Düşünce ve Kuram Dergisi

Endüstriyalizm(kapitalizm) ve Ekoloji

Abdullah Öcalan

20. Yüzyılın başlarında özellikle Albert Einstein’ın madde ve enerji dönüşümüne ilişkin çözümlemeleri, tarihin en büyük bilimsel ve teknik devrimlerine yol açmıştır. Elektromanyetik ve nükleer enerjinin teknik uygulamalarla kontrol altına alınıp kullanıma açılması, çağın niteliğinin kökünden değişmesini kaçınılmaz kılmıştır. İnsanlığın hem zihniyet yapısında, hem de pratik yaşamında alt üst edici gelişmeler yaşanmıştır. Bu devrimin devamı niteliğindeki bilişim (sibernetik) ve iletişim tekniğiyle bir köyde ve dağdaki çobanla Newyork’daki iş adamı aynı bilgilenme imkânına kavuşarak, dünya en kapsamlı ve yirmi dört saat süreyle çalışan bir küreselleşme çağına ulaşmıştır. Aslında teknik mevcut toplumsal, siyasal ve ideolojik yapılanmanın çok ilerisinde bir sıçrama gerçekleştirmiştir. Dünyanın birçok köşesinde ortaçağdan kalma kalıntılarla çağın önemli merkezlerinde geriye düşmüş düzenler, bu teknik sıçramaya yanıtı gereken tempoyla (zamanla) verememektedir. Çelişkinin karakterinde büyük bir değişim yaşanmaktadır. Eğer bu çelişki doğru değerlendirilemez ve gerekli tedbirler alınmazsa, mevcut uçurumların daha da büyümesi kaçınılmaz olacaktır. Tedbirlerden kast edilen; köklü ekonomik, toplumsal ve siyasal dönüşümlerdir. Mevcut teknik yürürlükteki ekonomik, sosyal ve siyasal düzenle uyuşmazlık içindedir. Yol açtığı sınırsız imkân doğru kullanılmadığı gibi, eski toplumun ve klasik kapitalizmin üretim, paylaşım ve yönetim yöntemleriyle büyük tehlikelere yol açacak biçimde istismar edilmektedir. Örnek olarak atom bombasının kullanılması, çevrenin korkunç kirlenmesi, iklim değişikliği, AIDS hastalığı, nüfus patlaması, eğitim ve sağlıktaki uçurumlar bu kötü istismar ve sakıncalı durumların başında gelmektedir.

Paranın, sermaye olarak paranın toplum üzerinde kazandığı gücü bu örnekle kıyaslamanın çok öğretici olduğu kanısındayım. Paranın komuta gücü kazanması, aslında ekonomik olay olmaktan çıktığının da itirafıdır. Usta tarihçi Fernand Braudel kapitalizm Pazar karşıtı, dolayısıyla ekonomi karşıtı, hattı ekonomi dışıdır derken, çok anlamlı bir gerçeği dile getirmektedir. Ekonomiyi değişim ve Pazar olgusuyla başlattığı için, bu yargısı büyük değer arz etmektedir. Bizim hep dile getirmek istediğim bir görüştü. Her şeyi ekonomiye boğan kapitalizmin ekonomiyle ilgisi olmadığı, hatta onun can düşmanı olduğudur. İDDİA EDİYORUZ, KAPİTALİZM EKONOMİ DEĞİL, EKONOMİNİN CAN DÜŞMANIDIR. İleriki bölümlerde kapsamlı ele alacağım. Finans ekonomi midir? Küresel finans ekonomi midir? Çevre felaketi ekonomi midir? İşsizlik ekonomi sorunu mudur? Banka, senet, kur, faiz ekonomi midir? Kanser gibi kar uğruna meta üretmek ekonomi midir? Soru listesi kabarık. Hepsine verilecek tek cevap koca bir HAYIRDIR. / Formül şudur: Para, sermaye bahane=iktidar şahane. Para-sermayenin son derece hileli oyunlarıyla ne yeni bir ekonomik biçim yaratılmıştır ne de kapitalist toplum biçimi, hatta kapitalist uygarlık diye bir uygarlık biçimi söz konusudur. / Ortada toplumun, tarihin hiçbir döneminde tanık olmadığı türde bir ele geçiriliş oyunu vardır. Sadece ekonomik gücü değil, tüm siyasi, askeri, dini, ahlaki, bilimsel, felsefi, sanatsal tarihi, maddi ve manevi tüm kültürel gücünün ele geçirilişi. KAPİTALİZM EN GELİŞMİŞ EGEMENLİKTİR, İKTİDARDIR. Kapitalizm çağı da denen, insanlığın son dört yüz yılına bakalım. Toplumla ilgili egemenlik altına alınmamış, en ince kılcal damarlarına kadar iktidar kurulmamış bir hücresi, dokusu kalmış mıdır?

Endüstriyalizmin diğer bir yok edici boyutu yaşam çevre ilişkisidir. Kent daha çok içten toplumu kanserleştirirken, endüstriyalizm bir bütün olarak yaşam çevresine saldırır. Ulus-devletin halen önemini yitirmeyen endüstriyalizm politikası tüm ülke ve toplum kaynaklarının endüstriye tabi kılınmasını gerektirir. Bunu bir kalkınma yolu olarak görür. Aslında bu politikanın ülke zenginliği ve kalkınmayla, güçlenmekle ilgisi yoktur. En temel neden sermayenin en yüksek KÂR oranının bu sahada gerçekleştirilmesidir. Endüstriyalizm bir kar yönetim harekatıdır. Yatırım veya kalkınma kavramları asıl amacı gizleyen örtülerdir. Kar varsa yatırım ve kalkınma olur. Yoksa kendi başına yatırım ve kalkınmanın hiçbir anlamı yoktur. Endüstriyalizm mülkiyetten binlerce kez daha bir hırsızlıktır.

Tüm sorunların temelinde kar ve sanayi ilişkileri yatmaktadır. İkisinin dizginsiz birleşiminin kalkınma sağlamak şurada kalsın sorun yumağına dönüştüğü görülmüştür. Tüm toplumsal alana sanayiinin hükmetmesi emtia konusuna dönüşmeyen bir toplumsal alanın bırakılmaması toplumsal sorunları görülmemiş boyutlara taşıdı. Sanayi kaynaklı birçok gelişme toplumların doğasına olduğu kadar çevreye de aykırıdır. Kırsal alanın neredeyse tamamen yutulması sonuçlarıyla daha yeni karşılaşıyoruz. Kentin zıddına dönüşümünün sonuçları da yeni görünmeye başlamıştır. Alternatiflerin ne olması gerektiği tartışma düzeyini geçmemektedir. / Şüphesiz toplum sanayisiz yaşayamayacaktır. Ama sanayi adına yapılanları da artık kaldırması beklenemez. Anti-endüstricilik giderek güç kazanabilir. Kent ve çevre çalışmaları bu yönlü birçok akımı bünyesine almıştır. Siyasal alana taşınmalar da gittikçe gündem buluyor. Reform sınırlarını aşmayan bu çabaların bozulan her iki doğa dengesini yeniden kazanmasını beklemek saf dillik olur. mevcut uygarlık paradigmasında kaldıkça biçimsel değişimlerden öteye sonuç beklenemez. Beş bin yıllık uygarlığın taşıdığı olumsuzlukları belki de sanayi çağı tek başına birkaç kat artırmıştır. Tüm gözlemcilerin üzerinde birleştikleri bir görüştür. Bunlardan iklim ısınması sadece bir örnektir. Yıkım sanıldığından daha çok derin ve kapsamlıdır. Sadece endüstri çağını değil, tüm uygarlık eleştirisi gereklidir. Marksistlerin ve diğer muhaliflerin sorunları ya dar sınıfsal ekonomizme ya da çevrecilik, kültürcülük ve feminizm gibi kategorilere sıkıştırmaları bazı olumlu sonuçların sergilenmesine yol açmıştır. Ama ciddi bir siyasi program ve eylem haline erişemedikleri de herhalde köklü yetmezlikleriyle bağlantılıdır.

Çevrenin bugünkü halinde bile sadece toplumun değil, tüm canlı yaşamın tehdit altına girdiği ortak görüştür. Önemle vurgulamak gerekir ki, bu gidişte endüstriyi olgu olarak kendi başına sorumlu ilan etmek tam bir saptırmadır. Kendi başına endüstri nötr bir olanaktır. Toplumun varlık gerekçeleriyle bütünleştirilmiş bir endüstri, kesinlikle dünyayı insan için, hatta tüm yaşamlar için Üçüncü Doğa haline getirmede belirleyici rol oynayabilir. Böylesi bir potansiyel taşımaktadır. Böyle olursa endüstriyi kutsamak da gerekir. Fakat kâr-sermayenin ağırlıklı olarak kontrolüne girerse, dünyayı bir avuç tekelcinin dışında tüm insanlık için cehenneme de çevirebilir. Nitekim günümüzde gidişat biraz da bu yönlüdür. Bu gidişatın insanlığı derin bir endişeye kaptırdığı inkâr edilemez. Endüstriyel tekel olarak toplum üzerinde gerçek imparatorluklar kurmuştur. Bir tek ABD süper hegemonyasına karşılık, onlarca endüstriyel hegemon vardır. Siyasal-askeri hegemon durdurulsa bile, endüstriyel hegemonlar kolay durdurulamazlar. Çünkü artık onlar da küreselleşmişlerdir. Bir ülke merkez olarak dar gelirse, hemen başka bir mekânı, yeni ülkeleri, merkezleri haline getirebilirler. Ne malûm ABD’nin bir endüstri imparatorluğu yarın Çin’i merkez seçmesin? Koşullar daha elverişli olduktan sonra, bugün bile bunun yavaş yavaş mümkün olduğu gözlemlenmektedir. / Endüstriyalizm tarımı can evinden vurmuştur. İnsan toplumunun asli unsuru, varlık aracı olan tarım, endüstri karşısında büyük yıkım yaşamaktadır. On beş bin yıldır insanlığı var eden bu kutsal faaliyet, bugün kendi haline bırakılmıştır. Endüstrinin egemenliğine bırakılmaya hazırlanılmaktadır. Kâr-sermaye güdümlü endüstrinin tarıma girmesi, sanıldığı gibi seri üretim, bol üretim olarak yorumlanamaz. Genlerle oynanarak toprak, endüstri tekellerince suni döllenme gibi bir analık durumuna sokulacaktır. Nasıl ki yabancı bir spermle sağlıklı bir hamilelik, annelik mümkün değilse, genleriyle oynanmış tohumlarla toprağı döllendirmek, iyi bir analık durumuna sokamayacaktır. Endüstri tekelleri tarıma yönelik bu çılgınlığa hazırlanıyorlar. İnsanlık tarihi belki de en büyük karşıdevrimi tarımda yaşayacaktır, hatta yaşamaya başlamıştır bile. Toprak, tarım, her ikisi bir üretim aracı ve ilişkisi değildir; toplumun ayrılmaz, oynanmaz varlık parçalarıdır. İnsan toplumu ağırlıklı olarak toprak ve tarım üzerinden inşa edilmiştir. Onu bu mekânlardan ve üretimden koparmak, varlığına karşı en büyük darbeye maruz bırakmaktır. Kanser gibi büyüyen kent gerçeği, daha şimdiden bu tehlikeyi bütün çıplaklığıyla sergilemeye başlamıştır. Kurtuluş büyük ihtimalle ve büyük oranda tersi bir harekette görülmektedir: Kentten toprağa ve tarıma dönüş hareketi. Bu hareketin ana sloganı herhalde “var oluş için ya tarım, toprak ya yok olma” biçiminde belirlenecektir. Kâr-sermaye endüstriyle toprağı, tarımı bütünleştirip dost, simbiotik ilişkilerle bağlamıyor. Aralarına dağ gibi çelişkiler yığıp düşmanlaştırıyor.

Toplumun doğası ancak milyonlarca yılın ve uygun mekânın ürünü olan çevreyle sıkı bağlantı içinde kendini sürdürebilir. Hiçbir endüstriyel oluşum, evren harikası çevrenin yerini tutamaz. Daha şimdiden yerde, havada, denizde ve uzayda trafik felaket boyutlarına erişmiştir. Fosil yakıtlarla yürüyen endüstri, iklim ve çevreyi sürekli zehirlemektedir. Tüm bu felaketlerin karşılığı, iki yüz yıllık kâr birikimidir. Bu birikim bunca tahribatlara değer miydi? Bu yüzden yaşanan tahribatı toplam savaşlar yapmadığı gibi, verilen canlı kaybı da ne insan ne de doğa eliyle başka hiçbir tür olay yüzünden verilmemiştir.

