Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Özerkliğin İktisadiyatına Katkı*

Yrd.Doç.Dr. Ceren Özselçuk Doç. Dr. Yahya M. Madra

Bu yazıda demokratik özerkliği, neo-liberal “Şirket modeli” olarak adlandırabileceğimiz ekonomik modele alternatif bir iktisadiyat olarak ana hatlarıyla somutlaştırmaya başlamak istiyoruz. Sırasıyla, önce kısaca Şirket modelini ve onun yapısal çelişkilerini tartışacağız. İkinci olarak demokratik özerkliğin iktisadiyatını J. K. Gibson-Graham (2006; 2010) ve çalışma arkadaşlarının (Topluluk Ekonomileri Kolektifi[1]) önerdiği çeşitli (ya da çoklu) ekonomiler kuramsal ve yöntemsel çerçevesini kullanarak açımlayacağız. Bu çerçeve içinden, Topluluk Ekonomileri Kolektifi’nin ekonomik alan ile ilişkilenme biçimi olarak ekonomiye farkla, farklılık için bakma yöntemini, bakım ve örgütlenme emekleri örnekleri üzerinden somutlaştırdıktan sonra, bu yöntemin siyasi strateji açısından ne anlam ifade ettiğini ve ne gibi açılımlar sağladığını tartışacağız. Bu çeşitlilik alanı içinde Şirket modeli ile demokratik özerklik şiarını iktisadiyatın etik-siyasi düğüm noktalarına yaklaşımları üzerinden karşılaştıracağız. Yazıyı demokratik özerkliğin ekonomik alanı dayanışmacı ve katılımcı bir ufuk içinde hemen şimdi başlanarak nasıl kurumsallaştırabileceğine dair üç örnek ile sonlandıracağız.

 

Şirket modeli ve kapitalist modernitenin iktisadi tekçiliği Şirket modeli derken kastettiğimiz

1) Ülkeyi yukarıdan aşağıya yönetilen, bir CEO (ya da CEOlar) çevresinde bir piramit olarak örgütlenmiş bir şirket gibi tasavvur eden;

2) Vatandaş olmayı piyasalar içinde ya tüketim yapması beklenen müşteriliğe, ya da (Şirket modeline “hizmet ettiği” ölçüde) iş yapan girişimciliğe indirgeyen;

3) Aslında etik ve siyasi olan meseleleri “sınırsız büyüme” fantazisiyle (ekonomik indirgemeci bir şekilde) halledebileceğini varsayan bir model.[2]

Önümüzdeki dönem için önerilen başkanlık sistemini aslında yukarıda listelenen birinci maddenin hali hazırdaki anayasal çerçevede somutlaştırılması olarak okumak mümkün. Kuşkusuz Erdoğan kendini CEO’ya benzeten ilk siyasetçi değil; son yıllarda Berlusconi’den Sarkozy’e bir çok siyasi lider yönetim yöntemlerini CEO üzerine modellemekteler. Keza ABD başkanlarının “chief executive” olarak tanımlanması yadırganmaz bile. İkinci maddede modelin varsaydığı (veya varolmasını arzuladığı) birey kurgusunu buluruz: Şirket modelinde bireyler toplumsal haklara sahip siyasi özneler olarak değil sadece iktisadi teşvik ve yaptırımların yönlendirmesine göre hareket eden ekonomik birimler olarak kurgulanır. Üçüncü madde ise belki de Şirket modelinin en tehlikeli yanı sayılabilir. Zira toplumsal eşitsizlikler ve yaşam pratiklerindeki çeşitliliklerle yüzleşmek, bu meseleleri demokratik bir tartışma ve müzakereye açmak yerine bunları iktisadi indirgemeci bir tavırla, (“büyüyerek kalkınma” ideolojisi içinde) oldu bittiye getiriyor, tüm ihtiyaçları bu modelle “ihya ettiğini” varsayıyor, toplumsal taleplerdeki farklılaşmaları dinlemeyi reddediyor. Kapitalist modernite’nin sırtını dayadığı ulus-devletin vatandaşlık tahayyülü nasıl tekçi bir modele dayanıyorsa, ne-oliberal Şirket modeli de iktisadi uzamı tahayyül etme açısından tekçi bir model.

