Düşünce ve Kuram Dergisi

Ekososyalizm ve Toplumsal Hareketler

Michael Löwy

Ekososyalizm kapitalizme alternatif, radikal bir medeniyet önermesidir. Kökenleri ekolojik hareketin temel argümanlarına ve ekonomi politiğin Marksist eleştirisine dayanmaktadır. Kapitalizmin yıkıcı gelişimine karşıdır (Marx), toplumsal ihtiyaçlar ve ekolojik denge gibi para dışı ve ekonomi ötesi kriterlere dayalı bir iktisat politikasıdır. James O’Connor’dan Joel Kovel’e ve John Bellamy Foster’a, Andre Gorz’dan (erken dönem yazıları) Elmar Altvater’a kadar geniş bir yelpazedeki yazarlar tarafından girişilen bu diyalektik sentez, aynı zamanda kapitalist sisteme meydan okumayan “piyasa ekolojisinin” ve doğal sınırlar konusunu görmezden gelen “üretimci sosyalizmin” de bir eleştirisidir.

Marx ve Engels’in kendileri de kapitalist üretim süreçlerinin çevresel yıkıcı sonuçlarından bihaber değillerdi: Das Kapital ve diğer yazılarında buna değinen çeşitli pasajlar vardır.1 Dahası, sosyalizmin amacının daha da fazla meta üretmek değil, insanlara potansiyellerini tam anlamıyla gerçekleştirebilmek için serbest zaman yaratmak olduğuna inanıyorlardı. “Üretimcilikle” ortak noktaları pek azdı; üretimin sınırsızca artırılmasının başlı başına bir amaç olması fikriyle uyuşmuyorlardı.

Ancak yazılarındaki kimi pasajlar, sosyalizmin üretici güçlerin gelişiminin, kapitalizmin koyduğu sınırların ötesine taşınmasına izin vereceğini işaret eder gibidir. Bu yaklaşıma göre sosyalist dönüşüm artık yalnızca, mevcut üretici güçlerin serbest gelişimine birer engel teşkil eden kapitalist üretim ilişkilerini ilgilendirmektedir – sıklıkla “zincirler” terimi kullanılmaktadır – ve sosyalizm, her şeyden önce, bu üretim kapasitelerini topluma tahsis edilmesi, bunları işçilerin hizmetine sunmaktır. “Pek çok nesil Marksist için kanonik bir yapıt olan Anti-Dühring’den alıntılayacak olursak sosyalizmde toplum, mevcut sistem için ”aşırı büyümüş olan üretim güçlerine açıkça ve doğrudan el koyar.” 2

Sovyetler Birliği deneyimi kapitalist üretim aygıtına kolektivist el koymanın yol açtığı sorunlara örnektir: Başından beri, var olan üretim güçlerinin toplumsallaştırılması baskın olmuştur. Ekim Devrimi’nin ilk yıllarında ekolojik bir akımın gelişebildiği ve Sovyet yetkililerince kimi (kısıtlı) koruyucu önlemlerin hayata geçirildiği bir gerçektir. Ancak Stalinist bürokratikleşme süreciyle, hem sanayi hem de tarımda gelişen üretimci eğilimler totaliter metotlarla dayatılmış, ekolojistlerse ya marjinalize edilmiş ya da hepten saf dışı bırakılmıştır. Çernobil faciası, Batılı üretim teknolojilerini taklit etmenin korkunç sonuçlarının uç bir örneğidir. Mülkiyet yapılarında demokratik yönetim ve üretim sisteminin yeniden organizasyonu ile pekiştirilmeyen bir değişiklik ancak bir çıkmaza neden olur.

Marksistler ilhamlarını Marx’ın Paris Komünü hakkındaki yorumlarından alabilir: İşçiler kapitalist devlet aygıtına el koyup kendi hizmetlerinde işe güdemezler. Onu “kırmak” ve yerine radikal bir biçimde farklı, demokratik ve devletçi olmayan bir siyasi güç koymalılar.