Endüstriyalizmin toplum üzerindeki ilk büyük baskısı, üretimi temel ihtiyaçlar üzerinden değil, azami kâr getiren ürünler üzerinde yoğunlaştırılmasıyla ortaya çıkar. Toplum üzerinde çok yönlü ve tarihte eşine rastlanmamış sorunlar bu gerçeklikten kaynaklanır. Bunların başında 19. yüzyılla birlikte kırsal-köy toplumuyla şehir toplumu arasındaki dengenin hızla bozulmasıdır. Şehirleşmede ortaya çıkan büyümenin toplumsal ölçümlerle ilgisi hızla kaybolur. Mega kent denilen özünde kentin inkârı anlamına gelen süreç başlar. Değil milyonları, yüzbinleri aşan bir mekânın toplumsal gerçeklikle bağı yırtılmış demektir. Kentsiz kentleşme veya kentin inkârı diyebileceğimiz bu süreç, en büyük toplumsal sorun zeminidir. Sadece sınıfsal sömürü değil, çevre sömürüsünün azami mekânı olarak kent, hem gerçek hem metaforik olarak toplumsal kanserleşmeyi ifade eder. Son iki yüz yıllık kent azmanlaşmasının yıkıcı etkileri saymakla tükenmez. Ama ilk sıraya 10.000 yıllık tarım-köy toplumunun yıkılışını almak doğru bir tespittir. 19. yüz yılın başında başlayan süreç 2000’lerin başlarında tamamlanmış gibidir. Yıkım sadece fiziki anlamda değildir. İnsanlık binasını inşa eden 10.000 yıllık maddi ve manevi kültürün yıkımı demektir. Bu yıkımın sonuçları yeni ortaya çıkmaktadır. Bu öyle bir darbedir ki, insan toplumunun varlığını sürdürülebilirliği daha şimdiden tartışılmaya başlanmıştır. Yalnız sera gazları bile bu hızla artarsa, toplumun ve çevresinin ne kadar ayakta kalabileceği kestirilememektedir. Bilim daha şimdiden yüz yıl sonrası için kıyamet senaryosu çizmektedir. Asıl tehdit toplumun iç yapılanması, kendisiyle ilgilidir. Sınıfsal yapı, ulus-devlet aklı, ekonomisiz ekonomi, felsefesizleşme, ahlak ve politikanın tükenişi, küresel kapitalizmin yapısal krizi, çöküşü olmaktan daha fazlasını ifade eder. Kendisiyle birlikte 5.000 yıllık hegemonik uygarlık sisteminin kaotik hali yaşanmaktadır.

En başta sanayi devrimini bir ekonomik devrimden ziyade bir ideolojik ve politik devrim olarak düşünmek bana daha açıklayıcı gelmektedir. Hatta askeri yanı ağır basan bir devrim olarak algılamadıkça ne Avrupa’nın uygarlıksal çıkışını, ne de temel aldığı kapitalizmini yetkince anlayabiliriz. Sondan söylenmesi gerekeni başta söylemeliyim ki merkezi uygarlık güçleri Avrupa kapitalizminin sanayi devrimiyle tarihinin en büyük ideolojik, politik ve askeri seferberliğini gerçekleştirme ve küreselleştirmeleriyle karakterize edilebilir. Avrupa uygarlığının tarihsel tanımı budur. Sanayi devrimi ideolojik, politik ve askeri hegemonyanın bir aracı olarak, tarihsel ve toplumsal bütünlük içinde kavranmadıkça çağımızı yetkince kavramak mümkün değildir. Bu gerçekliğin kavranması için toplumların içinde, aralarında yol açtığı savaşlarla, çevreye karşı açtığı savaşımın bilançosunu özce derlemek yeterlidir. Tüm tarihsel ve toplumsal serüvenlerde sanayi devrimi temelinde gerçekleştirilen savaş bilançosuna erişilemediği, daha vahimi çevre yıkımını ilk defa toplumun sürdürülemez sınırlarına taşıdığı insanlığın en çok bilincine vardığı hakikat olduğu inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Olağan dışı ideolojik aygıtlarla ve iktidar olanaklarıyla giriştiği toplumu körleştirme söylem ve eylemlerine karşın hakikatin kendisi küresel kriz olarak ona karşı söylem ve eylem olarak günlük yaşamda varlığını sürdürmektedir.

Kapitalist modernitenin azami kârın gerçekleştirilmesi için başvurduğu endüstriyalizm için de aynı değerlendirmeleri geliştirmek mümkündür. Endüstriyalizmin azami kârın gerçekleştirilmesindeki rolü çağımızın bütün toplumsal ve ulusal sorunlarının temelidir. Çevre sorunlarının biricik nedenidir. Sadece azami kâra ve sermaye birikimine hizmet eden endüstriyalizme, gezegenimiz 200 yıl dayanamamıştır. Mevcut gidişiyle sermaye birikimini sürdürmek için birkaç gezegene daha ihtiyaç olacaktır. Dünya gezegenimiz ise iflasla karşı karşıyadır.

Rönesans feodal toplumunun krizinden çıkış iken, kapitalizmin 1970’lerde içine girdiği süreç kaostur. Ne tür yenilikler ve farklılıkların çıkacağını verilecek mücadelelerin niteliği ve gücü belirleyecektir. Dikkat edilmesi gereken, bu sürecin temel dünya görüşüne -paradigmasına- getirdiği değişimdir. Toplumun iç yapısındaki tüm ahlaki değerlerin çözülüşü, milliyetçiliğin tüm zihniyetleri doldurması ve dışarıdan ekolojik tahribatın sonuçları robotumsu aynılık, gri, zevksiz, umutsuz, inançsız, amaçsız bir dünya görüşünü yaygınlaştırır. …bütün kaos niteliklerinin bir sonucu olarak çevre kirlenmesi, tahribi, artık kaos özelliğinin çevreyi de sarmış bulunduğunu kanıtlamaktadır. Sera etkisi, ozon delinmesi, suların ve havanın kirlenmesi, türlerin aşırı yok olması birer simgedir. Asıl ekolojik bir olgu olan toplumla doğa arası ilişkinin bir uçuruma dönüşmesidir. Bir an önce bu uçurum kapatılmazsa, sonuç toplumsal dinozorlaşmadır. Nüfus patlamasını da sistemin genel çelişik yapısının bir sonucu olarak görmek gerekir. Kapitalizmin nüfus politikası, ‘insan ne kadar değersizleşirse o kadar çoğalır’ ilkesine dayanmaktadır. Kapitalizm var oldukça nüfus sorunu ağırlaşarak devam edecektir. Nüfus patlaması kaosu büyüten özelliklerin başında gelmektedir.

Toplumsal krizle çevre krizi birleşti. Sistemin özü nasıl toplumsal krizi kaos aralığına taşıdıysa, çevrenin yaşadığı felaketler de yaşam için SOS sinyali vermeye başladı. Kanser gibi büyüyen kentler, kirlenen hava, delinen ozon tabakası, hayvan ve bitki türlerinde ivmeli azalış, orman tahribi, akarsu kirliliği, her tarafta çöp dağları, kirli atıklarla bulanmamış suyun kalmaması, anormal nüfus artışı, artık doğayı da kaosla birlikte isyana yöneltti. Gezegenimizin ne kadar kent, insan, fabrika, ulaşım aracı, sentetik madde, kirli hava ve su kaldıracağı hesaplanmadan, azami kârın peşinde gözü kara bir gidiş vardır. Bu olumsuz gelişmeler bir kader değildir. Bilim ve tekniğin iktidarın elinde dengesiz kullanımının sonucudur. Süreçten bilim ve tekniği sorumlu tutmak yanlıştır. Bilim ve teknik kendi başına rol oynamaz. Toplumun sistem güçlerinin niteliğine göre rollerini oynarlar. Doğayı batırdıkları gibi daha da iyileştirebilirler. Sorun tamamen toplumsaldır. Bilim ve teknik düzeyi ile insanların ezici çoğunluğunun yaşam standartları arasında büyük bir çelişki vardır. Tamamen bilim ve tekniğe hükmeden bir azınlığın çıkarından ötürü bu durum doğmaktadır. Demokratik, özgürlükçü toplum sisteminde bilim ve tekniğin oynayacağı rol ekolojiktir.

Ekolojinin yıkımıyla da ticaretin yakın bağı vardır. Toplumsal doku olmaktan çıkan ekonomi, doğadan köklü kopuşun da başlangıcıdır. Çünkü madde değerleriyle canlı değerlerin birliği köklü bir ayrıma tabi tutuluyor. Bir nevi kötü metafiziğin tohumu atılıyor: madde ruhsuz, ruh maddesiz kılınarak düşünce tarihinin en zihni bulandıran ikilemine yol açılıyor. Maddecilik ve maneviyatçılık biçimindeki sahte ayrım ve tartışmalar tüm uygarlık tarihi boyunca ekolojik özgür yaşamı ortadan kaldırıyor. Ölü madde evren anlayışıyla ne olduğu belirsiz bir ruhçuluk adeta insan zihnini işgal, istila ve sömürgeleştiriyor…

Bugünkü üst kattakilerin konseyi Davoslarda düzenli toplanır. Gizli ve açık. Fakat şu kesin: Zigguratın en üst katta oturanların çıplak ve maskesiz hali olarak zaman zaman insanların arasına (bunlar farklı üst tabaka insanı olsalar da) giriyorlar. İnsanların onlardan korkmalarına gerek olmadığını, durumu sürekli kontrol altında tuttuklarını, yeteri kadar savaş hazırlıklarının ve stoklarının olduğunu yenilgilerin asla düşünülmemesi gerektiğini bu toplantılarda görevli üst rahipler tarafından özenle belirtilir, işlenir ve herkes için gerekli hayırlı sonuç çıkarılır. Birçok mekanlarda seçkin rahipler bu enternasyonalist ideolojiyi gelişmiş medya kanallarıyla misli görülmemiş yoğunlukta zihinlere, duygulara işlerler. Üniversite ve camiler, kiliseler geride kalmıştır. İletişim çağı küresellik çağıdır. Tüketimleri, eğlenmeleri tüm uygarlıkların son çağına göre nasılsa öyle sürüp gidiyor. İlk defa gerçek anlamda ekolojik çevre yok edilirken bile kurulu dünyalarına toz kondurmak istemezler. Toplum, kent, kır, demografya sürdürülemez gonklarını sürekli çalmalarına rağmen enternasyonalist ideolojileri gereği gözleri kör, kulakları sağır kılınmıştır. İçeriğinden çoktan boşaltılmış, seks-spor-sanat çılgınlıklarının uyuşturamayacağı hiçbir toplum odağı bırakılmamış gibidir. Kentin kanserleşmesi, kırın çöküşü: Toplum ve doğa ikiliğini hem kendi içinde hem de aralarında bir yaşam biçimi olmaktan çıkarılmaktadır. Hasta toplum ve çevresel (ekolojik) doğanın sürdürülemezliği denilen olayla karşılaşmaktayız.