Kapitalist modernitenin önerdiği Şirket modeline alternatif olarak demokratik özerkliğin iktisadi boyutunu inşa ederken nasıl bir kavramsal çerçevemiz, araştırma ve uygulama yöntemimiz olacak? İnşa sürecinde araç gereçlerimiz ne olacak? Demokratik özerklik aynı zamanda kapitalist moderniteden özerkleşme ise, bu süreç nasıl düşünülebilir ve hayata geçirilebilir? Bize bu konuda yol gösterecek, ilham verecek özyönetim pratiklerinin, topluluk ekonomilerinin kurumsal yapıları neler olabilir? Aşağıda bu soruları daha iyi ifadelendirmeye ve bazı olası yanıtları derinleştirmeye çalışacağız.

 

Demokratik Özerklik Şiarı ve Ekonomik Çeşitlilik

Demokratik özerkliğin ekonomik boyutu derken bunun ekonomik uzamla yeni bir ilişkilenme biçimine dayanması gerektiğini düşünüyoruz. Yeni bir ilişkilenme biçiminden kastettiğimiz, ekonomik uzamı gayri-siyasi ve teknik bir alan olarak kurgulayan neo-liberal ideolojilere karşı, ekonomik alanın her koşulda (kapitalist kurumlar ve aktörler tarafından bile) sürekli inşa edilmesi gereken ve dolayısıyla sömürü ve hiyerarşik güç ilişkilerine dayanan örgütlenme biçimlerine karşı dayanışmacı, katılımcı ve eşitlikçi şiarlar çevresinde hemen şimdi yeniden örülebilecek bir mücadele alanı olarak tasavvur edebilmektir. J. K. Gibson-Graham ortak ismini kullanan iki feminist coğrafyacının ve onların çalışma arkadaşlarının (Topluluk Ekonomileri Kolektifi) yürüttüğü çok ayaklı, çok aktörlü ve çok disiplinli araştırma projesinin temel kavramlarından biri olan çeşitli ekonomiler kavramı, bu mücadele alanının sadece kapitalizmden oluşmadığı, ekonominin farklı bileşenlerinin ve farklı ilişkilenme biçimlerinin olduğu tezinden yola çıkıyor. Böylelikle ekonomik alana müdahele etmenin ve dolayısıyla üretim, dağıtım ve paylaşım ilişkilerini katılımcı ve dayanışmacı düsturlar doğrultusunda dönüştürmenin yöntemlerini de çoklaştırıyor.

Ekonomik çeşitliliği örneklemek için belki bize tanıdık gelecek (aynı zamanda hem kapitalist ilişkilerin yeniden üretimi, hem de daha geniş anlamıyla toplumsalı yeniden üretmek için elzem olan) çok temel bir emek ilişkisinden başlayabiliriz: Bakım emeği. Özellikle feminist iktisatçılar ve Marksist Feministlerin ısrarla tartışmaya açtıkları ve izini sürdükleri bakım emeği kavramı sayesinde, bir yandan toplumsal ve sınıfsal tahakküm ilişkilerinin kapitalist sömürü ilişkisiyle sınırlı olmadığını, örneğin hane-içi ücretsiz emeğin sömürüsünün de var olduğunu ve bu tahakkümün toplumsal cinsiyet farkı ve eşitsiz bir iş bölümü üzerinden (ve kapitalizme indirgenemez bir biçimde) kurulduğunu anlatmak olanağını buluyorlar.

Feminist iktisatçılar, “Sınıf süreçleri kapitalist üretim biçimine indirgenemez” derken aslında kapitalizm dışında emeğin sarf edildiği ve bu emeğin ürünlerine el konulduğu bir ilişkiler ağının ve alanının var olduğunu söylüyorlar. (Bazı Feminist iktisatçıların yaptıkları hesaplamalara göre, piyasadaki fiyatlara tercüme edildiğinde hane-içi ücretsiz emeğin yarattığı iktisadi değerin toplam ekonomik değer içindeki oranı %30 ile %50 arasında değişebiliyor [Bkz. Gibson-Graham 2006, 57].) Ancak bu gelenek bu alanı ve ilişkiler ağını görünür kılmakla yetinmiyor; bu alanın toplumsal cinsiyet eşitsizliğini üreten bir iş bölümü vasıtasıyla düzenlenmek zorunda olmadığı anlayışıyla, bu alanı siyasileştirerek bir sınıfsal mücadele ve dönüşüm alanı haline getirme amacı da güdüyor.

