Düşünce ve Kuram Dergisi

“Ekim Devrimi Batıdaki Kadınlar İçin Ne Yaptı?”

Angela Dimitrakaki

1927 yılında, Ekim Devriminin onuncu yıldönümünde, önde gelen sosyalist devrimcilerden Alexandra Kollontai bir yazısında şöyle diyordu: “Ekim Devrimi, çalışan kadınların önemini teyit etmiştir. Ekim Devrimi, ‘yeni kadının’ zaferini sağlayacak koşulları yaratmıştır.”[1] Kollontai’nin makalesinin de başlığı olan Ekim Devrimi Batıdaki kadınlar için ne yaptı? sorusuna verdiği yanıtın bir parçası olan bu kehanet ne yazık ki pek isabetli değildi. Ancak Kollontai’nin kendi sorusuna verdiği cevabın yanlışlığının tarih tarafından “kanıtlandığını” düşünmek politik olarak bir hata olur; Kollontai’nin sorusunun bugün sol mücadelelerle ilgisiz olduğunu sanmaksa politik olarak çok daha büyük bir hata olur. Kollontai’nin devrimci iyimserliğiyle formüle ettiği sorunun günümüze kadar gelen büyük önemini, sorunun yanıtını formüle ederken öngörmesi muhtemelen mümkün değildi. Bu soru, insanın aklından atamadığı, rahatsız edici bir soru. Üzerinden 90 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün soruyu hiç değiştirmeden tekrar sormak mümkün. Günümüzde ‘Batı’ dünyanın geneline yayılmış, sermaye tarafından yönetilen bir alan olarak mevcudiyetini korurken bu soru, Ekim Devriminin kronolojik çerçevesini aşmaktadır. Bu makalenin amacı, bu sorunun yankılarını solun kadınları nasıl güçsüzleştirdiğini ve baskı altına aldığını, bir zamanlar Kollontai’nin ‘Batı’ kavramıyla işaret ettiği genişleyen kapitalist yaşam dünyasında vahşi sömürü ile şekillenen güncel bir bağlamda ele alma imkanlarını araştırmayı denemektir. Bu araştırma denemesi, küresel Batıdaki kadınlar için Ekim Devriminin mirasına dair üç konuyu tekrar ele almaktadır: feminist özne, “işçi kadınların çalışmasının önemi” ve kadınların örgütlenmesi.

 

Feminist Öznenin Mirası Üzerine

Muhtemelen Sovyetler Birliği içerisinden Ekim Devrimi hakkında sorulmuş ve günümüzde halen politik olarak Kollontai’nin sorusu kadar önemli ve yüklü olan pek az soru vardır. Bugün halen yaygın olan, çok daha geniş olduklarını iddia eden özgürlük mücadeleleri içerisinde ‘kadın sorununa’ ikincil önem atfetme geleneğine rağmen bu soru önemini korumaktadır. ‘Kadın sorunu,’ Clara Zetkin ve Kollontai’nin günlerinden bu yana ne kadar dallanıp budaklanmış, ideolojik yol ayrımlarından geçmiş olursa olsun, her zaman Marxist, materyalist ve sosyalist feministlere teslim edilen bir sorundur. Eski Batıdan eski Doğuya kadar feministler, bu konuyu kendi aralarında açmalı, konuşmalı, tartışmalı, ‘özel konular’ niş pazarına sunmalıdır. [2] Marxist, materyalist ve sosyalist feministlerin, hatta genel olarak feministlerin hep kadın olduğunu işaret etmeye gerek var mı?

Devrimci söylemin birincil ve ikincil meseleleri arasındaki bu ayrımın gösterdiği çatlak, yakın geçmişte Cinzia Arruzza’nın 1970’lerin ‘Marxizm ile Feminizmin Mutsuz Evliliği’[3] ifadesine yaptığı güncellemeyle Dangerous Liaisons: The Marriages and Divorces of Marxism and Feminism (Tehlikeli İlişkiler: Marxizm ile Feminizmin Evliliği ve Boşanması) adlı eserinde ortaya koyduğu gibi, nesiller boyu kadın yoldaşlarımızı meşgul etti. Böyle daha kaç evlilik ve boşanma göreceğimiz halen spekülasyon konusu olsa da kesin olan, bu temel ayrımı aşmaktaki başarısızlığımıza bağlı kalmış olmamızdır. Geniş çevrelerce tartışılan, kadınların sosyal konumlarının cinsiyetleri dışında sınıf ve etnik kökenleri tarafından da etkilendiği yaklaşımı dahi, sanki toplumsal cinsiyet, sınıf ve ırkın birleşik etkisine maruz kalanlar sadece kadınlar, yani feminist politikanın muhataplarıymış gibi, Marxizm’den çok feminizmin kullanımındadır. O halde başlarken söyleyelim: Ekim Devriminin Batıdaki ve Sovyetlerdeki kadınlar için yapmadığı şey, ‘kadın sorununun’ yanına ‘erkek sorununu’ eklememek olmuştur. ‘Burjuva feminizmi’ konusunda bilinçli ve mesafeli tüm kadın sosyalist liderler (ve kesinlikle Kollontai) için ‘kadın sorunu’ yalnızca kadınların erişimi olan feminist (Kollontai’nin itirazlarını hayal edebiliyor olsam da bu sözcüğü kullanacağım) bilincin ve öznenin geliştirilmesine odaklanmıştır. Burjuva feminizmi denen şeyin de yaptığı tam olarak budur. Bunu söylerken, üzerinde durulması gereken iki konu daha bulunmaktadır.