Aynısı, mutatis mutandis (duruma uyarlanması koşuluyla) üretim aygıtı için de geçerlidir: Yapısı ve doğası gereği tarafsız değildir, ancak sermaye birikiminin ve pazarın sınırsızca büyümesinin hizmetindedir. Çevresel koruma ihtiyaçları ve nüfusun sağlığı ile çelişki içindedir. Bu yüzden kökten değişim süreciyle “devrime tabi” tutulmalıdır. Bu, kimi üretim dalları için sonlandırma anlamına gelebilir: örneğin nükleer santraller, belirli kitlesel/sınai balıkçılık yöntemleri (denizlerde çeşitli türlerin yok edilmesinden sorumludur), tropik ormanlarda yıkıcı tomrukçuluk vb. (liste hayli uzundur) Her halükarda, sadece üretim ilişkileri değil, üretim güçleri de derinlemesine değiştirilmelidir – en başta da enerji sisteminde bir devrimle, çevrenin kirlenmesi ve zehirlenmesinden sorumlu, özellikle fosil gibi mevcut kaynakların, su, rüzgâr, güneş gibi yenilenebilir kaynaklarla değiştirilmesi. Tabii ki modernitenin bilimsel ve teknolojik başarılarının pek çoğu değerlidir ancak toplam üretim sisteminin dönüştürülmesi gerekmektedir ve bu da ancak ekososyalist metotlarla, yani, ekonominin doğal dengeyi de gözeten demokratik planlanmasıyla yapılabilir.

Hangi üretim hatlarına öncelik verileceğini, eğitime, sağlığa veya kültüre ne kadar kaynak ayrılacağını mülk sahibi küçük bir oligarşi – veya bir teknobürokratlar eliti değil, toplumun kendisi, demokratik yöntemlerle seçecektir. Ürünlerinin kendi fiyatları ise “arz ve talep kanununa” terk edilmeyecek ama hem bir ölçüde toplumsal ve siyasi tercihlerle, hem de ekolojik kriterlerle belirlenecektir. Sonuçta kimi ürünler vergilendirilecek kimileri sübvanse edilecektir. İdeal olarak, sosyalizme geçiş ilerledikçe, vatandaşların talepleriyle belirlenen artan sayıda ürün ve hizmet bedelsiz sunulacaktır. “Despotik” olmak şöyle dursun, planlama, tüm bir toplum olarak özgürlüğün, karar alma özgürlüğünün hayata geçirilmesidir. Bireyin yaşam ve ölümünü belirleyen ve onu “demirden bir kafese” hapseden (Max Weber) kapitalist sistemin yabancılaştırılmış ve basite indirgenmiş “ekonomi kanunlarından” kurtulmaktır. Marx’ın “özgürlüğün krallığı” diye adlandırdığı hedefe doğru insanlığın atacağı iki belirleyici adımın biri planlama, ikincisi ise çalışma sürelerinin azaltılmasıdır. Serbest zamanın kayda değer şekilde artışı, aslında çalışan insanların demokratik tartışmaya ve ekonominin ve toplumun yönetimine katılım göstermeleri için gerekli bir şarttır.

Kapitalizmde kullanım değeri sadece bir araçken – genellikle kâr ve değişim değerinin hizmetinde bir kandırmacadır ve bu da günümüz toplumunda neden pek çok ürünün büyük ölçüde yararsız olduğunu açıklar – planlı bir sosyalist ekonomide ürün ve hizmetlerin üretiminin yegane belirleyicisi kullanım değeridir ve bunun ekonomik, toplumsal ve ekolojik bakımdan geniş kapsamlı sonuçları vardır. Joel Kovel’in gözlemlediği gibi: “Geçmişte, sermayenin denetiminde, zamanın artık değer ve paraya dönüşmesi yerine artık kullanım değerinin çoğalması ve buna bağlı olarak ihtiyaçların yeniden yapılandırılması teknolojinin toplumsal düzenleyicisi haline gelmektedir.” 3

 

Ekososyalizme Geçiş Tarihsel bir Süreçtir

Ekososyalist planlamanın temelinde, tüm karar alma düzeylerinde demokratik ve çoğulcu bir tartışma bulunur: Partiler, platformlar veya diğer tüm politik hareketler formuyla, farklı öneriler ilgili kişilere iletilir ve delegeler buna uygun olarak seçilir. “Ne var ki, temsili demokrasi tamamlanmalı ve düzeltilmeli; (yerel, ulusal ve ardından küresel düzeylerde) önemli toplumsal ve ekolojik seçenekler arasından halkın seçim yaptığı doğrudan demokrasi, temsili demokrasinin yerini almalıdır.”

