Düşünce ve Kuram Dergisi

Ekonomik Demokrasi Ama Nasıl? Planlama Yeniden

Ümit Akçay

2008 yılında patlak veren ve etkilerini halen izlediğimiz küresel ekonomik kriz sonrasında dünyanın pek çok yerinde çalışanlar krizin faturasını ödememek için sokağa çıktıklarında, karşılarına bir kere daha “peki alternatifiniz ne?” sorusu çıkarıldı. Bu soru genellikle sistemin aksayan yanlarına işaret eden ya da toptan sistem karşıtı olan sosyal hareketleri itibarsızlaştırmak amacıyla kullanılır. Sorunun bu yanını bir kenara koyarsak, yine de bu soruyla yüzleşmek iki nedenle önemlidir. İlki, gerçekçi alternatifler üretmeye çalışmak, her zaman, muhalif sosyal hareketlerin örgütlenme ve genişleme kapasitelerini artırıcı bir etki yapacaktır. İkincisi de bu sorunla şimdiden yüzleşmek, Yunanistan örneğinde gözlemlediğimiz gibi solun iktidar olmaya yaklaştığı dönemler için önceden hazırlıklı olunmasını sağlayacaktır.

Bu yazıda, “alternatifiniz ne?” sorusunun tüm boyutlarını içeren bir cevap verme çabası yerine, “ekonomi alanında ne gibi alternatifler olabilir?” sorusunu gündeme getireceğim. Bu sorudan hareketle iki noktayı vurgulamak istiyorum. Bunlardan ilki, gerçek demokrasinin ancak siyasi demokrasinin ekonomik demokrasiyle desteklenmesi koşulu ile hayata geçebileceğidir. İkincisi ise, ekonomik demokrasinin, ekonominin demokratik bir şekilde planlanması yoluyla sağlanacağı ve demokratik planlamanın bugün, düne göre daha gerçekçi bir seçenek haline geldiğidir. Son kısımda da demokratik planlama sürecinin yalnızca teknik değil siyasi bir yönü de olduğunu hatırlatmak için üzerinde durulması gereken alanlara dikkat çekeceğim.

 

Siyasi Demokrasi ve Ekonomik Demokrasi: Neden Önemli?

Günümüzde genel olarak demokrasi ve özel olarak da demokratikleşme süreçleri tartışılırken tartışmanın çerçevesi, genellikle liberal akım tarafından tanımlanmış bir siyasi demokrasi ile çizilmektedir. Dil, din, düşünce, ifade özgürlüğü ve örgütlenme hakları, siyasi ve kültürel çoğulculuk taleplerini içeren siyasi demokrasi mücadeleleri elbette çok önemlidir. Bu mücadelelerin temel hedefi devletin baskıcı yapısının esnetilmesine ve siyasi özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesidir.

Ancak bir toplumsal hareket, ufkunu sadece siyasal demokrasi mücadelesi ile sınırlamamalıdır, çünkü öyle yapıldığı takdirde bu mücadelelerde önemli başarılar elde edilse dahi, sonuçta varılan nokta genellikle tam bir demokrasiye ulaşmaktan uzak olacaktır. Her ülkenin kendi tarihsel koşulları çerçevesinde şekillenen sosyal hareketlerin, demokrasi mücadelesinin farklı aşamalarında siyasi ya da ekonomik demokrasi taleplerinden bazılarını öne çıkarması, doğaldır. Ancak önemli önemli olan, siyasal alanda belirli başarılar kazanıldığında yüzleşilebilecek iktisadi yapısal sınırların neler olabileceği üzerinde şimdiden durmaktır.

Bu çerçevede, siyasi demokrasi talepleri, ekonomik demokrasi talepleri ile desteklenmedikçe, gerçek demokrasiye ulaşmak mümkün değildir. Bu vurguyu açmak için kısaca da olsa günümüz toplumlarındaki üretimin örgütlenme yapısına, yani kapitalizmin temel özelliklerine değinmemiz gerekiyor. Üretim sürecinde elde edilen artı değerin bir kısmına el konulmasına dayanan ve temel amacı ihtiyaçların giderilmesi değil firma karlılığı olan kapitalist üretim tarzının temel özelliklerinden biri, ekonomi ile siyasetin birbirinden ayrıştırılmasıdır. Bu ayrıştırma iki açıdan sistemin sürekliliği için hayati derecede önemlidir.

İlki, yasa önündeki eşitlik ekonomik eşitsizlikleri gizler. Her ne kadar etnik ve dinsel nedenlerle her zaman fiilen tam olarak uygulanamasa da liberal teoride hukuk önünde tüm vatandaşlar eşittir. Yasa önündeki bu eşitliğin ekonomik eşitsizliklerin varlığında fiili bir anlamı olmadığı açıktır. Ancak teorik olarak, bir mevsimlik işçi ile bir finans sektörü yöneticisinin tatile gitmesinin önünde seyahat hakkını kullanması yönünden bir engel yoktur. Bu engel, ekonomik alanda kurulur.