İlki, feminist özne konusudur. Bu gibi bir özneyi, yalnızca kadınlara ait olması bakımından savunmak yönündeki politik tercih, geniş ölçüde kadın hareketlerinin temel özelliklerinden olagelmiştir. Böylesi bir öznenin geliştirilmesinin ardındaki temel fikir, kadınların kendilerini özgürleştirmelerine yardımcı olmaktır. Ancak aynı zamanda bu özne anlayışı, kadınların hem kadınları hem de erkekleri içine alan yapılardan değil de doğrudan erkeklerden kendilerini özgürleştireceklerini ima etmektedir.  Feminist öznenin kadınlar için geçerli olduğu algısı bizleri erkeklerin -bazı ilerici erkeklerin- feminist mücadeleye sadece sempati duyduğu, kendi mücadeleleri olarak ilişkilenmediği bir kültüre götürdü. Bu erkekler yapıyı sorgulayacaksa da toplumsal cinsiyet uçurumunun kendi ayrıcalıklı konumları bakımından hayat içerisindeki sonuçlarını bu sorgulamaya pek dahil etmeyecektir. Ne de olsa, seneler önce Terry Eagleton’ın da ifade ettiği gibi, ideoloji “parktaki banktadır.”

İdeoloji […] yalnızca benim bir durum hakkında ne düşündüğüm değildir, ideoloji durumun kendi içerisine kazınmıştır. Parkta üzerinde “Sadece Beyazlar oturabilir” yazan bir bankta otururken kendime ırkçılığa karşı olduğumu hatırlatmam bir işe yaramaz. Bu banka oturarak ırkçı ideolojiyi desteklemiş ve yeniden üretmiş olurum. Yani ideoloji benim kafamda değil, banktadır.[4]

Bank beyazlara ayrılmıştır ve bu adaletsizliktir, ama beyaz bir adam yorulduğunda bankı kullanmayıp da ne yapabilir? Erkek sanatçılar, erkek akademisyenler ve erkek politikacılar da gösterecekleri, söyleyecekleri, yapacakları, herkesin faydasına önemli şeyler olduğunda üzerinde “yalnızca erkeklere özel” yazan banka oturmayıp ne yapabilir?

Bu açıdan yaklaşıldığında toplumsal cinsiyet uçurumunun içine gömülmüş olan normatif hiyerarşilerin yeniden üretilmesi, ayrıcalıklı erkek kimliğini bilinçli ve kolektif olarak terk etmeyi de kapsayan bir radikal öznenin (özne, düşünme ve sonuç almaya yönelik bilinç ve kapasite anlamındadır) yokluğunda yatar. Bu bir elde etme talebi değil, vazgeçme talebi olacaktır ve bu da “feminist öznenin” (tipik olarak ‘talep etmek ve almak’ ile sınırlı olduğundan yalnızca talep edip kazanım elde edecek kadınlara açık olan) faaliyet alanını önemli ölçüde genişletecek ve karmaşıklaştıracaktır. Özneye bu denli farklı bir yaklaşım, sahip olmak ve sahip olmamak arasındaki diyalektiği harekete geçiren sosyo-ekonomik gerçekçiliği temel alacaktır. Antagonizmalar üzerinden yapılandırılan bir gerçeklik içerisinde, kayıp ve kazancın kesişimi olmaksızın asla eşitlik sağlanamaz. Kısacası, böylesi iki uçlu bir talep, ilişkisel ve hatta diyalektik bir feminist özne anlayışını tehlikeye atacaktır.

Ekim Devriminden miras aldığımız talep, böyle bir talep değildir. Bu nedenle 1921 yılında Kollontai ‘Cinsel İlişkiler ve Sınıf Mücadelesi’ adlı bir diğer makale yazdı. Bu makalede okuru devrimci amaçlar uğruna kadınların ezilmesinin boyutlarını küçümsemenin riskleri konusunda ikna etme çabası hayli somuttu.[5] Çağdaş okura sürpriz olabilir, bu makalenin temel argümanı esasen, normatif cinsel ilişkilerin içerisinde sabitlendiği ve ardından tam diğer yana, ekonomik bir boyutu da kapsayabilen cinsiyetler arasındaki ilişkiye geçtiği sınıf ilişkilerinin dokusu hakkındaydı. Ne var ki bunun yerine Kollontai, köylü sınıfının geleneklerine sıkı sıkıya yapışmasından, sevilenin (yalnızca) bedeni üzerinde değil, ruhu üzerinde mülkiyet üzerine kurulu bir romantik aşk yapısından, toplumda (içinde yaşadığı Sovyet toplumunda) kadınlara nasıl davranıldığından ve bunun toplumun kendi çerçevesiyle çeliştiğinden bahsediyordu. Günümüz okuru, 1921 yılında yazılmış olan bu makalenin neredeyse yüzyıl sonra, genişlemiş Batı’da mevcut olan cinsiyetler arası iktidar dağılımı ve ilişki gerçekliğini tasvir etmek için ne kadar az değişikliğe ihtiyaç duyduğunu gördüğünde şaşıracaktır.[6] Bu bağlamda, Ekim Devriminin Batıdaki kadınlar için yaptığı şey, Ekim Devrimi gibi büyük bir özgürleşme deneyiminin dahi kadının boyunduruk altına alınmasının doğallaştırılması gibi böylesi temel bir toplumsal ayrımda devrim yapma ve dönüştürücü bir toplumsal sözleşmenin kalbi olarak diyalektik bir feminist özne önerme kapasitesinin yokluğuna dair şüphe yaratmaktır. Sovyetler Birliğinde Kollontai’nin görüşlerinin marjinalleştirilmesi, Batılı feminizm içerisindeki benzer yaklaşımla birleşerek kendi başına Ekim Devriminin sınırlarına dair bir sembol oldu.[7]