Toplum içinde yaşanılan bir var oluş biçimi olmaktan ziyade tahakküm ve sömürü sisteminin makine düzeneğinin bir parçası, uzantısına dönüştürülmektedir. Uygarlık tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen tarzda toplumla birey ve doğa karşı karşıya bırakıldığı gibi, bireycilik ve ekolojik dengesi bozulmuş doğa karşı bir saldırı etkenleri olarak toplumdan ve ekolojik çevreden intikam alır duruma sokulmuşlardır. Bireysel kanserin toplumsal kökenli olduğu tıbbın her gün yüzlerce örnekle kanıtladığı bir olaydır. Yalnızca toplumsal bir alışkanlık (modernitenin körüklediği bir kapitalist kar kaynağı tütüncülük) olan sigaranın kanserin en temel nedeni olduğu göz önünde bulundurulursa toplumsal kanserden bahsetmenin doğru bir kavramsallaştırma olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Toplum artık bir yaşam çerçevesi olmaktan çıkarılmıştır. Endüstriyalizm (endüstriciliğe sadece kar kaynağı olarak bakmak) en büyük tehdidi anti-toplumsal boyutlara varmış bulunmasıdır. Marksizm’in en yetersiz kaldığı konulardan biri de budur. Pozitivist yapısı gereği endüstri toplumunu ideal olgu olarak itirazsız kabul etmekte, hatta tanrılaştırmaktadır. Çünkü işçi sınıfının onsuz oluşmayacağı ve yaşamayacağı varsayılmaktadır. Teorik özünde bu yatmaktadır. Endüstriye dair en ufak bir eleştirinin bulunmaması, bunun karşısında makine ve fabrika düzeneğinin sınırsız yüceltilmesi endüstriyalizm denen dinin oluşumunda Marksistlerin payının en az kapitalistler kadar etkili olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Endüstriyalizm en az ulus-devlet Leviathanı kadar küresel bir Leviathan haline çoktan gelinmiş bulunmaktadır.

Endüstriyalizmi bir üretim sorunu olarak görmemek gerekir. Üretim üzerine kurulan kar, sermaye tekeli asıl anlamını verir. Endüstri kar tekellerinin hizmetine girmedikçe temel toplumsal ihtiyaçlar ve çevre koşulları göz önüne getirilerek bilim ve teknolojinin olanaklarına göre her zaman bir üretim, dolayısıyla yatırım politikası kurgulanabilir. Bunun makineli veya makinesiz olması özde pek fark etmez. Biri yavaş, diğeri hızlı üretir o kadar. Kaldı ki burada belirleyici olan toplumsal ihtiyaçlar ve çevreyle, ekolojiyle uyum koşullarıdır. Hız ve yavaşlık kendi başına amaç değildir. Dolayısıyla makineleşme de kendi başına iyi ve kötü değildir. 19. yüzyıldan günümüze endüstriyalizm denilen olgu: makine ve makinesiz, hızlı ve yavaş tüm yatırım, üretim ve tüketim süreçlerine kar amacının damgasını vurdukça o zaman her şey soruna ve kangrene dönüşüyor.Bunun için kentler anormal büyüdü. Silahlar korkunç gelişti. Devasa ordular kuruldu. Korkunç ve dünya çapında savaşlar oldu. Çevre katliamları yaşanmaya başladı. Ulus-devlet canavarı türetildi. Yaşam tümüyle içerisinden boşaltıldı. Politika yok edildi. Tekel olarak kapitalizm makineli üretime damgasını vurunca endüstriyalizm canavarı peydahlanıyor. Can alıcı hususu budur. Devlet tekeli önce tarımda, sonra ticarette artık-ürün yakaladı. 19. yüzyılla birlikte eşi görülmemiş sanayi üretimi üzerinde tabi yeni enerji ve makine buluşlarıyla tekel kurunca tarihin hiçbir döneminde elde edilemeyen karlar, diğer deyişle artı-ürünün karşılığı olarak sermaye elde edildi. Endüstrileşmeye kar dayatılınca, her şey çığırından çıkıyor.

Yani kent ve endüstriye ‘evet’ deniliyor. Fakat bünyelerindeki kanserleşme hücrelerine ‘hayır’ diyor. Günümüzün devleşen kent-endüstri-iktidar ve iletişim ağlarını gözlemlediğimizde ve ayrıca çevre, kadın, yoksulluk ve işsizliğin felaket boyutlarında sorun oluşturduklarını bu gözlemlerle iç içe yerleştirdiğimizde, toplumsal yapılanmalardaki kanserleşme tabirinin yersiz olmadığı gayet iyi anlam kazanacaktır. Özellikle başta I. Wallerstein olmak üzere günümüzün önde gelen sosyal bilimcileriyle tarihsel süreçlerde hiç eksik olmayan sözde barbar (Barbarlık kavramı yeniden tartışılacaktır) akınları, mezhep sapkınlıkları, köylü isyanları, ütopyacılar, anarşistler, en son feministler ve çevreci hareketlerin artan çığlıkları, toplumsal bünyede vahamet arz eden kanserleşme tehdidine karşı bütüncül bir anlam kazanabilir. Hiçbir toplum mevcut kent, orta sınıf, sermaye, iktidar, devlet ve iletişim aygıtlarındaki birikimleri uzun süre daha taşıyamaz. Demir kafese sımsıkı kapatılmış toplum kendi çığlıklarını sonuç alır kılıcı düzeye taşıyamasa da, ekolojinin günlük olarak S.O.S. işaretleri vermesi sorunların kriz ve kaos hallerinin altında mevcut merkezi uygarlık sisteminin yattığını gayet iyi açıkladığı gibi; kriz ve kaostan çıkışın da ancak köklü tarihsel-toplumsal kaynaklara bağlanmış ve günceli bu kaynakların mevcut hali olarak çözümleyen bir aydınlatmayı gerektirdiğini, geleceğin de ancak bu temelde Merkezi Dünya Demokratik Uygarlık Sistemi ile sağlanabileceğini iddia ediyoruz.

Avrupa uygarlığının, daha doğrusu uygarlık aşamasının büyük çelişki, çatışma ve savaşlar, hatta soykırımlar biçiminde kendisini yansıtan toplumsal sorunları, tüm diğer gelişme alanlarında olduğu gibi zirve yapmıştır. Zihinsel, ideolojik, siyasi, ekonomik, askeri, demografik, cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik ve ekolojik sorunların devasa boyutları tüm sosyal bilimlerin temel konularıdır. Avrupa’nın son dört yüz yılı, tarihin toplamından daha fazla savaş yaşamıştır. Savaşların tüm tipleri yaşanmıştır. Dinsel, etnik, ekonomik, ticari, askeri, sivil, ulusal, sınıfsal, ideolojik, cinsiyetçi, siyasal, devletsel, toplumsal, sistemsel, bloksal, dünyasal vb. savaş türlerinin denenmeyeni nerdeyse kalmamıştır. Hepsinde de rekorlar kırılmıştır. Ölümleriyle, acılarıyla, maddi kayıplarıyla.

Fakat bu devasa gelişmelerin toplumsal sorunu çözmekten ziyade daha da karmaşık hale getirdiği, işsizlik, çatışma ve ekolojik yıkım gibi günümüzün dünya çapındaki temel sorunları başta olmak üzere, en yüzeysel sorunlarda bile kendini belli etmektedir. Temel neden, sorunların beş bin yıllık uygarlık kökenli olmasıdır; uygarlığın bizzat kendisinin büyük bir sorun yumağı olmasıdır. Avrupa’nın bizce en büyük katkısı, devasa uygarlık sorunlarına bilim aynasını tutmayı başarmış olmasıdır. Silik de olsa, birçok yönüyle yanılsa da, bu aynadan sorunları daha iyi görmek imkân dahiline girmiştir. Yiğit savaşçıların da (ideolojiler ne kadar yanıltıcı olsa da) bundaki büyük katkıları asla göz ardı edilemez. Özellikle eşitlik, özgürlük ve kardeşlik adına yürütülen savaşların kahramanları gerçek katkı sahipleridir.

Tarım devrimi kadar önem taşıyan endüstri devriminin, binlerce yıllık tarihsel birikim temelinde, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında niteliksel sıçrama yapıp günümüze kadar inişli-çıkışlı seyrini sürdürdüğünü belirtmek mümkündür. Nerede, ne zaman, nasıl duracağı, durdurulacağı kestirilememektedir. Bu devrim analitik aklın patlaması gibi bir özelliğe sahip olup, zaten bu aklın ürünüdür. Sermayenin kesin hâkimiyetindedir. Hiç şüphesiz sermayenin kendisi çoklukla endüstriyel araçların mucidi değildir. Ama onları sermaye aracına dönüştürmek için her zaman ivedilikle üzerinde durmuş, gerekli gördüklerini mülkiyetine geçirmiştir. Seri, ucuz üretmek, toplum için büyük bir gelişme imkânıdır. Akıl gibi toplumun hizmetindeki endüstri de değerlidir. Sorun endüstrinin kendisinde değildir, kullanılış tarzındadır. Endüstri tıpkı nükleer imkân gibidir. Tekellerin çıkarına kullanıldığında, ekolojik felaketlerden savaşlara kadar yaşamı en çok tehdit eden araca dönüşebilir. Nitekim kâr amaçlı kullanımı günümüzde iyice belirginleştiği gibi, çevresel yıkımı hızlandırmıştır. Sanal toplum doğrultusunda hızla yol aldırmaktadır. İnsan organlarının yerini hızla robotlaşma almaktadır. Böyle giderse insanın kendisi gereksizleşecektir.

Toplumdaki sınıfsal, etnik, ulusal ve ideolojik çelişkiler; çatışmalar ve savaşlara kadar gidebilir. Fakat bunlar giderilmesi olanaksız çelişkiler değildir. İnsan eliyle inşa edildikleri gibi dağıtılabilirler de. Sermayenin aracı olarak endüstriyle toprak ve tarımın çelişkisi insan kontrolünü aşar. Toprak ve tarım milyonlarca yıl ekolojik olarak kendilerini hazırlamışlardır. Bozulmaları halinde, insan eliyle inşa edilemezler. Toprak imali insanın eliyle olmadığı gibi, tarımsal ürünleri ve diğer canlıları, örneğin bitkileri insan eliyle yaratmak da şimdilik olanaklı değildir, olanaklı olması da beklenemez. Zaten bu olanak insan olarak gerçekleşmiştir. Gerçekleşmiş olanı tekrarlamanın anlamı ve imkânı yoktur.

Eğer bugün çevre adına bütün insanlık kıyamet saatleri yakınmış gibi feryat etmeye başlamışsa, bu olayın tarihsel-toplum ve sınıf boyutlarını benzer örnek hareketler ışığında kavramak, toplumun varlık hareketi olarak benimsemek ve yeni bir kutsal dini hareket gibi mücadele etmek durumundadır. Ateşi nasıl ateşle söndürmek mümkün değilse, endüstriyalizm batağında yaşamayı sorgulamaksızın, ondan vazgeçmeksizin de ekolojik mücadele yürütülemez. Yeni Hıristiyanlık, İslamlık ve reel sosyalistlik trajediler yaşamak istemiyorsak, ders çıkarmak ve bilimsel-ideolojik, ahlaki-politik mücadeleyi doğru ele almak gerekir.

Açık ki, endüstriyalizm sorunu hem ekolojik sorunun bir parçası, hem de en temel nedenidir. Farklı bir başlık altında yorumlamak tekrar anlamına gelebilir. Fakat ekoloji endüstriyalizmden daha fazla anlam ifade eden, toplumsal ve sorunlu olan bir konudur. Kavram çevrebilim anlamı taşısa da, esas olarak toplumsal gelişimle çevresi arasındaki sıkı ilişkiyi çözümleme bilimidir. Çevre sorunları felaket alarmı verince, ağırlıklı olarak gündemleşti; sakıncalı anlamlar taşısa da, ayrı bir inceleme dalı haline getirildi. Çünkü o da endüstriyalizm gibi toplumun yarattığı bir sorun olmayıp, uygarlık tekellerinin son marifeti olarak, en kapsamlı sorun biçiminde tarih, dünya ve toplum gündemine oturmuştur. Belki de hiçbir sorun ekolojik olanlar kadar kâr-sermaye düzenlerinin (örgütlü şebekeler) gerçek içyüzünü bütün insanlık gündemine oturtacak önem ve ağırlıkta olmamıştır. Kâr ve sermayenin (tarih boyunca tüm askeri, ekonomik, ticari, dini tekellerin toplamı olarak) uygarlık sisteminin bilânçosu sadece toplumun her yönden çözülüşü (ahlaksızlık, politikasızlık, işsizlik, enflasyon, fuhuş vb.) değil, çevrenin de tüm canlıların yaşamıyla birlikte tehlike altına girmesi olmuştur. Tekelciliğin toplum karşıtlığını bu gerçeklerden daha çarpıcı olarak neyle kanıtlayabiliriz ki?