Ama bakım emeği sadece hane-içi emek üzerinden anlaşılmamalı. En geniş anlamıyla, tüm toplumsal ilişkilerde adeta tutkal görevi gören, toplumsallığı yeniden üreten bir emek biçimi olarak düşünmek daha anlamlı.[3]  Bunun içine mahalle, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerindeki (karşılıklılık ve hediye biçimlerinde olan) ücretsiz bakım emeği de giriyor. Yine ekonomiyle genelde ilişkilendirilmeyen, ekonomik alanın bir parçası değilmiş gibi algılanan (siyasi) örgütlenme ve dayanışma emeğini de buna dahil etmeliyiz. Bu emeğin de farklı biçimleri var. Örneğin devletten seçim yardımı alan, parasal kaynakları olan ana akım bir siyasi parti seçim kampanyalarını ağırlıklı olarak organizasyon şirketlerinden servis alarak sömürüye dayalı kapitalist emek ilişkileri içinden düzenlerken, devletten yardım almayan bir siyasi parti ve hareket kampanyalarını dayanışmacı bir şekilde karşılıklılık ve gönüllülük ilkelerini şiar alarak düzenliyor olabilir.

Bakım emeğinin bazı biçimleri tedavüle girerek kayıt altına alınmadığı için ekonomik olarak görünmüyor. Ücretli olarak ve piyasada üretilen hizmetler bakım emeğinin görünür kısmını oluşturuyor. Örneğin, kavramı dar anlamıyla düşündüğümüzde ücretli emeğe dayanan çocuk ve yaşlı bakıcılığı, özel kreşler vs. bakım emeğinin görünür biçimleridir. Siyasi örgütlenme anlamında düşünürsek, ücretli emek çalıştıran STK’lar da örgütlenme emeği olarak bakım emeğinin kapitalist bir biçimde örgütlenmiş ve kayıt altına alınmış biçimlerini oluşturuyor.[4]

Bu tartışmadan şöyle bir sonuç da çıkıyor: Ekonomiyi çeşitli ilişkilenme biçimlerinden soyutlayarak, Tekçi ve kapitalist bir yapı olarak temsil etme aslında kendi iktidarını, ekonomik olanla olmayan, ekonomik olarak değerli olanla olmayan arasındaki sınırı belirleyerek sağlıyor. Meta üreten ücretli emek, metaların dolaşıma girdiği piyasalar, (özel ya da kamu mülkiyetindeki) kapitalist şirketler, ekonomik aktiviteler olarak kabul edilirken görünür olmayan ekonomik pratikler ekonomi alanın dışına atılıyor (bkz. Timothy Mitchell, “Fixing the Economy”). Aynı pratik (çocuk bakımı) ücretliyken ekonomik olarak kodlanırken, gönüllülük ve karşılıklılık ilkelerine göre edimlendiğinde ekonomik addedilmiyor. Toplumsal dokuyu oluşturan, yeniden üreten ve gündelik yaşamı var eden oldukça geniş bir pratikler silsilesini ekonomi dışında bırakmak, bunlarla ilgili siyaset üretmemek, halihazırda varolabilecek olan dayanışmacı yapıları görmemek ve değerlendirmemek anlamına geliyor. Örneğin, yakın dönemde SAMER’in Diyarbakır’da yaptığı bir araştırmaya yanıt verenlerin %75’i kendilerini kayıtdışı ekonomik pratiklerle iştigal ediyor olarak tanımlamışlar.[5]  Kuşkusuz bu kayıt-dışı alanın sadece kapitalist-dışı ilişkilerle örüldüğünü iddia edemeyiz. (Kapitalist sınıf ilişkileri kayıt-dışı alanda da var olabilir.) Ama bu alanın belli bir çeşitlilik içerdiği ve bu çeşitliliğin ve onun içsel ve dışsal çelişkilerinin çalışılmaya muhtaç olduğunu düşünüyoruz.[6]  Diyarbakır gibi bir metropolde ekonomik alanda (kapitalist modernitenin tepeden inmeci ve tek tipçi yöntemleriyle değil de) demokratik özerkliğin tabandan, katılımcı ve dayanışmacı yöntemleriyle siyaset yapmak isteyen aktörler için bu alanı anlamak kaçınılmaz bir başlangıç noktası olmalıdır.