 

‘İşçi Kadınların Öneminin’ Mirası Üzerine

Kollontai’nin 1927’de bahsettiği “işçi kadınların öneminin” Ekim Devrimi tarafından teyit edilip edilmediği sorgulanabilir. Aksine, çalışan kadınların önemi, 1960larla 1970ler arasında bir yerlerde kadınlar “üretim güçlerine” çok daha yüksek oranlarda dahil olmaya başladığında (kadınların genellikle eksilen erkek işçi sınıfının yerini almaya çağrıldığı savaş bağlamı dışında da geçerlidir) kendini hizmet ekonomisi olarak yeniden kurmakta olan kapitalizm tarafından teyit edilmiştir. Bu, neoliberalizmin işçi haklarını yok etmesi somutlaşırken ve aynı anda Batıdaki kadın özgürlük hareketleri taleplerini ortaya koyarken gerçekleşmiştir. Bu talepler birleşik bir düzlem oluşturmuyor, bu ulusal alan içerisinde dahi, toplumsal bir güç olarak “kadın” olmanın zorluklarını ortaya koyuyordu.

Bugüne kadar süregelen kapitalist üretimin Ford sonrası terimlerle yeniden yapılandırılması, anahtar terimi “emeğin feminizasyonu” olan yeni bir sömürü sözlüğü yarattı. Kollontai’nin selamladığı “yeni kadının” ise ne zaferi ne de varlığı garantilendi. Eğer yeni sıfatıyla anılacaksa “kadın,” kapitalizmin iş gününün sınırları ve içeriğine ilişkin “yeni” deneysel prosedürlerinin alanı oldu. Yakın geçmişe kadar bu deney hayli başarılıydı: Kadınlar, iş gününün sınırlı olmasının şart olmadığını ve gerek ücretli gerek ücretsiz (ofis veya fabrikada ücretli, evde veya toplum ve aktivizm içerisinde ücretsiz[8]) inanılmaz miktarlarda işle doldurulabileceğini kanıtladı. Batılı kapitalist deneyin iyi bilinen bir versiyonu şöyleydi: sadece bunlarla sınırlı olmamakla birlikte ağırlıkla “gelişmekte olan” ya da “eski sosyalist ekonomilerden” gelen diğer kadınlar göçmen emeğinin toplumsal yeniden üretimde rol oynamak üzere, orta gelirli Batılı evlerde düşük ücretli işlere davet edildiler. Daha az bilinen bir versiyon ise okul saatlerinin genişletilerek anne babaların mesai saatlerini kapsaması, ancak genelde eğilim, refah devletinin çekilip (arkasında durulamayacak bir ‘lüks’) anneliği ‘seçen’ kadınları etkin biçimde yarı zamanlı iş sözleşmeleri yapmaya zorlaması olmuştur. Esasen bunun bugüne değin getirdiği sonuçlar ücret ilişkisinin ve bunun ortaya çıkardığı toplumsal öznelliğin bir ifadesi olarak kadınların finansal bağımsızlığının yokluğu ve işçi haklarında zayıflama oldu.

Ancak kapitalizm, “çalıştığı” coğrafyalarda (yani, asıl Batı’da) kitlesel bir ölçekte ücretli emek sağlama yükümlülüğünü artık yerine getiremez hale geldiğinde söz konusu deney de kısmen başarısız olarak görülmeye başlamıştır. Güvencesizlik ve düşük istihdam bağlamında, bir dizi eleştirel konum ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazıları, liberal feminizmin emeğin değersizleştirilmesi yolunda sermaye ile arasındaki gizli işbirliği (Nancy Fraser); feminist mücadelelerin temel taleplerinin sermaye tarafından gasp ve istismar edilmesine dair eleştiri (Hester Eisenstein); feminist talepler ve kadın özgürlüğü bağlamında çalışmanın yüceltilmesine dair bir eleştiridir (Kathi Weeks).[9] Yörüngesi büyük ölçüde Ekim Devrimi ile belirlenmiş bir ülke olan Polonya’da 2015-2016 yıllarında seçimleri kazanan PiS (Hukuk ve Adalet) adlı siyasi partinin temel vaadi, 25 yıllık sosyalizm sonrası ‘geçiş’[10] sürecinin ardından, çocuk yardımıydı. Gerçekten de Polonya’daki ‘Aile 500+’ gibi destek programları, ülkede dinin mobilize olup kadınların kürtaj hakkına saldırmasıyla birlikte değerlendirilmelidir: Her iki politika da kadınları “geleneksel” rollerine çekme girişimidir. Şüphesiz ki bu roller nihai olarak ekonomik rollerdir. Kadının emek gücünün çoğalmasını sağlayarak sermayeye sunduğu ücretsiz emek hizmeti, 1970’lerden bugüne Marxist feminizm içerisindeki toplumsal çoğalma tartışmalarında genişçe tartışılmışsa da halen çözüme kavuşturulamamış pek çok konu kalmıştır. Ancak Ekim Devrimi, süreç ilerledikçe “geleneksel rollerin” aslında bir ideoloji olduğunu, devlet sosyalizminin dahi kendini örgütlemek, düzenlemek için muhtaç olduğu bir ideoloji, üretimi artırmak için kamusal ve özel/ev alanında gerçekleşen emeğin ideal bir birleşimi olduğunu daha da görünür hale getirmiştir. Muhtemelen bu nedenle, günümüzde toplumsal çoğalma tartışmalarının tekrar gün yüzüne çıkmasıyla Marxist feminizm içerisinde Ekim Devriminin mirasına dair analizlerle pek karşılaşmıyoruz. Bu alanda Ekim Devriminin mirası, insanlığın kapitalizmden kurtuluşunun geleceği olarak komünist bir toplumun oluşturulması için gerekli olan toplumsal çoğalmanın kalıcı olarak radikalleştirilmesini doğurmakta başarısız olmuş olmasıdır.

