Düşünce ve Kuram Dergisi

Ekonomik Soykırım Kıskacında Kürdistan

Önder Şanlı

Sömürgecilik her ne kadar kapitalizmin sistemleşip yayılmasıyla ifade edilmişse de çok daha eskilere dayanan bir olgudur. Devletli uygarlık sisteminin ortaya çıkmasıyla başlamıştır, sömürgecilik. Kendi iç tekelini kuran her devlet dışa yayılma eğilimini göstermiştir. İlk yayılmayı gerçekleştiren, tüm devlet oluşumlarının kök hücresi konumunda olan Sümerler olmuştur. Daha M.Ö. 2500’lerden sonra bir Sümer emperyalizmi ve kolonyalizm yaşanmıştır.

Devletli uygarlık sistemi, karakteri ve var oluşu gereği siyasi ve ekonomik olarak güçlenmek, ordusunu beslemek için yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynağına sahip coğrafyalara saldırır, denetimine almak ister.  Bu onlar için bir zorunluluktur. Ortaya çıkan tekel genişlemeden varlığını sürdüremez. Durağanlık, çürümek; ekonomik ve siyasi olarak da duraksama zayıflama ve dağılma demektir. Yanı sıra var olmak için yanı başındaki rakip gördüğü güçleri ya kendi uydusuna alır ya da yok eder. Yayılma, devletli uygarlığın karakteri gereğidir diyoruz. Neden? Çünkü yayılma yapılan üretim fazlası başka pazarlara inme ihtiyacı duyar. Yine tekniğin gelişip yetkinleşmesiyle profesyonel orduların doğmasına ve kurumlaşmasına, yine çoğalan ihtiyaçlar yayılmasını zorunlu kılan belli başlı nedenler olarak kısaca belirtilebilir. Yayılma askeri olduğu gibi kültüreldir de. Sümerler ve ardılları olan Babiller hem kültürel hem de askeri olarak çevresine yayılıp koloniler oluşturmuşlardır. Sargon emperyalizmi tarihe ilk damgasını vuran sömürge imparatorluğudur. Daha sonrakiler onun genetik varlığıyla hayat bulmuşlardır. Sömürgeci yayılmacılığın bu genel karakteri en acımasız haliyle Kürdistan coğrafyasında yaşanmıştır ve yaşatılmaya devam etmektedir. Kürdistan ekonomik sömürü (sadece ekonomi değil; diğer alanlarda da keza, konumuz gereği ekonomi) soykırım kıskacına alınarak bitirilmeye, yok edilmeye veya başkalaştırılmaya çalışılmıştır.  Kürdistan coğrafyasının yeraltı ve yerüstü zenginlikleri nedeniyle tüm sömürgeci güçlerin iştahını kabartmış, üzerinde dalaşmanın savaş alanı olmuştur.

Genele dönersek, Ortadoğu tarih boyunca sömürgeciliğin hayat bulduğu alandır. Nasıl ki; uygarlığı doğuran maddi ve manevi her şeyin ilki bu bölgede hayat bulmuşsa sömürgeciliğin de ilki ve temeli bu kadim bölgede atılmıştır. Sömürgeciler Ortadoğu’nun yanı sıra başka alanları da kontrollerine almak istemişlerdir. Ticaretin tüm önemli liman ve hatlarını denetimlerine almışlardır: Basra Körfezi, Kızıldeniz, Kafkasya hattı gibi stratejik yerler.

Sömürgecilik tarih boyunca değişik şekiller alabilmiştir. Ticarete dayalı imparatorluklar, daha çok kolonileştirme bir sömürgeci tekel oluşturmuşlardır. Örneğin; Fenikelilerin Akdeniz kıyısındaki kolonileri buna örnektir. Yunanlıların da Ege, Karadeniz ve İtalya kıyılarında kolonileri gelişmiştir. İlk dönem Sümerlerin de Zagros ve eteklerinde, Kuzey Mezopotamya’da koloniler oluşturduğu bilinmektedir. İlk dönem Asurluların tarzı da koloniciliktir. Koloniciliğin sömürgecilikten farkı ticaret tekeline dayalı olmasıdır. Bir nevi ticaretin istasyonlarıdır. Sınırlı bir askeri zor uygulansa da ve denetici organlar oralara yerleştirilse de, bu koloniler kendi içinde örnektirler. Ancak ticari olarak kolonilist tekele bağlıdırlar. Sömürgecilik ise daha çok askeri işgale dayanır. İşgal edilen bölge tümden denetim altına alınarak o bölgenin tüm alt ve üst zenginlik kaynakları denetim altına alınır.