Toparlamak gerekirse, çeşitli ekonomiler araştırma projesi, ekonomik olan ve olmayanın arasında çizilen sınırı sorgulayarak “marjinal” ve görünmeyen ekonomik ilişkileri görünür kılan bir temsil siyasetine dayanıyor. Ancak burada oluşturulacak envanterin amacı ne ekonomik alanı görünmeyen kısmıyla birlikte tamamlayarak onun daha mükellef bir temsilini oluşturmak, ne de çeşitliliği kendinden menkul, olumlu bir şey olarak kutsamak. Evet, böylesi bir envanter halihazırda var olan topluluk ve dayanışma ekonomilerini ortaya çıkaracaktır. Bu deneyimlerden hem öğrenecek çok şeyin olduğunu hem de kudret alınabileceğini düşünüyoruz. Ama amaç daha ziyade, kapitalist moderniteyi Tek ekonomik ölçüt ve temsil olmaktan çıkararak ekonomik uzam içinde nasıl stratejik ve etik davranılabilir sorusuna bir alan açmak. Stratejik ve etik derken de kastedilen ekonomik ilişkilenmeleri, iktisadiyatı siyasi ve etik bir alan olarak kuran topluluk ekonomilerine doğru dönüştürmeye yönelik müdahaleler yapabilmek. Buna halihazırda var olan topluluk ekonomilerini güçlendirmek, arzu edilmeyen yanlarını dönüştürmek de dahil. Örneğin, bölük pörçük ve birbirlerinden yalıtılmış olarak edimlenen dayanışma ekonomilerini birbirleriyle rabıtalandırmak ve dayanışma ağları oluşturmak böylesi bir güçlendirme çabasının öğelerinden olabilir.

 

Ekonominin Toplumsallaşması

Topluluk ekonomilerinin siyasal ve etik alanlar olarak kurulmasına yön verebilecek ve ekonomik kararların odağı olan bir dizi koordinattan bahsetmek gerekiyor. Bu koordinatlar toplumsal hareketlerin taleplerinin hayat damarları olarak, aynı zamanda da kapitalist devletlerin kontrolü bırakmak istemediği, hükmettiği alanlar olarak düşünülebilir. Gereksinimler başlığı altında bireyler ve toplulukların yaşantılarını idame etmek için nelerin gerekli olduğuna karar verilmesi; karşılaşmalar başlığı altında diğer insanlar, canlılar ve yeryüzüyle olan karşılaşmaların düzenlenmesi; artık başlığı altında insan emeğinin gereksinimlerinin karşılamanın ötesinde ürettiği fazlanın nasıl değerlendirilip paylaşılacağının örgütlenmesi; tüketim başlığı altında tüketim kalıplarının nasıl oluşturulacağına ve ‘büyüme süreçlerini körükler yoksa yavaşlatır’ şekilde mi tüketileceğine ilişkin kararların müzakere edilmesi; müşterekler başlığı altında doğal ve insan-ürünü müştereklerin[7] nasıl kullanılacağı, korunacağı, tazeleneceği ve zenginleştirileceğine ilişkin kararların örgütlenmesi; yatırım başlığı altında toplulukların üretilen artığın nasıl tüketileceğine, örneğin daha çok artık-değer üretmek üzere (ekonomik büyüme yaratmak amacıyla), “üretken” olarak (sermaye birikimine yönelik) mı yoksa üretken olmayarak mı tüketileceğine, hangi alanlara yatırım yapılacağına (sağlık mı, silah mı? Eğitim mi, güvenlik mi? vs) ilişkin kararların örgütlenmesi odağa alınmaktadır.

Şirket modeliyle demokratik özerklik şiarını karşılaştırmak için Şirket modelinin ideolojik arkaplanını oluşturan kapitalist kalkınmacılığın bu siyasi-etik karar alanlarını nasıl siyasete kapadığını ve demokratik özerkliğin ise nasıl açabileceğini anlatabiliriz.