 

Örgütlenen Kadınların Mirası Üzerine

Bütün bunlarla birlikte Polonya’daki Kara Pazartesi’nde (3 Ekim 2016) ayrıca ilginç bir gidişata şahit olduk: kadınların iş gücünün bir parçası olması gerçeği –üretimin bir parçası olan “çalışan kadınlar”- kürtaj yasakları tehdidine ve dahası üretim yerlerinin tehdidine karşı bir grev yapmalarını sağladı. Muhafazakâr batı basınında da belirtildiği gibi, bu yeni grev, “Ekim Devrimi’nin mirası tamamen gömülmüş olmasına rağmen,” 1975’te İzlanda’da bir kadın grevinden esinlenilerek yapılmıştı. Muhafazakâr batı basınında ayrıca, grevin ekonomiyi durdurmadığı gerçeğine ve Polonya’da ekonomik yaşama etki etme anlamında belirgin bir etki uyandırmadığına değinildi. Ve bu başarısızlık karşısında şöyle bir soru doğdu: “Bu bir sayı meselesi miydi yoksa Polonya’nın kapitalist ekonomisi bir şekilde böyle bir grev karşısında dirençli miydi?” Basın ayrıca şunu da belirtti ki; “bazı erkekler çorba pişirme ve sandviç hazırlama konusunda yardım ediyorlardı.”[11] Polonyalı kadınlar Polonya Hükümeti’ne karşı başarılı olurken bazı güç durumlarla karşı karşıya getirildiler. Polonya Hükümeti yasadışı kadın planlamalarını yasakladı. –ki zaten kadınların üreme ve üretimde bulunma rollerinin fazlasıyla zorlu koşullarla kontrol altına alındığı mevcut bir mevzuat vardı. Ancak bu grevin özeti (BBC News), işçi olarak örgütlenen kadınlara direnç göstermenin zorluğunu ve bunun üzerine ciddi düşünülmesi gerektiğini gösteren bir örnek oluşturdu.

Bu zorluk, eski “çekirdek” Batı’da toplumsal cinsiyet eşitsizliği devam ederken bile küresel olarak genişleyen Batı’da yaygın bir fenomendir. – Örneğin, yüksek öğretim sektöründe binlerce işçiyi temsil eden Birleşik Krallık’taki Üniversite ve Üniversite Birliği (UCU) “2016’da kadınların hala erkeklerden %12 daha az ücret aldığını” savunmaktadır.[12] Yine de belirli sektörlerdeki kadın çalışanların genellikle feminist teori ve kadın mücadelelerinin karmaşık tarihi ile ilgilendiği gerçeğine rağmen, bugüne kadar kendi ve genel olarak sektörün çıkarları için harekete geçmek ve cinsiyete özgü grevleri sürdürmek konusunda başarısız oldular. Petrograd’daki (bugünlerde St Petersburg’da) Rus Kadın Grevi (23 Şubat 1917), Marksist grupların olayın önemi üzerine vurgu yapmasına rağmen (örneğin, Uluslararası Marksist Eğilim (IMT) ‘nin Troçkist kanadı[13]) böyle çağdaş bir mücadelede bir dipnottan daha az bir ayrıntı olmaya devam ediyor. Miriam Martin’in IMT bölgesi üzerine sunduğu bakış açısı; garip bir şekilde, Ekim Devrimi’nin kadın mücadelesiyle ilişkisini Batı’da genel olarak sürdürdükleridir. Bu bakış açısı, Ekim Devrimi’nin ilk günlerinde kazanılan cinsiyet eşitliğine dair önemli kazançların, çalışan kadınların devrimci 1917’yi ileri taşımadaki rolünü içermektedir. Stalinizm etkili bir şekilde Ekim Devriminin dünya çapındaki kadınlar için olan ilgisizliğini işaret etmiştir ve bunun etkisi Martin’i; “Rus Devriminde, diğer başarısız devrimlerden öğreneceğimizden fazlası var.” formülasyonuna yönlendirmiştir.[14](vurgu yazara ait)

Yukarıdaki çıkarım, Ekim Devrimi’nin toplumsal farazi bütünlükteki karmaşık etkilerini açığa vurmaktadır. Ortaya konulan “Ulusallaştırılmış ve planlanmış ekonomi”nin (Martin’in sözleriyle) olumlu değerlendirmesi ile arasındaki çatışma – özellikle de kadınların üretim ve üreme üzerindeki mücadeleleri için- Ekim Devrimi’nin aşırı belirleyici çerçevesini bir başarısızlık olarak gösterdi. Bir devrim yaratmak için “Batı” hayalinden ziyade geniş bir “toplumsallığından” bahsediyorum çünkü Ekim Devrimi’nin “başarısız bir devrim” olarak kavranması söz konusu olduğunda, günümüzde küresel bir kapitalist hegemonya devletinde, bölünmüş bir çizgi çekmek zordur. Halkın çoğunluğu yalnızca ilk görüşte hemfikir olmasına rağmen, 2016 yılında “sosyalist dönem sona erdi ve komünizm fikrini yeniden düşünmek zorundayız” şeklindeki bir değerlendirme, eski Soğuk Savaş tarafından bölünmüş Avrupa’da yankı buldu. (‘sosyalist dönem sona erdi’).[15] Teorik yansımanın imkânlarını tükettiğimizi savunmaksızın, mücadelenin ufku, sosyalizmin başarısızlıklarından on yıllar boyunca sürmekte olan bu terimi sökme çabalarına karşın komünizm yeniden düşünüldü ve kapitalizm 2008 sonrası krizi bağlamında toplumsal çoğalma krizi olarak yoğunlaştı.[16]

