaştırmak gerekirse bir anayasaya insanlar olarak girersiniz tekdüze bir topluluk yani ulus olarak çıkarsınız. Kürtler, Rumlar, Türkmenler, Araplar, Suryaniler olarak anayasaya girersiniz, Türk ulusu olarak çıkarsınız. Şimdi bizim soracağımız soru şu olmalı: “eğer ulusal kimlik suni bir biçimde bir devletin anayasasında kodlanıyorsa ve bu kodlama birçok kimliğin yok sayılmasına yol açıyorsa, bu sorunu çözmek için nasıl bir anayasa yapacağız?” Aslında bu soru şuna indirgenebilir: bir anayasaya insanlar ve farklılıklar olarak girip, yine farklılıklar olarak çıkmamızın bir yolu var mıdır

Burada çok çetrefilli bir sorunla karşılaşıyoruz. Türkiye kendi yasal meşruiyetini bir soyut bir ulusal egemenlik ve iradeden alan bir devlet. Var olma koşulu anayasasında tanımladığı ulusallık üzerinden mümkün olan bir devlet, yani bütün dünyada gördüğümüz ulus-devletlerin bir prototipi. Bu tip devlerde ulusal sorunların çözümü anayasa değişikliği ve idari reform ile el ele yürümek zorundadır. Yani “ben Kürt sorununu çözüyorum ama idari reform ve anayasa değişikliği yapmıyorum” derseniz aslında “her şey eskisi gibi ben sadece sorunu çözmüş gibi yapıyorum” dersiniz. Kürt sorunun çözümü için bu ülkenin genetik kodlarının çözümüne ihtiyaç var; yani anayasa değişikliğine, bu anayasa değişikliği mutlaka bir idari reformla el ele yürümek zorundadır. (başkanlık sistemi, yerel yönetimler vs). Çözümün bu iki ayağı Kürt sorunun en önemli hukuki –siyasi boyutunu oluşturur. Ve bu iki ayak, demokratikleşmenin de en önemli iki ayağıdır. Şu an Türkiye özelinde gördüğümüz sıkıntılı durum, henüz bu iki ayağın yani anayasa değişikliği ve idari reformun yürütülememesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum eski birinci cumhuriyet kalıntılarının eline koz verip, yeni cumhuriyet güçlerine ve onun demokrasi talebine ket vurmaktadır. Gecikme, eski cumhuriyetin güç kazanmasıdır. Eski cumhuriyet bir zihniyettir. Egemenliğin ancak ve ancak Türk kimliğinin egemenliği ile sağlanabileceğine inanan, bu olmazsa ülkenin bölüneceğini savunan zihniyettir. Esas sorun Türk kimliğini bir baskı kavramı pozisyonunda tutmaktır. Yeni anayasa ve idari reform, anayasa üzerinden tanımlanan kimlik kavramına yeni boyutlar kazandıracaktır. Devlet yeni bir ulusallık tanımlayacaktır fakat bu ulusallık sadece bir kimliğin ulusallığı değildir. Farklılıkları kapsayan yeni bir ulusallık olmak durumundadır.

Sonuç olarak, kimlik kavramının hukuki/siyasi yönünü ele alarak onun modern egemenlikle ve anayasayla ilişkisini ele aldık. Bütün tarih süreçlerinde var olan bir kimlik anlayışının gerçekleri yansıtmadığını gördük. Ulusal kimlik modernitenin doğrudan hukuki/siyasi bir kavramıdır. Geleneksel ulus-devletlerde, egemenliğin kaynağı bu hukuki ulusal kimlik olarak görülür. Bu anayasal meşruiyet, ulusal kimliğin taşıyıcısı olan devlete diğer kimlikleri bastırma zemini sunar çünkü bu bastırma olmadan ulusal kimlik kendisini gerçekleştiremez. Belli bir coğrafyada tekdüze-homojen bir ulusal kimlik olabilmesinin tek yolu inkâr ve bastırmadır. Bizim şu ana kadar Türkiye Cumhuriyeti dâhil birçok devlette gördüğümüz egemenlik paradigması budur. Anayasa bu devletlerde egemenliğin kodlarını oluşturur. Anayasada yapılan herhangi bir köklü değişim aslında egemenlik pratiğinde bir değişime yol açar. Örneğin belli bir ulusal kimliğin egemenliğini anayasadan kaldırırsanız, devlet yeni egemenlik için yeni meşruiyetler bulmak zorundadır. Şu an yaşadığımız sıkıntılı süreç aslında Türkiye Cumhuriyet’inin bütün yaşadığı kimlik bunalımıdır. Bunalım da ancak toplumsal konsensusla sağlanmış bir anayasa ve idari reformdan geçmektedir. Önümüzdeki dönem demokratik konsensusun temellerinin atılacağı dönemdir.

 

[1] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 227
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.