Bu zenginlik kaynakları çoğunlukla yerel halk kullanılarak (köle gibi) çıkartılırlar, imparatorluk merkezindeki fabrikalara taşınır, orada işlenir, iç ve dış pazara sunulur. Yine sömürge ülkenin askeri gücünden de faydalanır. Sömürgenin en tipik özelliği; sömürgeleştirilen bölgelerden vergi alınması, savaş zamanında asker alınması, bağımsızlık davası gütmemeyi, dış devletlerle kendi başına ilişkiye girmenin engellenmesidir. Bunun dışında bu bölgelerin özerk bırakıldığı da olmuştur. Özellikle feodal imparatorlukların uyguladığı yöntem budur. Böyle de olsa sömürgecilik açısından sömürge altına alınan bölgenin askeri, siyasi, ekonomik kontrolünün sağlanması olmazsa olmazdır. Yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının nasıl merkeze alınacağı şartlara göre değişebilir. Örneğin; ticaret imparatorlukları açısından önemli olan bir bölgenin tümden işgali ve o bölgenin zenginliklerinin köleci ya da feodal tarzda imparatorluk merkezine akması değildir. Önemli olan o bölgelerin kendi pazarı olarak kalması, bölgenin ticaret tekelinin onda olması ve diğer pazarlara açılmak için bir istasyon olmasıdır. Ancak klasik köleci imparatorluklarda bir bütünen bölgenin işgali; kontrol altına alınması, bölgenin zenginliklerinin köleler aracılığıyla çıkarılıp taşınması, kölelerin madenlerde, plantasyonlarda çalıştırılması temel yöntemler olmuştur. Bu kölelerden lejyonlar oluşturma da diğer bir uygulamadır. Bu özellikle Asur İmparatorluğu’nda, Mısır İmparatorluğu’nda, daha sonra Roma İmparatorluğu’nda uygulanan yöntemdir. İşgal edilen bölgelerin daha çok lojistik deposu olarak düşünüldüğü imparatorlularda, işgal bölgesindeki bölgeden yıllık vergi alma yöntemine geçilmiştir.

Çok genel olarak tanımladığımız ve kimi özelliklerini sıraladığımız kolonicilik ve sömürgeciliğin Kürdistan’da nasıl tezahür ettiğini vermeye çalışacağız. Ancak daha çok ekonomik açıdan sömürge devletlerin Kürdistan ile olan ilişkilerine değinmeye çalışacağız. Kuşkusuz sömürgecilik siyasi, askeri ekonomik, psikolojik, toplumsal, coğrafi gibi birçok yönü olan bir olgudur ve bir bütündür. Konuları birbirinden soyut ele almak mümkün değildir.

Bilindiği gibi Kürdistan Toros- Zagros dağ kavisleri içinde Verimli Hilal olarak tabir edilen neolitik devrimin yaşandığı bölgedir. Kürtler de bu bölgenin otantik halklarındandır. Aryen olan Kürtler tarih boyunca değişik isimler almışlardır. Genel olarak Hurri (Sümer adlandırması) olarak bilinir. Guti, Kasit, Mitani, Nahari, Med, Kurdi, Kardi, Kurti, Kürt tarih boyunca değişik halklarca verilen adlandırmalardır. Kürtlerin yaşadığı bu bölgeye de Sümerler Hurri, Akadlar Guti, Babilliler Kasit, Asurlar Medya, Luviler Gundwana, Grekler Medya ve Karduleyan demişlerdir. Araplar daha çok Beledi Ekrad (Kürt Bölgesi) demişlerdir. Nahiriler de (Su halkı) Asur döneminde diğer bir adlandırmadır. Mitanniler, Hititler dönemindeki adlandırmadır. Kürdistan ismi Kürtlerin yaşadığı bölge anlamındadır. İlk defa Selçuklu Sultanı Sancar tarafından kullanılmıştır. Osmanlı da Kürdistan olarak kullanmıştır. Fatih fermanında geçmektedir. Yavuz Sultan da Kürdistan beyleri ile anlaşmaya gitmiştir. Kürtler, Osmanlı Mebusan Meclisi’ne ve TC’nin ilk meclisine de Kürdistan mebusları olarak katılmışlardır. 1924’ten sonra Kürdistan kullanımı kaldırılır. Çok kısa olarak verdiğimiz Kürdistan olgusu tarih içinde ne tür bir kolonileştirme ve sömürgecilikle karşılaşmıştır? Şimdi de buna bakalım.

 

Neolitik Kültürden Sümer Koloniciliğine – Ara Halka Ubeyd

Neolitik kültürün beşiği Verimli Hilal Kürtlerin yaşadığı alanlardı. Göbeklitepe’ den (M.Ö. 10- 12 bin) başlayan bu süreç Tel Xelaf kültürünün de zirvesine ulaşır. Ortaya çıkan verilere göre, bu süreçte Mezopotamya’nın bereketli topraklarından geçerek bölgelere yayılan bir kültürün olduğu anlaşılıyor. Uygarlık açısından gerekli tüm kültür öğelere ulaşmıştı. Tarım kültürü köy- kent (proto-kent) kültürü, inanç kültürü, ticaret kültürünün de çevre bölgelere yapıldığı biliniyor. Hatta bu ticaretlerin kayıtlarının da tutulduğu, uzak bölgelerle (örneğin Akdeniz bölgesine) ticaret yapıldığının kanıtı da Yukarı Mezopotamya orijinli çanak- çömlek gibi ürünlerin varlığıdır. Bu ticaret ve yayılmanın bir sömürgecilikten ziyade, kültürel ekonomik alış-veriş temelinde olduğu açık. Zengin olan bu dönemi Kürdistan toprakları açısından zengin ve bağımsız bir dönemdir.

El Ubeyd kültürünün kültürel olarak Kürdistan’a da yayıldığını biliyoruz. Bir ticari tekel- egemenlik söz konusudur. Kuşkusuz bu askeri bir nitelikte değildi. Zengin, güçlü El Ubeyd kültürünün (çanak- çömleklerinin) pazar anlamını gösteriyor. Bu süreci sömürgecilik olarak değerlendirmek zorlama olur. Zira işgal ve zenginliklerinden faydalanma söz konusu değildir. Kaldı ki; El Ubeyd şehirleşme ve devletleşme eğilimi gösterse de halen tekelci bir uygarlık haline gelmemiştir. Neolitik kültür ile devletli kültür arasındaki halkadır, proto Sümer şehir- devletlerinin habercisidir. Kürdistan bölgesi ile ilişkisini ticari olarak proto-kolonyalizmin habercisi olarak görmek mümkün olsa da, gerçekleşen nitelikli olan El Ubeyd kültür ürünlerinin kendine Kürdistan’ da pazar bulmasıdır.