Halkın, bazı tüketim alışkanlıklarını terk etmek pahasına, doğru ekolojik seçimleri yapacağının garantisi var mıdır? Böyle bir “garanti” yoktur, yalnızca eşya fetişizminin iktidarının devrilmesi halinde demokratik kararların rasyonelliği üzerine girilen bir bahisten söz edilebilir. Elbette popüler tercihlerle hatalar yapılacaktır, ama uzmanların hata yapmadığını kim söyleyebilir? Halkın büyük kısmının verdikleri mücadele ve toplumsal deneyimlerle kendini eğiterek yüksek düzeyde bir sosyalist/ekolojik bilince erişmesi gerçekleşmeden, böyle yeni bir toplumun inşası idea edilemez. Dolayısıyla hataların ve ekolojik gerekliliklerle tutarlı olmayan kararların düzeltileceğini var saymak makuldür. Her hâlükârda, ortaya konan ve demokratik süreçten çok daha tehlikeli olan, kör serbest piyasa veya “uzmanların” ekolojik diktatörlüğü gibi diğer seçenekler kendi çelişkilerine sahip değil midir?

Kapitalist “yıkıcı ilerleme” halinden ekososyalizme geçiş tarihsel bir süreçtir. Toplum, kültür ve zihniyetin kalıcı devrimsel dönüşümüdür. Bu geçiş, yalnızca yeni bir üretim biçimine, eşitlikçi ve demokratik bir topluma öncülük etmekle kalmayıp alternatif bir yaşam biçimine, paranın hükümdarlığının, reklamcılıkla yaratılan tüketim alışkanlıklarının, çevreye zararlı ve/veya faydasız malların sınırsız üretiminin ötesine geçen yeni bir ekososyalist medeniyete de öncülük edecektir. Toplumsal ve politik yapıların devrimsel bir dönüşümü olamadan ve toplumun büyük çoğunluğu ekososyalist bir programa aktif bir destek vermeden böyle bir sürecin başlayamayacağını vurgulamak önemlidir. Sosyalist bilinç ve ekolojik duyarlılığın gelişmesi bir süreçtir ve bu süreçte belirleyici faktör, yerel ve kısmi karşılaşmalardan toplumun radikal değişimine giden yolda halkın kolektif mücadele deneyimidir.

Söylediklerimiz, çelişkiler olmayacağı anlamına gelmez. Özellikle geçiş sürecinde ekolojinin korunmasından gelen gereklilikler ile toplumsal ihtiyaçlar arasında, özellikle yoksul ülkelerde ekolojik zorunluluklar ile temel altyapının geliştirilmesinin getirdiği ihtiyaçlar arasında, popüler tüketici alışkanlıkları ile kaynakların kıtlığı arasında çelişkiler yaşanacaktır. Sınıfsız toplum, çelişkisiz ve çatışmasız bir toplum anlamına gelmez! Bu çelişkiler kaçınılmazdır: Ekososyalist perspektifte, sermayeden ve kâr amacından kurtulan demokratik planlamanın görevi, bu sorunları çoğulcu ve açık bir tartışmayla çözmek ve toplumun kendi başına karar almasına öncülük etmektir. Böyle tabandan yukarıya ilerleyen ve katılımcı bir demokrasi, hatalardan kurtulmak için değil, toplumsal kolektivitenin kendi hatalarını düzeltmesini sağlamak için tek yoldur.

Bu bir ütopya mı? Etimolojik anlamıyla, öyle: “Hiçbir yerde var olmayan bir şey.” Ama ütopyalar alternatif gelecek tahayyülleri, farklı bir toplumun arzulanan imgeleri, kurulu düzene meydan okumak isteyen her hareketin olmazsa olmaz bir özelliği değil midir? Daniel Singer’in Kimin Milenyumu? adlı edebi ve siyasi eserinin “Gerçekçi Ütopya” başlıklı etkileyici bölümünde açıkladığı gibi “Bugün düzen, koşullara rağmen bu denli sağlam görünüyorsa ve emek hareketi veya daha geniş anlamıyla sol sakat bırakılmış, bu denli felç edilmişse bunun nedeni radikal bir alternatif önerememiş olmalarıdır. (…) Mücadelenin temel ilkesi, argümanların veya toplumun temellerini sorgulamak değildir. Bir kurtuluş hareketi için hakiki bir kapsamı, ancak bu pes etme ve teslim olma halinden tümüyle kopmuş küresel bir alternatif sağlayabilir.” 4

Sosyalist ve ekolojik ütopya sadece nesnel bir olasılıktır, kapitalizmin çelişkilerinin mecburi sonucu veya “tarihin demir kanunu” değildir. Geleceği kimse göremez, ancak koşula bağlı durumlar vardır: Ekososyalist dönüşüm ve medeniyet paradigmasında radikal bir değişim yaşanmadığı sürece kapitalizmin mantığı, gezegeni büyük ekolojik felaketlere sürükleyecek, milyarlarca insanın sağlığını ve yaşamını tehdit edecek ve hatta belki de türümüzün hayatını tehlikeye atacaktır.

