Düşünce ve Kuram Dergisi

Sosyalizm Uygarlık Araçlarının Reddiyle Gerçekleşecektir

Ali Rıza Söylemez

İnsanlığın özgürlük ve eşitlik arayışlarını belli bir zamanla sınırlamak hatalı bir yaklaşım olur. İnsanlığın özgürlük ve eşitlik mücadelesinin tarihi, hiyerarşik devletçi sistemin gelişmesi, toplumsal parçalanma, “alt ve üst toplumun” ve sınıflaşmanın ortaya çıkması, nüfusun sınırlı bir kesimini oluşturan “üst toplumun”, nüfusun ezici çoğunluğunu teşkil eden “alt toplumu” denetimi ve sömürüsü altına aldığı ilk günden itibaren başlamıştır. Toplumsal parçalanma, özgürlüğün yitimi ve yitirilenin yeniden elde edilmesi arayışları, özgürlük mücadelesi ve onun arayışlarıdır. Başarıp-başarmamasına, etkili olup-olmamasına bakmadan, tarihteki sömürü karşıtı mücadelelerin tümünü özgürlük arayışları olarak değerlendirmek gerekir ve bu doğrudur. Yoksa sosyalizm arayışlarını tarihin belli bir zaman dilimiyle sınırlı ele almak olur ki; bu, büyük bedeller verilerek yürütülen insanlığın özgürlük arayışlarını ve mücadelesini görmemek olur.

Kuşkusuz geçmişte topluma, sınıflara, devlete, sömürüye, egemenliğe, cinslere vb. uygarlık araçlarına bugün baktığımız gibi net bir bakış, bir yaklaşım yoktu. Bu uygarlık araçlarının kaynağı, nereden geldiği konusunda da zihinler berrak değildi. Bununla birlikte, bu araçların özgürlüklerini ellerinden aldığını, kötü olduklarını da biliyorlardı ve bunu aşmanın arayışındaydılar. Huratios’un, Ovodios’un Altın Çağ olarak tanımladıkları uygarlık öncesi doğal toplum özlemleri, bu arayışların varlığını bize gösterirler. Ancak bu özlem ve arayışların formüllendirilmedikleri, ideolojik öncülüğe dönüştürülmedikleri ve dolayısıyla bir örgütlülük yaratamadıkları da diğer bir gerçekliktir. Burada önemle üzerinde durulması gereken; ideolojik öncülük ve onun kurumsal ifadesidir.

İdeolojik öncülük ile kurumsallığı birbirlerinden ayrı ele almamak gerekir. Bunlar beden ve ruh ikilemleri gibidir. İdeoloji toplumsal mücadelenin ruhu ise, kurumsal yapısı da onun bedenidir. Ne bedensiz bir ruh, ne de ruhsuz bir beden olabilir. Ruh ve beden bir varlıkta nasıl uyumlu bir bütün oluşturuyorlarsa, ideolojik bakış ile kurumsal yapısallık arasında da aynı uyum zorunludur. Nasıl ki farklı bir ruh farklı bir bedende yer edinemiyor veya uyum gösteremiyorsa, farklı bir ideoloji de farklı bir yapısallıkla uyumlu olamaz. Yani toplumsal bir mücadelenin ideolojisi, uygarlık araçlarının kurumsallığını kendisine beden olarak benimseyemez, uygarlık bakış ve araçlarını kullanamaz. Kullanması durumunda ortaya çıkan, uygarlığın isim değiştirmiş, ama ondan kopmayan farklı bir versiyonu olur ve uyumsuzluğu bağrında taşır. Bu uyumsuzluk kişilerde patolojik sorunlara neden olurken, toplumlarda da karmaşanın, keşmekeşin yaşanmasına neden olur ki, aslında bunu da toplumsal yapılanmalardaki patalojik sorun olarak değerlendirmek yanlış olmaz. O zaman önümüze çıkan gerçek, ideolojik öncülüğün kurumsal yapılanmayla bütünlük oluşturması gerektiğidir.