Endüstriden endüstriyalizme geçiş daha farklı bir durumdur. Endüstriyalizm endüstrinin ideolojik mahiyet kazanmasını ifade eder. Tarım ve köyün aleyhine gelişen, ayrıca geleneksel şehir zanaatçılığını da karşısına alan endüstricilik, günümüze doğru gelişiminde başta ekolojik felaketler olmak üzere modernitenin tüm hastalıklarının kökeninde yatar. Elbette endüstricilik sermaye tekellerinin ideolojisidir. 18. yüzyıl sonlarında ellerinde büyük miktarlara ulaşan para-sermayenin kulanım alanları (geleneksel halleriyle) daralınca sanayiye yönelmeleri, kâr oranlarının düşmesini önleme, hatta daha da yükseltme eğiliminden (kâr kanunu) kaynaklanmıştır. Özellikle dokuma sanayi böyledir. Mekanik üretim yeni enerji kaynaklarıyla (kömür-buhar-elektrik) buluşunca patlama gösteren üretim bir anda kâr oranlarını azamiye çıkardı. Ulus-devlet olgusu ve aralarındaki şiddetli rekabet de bu yeni kâr oranlarıyla ilgilidir. Sanayileşme yani endüstriyalizm her şeyin önüne geçti. Kendisi ulus-devletin en kutsal inancı oldu. Günümüze kadar bu yarış hızından hiçbir şey kaybetmeden devam etmektedir. Sonuçlarının daha şimdiden korkunç boyutlara ulaştığı ortak bir kanaattir.

Sadece dar anlamda ekolojik yıkımlar değil, daha köklü ve kapsamlı kültürel ve fiziki soykırımlar, tarihin hiçbir dönemiyle karşılaştırılamayacak denli küresel, bölgesel ve yerel boyut kazanan savaşlar, giderek ideolojik-metafizik ve iktidarı çoğaltım yöntemleriyle ahlaki ve politik kimliğinden kopartılan toplum, dolayısıyla toplumkırımlar endüstriyalizm eğilimi veya diniyle yakından bağlantılıdır. Endüstrinin kullandığı bilim ve teknik bu nedenle tarihin hiçbir dönemiyle karşılaştırılamayacak denli ideolojik bir mahiyet kazanmıştır.

Bu tespitler endüstrinin tümüyle olumsuz olduğunu söylemiyor. Kâr peşindeki endüstriyalizmin felaketine dikkat çekiyor. Endüstri de, tıpkı analitik akıl ilişkisinde olduğu gibi, ahlaki ve politik toplum doğrultusunda kullanıldığında cennet örneği yaşama da götürebilir. Ekoloji ve tarımla el ele veren bir endüstri hamlesinin sadece en temel ekonomik sorunları çözmekle kalmayacağı, sorunların diğer tüm yan etkilerini olumluluğa çevirebileceği de belirtilebilir. Sadece otomobil hurdacılığı (aşırı) durduğunda, petrolden taşıma yollarına, çevre kirlenmesinden insan biyolojisine kadar çok sayıda alanda devrim niteliğinde sonuçların doğacağını kestirmek zor değildir. Hatta deniz endüstriciliği bu hızla giderse, deniz ve karadan hayır kalmayacağı göz önünde tutulduğunda, kesin bir taşıt sınırlamasının hayati önem taşıdığı daha iyi anlaşılır. Tabii başta nükleer endüstricilik olmak üzere, kültürel endüstri de dahil, binlerce daldaki endüstriciliğe getirilecek sınırlamaların yol açacağı köklü değişimlerin sonuçlarını uzun boylu incelemenin yeri bu satırlar olamaz. Sadece dikkat çekmenin bile devrimsel boyutlarını kavramak, konunun büyük önemini ortaya koymaktadır.

Kültürel endüstricilik, bu kutsamanın sınır tanımaz yeni biçimidir. Ekonomik sınıf mücadelesi, her türlü iktidar savaşları, kendi başına ekolojik ve feminist hareketler bu denli devasa boyut kazanmış moderniteyi ancak alternatif moderniteyle durdurabilir. Kapitalist hegemonyacılığın dört yüz yılı bu gerçeği yeterince açıklamaktadır.

Sadece reel sosyalizmin çözülüşünün bile alternatif moderniteyi geliştiremeyişinden kaynaklandığını kavramak için büyük bir sosyal bilimci olmak gerekmez. Reel sosyalizmin endüstriyalizme çözüm getirmesi halinde bile üstünlüğünü koruyabileceğini rahatlıkla kestirebilmekteyiz. En az kapitalist hegemonyacılığın peşinde koştuğu ve damgasını vurmak için her şeyini ortaya koyduğu modernite savaşını kazanmak için, başta reel-sosyalist çizgidekiler olmak üzere ana muhalif gruplar (ütopyacılar, anarşistler, ulusal kurtuluşçular, ekolojistler ve feminist hareketler) kendi modernite mücadeleleri için teori ve pratikte ana bir doğrultu tutturmuş olsalardı, herhalde dünyanın bugünkü modernite görünümü çok daha farklı olurdu. Kaybettikleri tek ve ortak nokta, “Hangi modernite?” sorusunu sormamaları ve cevap için sistematik teorik ve pratik bir hat peşinde birlikte koşmamalarıdır; ezici biçimde kapitalizmin ve endüstriyalizmin sunumunu yaptıkları yaşam biçimini gırtlaklarına kadar yaşamakta beis görmemeleridir. Dahası ve en önemlisi, devlet-ulusçuluğunu bir modernite unsuru olarak eleştirmek yerine, yaşam biçiminin ana formu olarak benimsedikten sonra genelde muhalefetin, özelde sol muhalefetin kazanacağı bir ana davasının görünürlük kazanması elbette müphem ve zor olacaktır.

Felsefenin mutlaka sanayi gündemine alması gerekir. İktisat bilimlerinin sanayinin sadece ekonomik bir alanmış gibi konu edinmeleri çok daha büyük bir yetersizliktir. Sanayinin bir kalkınma, daha verimli bir üretim unsuru olarak değerlendirilmesinin sonuçları, soykırım ve çevrenin sürdürülemezliği olarak açığa çıkmış bulunmaktadır. Faşizmi sanayisiz değerlendirmek mümkün değildir. Atom silahı ve genetiği değiştirilmiş canlılar üretme gibi toplumu tahrip olasılıkları güçlü olan sanayilerin durumu daha şimdiden en büyük tehlike kaynağı haline gelmiş bulunmaktadır. Şüphesiz kapitalizmin ve ekonomizmin kontrolüne girmiş sanayileşmeden bahsediyoruz. İki eğilimin sanayi üzerindeki kontrolünün hem gerçek anlamda hem metafor olarak insansal ve toplumsal kansere yol açtığı da yeterince açığa çıkmıştır. Kâr amaçlı sanayileşmenin her alanda sürdürülemezlik sınırına dayandığının diğer önemli kanıtı işsizlik, tarım ve köy toplumunun çözülüşü, çevrenin ekolojik olmaktan çıkışıdır. Şüphesiz kapitalist dünya-sistemin egemenlik tahtına oturuşunun sanayiyle sıkı bir ilişkisi vardır. İngiltere’nin hegemonik yükselişini sanayi kapitalizmi sayesinde gerçekleştirdiği bilinmektedir. Sanayi kapitalizminin üstün üretim gücü karşısında diğer üretim biçimlerinin, dolayısıyla toplum biçimlerinin ayakta kalması zordur. Ama daha bu aşamada bile söz konusu alanın, insanın temel ihtiyaçları için üretim değil, hegemonik üstünlük için üretimdir. Temel soru şudur: Sanayi temel ihtiyaçları için mi olmalı; yoksa hegemonik üstünlük için mi? Sanayi devrimiyle birlikte ahlaki ve politik toplum adına mutlaka temel ihtiyaçlar dışında sanayileşmeye onay verilmemesi gerekirdi. İnsanlık tarihi açısından üçüncü büyük dönüşüm momenti olarak sanayi devrimi gündeme girdiğinde temel ihtiyaçlar dışında kullanılmasının önüne mutlaka geçilmek gerekirdi. Ahlak, hukuk, din, felsefe, bilim ve politikanın temel görevi bu olmalıydı. İnsanlık bu yaklaşıma yabancı değildir. Tarım devrimi olduğunda yüceltilen kavramlar dünyası, ahlaki yargılar, gelişen bilim, göksel dinlerin temelinin atılışı bu hakikati ifade eder. Şehir devriminde Sümer ve Mısır mitolojisi bilimi, bilgeliği, sanatı ve büyük dinlerin temellerinin atılışı bu hakikatin diğer güçlü bir kanıtıdır. Sanayi devrimi yoğunlaştığında bir Fransız devrimi ve ardı sıra benzer gelişmeler tarihsel örnekleri karşılamaktan uzaktır. Kilisenin direnişi, felsefi, bilimsel devrimler, sanat ekolleri kapitalizmin ve ulus-devletin sanayi temelinde şahlanışını durdurma şöyle kalsın, emrine girmek için adeta yarış etme bahtsızlığına yönelmişlerdir. Bunda şüphesiz ahlaki ve politik toplumun yıkılışı temel rol oynamıştır. Çok iyi bilmek durumundayız ki, Avrupa merkezi uygarlık sistemini Ortadoğu’dan kaydırırken ahlaki unsurun önceliğine önem vermemişti. Tersine ahlaksız bir kaydırma peşindeydi. F. Nietzsche’nin büyük bir hınçla “Zerdüşt Böyle Buyurdu” adlı eserini kaleme alması bu derin ihaneti çok iyi tespit etmesinden ötürüdür. Nietzsche bu konuda o denli öfkelidir ki, adeta şöyle haykırır; “modernite adına yuttuğunuz her şeyi kusun.” Tabi bunu derken kapitalist modernitenin insan beyninde ve yüreğinde doluşturulanın kusulmasından bahsediyordu. Çılgınlaşmasında bu eğilimin payı küçümsenemez. Ama bir çiçekle bahar gelmeyeceği gibi bir filozofla modernite kusmuğunun beyin ve yürekleri işgal etmesi önlenemezdi. Adorno “yanlış hayat doğru yaşanmaz” derken aynı gerçeği dile getirmek istemişti. Özellikle Yahudi soykırımından sonra modern yaşamın olduğu gibi devam etmesinin insanın tüm ahlaki kutsallıklarına ters olduğunun farkındaydı. Kapitalizm ve ulus-devletin çılgınlıkları karşısında atılan “ya sosyalizm, ya barbarlık” sloganı da bu gerçekliği fark eder gibidir. Bu fark edişler önemli fakat çok yetersizidir.

Sıkça dile getirmeme rağmen aralarındaki ilişkinin varlıksal olduğunu yine de belirtmeliyim. 19. yüzyıl iki olgunun da zirve yaptığı dönemdir. Endüstriyalizm ne kadar ulus-devlet gerektirirse ulus-devlet de o denli sanayicilik gerektirir. Ulus-devlet on başlık altında sergilediğim toplumsal sorunların tümünü endüstriyalist toplum için de geçerli kılar. Marksizm’in endüstriyalizmi ve ulus-devleti sadece iç içe çözümlememesi değil bunu ilericilik adına pozitif bir olgu olarak belirtmesi Sovyet sosyalizminin neden yıkıldığını yüz elli yıl öncesinden açıklamaktadır Akademi dünyası, kent ve endüstriyalizminin fideliğinde yetiştiği hatta oluştuğu için bu yönlü hakikati kavramakta acizdir. Ulus-devletsiz ve endüstri dininin geçerli olmadığı bir dünyayı hayal bile edememektedir. Ekoloji mensupları, belirtilen sınıf kökenlerine rağmen, hakikati sınırlı da olsa görmeye başlamıştır. Ulus-devlet ve endüstriyalizmi iç içe geçmiş ortak bir ideolojik, ekonomik, askeri, saldırı kompleksi olarak değerlendirmek daha gerçekçidir. Bu gerçeklik karşısında dar anlamında sendikacılık ve particilik siyasetlerinin anlamsız kaldığı açıktır. Gerekli olan belirtildiği gibi toplum ve çevrenin öz savunmasıdır.