 

Farklı Toplumsal Hareketler

Yeni bir medeniyet hayal etmek ve bunun için mücadele etmek, somut ve acil reformlar için mücadele etmek anlamına gelmez. “Temiz kapitalizm” illüzyonuna kapılmadan, zaman kazanmaya çalışmak ve iktidarları bazı temel değişikliklere zorlamak gerekir: Ozon tabakasını yok eden HCFC’lerin yasaklanması, genetiği değiştirilmiş organizmaların geçici bir süreliğine durdurulması, sera gazı salınımında önemli bir azalma, toplu taşımanın geliştirilmesi, havayı kirleten araçların vergilendirilmesi, kamyonların yerini giderek trenlerin alması, balıkçılık endüstrisinde katı düzenlemeler ve endüstriyel tarımsal üretimde haşere ilaçları ve kimyasalların kullanımının düzenlenmesi gibi. Bu acil ekotoplumsal talepler, bir radikalleşme sürecine yol açabilir. Ancak bunun için amaçların “[kapitalist] piyasa” veya “rekabet” gereklilikleri doğrultusunda sınırlandırılmaması şarttır. Marksistlerin “geçiş programı” adını verdiği mantığa göre her küçük zafer, her kısmi gelişme daha yüksek bir talebe, daha radikal bir amaca öncülük eder.

Toplumsal hareketlerin ve çevre hareketlerinin sisteme karşı ortak mücadelede bir araya gelmesine imkân sağlayan Küresel Adalet hareketi ile Dünya Sosyal Forumları’nın gündemlerinin merkezinde bu gibi meseleler yer almaktadır.

Şüphesiz, alternatif küreselleşme hareketi XXI. yüzyıl başlangıcının en önemli sistem karşıtı direniş olgusudur. 1999 yılında Seattle’daki DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) toplantısını başarısızlığa uğratan büyük kitle gösterilerinin, alternatif küreselleşmenin doğuş eylemi olduğunu söyleyebiliriz. Mücadelenin koçbaşı, turtles and teamsters’in , kaplumbağalar ve kamyon şoförlerinin, yani (nesli tükenmekte olan tür olan) kaplumbağalar gibi giyinen çevrecilerin ve ulaşım sektörü sendikacılarının, bu iki gücün şaşırtıcı eylem birliğiydi. Yani ekoloji meselesi, daha en baştan itibaren neoliberal kapitalist küreselleşmeye karşı mobilizasyonun tam kalbinde yer alıyordu. Tüm hareketin ana sloganı olan “dünya, alınıp satılacak bir mal değildir”, elbette aynı zamanda hava, su ve toprağı, yani tek kelimeyle – sermayenin giderek daha fazla el koyduğu – doğal çevreyi de dert ediniyordu.

Alternatif küreselleşmenin [altermondialisme], üç momentten oluştuğunu söyleyebiliriz:

1) Kurulu düzene ve bu düzenin felaket kurumlarına, IMF, Dünya Bankası, DTÖ, ve G8’e karşı, radikal karşı çıkış.

2) Bir dizi derhal gerçekleştirilebilecek somut önlem ve öneri: mali sermayenin vergilendirilmesi, Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi, emperyalist savaşların sona erdirilmesi.

3) Özgürlük, katılımcı demokrasi, sosyal adalet, çevrenin korunması gibi ortak değerler üzerine kurulu bir “Başka bir Dünya Mümkün” ütopyası.

Ekolojik boyut, bu üç momentte de mevcuttur: İnsanlığı trajik bir çıkmaza doğru sürükleyen bir sisteme karşı isyana ilham verdiği gibi, ekosistemle uyum içinde yaşayan (ve hareketin dokümanlarında taslağını görebileceğimiz) bir toplum ütopyasına da, bir dizi –ücretsiz toplu taşıma uygulamasının geliştirilmesi, GDO’lu ürünlerin üretiminin ertelenmesi gibi– gayet net öneriye de esin kaynağı olur. Bu, (gerek ekolojik talepleri “istihdama tehdit” olarak algılayan sendikal sektörün direncinden, gerekse bazı ekoloji örgütlerinin dar ve “az sosyal” tabiatlarından kaynaklanan) bazı çelişkilerin olmadığı anlamına gelmez. Ancak Sosyal Forumların ve bir bütün olarak alternatif küreselleşme hareketinin en olumlu özelliklerinden biri, farklı türde toplumsal hareketlerin buluşmasını, tartışmasını, diyaloga geçmesini ve birbirlerinden öğrenmesini mümkün kılmasıdır.