 

Sosyalizm Mücadelesinde İdeolojik Öncülük

Ezilen sınıflar adına özgürlük ve eşitliği programlayan ideolojik oluşumlar 19. yüzyılla birlikte şekillenmeye başlamışlardır. Bunun en derli-toplusunu da Marx ve Engels geliştirmişlerdir. 20. yüzyıla damgasını vuran sosyalizmin uygulamalı hali olan reel sosyalizm, Marx ve Engels’in geliştirmiş oldukları “Bilimsel Sosyalizm”in ideolojik doğrultusunu takip ederek gerçekleşmiştir. 70 yılı aşkın bir uygulamadan sonra çözülmüş olması, ideolojik öncülük durumunu ve uygulanan araçları, yani kurumsallığını değerlendirmeyi kaçınılmaz kılmıştır. Geçen 25 yılda bu yönde oldukça kapsamlı değerlendirmeler geliştirilmiş, çözülüşün temel nedenleri etraflıca ortaya konulmuştur.

Marx’ın ezilen sınıflar adına Komünist Manifesto’yu yayınlamasından önce de sosyalizm arayışları vardı. Her ne kadar programsal bir yapıya kavuşmamış olsalar da, “Ütopiklerin” arayışları bu çerçevede değerlendirilebilecek önemli gelişmelerdi. Programını hazırlamamış, ideolojisini “sınıf”a taşımamış ve mücadelesini geliştirmemiş olsalar da, imkanları çerçevesinde uygulama alanına da el atmışlardı. Robert Owen’in deneyimi, “ütopyasının”, yaratmak istediği toplum modelinin küçük bir maketi idi. Kavramsal olarak İlk sosyalizm denemelerinden biri olarak tarihteki yerini alsa da, başarılı olamamış, dağılmaktan kurtulamamıştı. Kuşkusuz bu dağılmanın, başarısızlığın çok çeşitli nedenleri vardır ve bu konuda da çok kapsamlı çözümlemeler geliştirilmiştir. Bunlardan en belirgin ve yön tayin edeni, Marx ve arkadaşları tarafından yapılan “ütopik” değerlendirmesi olmuştur. Ütopik, hayali olması anlamındaydı. Bununla söylenen; özgürlüğü sağlayacak olan koşulların henüz oluşmamış, zamanının henüz gelmemiş olduğudur. Zamanının geldiğini belirleyecek olan da, doğrusalcı ve ilerlemeci tarih anlayışına göre, kapitalizmin hakim üretim tarzı haline gelmesidir. Çünkü bu anlayışa göre, tarihsel bölümlemede kapitalizm, emeğin sömürüsüne dayanan sonuncu sistemdir. Sonrası Ütopyacılar’ın da gerçekleştirmek istedikleri özgürlüğün yaşanacağı sosyalizmdir. Dolayısıyla sosyalizme varmanın yolu, zorunlu olarak kapitalizmden geçecektir. Kapitalizm burjuvaziyle birlikte en devrimci sınıf olan ve “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi” olmayan proletaryayı da mücadele sahnesine çıkaracaktır. Kapitalist sistem altında çelişkiler çok daha fazla yoğunlaşacak, mücadele iki temel sınıf olan proletarya ile burjuvazi arasında keskinleşerek sürecek, proletarya burjuva sömürü sistemine son vererek toplumsal özgürlük ve eşitliği gerçekleştirecektir.

Marx ve Engels Komünist Manifestosu’yla bu zamanın geldiğini, koşulların olgunlaştığını, proletaryanın devrimci bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığını yazdılar. Kendi sosyalzimlerini de bunun üzerine kurdular. Sonrasında da proletarya sınıfı adına bilimsel sosyalizmin geniş bir ideolojik külliyatını oluşturmaya giriştiler. Tarih perspektifindeki doğrusalcı ve ilerlemeci yaklaşım, kapitalizme hak etmediği bir tanımlama ve değerlendirmeyi yakıştırıyordu. Bu değerlendirmeden burjuvazi ve kapitalizm ilerici ve devrimci olduğu sonucu çıkıyordu. Tarih perspektifindeki bu bakış ideolojik doğrultunun belirlenmesinde etkili olacaktı. Bu anlayışa göre, kapitalizm bir üretim tarzı olarak hakim hale gelmeden, toplumsal özgürlüklerin koşulları oluşmayacaktı. Bu aynı zamanda uygarlıkla başlayan toplumsal parçalanma ve sınıflaşmaya karşı gelişen özgürlük mücadelelerinin başarılamamış olmasının nedeninin “izahı” da oluyordu. Sonrasındaki devrim teorileri de kapitalizme ilişkin bu değerlendirme esas alınarak oluşturulacaktı. Proletarya, devrimin önder sınıfıydı. Mevzilenme onun yedekliği temelinde yapılacaktı. Kapitalizm gelişmemiş, dolayısıyla proleteryası olmayan halklar da, “kesintisiz devrimle” öncelikle burjuvazi adına devrimi gerçekleştirecek, ancak ondan sonra özgürlük sorunlarını çözebileceklerdi.