Endüstriyalizmin sürdürülemezliğinin açığa çıkmasında ekoloji bilimi hayati bir rol oynamıştır. Bilimsel sosyalizmin veya sosyal bilimin sanayi kapitalizmi çözümlemeleri yanlışlıklarını ve yetmezliklerini ekolojistler ortaya çıkarmıştır. Kapitalizmin sürdürülmezliğini en iyi açıklayan bilimin ekolojik alandan gelmesinden çıkarılması gereken en önemli sonuç; kapitalizmin yaşamla bağdaşmazlığıdır. Eğer bir sistem çevreyi, yani yaşamın vazgeçilmez ortamını sürdürülebilir olmaktan çıkarıyorsa, bu sistemin hiçbir gerekçeyle savunulamayacağı açıktır. Mevcut hızıyla endüstriyalizme yalnız dünyamız değil, güneş sistemi de yetmez olacaktır. Endüstriyel kapitalizm çağında sistem sadece gerçek anlamıyla barbarlaşmamıştır; yaşamın gerçek Azrail’i haline gelmiştir. Hiçbir toplumsal değer endüstrileşmekten kurtulamamıştır. Ünlü üç (S)’lerin; Sanat, Spor ve Seks’in endüstrileşmesi toplumun ahlak ve vicdanen tükendiğini gösterir. Maddi ve manevi kültür olarak toplumun tüm alanlarında endüstrileşme, ulus-devletleşme ve kapitalistleşmenin ekolojik duvara çarpması, sadece özgür-demokratik topluma değil yaşamın kendisine bir çağrıdır.

Modernitenin üçüncü sacayağı endüstriyalizmin ekolojik yaşamın imhası anlamına geldiği tamamen açığa çıkmış bir hakikattir. Sadece eko-çevrenin değil, toplumsallığın ancak onunla varlık kazandığı gerçeğinin de imhasıdır. Çevresini her gün yitiren bir toplum, yaşamını parça parça kaybeden, canavara yediren toplumdur. Endüstriyalizm milyonlarca yıllık direnişle inşa edilmiş bir insan toplumsallığını bu uzun süre karşısında bir an sayılabilecek kısa bir aralık içinde tasfiye edilmesinde kapitalizm ve ulus-devletin suç ortağıdır. Endüstriyel toplum adı altında bir kanser urunu, en ilerici toplum olarak sunma küstahlığı da endüstriyalizmin ne tür patolojik vakıa olduğunu iyi açıklamaktadır. Endüstriyel toplum adına (kapitalizm ve ulus-devletin desteğiyle) gerçekleştirilen toplumsal cinayetler kadar hiçbir bir savaş kadar bu denli cinayetler, ölümler gerçekleştirmemiştir. Toplumsallığı yaralayıp hastalığa mahkûm etmemiştir.

Modernitenin saldırısında endüstriyalizmi de aynı kapsamda değerlendirmek gerekir. Son döneminde bölgeye ihraç edilen endüstriler toplumun ve çevrenin krizinde artan bir rol oynamıştır. Temel ihtiyaçlara dayalı ekonomi yerine tekel kârlarına öncelik veren endüstriyalizm, kalkınma adı altında var olan kendine yeterli ekonomiyi de yıkıma uğratmıştır. Binlerce yıllık bir iç dengesi olan ekonomik yaşam, bir avuç emperyalist ve işbirlikçi tekelcinin kârı uğruna bir insan ömrü için de ekonomik soykırıma uğramıştır. Dev işsizler ordusu yanında boşaltılan köyler, iç ve dış göçler, enflasyon, ekonomik krizler, kentsiz kentleşmeler, hızla çöken ekolojik çevreler bu soykırımın birkaç göstergesidir. Sadece petrol ve silah tekellerinin kırımlardaki rolleri göz önüne getirildiğinde gerçeklik daha iyi anlaşılır. Ayrıca dünya genelindeki iklim değişiklikleri zaten büyük kısmı çöl olan bölgenin çölleşme oranını felaket boyutlarına taşımaktadır.

İnsan toplumunun ve ekonomisinin azami kâr kanununa göre endüstriyalizmin hegemonyasına girmesinin getirdiği çözülüş ve yıkılışın sonuçları son iki yüz yıllık uygulamalarıyla yeterince açığa çıkmış bulunmaktadır. Sadece küresel ısınmanın yol açtığı yıkımın her geçen yıl kendi başına mahşeri yakınlaştırdığı bilimce de tespit edilebilen bir sonuçtur. Endüstriyalist şovenizm yüzünden körleşen zihniyet gözleri toplumun ve ekonomik dokusunun vazgeçilmez ekolojik yapısını göremiyor. Bu yapının anlamını kavramıyor. Endüstriyalizmi, azami kâr kanununun sürekliliğini sağlamak hesabına tüm toplumsal dokulara (toplumsal alanlar, kurumlar da denilebilir) ve ekonomik yaşama uygulamak iktidar şiddetinden daha tehlikelidir. Endüstriyalizm özünde fizik, kimya ve biyolojinin teorik-pratik ilke ve kurallarını topluma ve özellikle ekonomik yapısına uygulamak anlamını taşır. Bu ise çok farklı olan toplumsal doğanın yadsınmasını beraberinde getirir. Toplumsal doğa sürekli azami kâr peşinde koşan bir sistemi uzun süre üzerinde taşıyamaz. Özellikle nesnel doğanın kurallarının uzun süreli kullanımı toplum olmaktan çıkmadır. Kapitalist bireycilik bu gerçeği doğrulamaktadır. Toplumsal doğanın işleyiş kuralları kendine özgüdür. Ahlaki ve politik olarak işler. Endüstriyalist yaklaşım er geç ahlaki ve politik işleyişi tasfiye etmek durumundadır. Ekonomideki işsizlik, kriz, gelir uçurumundan sorumludur. Ekolojiyi doğuran ana etkenler endüstriyalizmin kısaca tanımlanan bu gerçekliğinden kaynaklanmaktadır. Endüstriyel çağın toplumu bütün alanlarında ekolojisini geliştirmeden yaşamını sürdüremez. Nasıl ki demokratik anayasalar Leviathanı (ulus-devlet canavarı) sınırlamak amaçlı iseler endüstriyalizm canavarını da sınırlayacak olan ekolojidir. Çok iyi bilmek gerekir ki endüstriyel çağ öncesi insan türü de dâhil bütün canlıların yaşamı içgüdüsel bilinçle (en keskin duygusal zekâ) ekolojiktir. Ekolojik olmayan canlı tasfiye olmaktan kurtulamaz. Şüphesiz bunda her canlının kendine özgü bir ekolojik zekâsı vardır. Ekolojik yaşama başkaldıran çağ olarak da endüstriciliği değerlendirmek mümkündür. Ekolojiye başkaldırmak ise kıyamete gidiştir. Dinlerin çok öncesinden haber verdikleri mahşer, özünde toplumların ekolojik olmaktan çıkmasıyla ilgilidir.

 

Ahlak ve Ekonomi

Dilin gelişimi bile ancak ahlaki ve politik temelde mümkündür. Konuşma ihtiyacını hızlandıran unsurun işin yapılmasına ilişkin tartışma ve karar olduğunu hiç unutmamalıyız. Burada beslenme ihtiyacı ahlak ve politikanın temelinde yatar demek bana anlamsız gelmektedir. Şüphesiz tek hücreli amiplerin de beslenme ihtiyacı vardır. Ama amiplerin ahlakı ve politikasından bahsedemeyiz. İnsanın amipten farkı, beslenme ihtiyacını farklı ahlaki ve politik yaklaşımlarla sürekli geliştirme özelliğidir. Bu anlamda Marksist öğretideki “Ekonomi her şeyi belirler” ifadesi pek açıklayıcı değildir. Önemli olan, ekonominin nasıl belirlendiğidir. İnsan türünde bu durum ahlaki ve politik dokuyu, toplumsal alanı gerektirir.

Israrla belirtmeliyiz ki, hiçbir toplumsal eylem ekonomi kadar ahlaki ve politik olamaz. Bu vasfıyla demokratik siyasetin en öncelikli konusu olarak anlam bulmaktan kurtulamaz. Toplum sağlığı için tıptan bin kat daha gerekli olan tarihsel-toplum ekonomisi üzerinde demokratik uygarlık sistemi, doğru yorumu kadar gerçek bir devrim vaat etmektedir. Liberal bireycilik, kanser kadar tehlikeli bir hastalıktır. Onu özenle tedavi ettikçe ancak komünal yaşama katabiliriz. Bunda zihniyet ve ahlâki eğitim büyük rol oynar. Fakat komünal ekonomiye giderken bunun demokratik siyasetsiz inşa edilemeyeceğini bütün önemiyle kavramalı ve gereğini yerine getirmeliyiz. Ayrıca ahlâki boyut ihmale gelmez. Kısacası komün ekonomisini yeniden inşa etmek sıkı bir ideolojik, politik ve ahlâki eğitim ister.

Endüstri de, tıpkı analitik akıl ilişkisinde olduğu gibi, ahlaki ve politik toplum doğrultusunda kullanıldığında cennet örneği yaşama da götürebilir. Ekoloji ve tarımla el ele veren bir endüstri hamlesinin sadece en temel ekonomik sorunları çözmekle kalmayacağı, sorunların diğer tüm yan etkilerini olumluluğa çevirebileceği de belirtilebilir. Kâr kanununu durdurmak elbette büyük toplumsal eylemliliği gerektirir. Demokratik modernitenin ana güdüsü ve sürükleyici unsuru kâr olmadığından, en uygun uygarlık seçeneği olması bu nedenle hayati önem kazanmaktadır. Sınıf-sermaye-kâr sistemine dayanmayan ahlaki ve politik toplum sisteminin ana kaygısı kendi kimliğini özgür tutmak, bunun için demokratik siyaset araçlarını yaşamsal kılmaktır. Bireyin önüne sınırsız kazanç ve kâr tutkusu koyan liberalizm, bunun için kapitalist ve endüstriyalist moderniteyi yegâne yaşam tarzı olarak sürekli muştular.

 

Demokratik Modernite ve Ekonomi

Demokratik modernitenin ekonomik ve endüstriyel boyutunun temeli ekolojiktir.

Demokratik modernitenin ekonomik boyutunda kullanım ve değişim değerlerinin endüstriyel ve ekolojiksel bütünlüğü esastır.

Demokratik modernitenin hem tarihsel hem güncel gerçekliği, insanı kendi pratiğine, emeğine yabancılaştırmayan özelliktedir. Endüstri devrimi, bu pratiğin en büyük aşamalarından biri olarak, toplum ve ekonomisi için bir zaferdir. Sorun kapitalist modernitenin bu eşi görülmemiş zaferi daha başından itibaren kendi kâr kanununun hizmetine koymasıdır. Bunun için eşi görülmemiş bir bireycilik ve tekelcilik (ticari, sınaî, finans, iktidar ve ulus-devlet) inşa ederek, tarihsel toplumu tasfiyenin eşiğine getirmesidir. Demokratik modernite bir anlamda bu çarpık modernite anlayış ve uygulamalarında sistematik ve yapısal devrimin adıdır. Eko-endüstri bu devrimin en temel boyutlarından biridir. Yalnız başına bu gerekçe bile demokratik modernitenin hayatiyetini kanıtlar.

Tarımda eko-toplulukların oluşturulması demokratik modernitenin en esaslı ekonomik ilkelerinden biridir.

Demokratik modernitede ekonomik birimlerin mülkiyeti önemini yitirir ve ikinci planda kalır. Mülkiyet elbette ilkelere uygun tasarrufta bulunan topluluklara ait olacaktır. Ne aile mülkiyeti, ne devlet mülkiyeti modern ekonomiye yanıt oluşturabilir. Hiyerarşiden kalma devlet ve aile mülkiyeti, kapitalist modernitede bile varlığını sürdüremez durumdadır. Hatta şirketler bile ekonomik gerekçelerin zorlaması nedeniyle gittikçe çalışanların ortak mülkiyetine girmektedir. Fakat yine de mülkiyet normlarını birbirlerinden kalın çizgilerle ayırmamak gerekir. Tıpkı iki uygarlık sistemi iç içe yaşadıkları gibi, mülkiyet sistemleri de uzun süre iç içeliğini koruyacaktır. Topluluk mülkiyetinde bile aile mülkiyeti varlığını koruduğu gibi, devletin de varlığı etkisini ve payını sürdürecektir. Önemli olan çevreye, üretkenliğe, işsizliğe yanıt olabilecek esnek mülkiyet normlarına açık olmaktır. Bireyin varlığına, özgürlüğüne, iyilik ve güzelliğine hizmet edecek her tasarruf mülkiyet de olsa değerlidir. Fakat topluluksuz bu değerler oluşamayacağına göre, yine optimal sınırlarda sorunları çözmek en doğrusudur.