 

Sümer Uygarlığı (M.Ö. 3500) ve İlk Kolonileşme Süreci

Sümer şehir devletleri ortaya çıktıktan sonra kültürel yayılmacılığı ele geçirdi. Bugün devletli uygarlığın birçok öğesinin (maddi- manevi) Sümer orijinli olduğu biliniyor. Sümerlerin birçok bölge (Mısır, Hindistan, Kafkasya, Kürdistan ve Ortadoğu’nun geri kalan bölgeleri) ile ticari ilişkiler geliştirdiği bilinmektedir. Sümerler diğer alanlarda olduğu gibi koloniciliğin de ilk örneğini vermiştir. Saydığımız birçok bölge ile ticari ilişkisi (ihracat- ithalat) içindeydi. Kolonicilikten çok, dış pazar demek belki daha doğru olur. Sümerler lazım olan birçok şeyi bu bölgeden temin ediyorlardı. Bununla birlikte Gılgameş Destanı’na yansıyan öykü ( Enkidu ve Humbaba) Sümerlilerin askeri yana dayalı kolonicilik hareketine giriştiğini göstermektedir. Yani bu ticaret tümden gönüllü değildi. Çevre bölgeleri kendi tekeline alma, ham mamullerini buralarda ucuza ya da bedava (vergi) ile zorla alma eğiliminde oldukları da görülüyor. Bu açıdan Kürdistan bilinen ilk kolonileşme harekâtı işe karşı karşıya kalmıştır. Bu bölgelerin başında Aşağı Zagroslar’da bulunan Elam Bölgesi ( baş şehirleri Susa idi ) dir. Sümerlerden Akadlara kadar Elamlılar ( M.Ö. 2200 ) gönüllü ya da zorla kolonileştirilmeye çalışılmıştır. Ancak Akad Sargon’a kadar bu bölge direkt işgal edilememiştir. Daha çok diplomatik ilişkilerle bir pazar ( ithalat ve ihracatın yapıldığı ) olarak kullanılmıştır. Diğer Kürdistan bölgesi, Gılgameş Destanı’na da yansıyan Humbaba öyküsüdür. Bu alanın Lübnan’dan Toros Dağ eteklerini kapsayan alan olduğu tahmin ediliyor. Sedir ağaçları ile zengindir. Sümer ovası bu açıdan fakirdir ve ev, gemi vs. yapımında dayanıklı sedir ağaçlarına şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Dolayısıyla bu örneği bir ticaretten ziyade; direkt bir işgal, kontrol ve kendine bağlama, sömürgeleştirme olarak değerlendirebiliriz. Enkidu’nun işbirlikçileştirmeyi merkezi Sümer Devleti’nin çevre ülkeleri düşürme, kontrol ve yönetme açısından ( sömürge açma ) önem taşır. Ya da onun sembolüdür. Eğer bir bölgeye dönük sömürgeci bir hedef yoksa neden o bölge insanından işbirlikçi devşirilsin ki? Nitekim Gılgameş sedir ağacı için Enkidu ile sefere çıkar; ancak bu sefer esnasında Gılgameş’in askeri birliğini (ordusunu) ormanlık alana götürmemesi, vadinin başında bırakması (yanında sadece Enkidu vardır), Humbaba’yı yakaladıktan sonra öldürmek istemeyişi; bize henüz sert bir sömürgeleştirmeden ziyade, içinde zoru barındırsa da işbirliğine dayalı bir kolonileştirmeyi tercih ettiğini gösterir. Enkidu’nun ısrarıyla Humbaba’nın öldürülmesi, işbirlikçiliğin sömürgecilikteki rolü açısından çarpıcıdır. Çözümlenmesi ayrı bir çalışmanın konusudur. Yine Sümerlerin Kafkaslar ile ticari ilişkisinin olması, yine Urmiye Gölü çevresinde çıkan kristal ve kimi değerli taşları getirmeyi buralarda da (ki buralarla ilişkide olmak tüm Kürdistan’ı etki altına aldığını gösterir) pazar oluşturduğu, ticari temel kurduğunu gösterir. Kürdistan bölgesinin bu süreçte orman ürünleri (başta ağaç), tarım ürünleriyle ( başta buğday ), hayvan ürünleriyle ve kimi değerli taşlarla Sümer’i besledikleri muhakkaktır. Bu hamlenin Sümer şehirlerine (Ur hanedanlarına) yakın (Elam ve Lübnan sahası) daha bir askeri denetim, müdahaleye yakın ve kolonileşmeye maruz kaldıklarını uzak bölgenin ise daha çok ihracat ve ithalat yapılan pazar (ticari etki – tekel sahası) olduklarını söylemek mümkündür. Yine de Sümer şehir krallıklarının Elam bölgesini tümden işgal edememesi, Humbaba örneğinde kontrolü zor uygulaması, geniş, güçlü bir kolonileştirmenin de gerçekleşmediğini göstermektedir. Uygarlığın kültürel gücü ile etki altına alınana ve pazar alanına dönüştürülen bölgelerden bahsetmek mümkündür. Salt güç uygulansa da bir işgal, askeri kontrol söz konusu değildir.

 

Akad İmparatorluğu Dönemi

Amorit olan Akadlar Lur hanedanlığına son vererek Aşağı Mezopotamya’da iktidarı ele geçirdiler. M.Ö 2350- 2150 hüküm sürdüler. Ünlü kral Sargon, aşağı Sümer şehirlerini de ele geçirerek her iki bölgenin hükümdarı oldu.