Burjuvazi, sermayeyi elinde bulunduran bir kesimin, hakim üretim tarzına bağlı olarak geliştiği genel bir değerlendirme olarak öne çıkıyordu. Oysa ki, sermayeyi elinde bulunduran ve onu ticarette ve faizde kullanan bir kesim her zaman vardı. Ne sermaye ne de sermayeyi elinde bulunduran kesimler kapitalizme özgü bir toplumsal gerçeklik değildi. Böyle bir kesim doğal toplumdan uygarlığa geçişle birlikte oluşmuş ve bu zamandan itibaren her zaman var olmuşlardır. Ancak toplum böylesi bir kesimin varlığıyla birlikte yaşamış, onlarla ilişkilenmek zorunda kalmışsa da, bu kesime olumlu yaklaşmamıştır. Toplum kendi hisleri ve duygularıyla, birikimlerin bağrında tehlikeyi taşıdığını, kötülüklere yol açabileceğini bilerek bu kesime yaklaşmıştır. Toplum paradan para kazanmayı, onu güce dönüştürmeyi ahlaki bulmamaktan dolayı bu kesime sıcak bakmamış, bunlar da toplumun karşısına çok fazla çıkamamış, iktidarı doğrudan ele alamamışlardı. Kürt Halk Önderi A. Öcalan’ın deyimiyle, bu kesimler her zaman varlardı, çatlaklara yerleşmiş, kendi zamanlarının gelmesini bekleyen kesimlerdi. Yani, üretim biçimi farklılaşsa da, burjuvazi, “çatlaklara” yerleşmiş ve sermayeyi elinde bulunduran, uygarlığın iktidar araçlarını kullanmasını bilen eski iktidar sınıfının kendisini güncele uyarlamasından başka bir şey değildi. Aynı şey proletarya için de geçerliydi. Proletarya da burjuvazi gibi üretim biçiminin değişmesine bağlı olarak biçim ve tanım kazanmıştı; dünün serfi, bugünün proletaryası olmuştu. Kaynağı ve kökeni kölelik sistemiydi. Proleterya emeğini satma özgürlüğü karşısında maaşa bağlanmış,“derinleştirilmiş ve yaygınlaştırılmış kölelikten” başka bir şey değildi. Burada önemli olan ve gerçeği belirleyen; üretim biçiminin karakterize ettiği tip ve tarz değildir. Önemli olan ve tipleri de belirleyen, toplumun tanımış olduğu toplum modelidir. Kürt halk Önderi Öcalan, insanlığın temelde üç toplum modelini tanıdığını söyler. Bunlar; doğal toplum ya da komünalist toplum, hiyerarşik-sınıflı, devletçi toplum ve demokratik modernite toplumudur. Köleci, feodal ve kapitalist toplum olarak modellenen biçimlerin hepsi, karakterlerin tanımları değişse de, özünde aynıdır. Köle ile proleterya arasındaki fark, aynı sistemsel yapı içerisinde birinde kendisi araç durumundayken ve alınıp-satılırken, diğerinde değişim aracı durumuna getirilen emeği olmuştur. İdeolojik yapılanmaları da, kullandıkları araçlar da bu özellikleriyle bağlantılıdır. Tipler, tarzlar ve karakterler toplumun tanımış olduğu bu yapı içerisinde şekillenmişlerdir.

Burjuvaziyi ve kapitalizmi olumlu ve ilerici olarak değerlendirmek, doğalında özgürlük arayışlarını ütopyacı ve zamanının gelmediği, koşullarının oluşmadığı sonucuna götürmüştür. Önceki özgürlük mücadelelerinin başarılı olmamış olması, bu arayışların zamansız olduğu sonucunu vermez. Bir şeyin başarılı olmamış olması, o şey hakkında yapılan değerlendirmenin doğruluğunun göstergesi değildir. Sonuçtan hareketle süreçleri değerlendirmek, her zaman doğru sonuçlar elde etmenin yöntemi değildir ve olamaz da. Sonuçların yanıltıcı olma riski her zaman vardır.