Şirket modelinin büyüyerek kalkınma stratejisi gereksinim koordinatını çok dar anlamda ele alarak ekonomik olana ve meta tüketiminin artmasına indirgiyor. Tüketimin arttırılması ve artık, büyüme ile yakından ilişkili, büyümeye endeksli. Sadece kişisel meta tüketiminden bahsetmiyoruz burada. Doğal ve insan ürünü müştereklerin tüketimi (Marx’ın tabiriyle “ilk birikim” diyebiliriz) ve aynı zamanda üretilen artık değerin tüketimi (tekrardan üretim sürecine aktarıldığı ölçüde) “büyüme”ye hizmet ediyor. Büyümenin motoru olan yatırımlar bir yandan kamu kaynaklı inşaat balonu, diğer yandan doğayı ve kırsalı talan eden, kentleri büyütme odaklı enerji, ulaşım ve turizm yatırımları.

Tüm bu süreç zaten herkesin bir şekilde büyümeden pay aldığı, ya da ileride alacağı varsayımına dayanıyor. Gelir eşitsizlikleri inkâr edilmiyor ama büyümenin motoru olan rekabeti kamçılayacağı düşünüldüğü ölçüde göz yumulabilir bir durum olarak tanımlanıyor. Rekabet alanı olarak piyasalar karşılaşmaların gerçekleşmesi için en uygun kurumsal yapı olarak görüldüğü ölçüde, Şirket modeline göre yeniden yapılandırılan devletin vatandaşlarla olan ilişkilerini düzenleyen biricik arayüz olarak öne çıkıyor. Gelir eşitsizliğinin kamçıladığı iddia edilen büyüme, hayırlı bir döngüyü andırırcasına, büyüyen pastadan herkesin daha fazla pay alacağı varsayıldığı için bizzat gelir eşitsizliğinin yaratacağı toplumsal çatışkı ve huzursuzlukların pansumanı olarak görülüyor.

Diyarbakır örneğinden devam edersek, Şirket modeli gereksinim olarak yoksulluğun ortadan kalkması için yoksulların kapitalist meta tüketimi ve üretiminin içine çekilmesini, doğal müştereklerin daha etkin bir biçimde kullanılmasını (gerekirse ekolojik ve yoksullaştırıcı toplumsal dışsallıkları kabullenerek), batıdan ve küresel piyasalardan yatırım için sermaye çekebilmek için artık değerin üretilme ve temellük koşullarının bölgesel teşviklerle kolaylaştırılmasını ve tüketim örüntülerinin karşılaşmaları düzenleyen kurumsal yapılar olarak kayıt altındaki (ve vergilendirilebilecek) piyasalar (örn. AVM’ler) aracılığıyla gerçekleştirilebilecek şekilde yeniden yapılandırılmasını öneriyor.

Bu kapitalist kalkınma senaryosunun en önemli ayaklarından birisi yatırım için “bölge” dışından sermayenin bölgeye çekilmesi gerektiği, büyüme ve kalkınma için bunun kaçınılmaz olduğu iddiasıdır. Bölgeye dışarıdan gelen sermayenin demokratik özerkliğin ekonomik boyutunun gerçekleşmesinin önünde belirli sınırlamalar getireceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Tam siyasi ve askeri sömürgeleşme süreci Kürt siyasi hareketi tarafından geriletilmişken, tüketim ve üretim kredileri aracılığıyla gerçekleşecek bir finansallaşmanın öncülüğünü yapacağı ekonomik bir sömürgeleşme süreci demokratik özerkliğin yeşermesi ve derinleşmesi önünde önemli bir engel teşkil edecektir.