İkincisi de, piyasanın bir zorunluluklar değil seçenekler alanı olarak tanımlanması sonucunda işyerinin “depolitize” edilmesidir. Böylelikle sistemin işleyişindeki temel mekanizma olan sömürü, siyasi tartışmaların uzağında konumlandırılır. Fabrika ya da üretim tesisi, siyasetin girmemesi gereken bir yer olarak tanımlanır.

Belki de daha önemlisi, ekonomi ile siyasetin ayrıştırılmasının, ekonomik demokrasi ile siyasi demokrasi taleplerinin birbirinden ayrıştırılmasını da beraberinde getirmiş olmasıdır. Bu ayrışma sürdüğü sürece, sadece tek ayakla (ekonomik ya da siyasi) ilerleyen sosyal mücadeleler bir türlü iki ayakları üzerinde durarak daha dönüştürücü bir kapasiteye ulaşamamaktadır. Dolayısıyla, ekonomik demokrasi talebi, herhangi bir demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olmalıdır.

 

Ekonomik Demokrasi

Peki, gerçek demokrasinin olmazsa olmazı olan ekonomik demokrasi ile kast edilen nedir ve ekonomik demokrasi nasıl hayata geçebilir? Ekonomik demokrasi, en temel haliyle, siyasi alandaki katılım ve özyönetim talebinin ekonomik alana aktarılmasıdır. Tıpkı siyasi katılımın farklı düzeyleri olabileceği gibi ekonomik katılımın da, işyeri ya da üretim organizasyonunun belirlenmesi gibi farklı düzeyleri olabilir. Bu bağlamda, üretimin amacının toplumsal ihtiyaçların karşılanması olarak tespit edilmesi ve üretim sürecinde yaratılan değerin işçinin karşısında yabancılaşan bir güç olmaktan çıkarılıp, sosyal artığın nasıl kullanılacağına kolektif olarak karar verilmesi gibi hususlar ekonomik demokrasinin ayrılmaz parçalarıdır. Dahası, sadece üretimin değil, üretilenlerin nasıl bölüşüleceğinin belirlenmesi de ekonomik demokrasi çerçevesindedir. Dolayısıyla ekonomik demokrasi, ekonominin genel olarak demokratikleştirilmesi potansiyelini amaç edinir.

 

Demokratik Planlamanın Güncelliği

Ekonomik demokrasi kavramının kapsamını ana hatlarıyla vurguladıktan sonra, bunun nasıl hayata geçebileceği üzerinde durmak gerekiyor. Gerek tarihsel deneyimleri gerekse güncel gelişmeleri dikkate aldığımızda, ekonominin demokratik bir şekilde planlanmasının ekonomik demokrasinin hayata geçmesi için başlıca araç olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada, ekonominin demokratik planlanması ile ilgili iki temel noktanın altını çizmek gerekiyor. İlki, gerek ekonomik gerekse ekolojik kriz karşısında ekonomik planlama giderek bir zorunluluk haline geliyor. İkincisi de, günümüzde hem ekonomik planlamayı hayata geçirmek, hem de ekonomik planın aynı zamanda bir demokratik plan olmasını sağlamak, teknolojinin geldiği düzey itibariyle eskiye oranla daha mümkün.

Planlamanın neredeyse bir zorunluluk haline gelmesinin nedenlerinden biri, günümüzde ekonomik planlamanın ekonomik krizlerden rasyonel bir şekilde çıkış için yegâne alternatif olmasıdır. Gerçekten de fiyat mekanizmasının, liberal iktisatçıların iddia ettikleri gibi bireyler arasındaki en uygun kaynak dağılımını gerçekleştirecek bir koordine edici mekanizma olmadığı, 2008 krizi ile bir kere daha ortaya çıkmıştır. Özellikle 20. Yüzyıl’da yaşanan muazzam kapitalist gelişmenin sonunda ortaya çıkan, çelişkilerin daha da gelişmesi olmuştur:  işsizlik ve atıl kapasite, evsizler ve konut fazlası, karşılanamayan pek çok ihtiyaç ve aşırı birikim aynı anda ve yan yana var olmaktadır.