Demokratik modernitenin ekonomik ve ekolojik unsuru, kapitalizmin ve endüstriyalizmin dayattığı ekonomiyi ve çevreyi sadece krizlere uğratmakla kalmayan, ulus-devlet temelinde parçalayan, böylece muazzam verim düşüklüğünde önemli bir etken olan olumsuzluklarını gidermekle kalmaz, ekonomik ve ekolojik toplumun ihtiyaç duyduğu bütünselliği sağlayarak azami verimliliğe imkân sunan, çevreye en az zarar veren çerçeveyi de sunar. Tarım-su-enerji komünleri etrafında geliştirilecek her tür ekonomik ve ekolojik komünal birlikler, ekonomik ve ekolojik toplumun ihtiyaç duyduğu ve tarihsel kültürün dayattığı dayanışmaya imkan veren, işsizliği önleyen, çalışmayı özgürleşme sayan, verimliliğe yol açan düzeni mümkün kılar.

Demokratik modernitenin üçüncü başta gelen çözüm unsuru kapitalist endüstriyalizme karşı ekolojik endüstridir. Endüstriyalizm; kapitalizmin tekniği azami kâr eğilimini gerçekleştirmek için sınırsız kullanımı biçiminde tanımlanabilir. Azami kâr eğilimi nasıl devleti azami iktidar aracı olarak ulus-devlet biçiminde yeniden örgütlediyse, teknik donanımını da azami kâr amaçlı kullanmayı ifade eden endüstriyalizm biçiminde örgütledi. Endüstriyalizmin asıl tehlikesi canlı, duygulu bir dünyası olan toplumu mekanik aletler mezarlığına çevirmesidir. Toplumun robotlaştırılmasıdır. Endüstriyalizme sınır konmadan hiçbir toplum sağlıklı duygular dünyası haline yaşamını sürdüremez.

Şüphesiz bütün dünya için yıkım araçlarına dönüşen endüstüriyalizm tekniklerine karşı, onu mümkün kılan kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin endüstiriye yaklaşımı tamamen ekolojiktir. Ekolojik olmayan endüstri en az kapitalizm ve ulus-devlet kadar toplumun yıkım araçlarıdır. Demokratik modernitenin demokratik ulus ve komünal ekonomi unsurları pratikleşmek için elbette teknikten, endüstriden yoksun kalamazlar. Tersine bu modernite ve unsurları bilimin ve teknolojinin gelişimini ve endüstiride kullanılmasını gerekli kılar. Endüstirinin toplum açısından asıl anlamı da burada ortaya çıkar. Toplumun varlığına, onun ahlâki ve politik yetkinliğine, demokratik ve ekonomik gelişimine bir bütünlük halinde katkıda bulunduğu oranda değerlidir. Şüphesiz katkı eşiğini belirlemek ahlâki ve politik yönetimin başta gelen görevidir.

Endüstriyalizm yerine ekolojik kalkınma gerçek ve öncelikli ihtiyaçtır. Gelişmiş Avrupa ülkeleri ekolojik olmayan endüstrilerini ekolojik endüstriyle ikâme ederken, onların otomobil, tekstil, turizm tedarikçisi olmak toplumsal sorunları ancak ağırlaştırabilir. Kapitalizm bu yolla da insanlığın yıkım unsurlarını küreselleştirmektedir. Demokratik modernitenin teknik altyapısı ekolojik olmak durumundadır. Ne endüstriyalizm ne de endüstri inkârcılığına kaçmadan geliştirilecek komünal ekolojik ekonomi, demokratik modernitenin ve demokratik ulusal yaşamın bütünleyici ve sağlam gerçekleştireni olacaktır.

Ekonomik temeli iflas ettirilmiş bir toplumun yaşama kabiliyeti yokur. Tam ekonomik bağımsızlık hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir ekonomik ütopya olup, karşılıklı yararlılık temelinde ama iç özerkliği geniş olan ekonomik çağdayız. Kapitalist modernitenin küresel finans çağında ne kadar gereksiz ve insanlığı tehdit eden, sürdürülemez bir sistem olduğu açığa çıkmasına karşılık demokratik ulusal birimlere dayalı demokratik modernite; ekonomik krizlerden, işsizlikten, açlıktan kurtuluşun alternatif sistemi olarak anlaşılmak durumundadır.

Kapitalist modernitenin liberal ve devletçi ekonomik tahakkümünün sonuçları olan bu yıkımlara karşı çok açık ki, demokratik modernitenin komünal ekonomisi dışında herhangi bir yolla baş etmek kolay değildir. Komün ekonomisini yeni bir icat ve doktrin olarak düşünmemek gerekir. Yeni bir plan veya proje de değildir. İnsan toplumunun onsuz yaşanmaz varoluş tarzı olarak düşünmek veya hakikat olarak kavramak gerekir. Eğer toplum ayakta durmak, varlığını sürdürmek istiyorsa komün ekonomisini esas almak zorundadır.

Kürdistanda halen zor bela da olsa ayakta kalmaya çalışan komünal ekonomik gelenekler, ulus-devletin toplumu çökertmesiyle oluşan işsiz yığınlar, düşük ücret köleliğinden, ırgatçılıktan ötürü yaşamın anlamını, onurunu yitiren için yenilenmiş komünal ekonomik yaşam tek kurtuluş yoludur. Tarihin, toplumun komünle oluştuğu topraklar; ancak günümüzde kapitalist moderniteye, onun ulus-devletçiliğine, endüstriyalist talanına, azami kâr peşindeki yıkım faaliyetlerine karşı demokratik modernitenin, demokratik ulusun komünal ekonomisi ve ekolojik endüstrisiyle en büyük devrimlerini gerçekleştirip eşitliğin, özgürlüğün, demokratik toplumunda barış içinde güvenlikli, onurlu ve güzel yaşayabilirler.

Demokratik modernite, komün ekonomisi ve ekolojik endüstri kavram ve kuramlarıyla kapitalist modernitenin azami kâr ve endüstriyalizm kuramına dayalı olarak geliştirilen yok edici çılgınlıklarına karşı toplumu ve bireyi en iyi savunan sistematik çözüm olanağıdır. Azami kârcılığı ve endüstriyalizmi de ulus-devlet gibi kutsallaştıran ve biricik hakikat olarak sunan liberal ekonomi politika bilimciliğinin eleştirisi doğru yapıldığında toplumun çevresi ile birlikte yıkımını gerçekleştiren araçlar olduğu anlaşılır. Bilimsel sosyalizmin endüstriyalizmi hiç eleştirmemesi, azami kârcılığa karşı da ekonomik bir indirgemecilikle devlet ekonomisini alternatif olarak sunması hataydı. Bir nevi sol liberalizmdi. Toplumsal sorunların çözümünü devlet iktidarına havale etmekti. Sonuçta reel sosyalizmin içten çözülüşü devlet eliyle ne ekonomi ne endüstriyalizmin toplumsal sorunları çözen araç olmadıkları açığa çıktı.

Kâr kanununu durdurmak elbette büyük toplumsal eylemliliği gerektirir. Demokratik modernitenin ana güdüsü ve sürükleyici unsuru kâr olmadığından, en uygun uygarlık seçeneği olması bu nedenle hayati önem kazanmaktadır. Sınıf-sermaye-kâr sistemine dayanmayan ahlaki ve politik toplum sisteminin ana kaygısı kendi kimliğini özgür tutmak, bunun için demokratik siyaset araçlarını yaşamsal kılmaktır. Bireyin önüne sınırsız kazanç ve kâr tutkusu koyan liberalizm, bunun için kapitalist ve endüstriyalist moderniteyi yegâne yaşam tarzı olarak sürekli muştular.

Demokratik modernitede ekonomi gerçek anlamına kavuşur. Hem zemin katının temel ihtiyaçları olarak kullanım değerlerini (en önemli ihtiyaçları giderme özelliği), hem gerçek bir piyasa-pazar ekonomisi olarak değişim değerini (metaların birbiriyle değişim oranları) ortaya çıkaran anlamlı sistematik yapıyı ifade eder. Ekonomi, üzerinde kâr hesapları yapılan bir alan olmaktan çıkar. Temel ihtiyaçların sınıf ayrımına yol açmadan ve ekolojiye zarar vermeden nasıl ve hangi yöntemlerle en verimli kılınacağı netleşir; bir toplumsal eylem alanı olarak ekonomi gerçek anlamına kavuşur. Ahlaki ve politik toplumun hem üzerinde gelişeceği, hem geliştireceği temel faaliyet biçimi olarak anlam kazanır.

Demokratik modernite ekonomiyi bu karşı eğilimlerden kurtarmakla kalmaz. Daha gelişmiş koşullarla işsizliği ve yoksulluğu tanımayan, fazla ve eksik üretime yer vermeyen, az ve çok gelişmiş ülke ve bölge farklılıklarını asgariye indiren, köy-kent çelişkisini birbirini besleyen ilişkilere dönüştüren bir sistematiğe sahiptir. Kendi sistematiği içerisinde toplumsal ve ekonomik farklılıklar sınıfsal sömürü boyutlarına taşınmaz. Sınıfsal gelişmeler derinleşmez. Bunalım ve savaş nedeni olabilecek ekonomik sömürü ve sosyal çelişkiler boyutlanmaz. Endüstriyalizm ve kentleşmenin sadece köy ve tarımı değil, gerçek, yaşanır boyutlu kent ve endüstri faaliyetlerini yutmasına da demokratik modernite sistemi izin vermez. Bunun mekanizması demokratik modernitenin temel boyutlarında bütünsellik halinde verilidir. Tüm topluluklar ekonomik faaliyetlerinde ahlaki ve politik boyutla bağlantılı olarak, ekolojik ve endüstriyel unsurları bütünlük içinde ele alır. Bunlar birbirlerine kopmaz bağlarla bağlantılıdır. Bireycilik ve tekelciliğin parçalayıcı pençelerine bir şey bırakılmaz. Eko-ekonomi ve eko-endüstri, tüm toplumsal faaliyetlerde göz önünde tutulur. Bu temelde sadece çevreyi yeniden onarma ve tarımı canlandırma, köyü en sağlıklı çevreye sahip yaşam alanına çevirme projeleri bile tek başına tüm işsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırma potansiyeline sahiptir.

Demokratik modernitenin temelinde tarihsel nitelik taşıyan tüm gelenekler değerlidir. Bunların en başında gelen dayanışma, komün ekonomileri temel birim rolünü oynar. Komün ekonomisi, demokratik ulusun da temel birimidir. Nasıl ki ekonomik tahakküm tekelleri ulus-devletin temel ekonomik sömürü birimleriyse, komün ekonomik birimleri de demokratik ulusun temel ekonomik yaşam birimleridir. Demokratik ulus ve demokratik modernite komün ekonomisi üzerine yükselir. Komün ekonomisinin içeriğini fazla açma gereği duymuyoruz. Bir aile komünden tutalım bir demokratik ulusa kadar nicelik olarak büyük ve arada nitelik olarak sayısız birim, ihtiyaca göre inşa edilebilir.