Peki, demokratik özerklik şiarı bu karar alanlarını nasıl siyasileştirecektir? Demokratik özerklik şiarı gereksinimleri düzenlemek için kapitalist ilişkiler ağının tepeden inme bir şekilde yerleştirilmesi yerine, insanların ihtiyaçlarının ve yaşama koşullarının onların kendi karar vereceği şekilde iyileştirilmesine olanak verir. Örneğin, barınma koşullarını düzeltmek adına yeni yapılmış sitelere borçlandırarak yerleştirmek yerine halihazırda yaşadıkları yapıların koşullarını düzeltmek için gerekli olan bakım için destek sağlamanın tercih edilmesi ancak ekonomik tekçiliğin yerine ekonomik çeşitliliğin, çoğulculuğun öncüllendiği bir çerçeve içinden bir olasılık olarak belirebilir.[8]  Demokratik özerklik artık emeğin en çoklanması yerine üretenler tarafından temellük edilmesini ve toplulukların kendilerinin belirleyecekleri gereksinimler ışığında paylaşılmasını savunacaktır. Kuşkusuz bu kararlar, neyin gerekli, neyin artık olduğu, artığın ne kadar üretilmesi gerektiği, nasıl paylaşılacağı katılımcı ve demokratik müzakere süreçlerinde kollektif olarak karar verilecek etik-siyasi kararlardır. Benzer bir şekilde yatırımların hangi alanlarda yapılacağı ve tüketim örüntülerinin nasıl olacağı kendinden önceki merkeziyetçi ulus-devlet modelini yeniden üreten Şirket modelinde olduğu gibi tepeden aşağı değil, aşağıdan yukarıya, yerellikler tarafından çoğulluk ilkelerine göre özgürce belirlenmelidir. Örneğin uygulanacak herhangi bir enerji politikasını tepeden inme bir şekilde merkezi hükümet değil, yerellik kendi karar vermelidir. Ve bu karar teknik bir karar değil etik-siyasi bir karardır. Müştereklerin nasıl değerlendirileceğine, yatırımların hangi alanlarda yapılacağına, hangi tüketim örüntülerinin destekleneceğine ve karşılaşmaların hangi arayüz ve kurumsal yapılar aracılığıyla (Örn., piyasalarla mı, meclislerle mi?) gerçekleştirileceğine ilişkin kararların hepsi yerelliklerin katılımcı mekanizmalar aracılığıyla gerçekleştireceği etik-siyasi kararlardır.

Kuşkusuz her bir koordinatta verilen kararların diğer kararlara etkisi olacaktır ve bu kararların birbiriyle etkileşimleri, istediği kadar demokratik ve katılımcı bir şekilde belirlenmiş olsunlar, uyum ve âhenk içinde de olmayacaktır. Örneğin, bir işçi kooperatifi üyeleri yatırım yapmak için artık değeri arttırma yolunu seçebilir, bu üyelerin daha uzun ya da daha yoğun çalışması, dinlenme gereksinimlerinden taviz vermelerine neden olabilir. Ya da tam tersinden gereksinimlerin yeniden tanımlanması ve kapsamının genişletilmesi artık değerin arttırılması çabasına girişilmesine ve müştereklerin daha yoğun bir şekilde kullanımaya başlanmasına neden olabilir. Bu ilişkilenmeler, bir koordinatta verilen kararın diğer koordinatları da etkilemesinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.

 

Demokratik Özerkliği Somutlaştırmak: Topluluk Ekonomilerinden Örnekler

Topluluk ekonomilerini Şirket modelinin kapattığı bu karar alanlarını dönüşüme açan yapılar olarak gördüğümüzü söylemiştik. Bu dönüşümün ya da kapitalist moderniteden kopuşun “farklı” yollarına örnek olabilecek ve ipucu sunabilecek 3 ayrı kurumsallaşmadan sözederek bitirmek istiyoruz. Burada verdiğimiz örnekler topluluk ekonomilerinin inşasında en önemli engellerden biri olarak görülen mali kaynak sorununa odaklandıkları için seçildiler. Kuşkusuz Türkiye’de ve özellikle Kürdi illerde topluluk ekonomilerinin inşası önündeki tek engel kaynak sorunu değil. Mülki idare ve merkezi devletin kimi zaman ırkçılığa varan refleksleri, yasal mevzuatın topluluk ekonomilerini sürekli suç olarak gösterecek şekilde (Sarmaşık Derneği örneğinde görüldüğü gibi) düzenlenmesi ve benzeri dışsal engelleri göz ardı etmemeliyiz.