Ekolojinin bu “hareketlerin hareketindeki” mevcudiyetinin salt ekoloji örgütleriyle (diğerlerinin yanında, mesela Greenpeace, WWF gibi) sınırlı olmadığının altının çizilmesi de önemlidir. Ekoloji, farklı toplumsal hareketler, köylüler, yerliler, feministler, dindarlar (özgürlük teolojisi) tarafından, hem eylemde hem düşüncede giderek daha fazla dikkate alınan bir boyuta dönüşüyor.

Ekoloji meselelerinin diğer sosyal hareketlerle bu “organik” entegrasyonunun dikkat çekici bir örneği, Via Campesina uluslararası ağından yoldaşlarıyla beraber Dünya Sosyal Forumu’nun ve alternatif küreselleşme hareketinin temel taşlarından birini oluşturan MST, yani Brezilya Topraksız Köylüler Hareketi’dir. Doğuşundan bu yana kapitalizme ve onun kırsaldaki tezahürü olan endüstriyel tarıma, agro-business’a karşı savaşan MST, yürüttüğü “başka bir tarım” modeli ve radikal bir “Tarım Reformu” mücadelesine, ekolojik boyutu git gide daha fazla dahil etti. Hareketin 2005’de Rio’daki 20. yıl kutlamalarında, organizatörlerin hazırladığı belgede, şunlar belirtiliyordu: Hayalimiz, “maddi ve kültürel servetin toplumsallaştırıldığı, eşitlikçi bir dünya”; “insanlar ve ekolojik ilkeler arasında eşitlik üzerine kurulu” bir toplum için, yeni bir yoldur. Bu bakış, MST’nin mesela GDO karşıtı mücadelesinde, – çoğu zaman “yasallığın” sınırlarını zorlayarak – eyleme tercüme edilir ki bu aynı anda hem toprağın, tarlaların pervasızca kirletilmesi ve zehirlenmesine karşı hem de – Monsanto, Syngenta gibi – çokuluslu şirketlerin köylülere hükmederek tohumu da tümüyle kendi denetimlerine alma girişimlerine karşı bir mücadeledir, MST 2006 yılında da bu yolla “vahşi” bir işgal sayesinde, Parana eyaletinde Syngenta Seeds şirketinin bir transgenetik mısır ve soya tarlasını kamulaştırıp, köylülerin “Özgür Toprağı”na dönüştürdü. MST’nin, diktikleri okaliptüs ormanları yüzünden, (monokültür, yani tek ürün çiftçiliğiyle), tüm su kaynaklarını kurutup tüm biyolojik çeşitliliği yok ederek yüz binlerce hektarlık hakiki “yeşil çöller” yaratan çokuluslu kâğıt hamuru şirketlerine karşı mücadelesinden de, bu bağlamda bahsetmek gerekir. MST kadroları ve aktivistleri için radikal bir antikapitalist perspektiften bakıldığında, bu mücadeleler birbirinden ayrılamaz.

Latin Amerika’daki köylü ve yerli hareketleri çevre mücadelesinin merkezinde yer almaktadır. Çokuluslu petrol ve madencilik şirketlerine karşı nehirlerini ve ormanlarını savunmak için yaptıkları yerel eylemlerin yanı sıra neoliberal küresel kapitalizmin yaşam tarzına bir alternatif geliştirmeleri de söz konusudur. Bu mücadeleleri yürütenler yerli halklar olsa da topraksız köylüler, ekolojistler, sosyalistler ve Hristiyan cemaatleri ile birlikte, sendikaların, sol partilerin, Kırsal Toprak Komisyonu ve Yerli Kırsal Bakanlığı desteğiyle ortak mücadele vermektedirler.

Sermayenin dinamikleri, kamusal mülkiyet altındaki   tüm malların metalara dönüştürülmesini gerektirir ve bu da önünde sonunda çevrenin tahribatına yol açar. Latin Amerika’daki petrol alanları yıllar süren istismarın ardından çokuluslu şirketler tarafından zehirlenmiş ve yok edilmiş halde, ardında yerel halk arasında hastalıklar bırakarak terk edildi. Dolayısıyla çevreyle en doğrudan temas içinde yaşayan insanların ekolojik kırımın ilk kurbanları olması ve sermayenin yıkıcı genişlemesine bazen başarılı da olan muhalefet girişimlerinde bulunmaları tamamen anlaşılabilir.