Akadlar zamanında Kürdistan bölgesine dönük işgal ve sömürgeleştirme şiddetlenmeye başladı. Sümer şehir devletlerinden farklı olarak Akadlar, imparatorluk sistemini geliştirdiler. Güçlü bir ordu kurdular. Çevre bölgeleri ele geçirme ve kontrol altında tutmada zoru daha çok kullandılar. Aşağı Sümer şehirlerini ele geçirmek nispeten daha kolay olmuştu. Kürdistan bölgesini, Aşağı Zagroslarda Elam bölgesini ele geçirmek o kadar kolay olmadı. Ancak yine kontrol altına alındı. Orta Zagroslarla bulunan Gutiler üzerinde de baskılar artırıldı. Alanın dağlık olması kontrolü tümden zorlaştırsa da, bu bölgelerde Akad’ın askeri, siyasi ve ekonomik etkisi arttı. Ağır vergilere tabi tuttu. Akad dili Sümercenin yerine Ortadoğu’da öne geçti. Uzunca yüz yıllar boyunca Akadcanın diplomasi dili olması zamanında Akad İmparatorluğu’nun siyasi ve kültürel olarak da etki ettiğini göstermektedir. Nihayetinde Akadlar zamanında Kürdistan coğrafyasının direkt işgal, kontrol ekonomik sömürüyle daha çok karşılaştıkları ve zorlandıkları ortadadır. Akad sömürgeciliği Kuzey Kürdistan bölgesine aynı düzeyde nüfuz etmese de, orta ve aşağı Kürdistan- özellikle orta ve Güney Zagros alanlarında daha güçlü hissedildi. Akad’a karşı saldırının şiddeti de Akad’ın Kürdistan bölgesine olan sömürgeci politikalarının şiddetini göstermektedir. Nitekim Sümerli rahiplerin ittifakıyla Gutilerin Agade’ye saldırarak yerle bir etmesi ve Akad İmparatorluğu’nu yıkıp yerine Guti Krallığı’nı (M.Ö. 2150- 1050) kurması da, Akad’ın sömürgeci politikalarının şiddetini gösterir, bir nevi proto-Asur-Med süreci yaşanmıştır.

 

Babil İmparatorluğu Süreci

Guti krallığı 100 yıl yaşayabildi. Sümerli rahipler Guti hâkimiyetine son verdi. Bir yüzyıl sonra da M.Ö. 1950’de de Babil İmparatorluğu ortaya çıktı. Babil tarihi üç döneme ayrılır. Bu uzun üç dönemde Babil ile Kürdistan bölgesi ilişkileri klasik imparatorluk ilişkilerinden ittifaklara kadar varan çeşitlilikler gösterir. İttifak son dönem için belki daha çok geçerlidir. Belki Kassitlilerle kurulan ilişkilerde de. Tabi Babil de bir imparatorlukta olması gereken özellikleri taşıyordu. Akadların başlattığı imparatorluk sistemini siyasi, ekonomik, hukuki ve askeri olarak genişletti. Tüm Mezopotamya’yı, Mısır’a kadar Ortadoğu’yu sömürge sistemi içine dahil etti. Kürdistan bölgesini de kontrol altına almaya çalıştığı, özellikle ilk dönemde bunu başardığı görülüyor. Bu sömürgeciliğin ekonomik zenginliği Babil’e taşıma, dağlık alanlardaki aşiretleri kontrol altına alma, hem pazara açma hem askeri gücünden faydalanma temelinde olduğu görülüyor. Ekonomik ve kültürel olarak Kürdistan coğrafyasının ilk çözülme sürecinin Babil İmparatorluğu döneminde yaşandığı söylenebilir. Aşiret yapısından düşen birçok Kürdün Babil kentlerine indiği, buraların varoşlarında işçi olarak çalıştığı, içlerinden bazılarının (yetenekli ve zeki olanların) Babil bürokrasisi içinde yükseldiği görülüyor. Bu çözülme Babil’in uyguladığı sömürgeci sistemin toplumun ekonomik yaşamını çok olumsuz etkilediğini, fakirleştirdiğini, kültürel bağı gevşettiğini gösteriyor. Bu anlamda Babil’in uyguladığı sömürgecilik hem Kürdistan’ın zenginliklerinden (vergilendirme yoluyla) faydalanmak, hem aşiretlerin askeri gücünden faydalanmak, hem uygarlık kültürü ve ekonomisi ile entegre etmek, hem de işçileştirme, yetkinleştirme temelinde olduğu anlaşılıyor. Sömürgeciliğin bu düzeyde geliştirilmesine tepki de sert oldu. Kassitler Babil’i işgal edip yıktı ve Kassit egemenliğini Zagroslardan Akdeniz’e kadar olan alanda yaydı (M.Ö. 1675).