Alternatif Kapitalizm (“E2M”): 2000 yılında ABD’nin Massachusetts eyaletinde oluşturulan bölgesel bir alternatif kapitalist işletmeler birliği örneği. Bu birliğe üye olan her işletme özsermayesinin %5-%20 arasında bir oranını istihdam ettiği işçilere, yine %5 ve %20 arasında bir oranı da bölgesel ekonomik konseylerin temsil ettiği yerel topluluklara vermekle yükümlü (bkz. Gibson-Graham 2006, 182). Ekonomik konseyde toplanan bu artık değerden alınan paylar bir tasarruf havuzu yaratıyor ve havuzdan kaynaklar, bölgesel konseyde alınan kararlar uyarınca sağlık, eğitim gibi sosyal ihtiyaçların karşılanması, konseye üye olan işletmelere düşük oranda kredi ve iş kurma sermayesi verilmesi, toplumsal projelere destek gibi yine konseyin karar verdiği değişik kalemlere aktarılıyor. Konseyin bir başka amacı da bölgesel konseye üye olmayan kapitalist şirketleri satın alarak içerden dönüştürmek.

Aslında bu alternatif bir KOBİ modeli olarak ya da alternatif bir Ticaret ve Sanayi Odası örgütlenmesi olarak görülebilir. Bu açıdan son dönem Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası seçimlerine “Demokratik İşveren Girişimi” adı altında giren “Mavi Liste” denemesi böyle bir tasarruf havuzu oluşturularak derinleştirilebilir. Bu modelin en önemli özelliği kapitalizmi dışlamayan ama dönüştürmeye çalışan bir kurumsallaşma olması. Bu açıdan anti-kapitalist bir çerçeve içinde yer almasına itiraz edenler olacaktır. Ancak bu, son kertede topluluk ekonomisini oluşturan kesimlerin tartışarak, müzakere ederek, demokratik olarak verecekleri bir karardır. Ama kapitalist şekilde yapılanmış olmasına rağmen belli çalışma standardlarını (sendika, sigorta, iş güvenliği, vesaire) karşılayan ve bir bölgesel ekonomik konseyin tasarruf havuzuna katkı vermeyi gönüllü olarak taahhüt etmiş bir alternatif kapitalist sektörün topluluk ekonomisinin oluşturduğu bir şemsiye yapı içinde yer alması neden mümkün olmasın? Bir şemsiye yapı olarak bölgesel ekonomik konsey, topluluk ekonomisinin önemli bir kaldıracı olarak işlev görebilir ve demokratik özerkliğin iktisadi yapısının kurumsallaşmasına katkı koyabilir.

Kooperatifler Birliği (Mondragon): İkinci Dünya Savaşı sonrasında iç savaşla bölünmüş İspanya’nın Basque bölgesinde oluşturulan bir kooperatifler birliği (bkz. Gibson-Graham 2006, 101). Üyelerin kişisel bağışlarıyla başlamış bir birlik. Kurucusu olan Rahip Arizmendi’nin kaygılarında birisi kuşkusuz merkezi devletten bir özerklik sağlamaktı. Üretilen (kooperatif) artık değerin 10%’u zorunlu bir katkı payı olarak İspanyol ekonomisine veriliyor, %20’si varolan makinaların bakımı ve yenilenmesi gibi giderlere ayrılıyor, %70’i ise kooperatifin bankasında üye hesaplarına dağıtılarak, üyeler emekli oluncaya kadar el sürülmeden burada birikiyor ve bir tasarruf havuzu gibi işliyor. Bu örnekte dikkat edilmesi gereken nokta kooperatiflerin bir birliğin ötesinde bankasıyla, üniversitesiyle, tüketim kooperatifleriyle özerk bir ekoloji oluşturuyor olması.

Kredi Birliği (Filipinli Göçmen Sivil Örgütü): Singapur ve Hong Kong’da kimilerini kölelik benzeri üretim ilişkilerinde, kimilerini de küçük meta üretimi olarak tasnifleyebileceğimiz sınıf ilişkilerinde çalışan kadın göçmen işçilerin gelirlerini (hem kendi kişisel ihtiyaçlarını ve tüketimlerini hem de ailelerine gönderdikleri tasarruflardan kısarak) ortaklaştırarak biriktirdikleri kolektif bir tasarruf havuzu (bkz. Gibson, Law ve McKay 2001). Havuzdaki gelirler geldikleri yerel ekonomilerde kooperatifler kurmak için kullanılıyor. Amacı genellikle borcun geri ödenmesi üzerine kurulan (dolayısıyla en garantili, en denenmiş, en kısa yoldan kâr getirecek kapitalist girişimlerde kullanılmasını gerektiren) mikro-kredi kurumlarına alternatif bir kurumsallık.