Önemle, kapitalizmin sosyal çoğalma krizine bağlı olduğu fikri, o yıla kadar popüler olmasına rağmen, 2008’den önce gelir.[17] Fakat son on yıl, Kapitalizmin devletin geleneksel bakım görevlerinden çekilmesi ile toplumsal bir patlamayı önlemek için komünleri bir “düzeltme” olarak kullandığı belli oldu.[18] Son 10 yılda ayrıca yukarıda bahsedilen materyalist feminist tartışmaların nüansları burada tarif etmek olanaksız olan toplumsal üreme üzerinde durmasına tanık olduk. Bununla birlikte, bu canlanmada dikkate değer olan şey; devlete olan güvenin kaybedilmesi, toplumsal üreme için toplumsal cinsiyete dayalı olmayan bir alan olarak koordine edilmiş bir “kamulaştırılmış ve planlanmış” çözüm getiriyor olması.

‘Çalışan kadının’ merkeziyetçiliği (Kollontai’yi hatırlamak için), yine burada özetle sunulamayacak, ancak genelleşmiş doğruluk karmaşık bir materyalizm ve ideolojik rolü koruyan nedenler bağlamında zayıf kalmaktadır. Birçok teorisyen 19. yüzyılda sanayi devriminin bir parçası olarak ortaya çıkan proletaryadan farklılık gösteren, sermayeye karşı bir güç olarak bir ‘önkoşul’ düzenleme konusundaki zorlukları hatta imkânsızlığı da öne sürdü.[19] Her ne kadar bu pozisyonlar cinsiyeti ihmal etme eğiliminde olsalar da, kadınlar kesinlikle güvencesizler olarak bilinenlerin önemli bir kısmını oluşturmaktadır ve bazı durumlarda çoğunluk olabilirler. Teorik bir eğilim sonrasında üretim ile üreme arasındaki ayrımın post-Fordist ekonomiyle alakasız olduğunu anlarsak, (evdeki görevlerin büyük yükünü ve topluluğun inşa görevlerini taşıyan) kadınlar, güvencesizler içinde ezici bir çoğunluk olarak ortaya çıkıyorlar. Birçok yönden-Kollontai’nin analizinde kapitalist, şu anda ya da diğer herhangi bir dünyayla ilişkisi hegemonik olan dünya-Batı’da kadınların karşılaştığı sorun, bu bağlamda örgütlenme konusundaki somut adımlarla ama aynı zamanda bu gibi adımların altını çizen ideolojiyle de bağlantılıdır. Bir örnek vereyim: Ben bu satırları yazarken 8 Mart 2017’de İrlanda’da düzenlenecek Uluslararası Kadınlar Günü’nde kürtaja son vermeye yönelik bir grev planlanıyor. Bu, organizatörlerin çağrısından alıntı yapmaya değer:

Bu grev, dünyanın başka yerlerinde tanık olduğumuz, insan hakları için geleneksel olmayan grev eylemlerine dayanmaktadır. Geçen yılın Ekim ayında, Polonya’daki 60’dan fazla şehirde binlerce kişi, kürtaja hakkını korumak için greve gitti ve kazandı. Grev, geleneksel anlamda bir endüstriyel grev olmayacaktır. Bu grev her türlü çalışmayı kapsayacaktır ve katılımcıları projeye nasıl yaklaştıkları konusunda yaratıcı olmaya teşvik ediyoruz. […] Mümkünse, çalışmayacağınız günü öncesinden ayarlayın. Bu ülkedeki kürtaj yasasından daha az etkileniyorsanız meslektaşlarınıza saatlerini 8 Mart’ta karşılamayı teklif ederek dayanışma gösterin. […] O gün ve her gün kürtaj için zorla seyahat etmek zorunda bırakılan 12 kadını hatırlamak için saat 12’de veya öğle yemeğinizde bir etkinlik düzenleyin. Bir işletme sahibiyseniz, personelinize bir bedel ödemeden, çalışanlara bir gün ayırın ya da o günkü işi-yerinizi tamamen kapatın. Ev emeklerinizi gün içinde geri çekin. O gün genel olarak yapacağınız tüm işleri ve bu işlerin tümünden nasıl çekileceğinizi düşünün, bu sizin ve milyonlarca kişinin, her gün temel sağlık hizmetlerine erişemediğimiz bir ülkeye yaptığı katkıya dikkat çekilmesini sağlayabilir.[20] [Vurgular yazara ait]