Tarihte bunun örnekleri fazlasıyla vardır. Kuşkusuz Marx ve Engels uygarlık araçlarını bütünlüklü olarak olumlu değerlendirmemişlerdir. Dahası uygarlık araçlarına çok ciddi eleştiriler geliştirdikleri de kesindir. Başta devlet olmak üzere uygarlık araçlarını kutsamamışlardır. Engels “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde bu uygarlık araçlarını kapsamlıca çözümlemiş, toplumsal bir niteliklerinin olmadığını vurgulamıştır. Engels’in burada devlete bakışı çok önemlidir. Halkın devleti olmayacağını ve devletin sönümlenerek ortadan kalkacağını söyler. Kullandığı dille söylersek, devletin ; “Asar-ı Atika müzesinde tunç balta ile çıkrığın yanında yer alacağını”, yani sönümlenen devletin gereksiz ve işlevsiz duruma geleceği ve hakettiği yeri alacağını söyler.

Bu değerlendirmede devletin kullanımı diye bir yaklaşım yoktur. Devleti kutsamamıştır, ancak yaşanan denemelerden sonra devlet denen aracın kullanımı konusunda bu ideolojik yaklaşımdan uzaklaşma yaşanmıştır. Paris Komünü’nden çıkarılan “dersler”, sonraki denemelerde kıstas olarak alınmış, devlet ve orduya bakış değişmiştir. Bir yandan birleşik ulus-devlet savunulmuş, diğer yandan da devlet gibi bir gücün kullanılmasının sosyalizme yürürken işi kolaylaştıracağı yaklaşımları devlete bakışı kökten değiştirmiştir. Ordu da ha keza, devlet gibi sosyalizm tarafından kullanılabilecek bir araca dönüşmüştür. Kuşatma altında olan ezilen sınıfların devletini korumanın ancak güçlü bir orduyla mümkün olabileceği sonucuna varılmış, bu da dünyanın en büyük ve güçlü ordusunu yaratmaya götürmüştür. Değişen bu bakış, ideolojik bakıştaki değişiklikti ve sosyalizm mücadelesinde geleceği belirleyecekti.

Büyük devlet, büyük ordu hiç kuşku yok ki, büyük bir büroksayiyi de kendisiyle birlikte getirecekti. Sovyetler Birliği deneyinden ortaya çıkan sonuç bu olmuştur. Devlet, ordu, bürokrasi gibi uygarlık araçlarına basit bir yaklaşım, sonuçta ütopya korunsa da, ideolojik öncülüğün yitirilmesine yol açabilmiştir. Tıpkı fizikteki “başlangıç durumuna hassas bağlılık” kanunu gibi. Fizikteki bu kanuna göre, başlangıçtaki milimetrik bir sapma, varılacak noktada kocaman bir açıklığa, hataya, yanlışa yol açabilmektedir. İdeolokik bakışta da, başlangıçta basit olarak ele alınan ve giderilebileceği varsayılan bir yanlışlık, giderilmesi bir yana, sonuçta ideolojiyi, amacı denetimi altına alması kaçınılmaz hale gelebilmektedir. Reel sosyalizm uygulaması ve sonuçları bu gerçeğin en yakın kanıtı durumundadır. Tarihteki diğer sosyal mücadelelerin yenilgisinde de aynı yaklaşım oldukça etkindir.

Kapitalist modernitenin etkin hale getirip yaygınlaştırdığı ulus-devlet modeli, sosyalizm adı altında reel sosyalizmin de uyguladığı, hem de kapitalizmden daha etkili hale getirerek uyguladığı bir araca dönüşmüş, kapitalist modernitenin hegemonik yapısıyla rekabet edebilecek bir düzeye kavuşturulmuştur. Sonuçta bu ideolojik yaklaşım uygarlığın en temel araçları olan devlet, ordu vb.lerin sosyalizm tarafından da kullanabilecek araçlar olarak kabul görmesine götürmüştür.