Bu üç örneğin bir ortak özelliği topluluk ekonomilerini yeşertmek için kaynak yaratma çabaları olması ise, bir başka özellikleri de herbirinin başlangıç noktası olarak farklı sınıfsal yapılara atıf yapıyor olması: Alternatif kapitalist, kooperatif, kölelik, küçük meta üretimi. Bizim düşüncemiz, eğer demokratik özerklik herhangi bir coğrafyada inşa edilecekse bu ancak çeşitli bir ekonomik topoğrafya üzerinde, farklı sınıfsal yapıların varolduğunu veri alarak, onları ilk elden inkâr ya da ilgâ etmek yerine stratejik ve uzun erimli bir ekonomi politikası ile adım adım, topluluk ekonomisinin katılımcılığa dayanan koordinatları çevresinde müzakere ederek, türdeş olmayan bu yapılar dizisini demokratik özerklik şiarı çevresinde eklemleyerek, ve süreç içinde dönüştürerek mümkün olabilir.

 

 

* Bu yazının ilk hâli TOHAV, SAMER ve Van Belediyesi’nin işbirliğiyle Van’da 15-16 Haziran 2013 tarihlerinde düzenlenen Yerel Yönetimler Konferansı’nda bir tebliğ olarak verilmiştir. Yorum ve katkıları için Welat Ay, Lara Fresko, Bülent Küçük ve Reyhan Toplu’ya teşekkür ederiz. Kuşkusuz, yazıdaki maddi hataların sorumluluğu yazarlara aittir.

 

 

[1] Topluluk Ekonomileri Kolektifi’nin bir çok çalışması <http://www.communityeconomies.org> adresinde derlenmiştir.
[2] Şirket modeli üzerine bazı yazılar için bkz. Bülent Küçük “What is a Democratization Package Good For?”, Yahya M. Madra “Yapısal krizin sınırları üzerine düşünmek”, Nazan Üstündağ “Demokrasi Paketi ve Müşteri Memnuniyeti”.
[3] Bakım emeğinin anlamını genişleterek bir müşterek alan olarak yeniden düşünen bir tartışma için bkz. Bengi Akbulut’un Müştereklerimiz toplantı dizilerinin “Kapitalizme Karşı Toplumsal Müşterekler” (16 Şubat 2013) başlıklı birinci oturumunda yaptığı müdahele.
[4] Bakım emeğinin olduğu heryerde artık emeğin varolduğunu iddia etmiyoruz. Bir emek sürecinde artık emeğin olup olmadığı o sürecin örgütleniş biçiminin ve onu taşıyan ilişkiler ağının ayrıntılı tahlili sonucunda belirlenecek bir olgudur.
[5] Mım Sertaç Tümtaş’ın Yerel Yönetimler Konferansı’ında yaptığı “Yerel Yönetimlerden Hizmet Taleplerinin Sınıfsal Altyapısı: Diyarbakır Örneği” başlıklı tebliği.
[6] Çeşitli ekonomiler derken bunu sadece piyasa, ücretli emek, kapitalist şirket kategorilerinin dışı olarak da algılamamak ve bir adım daha atmak lazım. Genel geçer, hâkim görülen ilişkilerin içinde de farklılıklar var.
[7] Müşterekleri sadece doğa ya da açık erişim yazılım olarak düşünmemeliyiz. Kapitalist yapıların sermaye piyasaları aracılığıyla temellük ettiği finansal müştereklerden de sözedebiliriz. Örneğin, emekçilerin emeklilik fonları, sosyal güvenlik fonları, ya da aslında bankalara koyduğumuz mevduat/tasarruf hesaplarımızın oluşturduğu muazzam yekünü de bir biçimde müşterek bir alan olarak değerlendirebiliriz.
[8] Gezi direnişi öncesinde ve direniş sırasında yıkan ve yerinden eden kentsel dönüşüm projelerine bakım emeğine vurgu yaparak karşı duran Taksim Platformu’nun “İnşaat Değil Bakım” sloganı bu nedenle önemli. Bkz. http://www.taksimplatformu.com/taksim-platformu-oneriler.php

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.