Çağrı, kadın haklarını insan hakları olarak çerçevelendirmektedir (hatta ‘kadınlar’ değil, ‘insanlar’ der) ve yukarıdaki vurgulanan ifadeler, uygulanan stratejiyi işaret etmektedir: ‘işçi kadınlar’ yalnızca bir blok olarak değerlendirilmeyecek; kamusal alanda çalışan kadınlar, evlerinde emeği görünmez hale getirilen kadınlarla birlikte bir blok olarak değerlendirilmeyecektir. Hepsinden önemlisi bu çağrı, kürtaj hakkının tüm sınıfları kapsayan, sınıflar ötesi bir mesele olduğu varsayımıyla, iş sahiplerini (üretim araçlarının sahipleri) bir gün kapatarak zarar etmeye davet etmektedir. Bu strateji, kadınları sınıf çizgisinde örgütlemenin (Ekim Devriminin mirasını takiben) hayli zor hale gelmiş olması nedeniyle seçilmiştir. Buna rağmen çağrı sahipleri ‘ekonomiyi durdurmanın’ İrlanda’da ve dünyanın diğer yerlerinde işitilen ve anlaşılan tek dil olduğunu bilmekte gibi görünmektedir. Aksi takdirde kadınları toplumsal çoğalma emeğini terk etmeye davet etmek etkili bir protesto biçimi olarak yeterli olurdu. Bu nedenle kullanılan dil, geleneksel bir işçi sınıfı silahı olan greve öncelik vermektedir. Çağrı metninde karşılaştığımız çelişkiler üretim/çoğalma ikilisinin üstesinden gelme tutkusunu bünyesinde barındırırken Mark Fisher’in ünlü ifadesiyle ‘kapitalist gerçekçiliğe’ yenik düşme ihtiyacını da kabul etmekte ve nihayetinde, kamusal alanda gerçekleştirilen üretim emeğinin (kapitalizm için) önceliğini yansıtan bir strateji seçmiştir.[21]

Yukarıda tartıştığım ‘vaka analizleri’, şu anda kadınların, özgürlükçü mücadelelerin nasıl ilerletileceğine ilişkin -çok önemli bir şekilde kadınlar tarafından ve feminist bir süreklilik bağlamında- çelişkili mesajlar aldıklarına dairdir. Kadınlar bir yandan, üretken/üretici emek arasındaki bölünmeyi bozabilen ve böylelikle sermayenin ihtiyaçlarına bağlı olmayacak toplumsal yeniden üretimin radikal bir yeniden kavramsallaştırılmasında iş karşıtı ahlaka sahip olabilecek potansiyel bir blok olarak ele alınmaktadır. Birçok bakımdan, şu anda tahayyül edilen yeni komünizmin -yaşamın hep yeniden üretimi (hem bios hem zoe olarak)[22] gibi kadınlar da dahil olmak üzere toplumsal yeniden üretimi güvenceye almak için başladığımız üretim anlamında- en geniş biçimde toplumsal yeniden üretimi esaslı bir şekilde tekrar düşünmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Diğer taraftan, yaygın güvencesizliğin, ‘işçi sınıfı’ teriminin uygun olup olmadığının dahi sorgulanarak işçi sınıfının yenilgisi anlamına geldiği bir bağlamda kadınlar, ‘emekçi kadınlar’ olarak ele alınmaktadır. Emek (‘emekçi kadınlar’) üzerinden ve emek etrafında biçimlendirilen bir öznellikten vazgeçemeye yönelik çağrılar kadınlar, üretime katılımlarının üretim yoluyla oluşan baskı ve sömürüye karşı mücadelede kaldıraç sağlayabileceğini fark ettiklerinde daha da yoğunlaştı. Görünmez Komite[23] ‘üretim dışı kalacağız’ derken, bu ‘biz’ in kadınları kapsamadığı varsayılamaz. Fakat varsayılan, mücadelelerini üretken emek dışına taşımak zorunda kalmış ve kalan kadınlardan öğrenilmemiş olması ve belki de feminist çevrelerin dışında incelenmemiş olmasıdır.

Bununla birlikte, bir ‘biz’in oluşumuna ilişkin bu toplumsal cinsiyet körlüğünün gözlemlenebildiği bağlamlarda, Ekim Devrimi başarısızlık olarak görülüyor. Önemli ölçüde bu, ’emekçi kadınlar’ da dahil olmak üzere emek ve üretimin yüceltilmesine dayanan bir başarısızlıktır. Ekim Devrimi’nin başarısızlığı açıkça proletaryanın kimliğini- ki sonuçta bu bir emek kimliğidir- ortadan kaldıramamayla bağlantılıdır. İş alanındaki aşırı yatırım, yani ekonomik ilişkinin önceliklendirilmesi, kapitalizmi ve Ekim Devrimi ile bağlantılı olan sosyalist (bazıları için komünist) yeniden yapılanmayı birleştiren şeydir. Ve bu değerlendirme, toplumsal cinsiyet ayrımının inşasını ve kalıcılığını ihmal etmekten ve sermaye ilişkisinin yeniden üretilmesindeki rolünden uzak radikal söylemlerde de sunulur.[24]

 