Demokratik modernite unsurları en çok yerel ve bölgesel olanın önem kazandığı bir sistematikliği esas alır. Ahlaki ve politik toplum unsuru, yerel yaşanan bir olgudur. Ekonomik toplum unsuru, ağırlıklı olarak yerel ve bölgeseldir. Ulusal ve uluslararasılık içindeki konumu olsa bile kendini güçlendirme temelindedir. Ekolojik toplum zaten her zaman ve her yerde yerel alanda anlam bulan ve uygulanan bir unsurdur. Demokratik toplum, yerel birimler üzerinde gerçekleşen unsurların başında gelmektedir. Yerel ve bölgeselden kopuk birey unsuru kimlik bakımından zayıf olduğu oranda hakikatten de yoksundur. Tersine ne kadar bölgesel ve yerel kültür temsiline sahipse hakikat değeri o denli yüksektir. Demokratik ulus ancak yerel, bölgesel ve bireysel olanın kimliğini, özgürce ifadesini gerçekleştirmesiyle oluşur. Farklı, çoğul kültürel kimliklere sahip uluslar demokratik olmak kadar, zengin ve barışçıl olmaya daha yatkındır. Ortadoğu toplumunda yerel ve bölgesel olana demokratik ifade şansı tanınsa açık ki sorunlarının büyük kısmı daha kolayca aşılacaktır. Tarihsel gelenek de bu gerçeği hep vurguladığı halde ulus-devlet afeti tarihe kulak tıkar. Kendi homojenlik at gözlükleriyle tarihe baktıkça büyük zenginliği tek renk olarak görür veya gördürür ki sonuç, toplumsal gerçekliğin inkârı ve faşizmdir. Yerel ve bölgesel kültür unsurlarının yoğun ve iç içe yaşadığı Ortadoğu toplumunun bu gerçekliğine demokratik modernite; kuram ve uygulama olarak kalıcı çözüm sunar. Gerçekliklerini ifade özgürlükleriyle hakikate dönüştürdükçe birey ve toplum olarak barış içinde özgür-eşit yaşam şansına daha çok kavuşurlar.

Demokratik modernite çözümü kadın sorunu ve devrimi konusunda idealli ve eylemlidir. Demokratik modernite ulusları kadınsız projelenip, uygulanacak projeler değildir. Tersine her adımında kadınla bilgeliğin ve eylemliliğin paylaşılmasıyla gerçekleştirilecek devrimlerdir. Ekonomik toplum; inşasında kadın öncülüğünde gerçekleştiği gibi yeniden inşasında da kadının komünal gücünü gerektirir. Ekonomi, kadının öz toplumsal mesleğidir, eylemidir. Ekoloji ancak kadın duyarlılığıyla toplumla buluşturulacak bilimdir. Kadın kimlik olarak çevreseldir. Demokratik toplum kadın zihnini ve özgür iradesini gerektiren toplumdur. Demokratik modernite açıkçası kadın devrimi ve uygarlığı çağıdır.

Demokratik modernite sistemi açısından üç sorunun yanıtı sistemin unsurlarıyla ideolojik ve eylemsel buluşmayı ifade eder. Eskiden öncü parti kavramı denilen misyon demokratik modernitenin kuramsal ve eylemsel öncülüğü olarak yetkinleştirilmiştir. Sistemin üç temel ayağı olan ekonomik, ekolojik ve demokratik toplumun (kent, yerel, bölgesel, ulusal ve ulus ötesi demokratik konfederalist yönetim) zihinsel ve iradesel ihtiyacını karşılamak yeni öncülüğün temel misyonudur. Bunun için yeterli sayıda ve nitelikte akademik yapıların inşası gereklidir. Modernitenin akademik dünyasını sadece eleştirmekle yetinmeyen, alternatifini geliştiren yeni akademik birimler içeriklerine göre çeşitli adlarla inşa edilebilir. Ekonomik-teknik, ekolojik-tarım, demokratik siyaset, güvenlik-savunma, kadın-özgürlük, kültürel-kimlik, tarih-dil, bilim-felsefe, din-sanat başta olmak üzere önem ve ihtiyaçlara göre toplumun her alanına ilişkin olarak inşa etmek görevdir. Güçlü bir akademik kadro olmadan demokratik modernite unsurları inşa edilemez. Akademik kadro ne kadar demokratik modernite unsurları olmaksızın anlam ifade etmezse, demokratik modernite unsurları da akademik kadrolar olmaksızın anlam ifade etmez, başarılı olamazlar. İç içe bütünsellik, anlam ve başarı için şarttır. Kapitalist modernitenin sırttaki lanetli elbise gibi duran fikri, zikri, eylemi ayrı anlayışını mutlaka terk etmek, aşmak gerekir. Fikir-zikir-eylem asla birbirinden ayrılmaz hakikatin hep sırtta tutulması bütünlük içinde giyilmesi, yaşanması gereken yücelik nişaneleridir. Üçünü bir arada; nasıl yaşamalı da, ne yapmalı da ve nereden başlamalı da temsil edemeyen, hakikat savaşına çıkmamalıdır. Hakikat savaşı kapitalist modernite çarpıtmasını kabul etmez. Onunla yaşayamaz. Özcesi akademik kadro beyindir, örgüttür ve bedende (toplumda) kılcal damarlarla yayılandır. Gerçek bütündür. Hakikat, ifade edilen bütünsel gerçektir. Kadro, örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikattir.

Demokratik ulusun alternatif modernitesi demokratik modernitedir. Tekelcilikten kurtulmuş ekonomi, çevreyle uyumu ifade eden ekoloji, doğa ve insan dostu teknoloji demokratik modernitenin, dolayısıyla demokratik ulusun kurumsal temelidir

Siyasi oluşumla birlikte ekonomik oluşumlar tamamen hegemonik küresel, bölgesel ve yerel güçlerin kontrolünde geliştirilmektedir. Model olarak sunulmaktadır. Dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi. Kapitalist modernitenin bu yönlü önemli bir dönüşümü demokratik modernitenin paradigması altında çözümlenmeye ve alternatif çözüm araçlarını geliştirmeye büyük ihtiyaç vardır. Bu son emperyalist-sömürgeci silahın özellikle ekonomik yöntemlerle demokratik dönüşümü etkisizleştirmesine fırsat tanımamak çok önemlidir. Bunun için demokratik modernitenin üç temel aracını; demokratik ulus, ekolojik sanayileşme ve kullanım amaçlı sosyal pazar ekonomisini geliştirmek esas olmalıdır. Hem ekolojik sanayileşme hem temel insan ihtiyaçlarına dayalı kâr amaçlı olmayan, toplumsal dayanışmaya hizmet eden toplumsal pazar ekonomisi, en önemli araçlar olarak değerlendirilmek durumundadır.

Ortadoğu’da demokratik modernite anti-tezini kapitalist moderniteye karşı geliştirmek, her geçen gün derinleşen kriz ve kaotik durumu aşmak için geçerli olasılıkların başında gelmektedir. Tarihsel ve toplumsal koşullar bu olasılığın gerçekleşme şansını arttırmaktadır. Yaşanan somut koşullara ilişkin belirlenebilecek temel slogan “Ya sürekli kriz ve kaos, ya demokratik modernite”dir. AB deneyiminden alınacak önemli bir ders, ekonomik toplum kökenli bir reformcu çıkış halkası yakalamaktır. Buradan alınacak mesafeyle diğer toplumsal ve siyasal inşalar mümkün kılınabilir. Çelik ve kömürün endüstriyalizmin temel malzemesi olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, ekolojik toplumla çelişkisini daha iyi anlayabiliriz. AB’nin ekolojik topluma erişimini engelleyen yapısal neden de budur. Çelik ve kömür üzerine inşa edilen topluluklar anti-ekolojiktir. Demek ki sistemde reform yapmak kendi başına yeterli değildir. Eğer amaç ekolojik toplumsa tabii!

Ortadoğu’da demokratik modernitenin güncel somut bir adımı bölgenin tarihsel ve toplumsal koşullarına dayalı olarak atıldığında gelişme şansı olabilecektir. Dışarıdan kopyalama elbette tutunamaz. Son iki yüz yılın modernite kopyalamalarının tutunmakta zorlanması bu yargıyı doğrulamaktadır. Neolitik toplumun ve antitezi uygarlığın boy verdiği ekolojik ortam demokratik uygarlığın ve modernitesinin de alanı konumundadır. Nil, Dicle, Fırat ve Pencab nehir vadilerinde gelişen beş bin yıllık merkezî uygarlık alanları günümüzde bölgesel kriz merkezleridir. Son iki yüz yılda kapitalist modernitenin en tutucu ayakları olarak inşa ettirilen ulus-devletler bu krizin temel etkenidir. Bu devletlerin AB’nin izinde gidip reformlara girişme yetenekleri olmadığından, şiddetli kırılmalarla kriz ve kaotik aralık büyümektedir. ABD ve AB sistemin ittifak halindeki hegemonyası olarak yüklenmelerine rağmen çıkış bulmakta zorlanmakta, ulus-devletin yeniden inşası gerçekleşememektedir. Bu durum hem küresel krizi derinleştirmekte ve sürekli kılmakta, hem de tersinden etkilenip kaotik karmaşayı çoğaltmaktadır. Dolayısıyla sistemin yapısal krizi en çok merkezî uygarlığın anavatanında kalıcılaşmaktadır. Âdeta intikamını almaktadır.

Tarihin merkezî akışında tez-antitez-sentez döngüsü bir kez daha harekete geçmek durumundadır. Somutlaştırırsak, öncelikle Dicle-Fırat vadilerini paylaşan ve tarihte hep bütünlük halinde yaşamış olan kültür üzerinde yeniden bütünlüklü bir çıkışa şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır. Bugün adına Suriye, Irak ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları denilen yapay çizimlerin Birinci Dünya Savaşının galipleri olan İngiliz ve Fransız hegemonyasından miras kaldığı, tarihsel toplumsal kültürün bu temelde parçalanmasının jeostratejik böl-yönet politikasının gereği olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu sınırların yapaylığını derinliğine ve bütün sonuçlarıyla kavramadan, tarihin Verimli Hilal’inde anlamlı kültürel birlikler inşa edilemez. En büyük ahmaklık bu sınırların kutsallığına (en kutsal olmayan, yabancı hegemonyanın en uğursuz çizimleri) inanıp bütünlüklü bir kültürel çıkışa niyet etmemek ve bu çıkışı aklına getirmemektir. Kültürel bütünlükten kasıt eşitlik, özgürlük ve demokratik değerler etrafında örülen maddi ve manevi kültürdür. Böylesi bir kültür milliyetçi olmayan bir ulusallık, dinci olmayan bir dinsellik, cinsiyetçi olmayan bir toplumsallık ve pozitivist olmayan bir bilimsellik zihniyetiyle yorumlanmak ve inşa edilmek durumundadır.

Bu konuda ilk adım olarak Dicle-Fırat Tarım-Su-Enerji Komünü’ne gitmek hem tarihselliğin hem de toplumsallığın bütünsel gelişimine uygun bir yanıt olabilir. Bu birlik sağlandığında tarihsel toplumun mucizeler yarattığını ve tüm kutsallıkların beşikliğini yaptığını bilmekteyiz. Bu komünün ekolojik-ekonomik toplumun gelişiminde yeterli bir temel sağlayacağı ve güçlü bir potansiyel oluşturacağı açıktır. Bu ekonomik komünal modelle birlikte toplumun her alanında benzer komünler geliştirmek mümkündür. İsrail’de uygulanan Kibbutz modeli de gücünü bu komün özelliğinden almaktadır. Tarih boyunca ekonomik yaşam ağırlıklı olarak komün tarzındadır. Kapitalist liberalizm her ne kadar ‘özel girişimcilik’ adı altında bireycilik damgasını vursa da, üretim yine ağırlıklı olarak başta fabrikalar olmak üzere komünal birimler temelinde gerçekleştirilir. Fark bireyci kârcı sistemdedir. Kârcılık aşıldığında veya asgari düzeye indirildiğinde geriye komünal düzen kalır. Komünal sistem sadece ekonomik alanda değil, tüm toplumsal alanlarda da geçerliliği olan evrensel yapısal özellikler taşır. Komünlerin temel sorunu ahlaki ve politik olabilmektir. Uygarlık ve kapitalist modernitenin dayattığı bu değerlerden dışlanmayı demokratik moderniteyle aşabilmektir.