Ekonomik planlamanın rasyonel bir çıkış programı olarak uygulanmaması durumunda mevcut durumun süreceğini, yani ekonomik krizlerin etkilerinin artarak devam edeceğini tahmin etmek zor değildir. Ancak ekonomik krizlerin yoğunlaşması, sadece işsizliğin ve yoksulluğun artması ya da insanların gündelik yaşam kalitelerinin düşmesi anlamına gelmiyor. Aynı zamanda, bu krizler sonucunda ortaya çıkan ekonomik gerilimler var olan kaynakların yeniden bölüşülmesi mücadelesini daha da sertleştiriyor ve bölgesel çapta savaş ve gerilimlerin artmasına neden oluyor. Buna ek olarak krizler, yabancı düşmanlığının ve giderek ırkçılığın tırmanması için uygun toplumsal zeminin oluşmasına neden oluyor. Dolayısıyla ekonomik planlama sadece iktisadi açıdan değil, siyasi açıdan da daha yaşanılır bir dünya için temel bir araç olarak karşımızda durmaktadır.

Son olarak, ekonomik planlama, basit kar hedefi ile çalışan piyasa mekanizmasının sonuçlarından biri olarak ortaya çıkan küresel iklim değişikliği gibi eşiğinde olduğumuz bir ekolojik krizden geri dönebilmek için elimizde olan yegâne alternatiftir. Zira piyasa sistemi açısından çevre felaketleri sisteme “dışsaldır” ve ekolojik felaketlere neden olan üretim yapısının değiştirilmesi için içsel bir zorlayıcı mekanizma bulunmamaktadır.

Ancak planlamanın ekonomik ve ekolojik krizler karşısında neredeyse bir zorunluluk haline geldiğini söylemek, bu sürecin kendiliğinden gerçekleşecek teknolojik bir değişiklik olduğu anlamına gelmemektedir. Zira planlama, hem toplumsal üretimin nasıl ve ne amaçla gerçekleştirileceğini hem de üretilenlerin nasıl bölüştürüleceğini konu edindiği için ekonomik olduğu kadar siyasi bir süreçtir ve bir siyasi iradeyi gerektirir. Demokratik planlama dışında karşımızda duran seçenek, neo-liberalizmin daha da derinleştiği, krizlerin sıklaştığı, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının hortladığı, savaşların ve etnik-dini-mezhepsel gerilimlerin daha da körükleneceği bir ortamın oluşmasıdır.

 

Planlamanın Olanaklılığı

Pek çok alanda gerçekleşen teknolojik gelişmeler, günümüzde ekonominin demokratik bir şekilde planlanabilme potansiyelini yüz yıl öncesine göre önemli orada arttırmıştır. Gerçekten de kapitalizmin en önemli özelliklerinden biri, teknolojik gelişmelerin rastgele değil sistematik bir şekilde ve kapitalist rekabet mekanizmasının bir sonucu olarak muazzam hızda ilerlemesidir. Ancak bu teknolojik gelişmelerin pek azı gündelik hayatımıza yansır. Bunun nedeni, teknolojik gelişme potansiyellerinin, sadece paraya çevrilebilir olanlarının hayata geçmesidir. Gelişmenin amacı, kar etmeden toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına dönüştürüldüğünde, hem gündelik hayatı kolaylaştıracak, hem de ekonominin planlanmasını olanaklı kılacak bir sistemin oluşturulması mümkündür.

Buna ek olarak, planlama bir teknik olarak farklı düzeylerde zaten hal-i hazırda uygulanmaktadır. Örneğin üretim ve yönetim birimleri mekansal olarak farklı konumlanmış olan çok uluslu firmalar, gerek üretimde, gerek finansmanda, gerekse ürettiklerinin pazarlanmasında çok titiz planlama teknikleri uygulamaktadırlar. Dolayısıyla amaçları farklı olsa da, kapitalizm içinde dahi, firma düzeyinde de ülke düzeyinde de planlama zaten uygulanan bir yöntemdir.

Son olarak teknolojik gelişim düzeyi ile ekonomik planlamanın demokratik bir şekilde hayata geçmesi için gerekli olan altyapıyı sağlanmıştır. Dolayısıyla demokratik planlamanın hayata geçirilememesinin önünde teknik bir neden yoktur. Demokratik planın önündeki engel siyasidir. Farklı bir terminoloji ile söylersek, üretici güçlerin gelişiminin önünde duran yegâne güç özel mülkiyet rejiminin korunmasına dayanan üretim ilişkilerinin kendisidir.