İkinci dönem Babil’inde ise bu sefer Mitanni ve Hitit konfederasyonunun karşı koyuşu söz konusu. Babil tek emperyal güç değildi. Hem Kürdistan coğrafyası hem tüm Ortadoğu coğrafyası üzerinde sömürgeci emperyal hesapları olan diğer hegemonik sistemler de olmuştur. Bunlardan biri Mısır’dır. Diğeri gelişmekte olan Asurlulardır. Ama en güçlü başkent Hattuşa, yani Hititlerdir. Kürdistan coğrafyası bu üç imparatorluğun hedefindedir. Hititler daha çok kuzey, orta ve Rojava Kürdistanı’na; Babil Güney Kürdistanı’na ve Güney Zagros alanına; Mısır ise Rojava Kürdistanı’na sirayet etme arayışındadır. Yeni yetme Asur ise ticaret tekeli, pazarları ile sömürü alanı açmaktadır. Bununla beraber Kürtlerin bu dönemde daha çok Hititlerle ittifak halinde, Babil’e ve Mısır’a karşı bir duruş içinde olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni de Hititlerin de Hurrilerin bir parçası olması, inanç, kültür, dil olarak Hurri kültürünün yoğun etkisinde olması ve kabul etmesidir. Yine Hitit İmparatorluğu’nun uyguladığı sistem, Kürtlerin özerkliğini kabul eden politikası da bunda etkili olmuştur. Hititler köleci imparatorluk olsa da, ortaçağ feodal (Osmanlı gibi) sistemine daha yakındır. Federal bir sistemi esas alır. Hegemonya altına aldığı yerlerin özerkliklerini kabul eder. Bu bölgelerden vergilerini savaş zamanında askeri destek vermelerini ve bağımsızlık davası gütmemesini ister. Bunun dışında o ülkeleri kendi içinde özerk bırakır. Dönemine göre yumuşak bir sömürgecilik uygulamıştır. Dolayısıyla Kürt-Hitit ilişkileri (ki o dönem Mitanniler adı altında orta ve Rojava Kürdistanı’nda da egemenlik kurarlar) bir ittifak ilişkisine benzer. Dönem dönem Mitannilerin Hititlerin denetimine girdiğini, yerel krallık olarak Hitit İmparatorluğu çatısı altında yer aldığı, dönem dönem başkaldırdığını, Hititlerin bu başkaldırıları bastırdığı görülüyor. Mitanni ister tam bağımsız, ister imparatorluk içinde özerk bir bölge olsun, Kuzey ve Kuzeybatı (Rojava) Kürdistanı’nın Hititlerin askeri, siyasi ve ekonomik etki alanı içinde olduğu ve sömürüldüğü açıktır. Ancak esas olarak Mitannilerin yabancı olan Mısır’ı Kürdistan’da istemedikleri ve yine daha sert bir imparatorluk sisteminin devamcısı olan ve kültürel olarak da kendilerinden olmayan (Babiller Amorit- Sami, Kürt ve Hititler ise Aryen ve Hurri idiler) Babillere karşı daha sert tutum aldıkları, böylece Hititlerle ittifakı tercih edip Babil’e saldırdıkları ve yıktıklarını (M.Ö. 1596) görüyoruz. Babillerin son dönemi Asur’a karşı ittifak ilişkisi içindedir. Babil halen çevre bölgenin zenginliklerini çekmede güçten düşmüştür. Sasani sömürücü devlet olmaktan çıkmıştır. Hititler yıkılmıştır. Mısır Sina çölünün gerisine çekilmiştir. Kürdistan ve Ortadoğu yeni ve acımasız bir sömürgeci imparatorlukla karşı karşıyadır.

 

Sömürgeci Asur İmparatorluğu

Asur İmparatorluğu ( M.Ö. 2000- 600 ) sömürgeciliği en acımasızca uygulayan bir sömürgeci imparatorluk oldu. Tüm Ortadoğu’yu sömürge haline getirdi. İsrail Krallığı’nı ortadan kaldırıp köleleştirdi. Mısır’ı ele geçirdi. Kuzey ve Güneybatı Kürdistan’ı ele geçirdi. Kuzeyde Lice’ye kadar uzandı, Malatya, Adıyaman’ı da içine alan bir coğrafyayı kontrolü altına aldı. Asur’a karşı Kürtler üç bölgede bir direniş hattı oluşturdu. Orta Kürdistan’da Nahiriler (Su halkı); kuzeyde Urartular ve doğuda Zagros dağlarında Medler… Adlar farklı olsa da her üçü de Hurri (Kürt) idiler. Urartular içinde Ermeniler de bulunuyordu. Nahiri bu federasyonun Botan bölgesinde Asurlulara karşı belli bir direnişten sonra yıkıldı. Ancak Urartu Krallığı bir bend gibi Asurluların önünde durdu, bölgeyi tümden ele geçirip Kafkasya’ya uzanmalarını engelledi. Med kabileleri de dağlarda direniş gösteriyorlardı. Asurlular Kürtleri Med olarak isimlendirdiler. Bu Med-maden ismi “maden” ile ilişkilidir. Yüzyıllarca Kürdistan’da ve Anadolu’da ticaret yapan Asurlu tüccarlar Kürdistan’ın maden açısından zenginliğinden haberdardırlar. Bakır-tunç uzun süredir bulunmakta, demir cevherleri Hititler döneminde işlenmeye başlanmıştı. Demirci Kawa efsanesi de Kürtlerin demircilikte usta olduklarını gösterir. Özcesi demir, o çağ açısından oldukça önemliydi. Asurlular demir yönünden zengin bölgeleri ele geçirmek için sert saldırı ve işgal hareketlerine girdi. Özellikle Urartuların ve Med kabilelerin Zagroslardaki direnişi Asurluların önündeki en büyük engeldi. Bu yüzden Asurlular yöntemlerini sertleştirdiler. Kürdistan tarihi açısından ilk defa böylesine sert yıkıcı bir sömürgecilikle karşı karşıya kaldığı söylenebilir. İşgal edilen bölgeler yakılıp yıkılıyor, insanları esir alınıyor, kellelerinden kaleler inşa ediliyor, kalanlar köle olarak en zor işlerde çalıştırılıyordu. Asur kralının yarasını iyileştirmek için her gün iki Kürt çocuğunun beynini yemesi aslında uygulanan sömürgeciliğin vahşetini gösterir. Kürdistan’ın sadece tarımı, hayvansal ürünleri, ormanları, suları değil; madenleri de sömürüye açılmıştı. Buna karşı Kürdistan’da sömürgeciliğe karşı sert direnişler de yaşanmıştır. Kürtler M.Ö. 612’de Ninova’yı ele geçirip Asur Sömürgeciliğine son vermiştir. Sağlanan bağımsızlık süreci fazla sürmedi. M.Ö. 550’de Kürtler stratejik olarak darbe yediler. Bir iç darbe ile iktidar Pers egemenliğine geçti.