Başarısızlıktan Yenilgiye: Kadın Mücadeleleri için Bir Başlangıç

2017 yılında, Uluslararası Kadın Günü, Ekim Devrimi için bir katalizöre dönüştükten yüzyıl sonra ‘kadın sorunu’ hala bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu sorun sanki üzerinden bir asır geçmemiş gibi Clara Zetkin ve Kollontai gibi devrimcilere çok benzer şekilde ele alınıyor. ‘Kadın sorununa’ ilişkin temel parametreler, çerçeveler ve söylemler değişmemiştir. Zetkin’in ilk kez 1911’de organize ettiği gibi bugün de bir ‘Uluslararası Kadınlar Günü’ne hala ihtiyaç var-üzerinden bir yüzyıl geçtikten sonra takvimin hemen her günü bir sorun olarak görülen ve bir tür farkındalık ve dolayısıyla mücadele gerektiren bir meseleye adanmıştır. Bence kadın sorunu dünyayı saran parçalanmış siyaset ve siyaset dışı çığın altında kaybolduğundan özel ve tek bir odaklı günler için örnek vermekten kaçınacağım. Kollontai- diğer metinlerinde olduğu gibi “Cinsel İlişki ve Sınıf Mücadelesi”inde de- kadın sorununu, devrimci siyasetin merkezindeki temel toplumsal sorun olarak belirlerken muhtemelen haklıydı. Toplumların dışında ‘her zamanki iş’ ile 1917 etrafındaki çeşitli “devrimci” toplumlar “her zamanki işlerle” olan bağını kesmiş ve toplumsal cinsiyet sorununa geri dönmüştür. Sadece bu sorunun komünist ya da devletçi sosyalist (seçimi siz yapın) toplumlarda çözüme kavuşmamış olduğunu değil aynı zamanda kültürel sol eleştirinin çoğu kez toplumsal cinsiyet düşüncesini geride bırakacak şekilde kadın sorununu cinsellik sorununa indirgemekten ileriye taşımadığını kavramak için, her ikisi de Yugaslavya’nın 1960’lardaki sol-muhalif Kara Dalga filimlerinden olan “Early Works”(Zilnik, 1969) ya da “The Mysteries of the Organism”(Makavejev, 1971) filmlerini izlemek yeterlidir. Tartışmalı bir şekilde ve önemli farklılıklara rağmen, bu genellikle liberal feminism için (de) geçerlidir. O halde buradan nereye gidiyoruz?

Kollontai’nin “Ekim Devrimi Batı’da kadınlar için ne yaptı?” sorusuna ilişkin cevabı formüle eden bir özet olarak tanımladığım üç konu olumsuz ve olumlu bir şekilde birbirleriyle bağlantılıdır. Bir taraftan, feminist temsilciler, “çalışan kadınlar” ve kadınların siyasi bir güçte örgülenmesine ilişkin konular sorunlu olmayı sürdürüyor. Çünkü Ekim Devrimi’nin gelişen paradigması, Batı’da kapitalizmin gidişatında bulunan çözümler şöyle dursun, ortaya konmamıştır. Ama yine de 20. yüzyılın en önemli atılımı için yıkıcı bir sonuç çıkarmıştır: en nihayetinde bir işçi devrimi mümkündü. Öte yandan, 21. yüzyılın kriz kapitalizmi tarafından tarihe verilen ivme, feminist politikaya olan ilgiyi yeniden uyandırdı ve bu kez aynı zamanda bir “erkek sorunu” olarak dile getirilmesi gereken ve Ekim Devrimi’nin çözülmemiş mirası olan “kadın meselesinin” tekrar gözden geçirilmesi için yeni bir çerçeve sağladı. Tarih, bir komedi olarak tekerrür etmeyecek ama Ekim Devrimi’nin başarısızlığı denilen şey çağdaş kadın hareketleri tarafından sahiplenmek, kabul etmek ve ders çıkarmak zorunda oldukları bir yenilgi olarak görülmediği sürece -en azından kadınları ilgilendirdiği kadarıyla- bir trajedi olarak devam edecektir.

 