O halde yerli halkların direnişlerinin hayli somut ve acil sebepleri vardır: Hayatta kalma mücadelelerinde ormanlarını ve su kaynaklarını kurtarmak. Ancak bu, kültür, yaşam biçimi, ruhanilik ve bu toplulukların değerleri ile Max Weber’in tanımladığı şekliyle “kapitalizmin ruhu” (Tüm faaliyetlerin kâr hesaplarına tabi hale gelmesi, tek kriterin kar edilebilirlik olması ve tüm toplumsal ilişkilerin nicelleştirilmesi ve somutlaştırılması, Versachlichung [nesneleştirilmesi]) arasında derin bir zıtlık olması anlamına gelir. Yerli etik ile kapitalizmin ruhu arasında bir tür “negatif eğilim” – Protestan etiği ve kapitalizm arasındaki birleşme eğiliminin zıttı – etkili bir sosyokültürel zıtlaşma vardır. Elbette, sisteme adapte olan ve bundan kazanç sağlamaya çalışan yerli veya karma topluluklar mevcuttur. “Ayrıca yerli mücadeleleri; tamamı üzerinden yakından çalışmayı hak eden kimliğin yeniden düzenlenmesi, söylem kodlarının çevrilmesi ve siyasi araçsallaştırma dâhil olmak üzere son derece karmaşık süreçler içermektedir.” Yine de, yerli popülasyonlar ve modern kapitalist tarım veya madencilik işletmeleri arasındaki ilişkinin kesintisiz bir dizi anlaşmazlıkla öne çıktığını açıkça görebiliyoruz. Bu anlaşmazlık uzun bir geçmişe sahiptir. Anarşist yazar B. Traven’in büyük bir Kuzey Amerika petrol şirketinin liderini öldürdükten sonra yerli topluluğun topraklarına nasıl el koyduğunu anlatan Meksika romanlarından biri olan Beyaz Gül’de (The White Rose) (1929)⁵ oldukça iyi bir şekilde açıklanmıştır. Ancak anlaşmazlık, hem sermayenin çevre istismarının yoğunluğu ve genişliği hem de bu mücadeleyle boy ölçüşen alternatif küreselleşme hareketinin yükselişi ve kıtadaki yerli hareketleri nedeniyle son birkaç on yılda yoğunlaşmıştır.

Söz konusu mücadeleler ve somut sorunlar önemlidir; ancak bunun nedeni yalnızca sağladığı kısmi başarılar değil, aynı zamanda ekolojik ve sosyalist bilince katkıda bulunmaları ve etkinlik ve kendiliğinden örgütlenmeyi desteklemeleridir: Dünyanın radikal, yani devrim niteliğinde dönüşümü için her ikisi de belirleyici ve gerekli ön koşullardır.

1999 yılından bu yana Seattle’da toplumsal hareketlerin ve çevre hareketlerinin sisteme karşı ortak mücadelede bir araya gelmesine imkan sağlayan Küresel Adalet hareketi ile Dünya Sosyal Forumları’nın gündemlerinin merkezinde bu gibi meseleler yer almaktadır.

Optimizm için bir neden yoktur: Sistemin kemikleşmiş iktidar elitleri inanılmaz derecede güçlüdür ve radikal muhalefet güçleri halen yetersizdir. Ancak bunlar kapitalist “büyümenin” yıkıcı ilerlemesinin durdurulabilmesi için tek umut kaynaklarıdır. Walter Benjamin, devrimleri tarihin lokomotifi olarak değil, toplumun tren uçurumdan aşağı düşmeden önce trenin acil durum frenlerine yetişmesi olarak tanımlamıştır.

 

Türkçe Çevirmen: Çevirmenler Meclisi

 

Kaynakça
1- Bkz. John Bellamy Foster, Marx’s Ecology. Materialism and Nature, New York, Monthly Review Press, 2000
2- F. Engels, Anti-Dühring, Paris, Ed. Sociales, 1950, s. 318.
3-  Joel Kovel, Enemy of Nature, s. 215.
4- D.Singer, Whose Millenium? Theirs or Ours? New York, Monthly Review Press, 1999, s. 259-260
5- B. Traven, The White Rose, Westport, CT: Lawrence Hill, 1979.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.