 

Pers İmparatorluğu Süreci (M.Ö. 650- 330)

Pers İmparatorluğu’nu kuran Kiros yarı Kürt yarı Pers idi. Persler de Kürtler gibi Aryen ve Zerdüşti idi. Dolayısıyla bu değişiklik yabancı bir işgalden, aile içi iktidarların değişmesi gibiydi. Yine de siyasi etkileri çok derin oldu. Zerdüşti rahip olan Magların başı, darbe girişimi de boşa çıkarıldıktan sonra artık bir ortaklıktan ziyade, Pers hâkimiyetinden bahsetmek gerekir. Yine de ortak Aryen köken, dil yakınlığı, inanç birliği ve ortak yönetim olguları ile Pers imparatorluk sisteminin sert askeri yöntem yerine siyasi ve diplomatik olarak bölgeleri bağlama ve özelliklerini tanıması, sömürgeciliğin manevi olarak sarsıntısını yumuşattı. Yine ilk dönemlerde Medlerin kültürel olarak etkili oldukları anlaşılıyor. Grek tarihçisi Herodotos’un Pers ülkesinden Medya olarak ve daha çok Medya Kürtlerinden bahsetmesi, kültürel olarak Medlerin üstün durumlarını koruduklarını gösterir. Orduları Kürtlerin kontrolündeydi. Kürtler siyasi iktidarı kaybetse de, ekonomik kültürel açıdan pozisyonlarını koruduklarını gösterir. Kürdistan zenginlikleri Perslerin siyasal hegemonyasının elinde oldu.

 

Makedonya İmparatorluğu Süreci

M.Ö. 330’da Büyük İskender Pers İmparatorluğunu yıkmasıyla Kürdistan, Makedonya ve sonrasında da Selçukluların sömürgeciliği altına girdi. Bu durum askeri zorla oldu. Zenginlik kaynakları Makedonya İmparatorluğu’nun kontrolüne geçti. Ancak İskender’in doğu ve batı kültürünün sentezine dayalı bir dünya imparatorluğu kurmak gibi bazı hayalleri Ortadoğu’da ve Kürdistan’da Helenistik kültürün etkisini arttırdı. Kürdistan’da daha çok Helen kültürü ile tanıştı ve kaynaşmalar yaşandı. Bilinen on bin askerini Kürt kızlarıyla evlendirme bunun sembolik ifadesidir. İskender’in Helen kültürü ile doğu kültürünü Kürdistan’da sentezlemeye çalışması kültürel, zihni, vicdani, siyasi açıdan bir canlanmayı ifade eder. Bu süreçte Kürdistan doğuda Perslerin devamı olan Partlar, sonrasında Sasanilerin, batıda da Roma ve Bizans’ın sömürgesi altına girmiştir.

 

İslamiyetin Çıkışı ve Arap İslam İmparatorlukları Süreci (M.S. 622)

İslamiyetin çıkışı tüm Ortadoğu ve dünya olduğu gibi, Kürdistan için de yeni bir durum yarattı. İslamiyetin kısa sürede Emevi ve Abbasiler ile genişlemesi Kürdistan’ı Arap-İslam İmparatorluğu’nun sömürgesine açtı. Kürtler karşı çıkarak direndiler. Sonuçta bastırıldı ve İslamiyet Kürtler arasında yayıldı. Bu yeni bir durumdu. Yeni bir din ve kültür yayılmacılığı da söz konusu. Kürtlerin bir kısmı farklı inanç ve mezheplerini korusalar da, yine de İslamiyet kısa sürede yayıldı. Araplaşma geliştirildi. Kürdistan zenginliklerini önemli bir lojistik kaynak haline getirdiler. Sömürgeleştirilen Kürdistan, hem maddi hem de manevi açıdan zarar gördü.

 

Selçuklu Osmanlı Süreci (1299- 1923)

Kürtler aynı inançta olduğu her iki imparatorlukla ittifak politikaları geliştirmiş, içte özerk varlıklarını koruyarak imparatorluklara bağlanmıştır. İstekleri vergilerini vermeleri ve savaşlarda asker vermeydi. Yine Selçuklu Sultanı Sancar’ın Kürdistan ismini kullanmış olmasıyla, belki de tarihin bir cilvesi olarak bu coğrafyayı Kürdistan olarak isimlendiren ilk Türk olmuştur.

Ancak diğer imparatorluklar gibi Osmanlı İmparatorluğu da beylik ve mirlikleri kontrol altında tutuyor, dengeleri gözetiyor, iç çelişkileri körüklüyor ve mirliklerin güçlenmesinin önüne geçiyor. Bu dönemde Safevi Hanedanlığı’yla birlikte böl- yönet politikasına maruz kalınmıştır. 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Kürtler ikiye ayrılmıştır ve Kürdistan halkı giderek birbirine yabancılaştırılmıştır.

Medlerin yıkılışından (M.Ö. 550 ) M.S. 19. Yüzyıla kadar Kürdistan, sürekli yabancı güçlerin kontrolü altında olmuştur. Ekonomik olarak sömürülmüş, askeri gücünden faydalanılmıştır. Ancak bu sömürgeleştirme Kürdistan inkârına varan düzeye ulaşmadı.