Devlet, ordu, bürokrasi vb. uygarlık araçları varoluşları gereği toplum karşıtıdırlar. Etkinlik alanı genişleyen devlet, etkinlik alanı daralan toplum demektir. Büyüyen devlet ve ordu, küçülen toplum, demokrasi ve toplumsal özgürlükler demektir. Tersi de geçerlidir; sınırları genişleyen demokrasi ve özgürlükler, sınırları ve etkinliği daralan devlet ve uygarlık araçları demektir. Devlet ile toplum, özgürlükler ve demokrasi ters orantılıdır. Birinin etkinliği, diğerlerinin sınırlılığıdır. Kısaca özetleyecek olursak; başta devlet olmak üzere uygarlık araçları alanı, özgürlükler yoksunluğunun alanıdır.

Sosyalizm Farklılıkların İfade Modelidir

‘Biz devleti, orduyu, bürokrasiyi sınıflı uygarlığa karşı kullanabiliriz’ iddiasında bulunanlar yanılmışlardır. Bunlar öylesine basit değerlendirme ve ideolojik yaklaşımlar olmamak kadar, onları kullanmak da sanıldığı kadar kolay değildir. Devleti sınıf çıkarları temelinde kullanabileceğini düşünenler, en nihayetinde kendileri devlet tarafından kullanılmışlardır. Devlet form olarak demirden bir kalıba benzer; onu ele geçirip kullanacaklar da, o kalıbın içerisine dökülen hamur gibidir. Biçim verecek olan kalıptır, hamur değil. Dolayısıyla devlete, devletle birlikte uygarlık araçlarına yaklaşım ideolojik olmak durumundadır. İdeolojik olmayan pragmatist yaklaşımlar, devletçi sistemden farklı bir sonuç elde edemezler. Sosyalizm adına Sovyet devrimini gerçekleştirenlerin devlete bir ilgilerinin, sevgilerinin olmadığından kuşku duyulamaz. Niyetten bağımsız bu böyledir.

Devlet hem soyutta, hem de somutta sanıldığından daha fazla etkili, örgütlü ve köklerini derine salmıştır. Kuşkusuz bu, onunla mücadele edilemez, devletin varlığı hep olacak anlamında değildir. Devlet ezel ve ebed değildir, tarihin belli bir zamanında ortaya çıktığı gibi, toplumsal kesimlerin ona karşı mücadelesiyle de daraltılacak, sönümlenecek ve ortadan kalkacaktır. Tarih boyunca ezilen sınıf, cins ve toplumların geliştirdikleri mücadeler de devleti adım adım gerileten, sönümlenmeye doğru götüren mücadele ve gelişmelerdir. Bugünün ulus-devletinin tüm zamanların devletinden daha etkili, örgütlü ve daha fazla topluma nüfuz etmiş olması, onun bu gerçekliğini ortadan kaldırmamaktadır. Bilinmesi gereken, bu uygarlık aracının ezilen sınıflar adına kullanılamayacağıdır.

Devleti ele alış, demokrasiyi ele alışın da gerekçesi olmuştur. Demokrasi genelde bir toplumsal kesimin devlet yönetim aracı olarak ele alınmıştır, yani bir devlet modeli. Demokrasinin karşıtı olarak da diktatörlük diğer modeli oluşturmuştur. Aslında bu yaklaşım demokrasi ile diktatörlüğü aynılaştırmıştır. Proletarya diktatörlüğü ile proleterya demokrasisi aynı cümle içerisinde eş anlamlı olarak kullanılmışlardır. Bu ideolojik bakışta demokrasiden nasiplenecek olanlar, kapitalist sistemde burjuvazi iken, “sosyalist” sistemde de proletarya olacaktır. Bu bakış demokrasinin tüm topluma yayılmasını engelleyen bir bakıştır. Oysaki Antik Yunanistan’da bile demokrasi, halkın kendisini yönetmesi olarak tanımlanmıştı. Daha doğru değerlendirme, Öcalan’ın dediği gibi, demokrasi, devlet dışı toplumların kendilerini yönetmesidir.

Sosyalizm Demokrasisiz Gerçekleşmez

Sovyet sosyalizminin çözülüşünün çok çeşitli ve birbirini tamamlayan nedenleri vardır. Toplumun kendisini yönetmesi olan demokrasisizlik de en az diğer nedenler kadar etkilidir. Bu nedenler ideolojik bakışı oluşturan bütünlüklü yaklaşımlardır. Başlangıçtaki devlet, ordu, demokrasi vb.leri ideolojik çerçevede ele alış, yetmiş yıllık uygulamadan sonra ortaya çıkan gerçeğin nedenidir.