 

Özyönetim, Katılım ve Demokratik Planlama

Son olarak, demokratik planlama üzerinde yeniden düşünürken üzerinde durmamız gereken bazı tartışma başlıklarına değinmek istiyorum. Bunlardan ilki, özyönetim uygulamaları ile demokratik planlamanın birbiriyle çelişmediği, aksine bu iki pratiğin birbirini tamamlayıcı olduğudur. Özyönetim, işyeri düzeyinde çalışanların yönetime katılımı ya da siyasi düzeyde belli bir yerellikte insanların siyasi yönetime katılması anlamlarında kullanılmaktadır. Konunun işyerlerindeki özyönetim boyutunu ele alırsak, bu gibi deneyimlerin Dünya’da ve Türkiye’de genellikle ekonomik krizler sırasında ortaya çıktığını söyleyebiliriz. İşgal fabrikaları ile özyönetim deneyimleri, yaygın bir şekilde Latin Amerika’da, yakın zamanda başlayıp halen süren Faralib deneyimindeki gibi Fransa’da ve 1969’daki Alpagut, 1980’deki Yeni Çeltek ve günümüzdeki Kazova gibi örneklerle Türkiye’de yaşanmaktadır. Bu deneyimler, hem fabrikaların çalışanların yönetime katılımlarıyla birlikte demokratik bir şekilde yönetilebileceklerini göstermeleri, hem de bu gibi durumlarda ortaya çıkabilecek sorunları görebilmemiz açısından önemlidir.

Ancak bu modelin sınırlılıkları vardır. Bu sınırlılıkların en önemlisi, bu işgal birimlerinin piyasa rekabetine tabii olmalarıdır. Zira bu piyasa rekabeti, firmanın iç organizasyonundan bağımsız olarak (demokratik ya da kapitalist) her bir firmanın üzerinde olan daha ucuza üretme baskısını ifade eder. Örneğin İspanya’nın Bask Bölgesi’nde 1956 yılında kurulan ve bugün 147 şirketi bünyesinde barındıran ve 80.000 çalışanı olan Mondragon işçi kooperatifi, kuruluşundaki özelliklerinin çoğunu, diğer firmalarla rekabet etme zorunluluğu nedeniyle giderek yitirmek zorunda kalmıştır. Dolayısıyla işyerlerindeki özyönetim deneyimleri, gerçekten de birer deneyim olarak çok değerlidir. Ancak piyasa sistemi sürdüğü sürece kalıcı bir alternatif olmaları mümkün değildir. Özyönetimlerin daha da kurumsallaşarak gelişebileceği yegâne alternatif, ekonominin demokratik planlamasıdır.

Bir diğer tartışma başlığı, planlamanın demokratiklik unsurunun özünü oluşturan katılım konusudur. Ekonomik planı demokratik kılan en önemli mekanizma katılım kanallarının, sisteme eklenmiş dışsal bir unsur olarak değil, sistemin ayrılmaz bir parçası olarak kurgulanmalarıdır. Bu anlamda özyönetim birimleri üzerinden organize olacak bir merkezi planlama, bireylerin karar alma süreçlerine katılımını sistematik hale getirmenin bir yolu olacaktır.

Son olarak işaret etmemiz geren bir nokta, planlama dendiğinde akıllara, ekonominin plancı teknokratlarca yönetildiği bir kurgu gelebileceği, ancak akıllara kötü bir örnek olarak gelen bu teknokratik planlama türünün olası tek plan biçimi olmadığıdır. Burada kilit nokta planın demokratik niteliği, yani plan önceliklerinin belirlenmesinde katılım kanallarının açık olması ve uygulama sürecinin esnekliklere ve geri besleme mekanizmalarına açık olmasıdır. Dolayısıyla demokratik planlamayı kendi başına bir amaç değil, gerçek demokrasinin kurulabilmesi için geliştirilen araçlardan sadece biri olarak kurgulamak gerekir.

 

Sonuç: Demokratik Planlamayı Yeniden Tartışmak

Toparlamak gerekirse, bu yazı ile ekonomik demokrasinin yokluğunda siyasi demokrasinin eksik kalacağı ve demokratik planlama olmadan da ekonomik demokrasinin gerçekleşmeyeceği fikirlerini yeniden tartışmaya açmak istedim. Bu iki vurgu, gerek sistem karşıtı sosyal hareketler için, gerekse kapitalizm sonrası bir toplum alternatifi oluşturmak için birer başlangıç noktası niteliğindedir. Bu başlangıçtan sonra teknik ve siyasi düzeyde karşılaşılabilecek pek çok pürüzlü alan olacaktır. Ancak insanlığın kaderinin piyasa mekanizması ve özel mülkiyet rejimi tarafından belirlenmesine karşı demokratik bir irade olarak planlama seçeneği üzerinde düşünmek ve bunu geliştirmek, biz istesek de istemesek de, yaşanan ekolojik ve ekonomik krizler sonucunda önümüzdeki dönemde giderek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkacaktır. Gerçek demokrasinin nasıl kurulacağı üzerinde ciddiyetle durmanın vakti geldi, geçiyor bile!

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.