 

Uluslaşma Çağında Kürdistan’da Sömürgecilik

yüzyılla birlikte milliyetçiliğin gelişmesi, Osmanlı Devleti’nin de merkezileşme politikaları Kürdistan’da Abdurrahman Paşa isyanı ile başlayan, Rewanduz, Bedirxani ve Şeyh Ubeydullah ile sona eren bir isyan süreci başlattı. Bu isyanlar yenilgiye uğradı. Ancak Kürt halkının sömürgeciliğe karşı direniş kültürüne de önemli bir miras bıraktılar. Kürtlerin aşiret veya dinsel temelde de olsa bağımsızlık davası gütmeleri Kürtler açısından kavimsel duyguları geliştirdi. Yine de yenilgi beraberinde dağılmayı, geri çekilmeyi ve işbirlikçi damarın gelişmesini beraberinde getirdi.

Ancak 20. yüzyılda durum değişti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imparatorluğun dağılması onun yerine ulus-devletlerin gelişmesi sömürgeciliğin de karakterini gösterdi. Kürt ve Kürdistan, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar inkâr, imha, parçalanma, yabancılaşma, asimilasyon ve ekonomik sömürüye maruz kaldı. Lozan Antlaşması ile Kürdistan dörde bölündü. Bunun mimarları İngiltere ve Fransa’dır.  Ortadoğu’da petrolün önemli bir enerji kaynağı olarak ortaya çıkması, emperyalist devletleri Ortadoğu’ya yöneltmiştir. Ortadoğu’nun önemi yeniden artmış, başta İngiltere yanı sıra Fransa ve ardında Almanya yönünü Ortadoğu’ya çevirmişti. Nihayetinde Sykes-Picot ( 1916 ) gizli anlaşmasıyla Ortadoğu’nun, Kürdistan’ın nasıl parçalanacağı planlanmıştı.1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilmesiyle bu plan hayata geçirildi ve Ortadoğu’da ulus- devlet süreci başlatıldı.

Ulus- devletleşme sadece Kürtler ve Kürdistan açısından değil; tüm Ortadoğu halkları açısından yeni bir sömürgecilikti. ‘Deli gömleği’ nin giydirilmesiydi. Nice katliamla sömürgeciliği ve yabancı yönetimi tanımış Kürdistan halkı, ilk defa –özelde modern Türkiye cumhuriyeti ile- inkâr denen ve yerel özerkliklerin kaldırıldığı bir olgu ile karşılaştı.

Kürt ve Kürdistan Lozan Antlaşması ile dörde bölünmüştür. Kuzey Kürdistan Türkiye’ye, Doğu Kürdistan İran’a, Güney Kürdistan Irak’a ve Rojava Suriye’ye bırakılmıştır. Tüm yerel özerklikleri de ortadan kaldırılmıştır. Her ulus-devlet kendi milliyetçiliğini geliştirmiştir. Her dört parçada da direnişler, başkaldırılar olmuşsa da başarılı olamamış, bastırılmışlardır. İsyanları bastırmayla yoğun bir asimilasyon politikası uygulanmıştır.

Ulus-devlete düşen, yerel acentelik rolüdür. Politikalara yön veren ulus-devletin milliyetçi ideoloji ve kapitalist tekellerin çıkarlarıdır. Maddeler halinde sıralarsak:

  1. Lozan Antlaşması ile Kürdistan dört parçaya bölünmüştür. Kürdistan ne ulus- devletlerce ne de uluslararası devletlerce tanınmıştır.
  2. Ulus-devletler milliyetçi ideoloji doğrultusunda “uluslaşma” (Türkleştirme, Araplaştırma, Farslaştırma) politikaları uygulamışlardır.
  3. Egemen ulus-devletler Kürt halkına karşı sürekli ittifak içinde olmuşlardır. Aralarında kendi içindeki Kürtlerin herhangi bir statüye kavuşmaması için sözleşmişlerdir. Diğer bölgelerdeki Kürt hareketleri dönem dönem bölgesel çelişkilerden ve emperyal hesaplardan ötürü desteklense de, hiçbir zaman bu hareketlerin tam başarıya ulaşmasını istememişlerdir. Hareketin güçlendiği alanda diğer egemen ulus-devletle ittifak içinde bastırılmasına yardımcı olmuşlardır. 1929-30 Ağrı isyanında, Türkiye ve İran’ı 1975 Cezayir anlaşması ile İran-Irak Kuzey hareketine karşı örneklerinde olduğu gibi.
  4. Uluslararası emperyalist güçler de aynı politikayı izlemişlerdir. Başta İngiltere olmak üzere; Fransa, daha sonra Amerika çıkarları gerektiğinde Kürt hareketlerini provoke ettikleri, dolaylı destekler sundukları ama yenen ulus- devletlerden istediklerini aldıktan sonra Kürt özgürlük hareketlerinin bastırılması için her türlü askeri, siyasi, istihbari, teknik, diplomatik desteği verdiler.
  5. Ulus-devletler ortaya çıkan isyanlara çok sert yönelmişlerdir. Diplomasi ile taleplerin karşılanması yolu ile çözüme arayışı çok sınırlı olmuştur.
  6. Kürt halkına bir statü vermemek en temel politikadır. Tam bir statüsüzleştirme yaşatılmıştır.
  7. Uluslaştırma adı altında Kürtleri de asimile etme, dil ve kültürlerinden uzaklaştırma ve egemen ulus sistemi içinde eritme temel politika olarak bellenmiştir.
  8. Kürdistan, askeri zorla bastırılma boşaltma; demografisini değiştirme, ve yurdundan çıkarılmakla egemen ulusun değişik yerlerine iskan edilerek eritilme sürecine sokulmuştur. Ekonomik olarak güçten düşürülerek muhtaç bırakılmıştır. Kürt birliğini engellemek için geliştirilen bu politikayla Kürtler göç ettirilmiş, yerine egemen ulus vatandaşları yerleştirilmiştir (örn. Suriye’deki Arap kemeri politikası ).
  9. Kürt dilini yasaklamışlardır.
  10. “Ortak din kardeşliği” adı altında Kürtler, ulusal kimlik aidiyetinden uzaklaştırılmış, işbirlikçileştirilmiştir.
  11. Kürt halkını kendi içinde dinsel, mezhepsel, aşiretsel, bölgesel ve lehçeye göre böl – parçala – yönet politikası da ortak politikalarındandır.
  12. Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, sonuna kadar kullanılmıştır. Özellikle petrol, ulus – devletler ve uluslararası devletler açısından stratejik zenginlik kaynakları olarak tekelleştirilmiştir. Gerek petrol, gerek maden kaynaklarından Kürdistan halkına hiçbir şey düşmemiş, verilmemiştir. Kürdistan kaynakları, egemen ulus şehir – metropollerine taşınmıştır, şirketlerinde kullanılmıştır. Sömürgecilik Kürdistan’a yatırım yapmamıştır. Tarım bilinen politikalar nedeniyle çökertilmiştir. Kürt halkı yoksullaştırılarak mevsimlik işçi olarak kullanılmıştır. Ne kadar angarya ve kullanımlık iş varsa Kürtlere yaptırılmıştır. En zor işlerde çalıştırılmışlardır. Hayvancılık, kirli savaş politikaları nedeniyle çökertilmiştir. 1990’lı yıllarla beraber çatışmaların Kuzey Kürdistan’da yoğunlaşmasıyla Kürdistan, kelimenin tam anlamıyla harabeye döndürülmüş, insansızlaştırma esas alınarak binlerce köy boşaltılmıştır. Kürtler işsizlik nedeniyle ülkesinde kaçakçı olmuştur. Binlerce insanın yaşamını yitirdiği gibi, hemen hemen tutuklanıp cezaevine girmeyen kalmamıştır. Tam bir açık ve kapalı cezaevi hayatı yaşamı reva görülmüştür.
  13. Kürdistan su kaynakları bakımından zengin olmasına rağmen, sularına dayalı üretimden yararlandırılmamışlardır. Bu yönlü GAP dikkat çekicidir. Bölgeyi kalkındırma adına geliştirilen bu proje kurulan Atatürk Barajı ve geniş sulama kanallarıyla tarımsal alanları sulayacak, tarımı kalkındıracağı iddia edilmiştir. Ancak devlet yanlısı olan Harran kesimi dışında hiçbir yere verilmemiştir. Aynı durum elektrik enerjisi için de geçerlidir. Fark; parayla her kesime satmadadır. Yine kömür ve diğer yeraltı kaynakları bakımından zengin olan bölgeler, sanki bu bölge ve kaynakların sahibi değillermiş gibi, fakir bırakılmışlardır. Varlık içinde yokluk politikası reva görülmüştür. Uygulanan bu ekonomik politikaların sonucu trajediler olmuştur. Yine Batman Raman Petrol Tesisleri sadece petrolü çıkaran tesislerdir. Bu petrolün çıkarıldığı bölgeye kirlilikten başka sunduğu bir şey yoktur. Batı illerinde işletilip tekrar Kürdistan’a getirilip daha pahalı satılmaktadır. Bu politikalar nedeniyle Kürdistan’daki Kürt halkı ve diğer etnisitelerden işsizler ordusu oluşmuştur.

Dönem dönem özellikle kadınlara dönük piyasaya sürülen “mikro kredi” teşviklerinin kadın üzerinden TC’ye mal üretip, azami kar elde etmek isteyen kapitalist şirketlerin bir sömürüsü olduğu açıktır. Görünüşte kadın, iş sahibi yapılıyor. Ancak, esasta küçük atölyelerde büyük şirketler için ucuza mal üretilmektedir. Bu, kapitalizmin gelişme çağında evlere sipariş veren (ev atölyeciliği) tüccarların kullandığı yöntemin modernize edilmiş halidir. Ucuza üretilen mallar markalaşıp pahalıya piyasaya sürülmektedir. “Toprağına, suyuna ve enerjisine sahip çık”mayan bir toplum özgür olamaz. Sömürgeciliğin boyunduruğundan kurtulamaz. O halde, geliştirilmesi gereken demokratik ulus paradigması temelinde demokratik özerklik ve kendi kendini yönetmedir. Bu aynı zamanda komünal ekonomi bilinciyle, yukarıda belirtilen şiarı yaşamsallaştırmadır. Bu toprağın, suyun, enerjinin asla özelleştirilemeyeceği, birilerinin malı yapılamayacağı ve hiçbir tekele terk edilip sömürülmesine peşkeş çekilemeyeceği anlamına gelir. Toplumun kendisi tartışır, nasıl kullanacağına kendisi karar verir. Bunu da ekolojik dengeyi göz ardı etmeden toplumsal ihtiyaçları gözeterek yapar. Bu da demokratik komünal ekonominin, demokratik özerklik sistemi içinde sağlanacak ekonomik ve siyasi özgürlüğün beraber gerçekleştiği bir sistemle mümkündür.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.