Demokrasi devletle aynı şey değildir. Devletin çok çeşitli ve birbirini tamamlayan değerlendirmeleri yapılabilir ki, bu konuda bir hayli değerlendirme de yapılmıştır. Devleti zordan örülü bir iktidar aracı olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Devlet bir sınıfın elinde diğer sınıfa, bir cinsin elinde diğer cinse karşı egemenlik aracı olarak kullanılan bir aygıttır. Her ne kadar iddia edilse de, devlet asla toplumsal sözleşme ile gerçekleşmemiş, sorunların çözüm alanı değildir, hiçbir zaman da bu rolde olmamıştır. Demokrasi ise, iktidar aracı olmanın tersine, toplumun öz iradeleri ve çıkarları temelinde kendilerini yönetmeleridir. Dolayısıyla devlet toplumun bir kesimine hitap ederken, demokrasi toplumun tümüne hitap eder. Bu fark kapitalizm ile sosyalizm arasındaki fark kadardır. Sosyalizmin temel amacı, ezen ve ezilenin olmadığı, sömürü mekanizmasının son bulduğu, cinsler arasındaki eşitsizliklerin ortadan kalktığı, tam bir eşitlik ve özgürlüğün gerçekleştiği ve doğayla uyumlu olarak toplumun kendi kendisini yönetmesidir. Demokrasinin amacı da budur. Dolayısıyla demokrasi ile sosyalizm arasına fark koymak, hem sosyalizmi, hem de demokrasiyi anlamamak olur. Burada söylenecek olan, demokrasi gerçekleşmeden, sosyalizmin gerçekleşemeyeceğidir. Uygulanan sosyalizmlerin en eksikli yanı da, demokratik karakter kazanamamış olmasıdır. Sosyalizmi demokratikleştirmek, sosyalizmi özüyle buluşturmaktır. Bu da demokratik konfederalizmle mümkündür. Demokratik konfederalizm tüm toplumsal kesimleri kapsar. Her toplumsal yapı ve kesimlerin kendi farklılıkları ve kimlikleriyle yer almaları, demokratik konfederalizmin karakteri gereğidir. Hiçbir toplumsal kesim ya da etnik yapı bu sistem altında, herhangi bir baskı ve kimlik yitimine uğramadan yaşayabilir. Savunma da dahil öz örgütlenmesini geliştirebilir, kendi kendisini yönetebilir. Büyüklüğüne küçüklüğüne bakmadan, bu sistem altında hiçbir toplumsal kesim diğer bir toplumsal kesim üzerinde etkinlik kuramaz, kendi dilini, etnisitesini, cinsiyetini dayatamaz. Farklılıkların demokratik konfederalizm için sorun teşkil etmesi bir yana, varlığının gerekçesidir. “Farklılık içinde birlik” demokratik konfederalizmin temel yaklaşımıdır. Her toplumsal kesim farklı olduğu ve farklılıklarıyla yaşadığı için, demokratik konfederalist sistem, demokratik ve sosyalisttir, demokratik sosyalizmin ideolojisinin hayat bulacağı bir sistemdir.

Sonuç olarak; Sovyet sosyalizm deneyi, ezilen, baskı altına alınan sınıf, cins ve toplumlar adına özgürlük ve eşitlik arayışıydı. Ezilen sınıflar adına tarihte ilk kez devlet ele geçirilmiş, “iktidar” olunmuştur. Bu devleti ele geçirme ve iktidar olma, aynı zamanda ezilen sınıfların özgürlük ve eşitlik arayışından uzaklaşmalarının da nedeni olmuştur. Uygarlık araçlarıyla savaşmış, sonuçta onlara benzemiştir. Bununla birlikte insanlık adına büyük bir miras ve geleceğe bakış ufku da yaratmıştır. Dolayısıyla çözülmüş olması bile, onun insanlığın özgürlük mücadelesine kattıklarını asla ortadan kaldırmamaktadır. Ezilen tüm toplumsal kesimler o mirası devralarak demokratik sosyalizmi gerçekleştireceklerdir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.