[1] A. Kollontai, ‘What has the October Revolution done for women in the West?’, Ogyonok 41, 9 Ekim 1927, ‘Alexandra Kollontai: Selected Articles and Speeches’ adlı kitaptan, Progress Publishers 1984, https://www.marxists.org/archive/kollonta/1927/october.htm 3 Ocak 2017 tarihinde erişildi.
[2] ‘Eski Batı’ kavramını, Utrecht’te BAK sanat merkezi öncülüğünde düzenlenen bir araştırma platformunun adından ödünç alıyorum. 2008 ve 2016 yılları arasında, Former West (Eski Batı), Soğuk Savaşın bitişinin 1989’dan sonra tekrar çizilen Avrupa haritasındaki etkilerini araştırdı. Ayrıntılı bilgi için: http://www.formerwest.org/Front
[3] Bkz. Cinzia Arruzza, Dangerous Liaisons: The Marriages and Divorces of Marxism and Feminism, Merlin Press 2013 ve Heidi Hartmann, ‘Marksizm’le Feminizm’in Mutsuz Evliliği: Daha İlerici bir Topluma Doğru’ Agora Kitaplığı, Capital and Class 3/2 (1979).
[4] Terry Eagleton, İdeoloji, Ayrıntı Yayınları.
[5] Makalenin İngilizcesi şuradan okunabilir: https://www.marxists.org/archive/kollonta/1921/sex-class-struggle.htm 24 Ocak 2017 tarihinde erişildi. Bu makaleye bağlam sağlaması amacıyla şu makale de okunabilir: Teresa L. Ebert, ‘Alexandra Kollontai and Red Love’, Solidarity (tarihsiz), https://www.solidarity-us.org/node/1724 24 Ocak 2017 tarihinde erişildi.
[6] Kollontai’nin 1921 tarihli makalesinin işlendiği bir diğer metin için bkz. Angela Dimitrakaki, ‘Cinsiyet İlişkileri ve Sınıf Mücadelesi, Gelecek Yüzyıl.’ Şuradan ulaşılabilir: http://edinburgh.academia.edu/AngelaDimitrakaki
[7] Üstelik Teresa L. Ebert’in de dediği gibi ‘aşırıcı cinsel yaklaşımlar, örneğin “bir bardak su kuramı” [cinselliğin yalnızca giderilmesi gereken biyolojik bir ihtiyaç olduğu şeklindeki yaklaşımı] gerek Batı’da gerek Sovyetler Birliğinde geniş ölçüde Kollontai ile ilişkilendirilerek Kollontai’nin insanlar arası ilişkiler ve toplumsal değişime dair sahip olduğu dönüştürücü anlayış, ideolojik olarak bozulup güçsüzleştirilmiştir.’ Ebert, a.g.e. En azından yakın zamana kadar Ebert’in de belirttiği gibi ‘70’ler ve 80’lerin başında tekrar canlanan kısa süreli ilgi dışında Kollontai feministler gibi sosyalistlerce de unutulmuş gibi görünmektedir.’
[8] Bu üç kat yük konusunda bkz. Marion Von Osten, ‘Irene Ist Viele! Or What We Call ‘Productive Forces’’ Julieta Aranda ve ark. Are You Working Too Much? Post-Fordism, Precarity, and the Labor of Art, Sternberg Press: Berlin 2011.
[9] Bkz. Nancy Fraser, ‘Feminism, Capitalism and the Cunning of History’, New Left Review 56 (Mart-Nisan 2009): 97-117; Hester Eisenstein, Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit the World, Paradigm Publishers 2009; Kathi Weeks, The Problem with Work: Feminism, Marxism, Antiwork Politics, and Postwork Imaginaries, Duke University Press 2011.
[10] Lorenzo Berardi, ‘The Family 500+: Poland’s New Child Benefit Programme’, New Eastern Europe (3 March 2016) http://neweasterneurope.eu/articles-and-commentary/1909-the-family-500-poland-s-new-child-benefit-programme 2 Ocak 2017 tarihinde erişildi.
[11] ‘Black Monday: Polish Women Strike against Abortion Ban’, BBC News (3 October 2016), http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-37540139 Accessed 23 January 2017
[12] UCU üyelerine mektup, 15 Kasım 2016. Daha fazla bilgi için bkz. https://www.ucu.org.uk/equality 24 Ocak 2017 tarihinde erişildi.
[13] Bkz. Miriam Martin, ‘Remembering International Women’s Day 1917 – The Gains Made for Women by the Russian Revolution’, In Defense of Marxism (8 Mart 2007), https://www.marxist.com/international-womens-day1917.htm 25 Ocak 2017 tarihinde erişildi.
[14] A.g.e.
[15] Agon Hamza, ‘From the Other Scene to the Other State: Jameson’s Dialectic of Dual Power’ ed. Slavoj Zizek, An American Utopia: Dual Power and the Universal Army, Verso: London, 2016.
[16] Bu konu kitapların yanı sıra konferans ve toplantılarda da tekrar ele alınmaktadır. Konunun önemi daha 2017 Ocak ayında Avrupa’da komünizm üzerine iki toplantı düzenlenmiş olması gerçeğiyle belki daha iyi anlaşılabilir. Bu toplantılardan biri Roma’da 18-22 Ocak tarihleri arasında yapılan önde gelen uluslararası C17 konferansı, diğeri ise Atina’da 21 Ocak 2017 tarihinde The Kids Want Communism (Çocuklar Komünizmi İstiyor) adlı uluslararası proje dahilinde düzenlenen Komünizm: Çözüm adlı sempozyumu. Kitaplar içinse Kostas Douzinas ve Slavoj Zizek’in editörlüğünü yaptığı Komünizm Fikri (The Idea of Communism, Verso, London, 2010) örnek gösterilebilir.
[17] Bkz. George Caffentzis, ‘On the Notion of a Crisis of Social Reproduction: A Theoretical Review’, The Commoner 5 (2002 Sonbahar), s. 1-22.
[18] Bkz. Massimo De Angelis, ‘Economy, Capital, and the Commons’, ed. Angela Dimitrakaki ve Kirsten Lloyd, Economy: Art, Production and the Subject in the 21st Century, Liverpool University Press 2015.
[19] Trenkle, ‘Struggle without Classes: Why There Is No Resurgence of the Proletariat in the Currently Unfolding Capitalist Crisis’
[20] Çağrı metninin tamamına şu adresten ulaşılabilir: https://www.facebook.com/events/200800163721646/ 25 Ocak 2017 tarihinde erişildi.
[21] Mark Fisher, Capitalist Realism: Is There No Alternative?, Zero Books, 2009.
[22] Yunanca’da ‘canlı olan’ anlamında ‘zoe’ genel olarak yaşama işaret ederken (Yunanca’da ‘hayvan’ sözcüğünün karşılığı ‘zoon’dur) ‘bios’ sosyolojik olarak yaşama atıfta bulunur.  Agamben’in ‘bios ile zoe arasındaki ayırım hakkında artık hiçbirşey bilmediğimiz’e ilişkin iddiasına rağmen Modern Yunanca’daki ayırım açıkça korunmuştur. Bkz. Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, çev: Daniel Heller-Roazen, Stanford University Press: Stanford 1988, s.187.
[23] Bkz. Jason Smith, ‘Since the End of the Movement of the Squares: The Return of The Invisible Committee’, The Brooklyn Rail (3 Haziran 2015), http://brooklynrail.org/2015/06/field-notes/since-the-end-of-the-movement-of-the-squares-the-return-of-the-invisible-committee 20 Ocak 2017 tarihinde erişildi.
[24] Örnek olarak bkz. ‘Communisation and Value Form Theory’, Dipnot 2 – Misery and the Value Form (2010), https://endnotes.org.uk/issues/2/en/endnotes-communisation-and-value-form-theory 19 Ocak 2017 tarihinde erişildi.

 

İngilizceden Türkçeye Çeviren: Oğul Köseoğlu

 

İngilizce Hali İçin Tıklayınız

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.