Dicle-Fırat havzaları temel ihtiyaçlar olan tarımsal ürünler için gerekli su, enerji ve toprağı fazlasıyla sunmaktadır. Bu materyaller yeterince sağlanmadan Ortadoğu’nun ekolojik ve ekonomik toplumsallığı gelişemez. Fakat yeterli bir zihinsel anlam birikimi oluşmadan bu yapısal materyaller yapısal toplumu tek başına oluşturamaz. Dolayısıyla reel sosyalist toplumlar gibi kapitalist moderniteye hizmet etmekten ve onun içinde erimekten kurtulamaz. Zihinsel anlam birikimi için hem tarihte hem de modernitenin demokratik kefesinde oluşmuş birikimin akademik örgütlenmesi sağlam bir başlangıç olabilir. Unutmamak gerekir ki, tarihin ilk akademileri olarak Sümer zigguratları, Nippur, Babil, Nusaybin, Urfa, Bağdat Bilge Evleri uygarlıkların onlarsız edemeyeceği gerçeğin de ifadesidir. Demokratik modernite akademyasız gelişemez. Kapitalist modernitenin kriz içindeki akademik dünyasına alternatif olarak örgütlenmek durumunda olan yeni bilimsel ve anlamsal dünya ekolojik ve ekonomik toplumun vazgeçilmezidir. Bilimin ideolojik tekel olmaktan ve iktidar aracı olarak kullanılmaktan kurtulması ancak eşit (farkındalıkla birlikte), özgür ve demokratik toplumun inşasıyla, bunların iç içe yaşanmasıyla mümkündür. Her eko-topluluk ancak kapitalist moderniteyi aşmış bir bilinç ve örgütlülük olarak inşa edildiğinde anlamlı olabilir. Kapitalizmi, endüstriyalizmi ve ulus-devletçiliği aşan bilinç, örgüt ve eylemsel irade oluşmadan, eko-topluluklar ve ekonomik toplum oluşamaz. Bilim ve bilinç ayrı, toplum ayrı anlayışları bir uygarlık çarpıtmasıdır. Bu da toplumun köleleştirilmesiyle bağlantılıdır.

Özgür ve demokratik toplum ancak kendisi için gerekli anlam bilinciyle yaşanabilir. Her ekonomik birim ekolojik bilinciyle yaşanabilir. Ekolojik bilince dayanmayan ekonomik birimler, yaşamlar kapitalist modernite içinde erimekten ve yaşanmaktan kurtulamazlar. Ekolojik-ekonomik birimleri basit, teknolojiden yoksun birimler olarak düşünmemek gerekir. Gerektiğinde en karmaşık ve gelişkin teknolojiler de ekolojik-ekonomik birim ve birliklerde kullanılabilir. Hatta ekolojik-ekonomik birimler ideal teknoloji birimleridir. Teknolojinin en yararlı toplumsal kullanım alanlarıdır. Ortadoğu toplumunda teknolojik devrim en çok ekolojik-ekonomik toplum için gereklidir. Bu anlamda teknolojik devrim anti-endüstriyalisttir. Endüstriyalizmin hizmetindeki teknoloji köleliğe ve yıkıma götürürken, ekonomik ve ekolojik toplumun hizmetindeki teknoloji daha fazla özgür ve demokratik yaşama götürür. Özcesi teknolojiyle ekoloji arasındaki en anlamlı dengeyi demokratik modernite koşulları sağlar. Bunun için ideolojik savaşım moderniteler arası savaşımın vazgeçilmezidir. Bu mücadeleyi başarıyla vermeden, kapitalist modernite karşısında demokratik modernitenin yaşam şansı ve kalıcılığı hep zayıf bir olasılık, umut ve ütopya olarak kalır.

Ortadoğu coğrafyasında neolitik çağdan başlayarak tüm uygarlık çağları boyunca toplumu, maddi ve manevi kültürü besleyen ekolojik ve ekonomik toplum yaşamıdır. Kapitalist modernite mahşerin üç atlısı olarak sermayeciliği, endüstriciliği ve ulus-devletçiliğiyle bu toplumsal kültürü çiğnemiş, hançerlemiş ve parçalamıştır. Buna karşılık yerine getirilmesi gereken temel görev demokratik modernitenin demokratik-sosyalist, ekolojik-ekonomik ve ahlaki-politik üçlü sacayağı üzerinde inşa mücadelesidir.

Modern Kürt kültürü özgün nedenlerden ötürü kendini ancak demokratik modernite unsurları kapsamında başarıya götürebilir. Başarı derken özgür yaşam kültürünün kalıcı, yok edilemeyen varlığından bahsediyoruz. Bu yaşamın temel formları demokratik ulus, ekolojik endüstri ve sosyal pazara da yer veren komünal ekonomidir. Kürdistan ve Kürt çağdaş gerçekliği tarihsel olarak uygarlık sisteminin doğuşuna beşiklik ettiği gibi demokratik modernitenin de sistem olarak kendini kanıtlamasına beşiklik etme şansına sahiptir. Demokratik kültürün sadece Kürtlerin modern yaşam kültürü değil, bölgenin ve evrensel insanlığın da bir şansı olarak bu temelde rol oynaması büyük ve tarihsel önem kazanmaktadır.

Sadece kapitalizm teorisiyle değil, kapitalist modernite teorisiyle ve teorideki alternatif modernite unsurlarının aydınlatılmasıyla mücadele vermek ilk şarttır. O halde sosyalist partiler esas olarak kapitalizme karşı demokratik modernite teorisiyle aydınlanıp mücadele ederler. Sadece teorik mücadele ile yetinemezler. Birlikte pratikleşme araçlarını yani demokratik ulus olma, ekolojik endüstriyel teknikler geliştirip uygulama ve sosyalist pazar olgusunu geçerli kılmayla kapitalist modernite unsurlarına karşı başarılı olabilirler.

Öncü güç olma her ne kadar klasik parti modellerini çağrıştırmaktaysa da aralarında özsel fark vardır. Yeni öncü güç, demokratik toplumun protipidir. Demokratik ulus toplumunun ön modelini teşkil etmektedir. Eskisi gibi program, strateji ve taktik bütünlüğünü ifade etse de içerik olarak bu kavramların içeriği önemli dönüşüm geçirmiştir. Stratejisi demokratik modernite unsurlarını temel almaktadır. Program, aynı unsurların nasıl inşa edileceğini ilkesel olarak belirlemektedir. Taktik ise programatik ilkelerin strateji doğrultusunda hangi güç araçları ve mücadele biçimleriyle yaşamsallaştırılacağını belirlemektedir. Program, demokratik modernite paradigmasına uygun olarak politik, ekonomik, sosyal, kültürel, özsavunma, diplomatik hedefleri belirlerken stratejisi, bu hedeflerin hangi temel ve taktik güçlerle gerçekleştirileceğini öngörmektedir. Demokratik ulus, ekolojik endüstri ve sosyalist pazar etrafında topluluk ekonomisi temel stratejik unsurlardır. Temel taktik unsurlar ise temel hedefler ve stratejik unsurları yaşamsallaştırılmaları, somut inşaları için gerekli örgüt ve mücadele biçimleriyle belirlenmektedir. Örgüt ve mücadele söz konusu olduğunda kadro sorunu öne çıkmaktadır. Modern toplumda önderler ve kadrolar önemini yitirmezler. Tersine toplum daha da karmaşıklaştığı için rolleri daha önem kazanır. Burada önemli olan, yine hangi perspektifleri esas aldıklarıdır. Eğer kapitalist modernite dünyasını aşamazlarsa partili önder ve kadrolar er geç kapitalist iktidar ve sömürü unsurlarına dönüşecektir. Eğer demokratik modernite unsurlarında ısrarlı davranılırsa ona göre önderler ve kadrolar şekillenecektir. İktidar ve devlet perspektifi yerine demokratik otorite ve politik ahlâki toplum perspektiflerinden vazgeçilmedikçe demokratik önderler ve kadroların yetişmesi, partinin yeni kimliği gereğidir.

Demokrasinin ekonomiye yansımış biçimi olarak ekolojik endüstriyi ve komün ekonomisini esas alır. Endüstriye, kalkınmaya, teknolojiye, işletmelere, mülkiyete biçilen sınır ekolojik ve demokratik toplum olma sınırıdır. Ekolojiyi ve demokratik toplumu yadsıyan endüstriye, teknolojiye, kalkınmaya, mülkiyete, köy-kent yerleşimciliğine yer yoktur. Ekonomi, üzerinde kâr ve sermaye birikiminin gerçekleştiği bir alan olarak bırakılamaz. Ekonomik özerklik, kâr ve sermaye birikiminin asgariye indiği bir modeldir. Pazarı, ticareti, ürün çeşitliliğini, rekabeti, verimliliği reddetmemekle birlikte üzerinde kârın ve sermaye birikiminin egemenliğini kabul etmez. Finans ve mali sistem ekonomik verimliliğe ve işleyişe hizmet ettiği oranda geçerli kılınır. Paradan para kazanmayı en zahmetsiz sömürü tipi olarak kabul eder ki ekonomik özerklik sisteminde yer bulamaz. Demokratik ulusun ekonomik özerkliği, çalışmayı bir zahmet bir anayasa olarak değil, bir özgürleşme eylemi olarak değerlendirir. İlkesi “çalışmak özgürlüktür”. Çalışmanın zahmet ve angarya olarak karşılanması emeğin sonuçlarına yabancılaşmaktan kaynaklanır. Emeğin sonuçları öz kimliğine ve birey özgürlüğüne hizmet ettiğinde, bu seve seve, mutlulukla katlanılan bir eylem olur.

Kürdistan’ın akarsuları üzerinde kurulan barajlar tam bir tarih ve ekolojik felakettir. Ekoloji, verimli toprağı ve tarihi dikkate almayan hiçbir baraja müsaade edilemez. Hatta inşa edilenler ömrünü doldurur doldurmaz yerlerine yenileri inşa edilemez. Mümkünse erken tasfiyelerinden kaçınılamaz. Erozyon, ormansızlık en büyük toplum ve canlı düşmanlığıdır ki tam bir seferberlik ruhuyla karşı durulur. Toprağı koruma ve çevreyi ormanlaştırma en kutsal emek türleri olarak ilan edilir ki, kendi başına bu iki alandaki çalışmalar işsizliği yüzyıllarca ortadan kaldırmaya kâfidir. Nasıl ki kâr ve sermaye birikimi için en kutsal faaliyet alanı en çok kâr getiren alansa demokratik ulusta toplumu tarih boyunca yaşatmış toprak ve orman alanları, çalışmanın en kutsal alanlarıdır. Kapitalizm, endüstriyalizm olmadan toplumsal yaşam sürer. Ama toprak ve orman olmadan toplumsal yaşam sürmez. Zaten işsizliğin kökeninde kapitalizm tarafından topraktan, köyden, ormandan koparılmak vardır. Ucuz işsiz deposu kapitalizmin azami kârı için hep gerekli olup bilinçli ve zorla yaratılmış bir olgudur. Tekrar toprağa, ormanlaştırmaya, kısacası ekolojik yaşama dönüş sadece işsizliği ortadan kaldırmaz; kanserojen kent toplumundan da kurtarır. Böylelikle kenti de kurtarır. Ur gibi büyüyen kent, bir kanser hastalığıdır. Zaten bireysel kanserler de bu kentsel yaşamın ürünüdür. Diğer bir çok hastalık gibi. Dolayısıyla toprağı, orman faaliyetine, ekolojik tarıma, gıdaya dönüş sadece işsizliğe temel çare değildir; tüm modernite, kent hastalıklarının da panzehiridir.

Kapitalist moderniteye yönelik ekolojik, feminist eleştiriyi de önemsemek gerekir. Ekoloji zaten endüstriyalizmin kurban ettiği çevrenin bilimi olarak anti kapitalisttir. Demokratik modernitenin vazgeçilmez diğer temel kaynaklarından biridir. Feminist çıkış tüm yetmezliğine rağmen kadın hakikatine katkısı oranında değerlidir. Demokratik modernitenin kendisi de kadın gerçekliğini bizzat çözümleyerek kendini hakikatleştirir. Bununla birlikte feminist eleştiri ve hareketini kendisinin vazgeçilmez bir parçası kılmak için yaklaşır. Parça demek belki doğru olmaz. Özgür kadını temel yaşam öğesi olarak sistemine katar.

Demokratik modernitenin üçüncü başta gelen çözüm unsuru kapitalist endüstriyalizme karşı ekolojik endüstridir. Endüstriyalizm; kapitalizmin tekniği azami kâr eğilimini gerçekleştirmek için sınırsız kullanımı biçiminde tanımlanabilir. Azami kâr eğilimi nasıl devleti azami iktidar aracı olarak ulus-devlet biçiminde yeniden örgütlediyse, teknik donanımını da azami kâr amaçlı kullanmayı ifade eden endüstriyalizm biçiminde örgütledi. Endüstriyalizmin asıl tehlikesi canlı, duygulu bir dünyası olan toplumu mekanik aletler mezarlığına çevirmesidir. Toplumun robotlaştırılmasıdır. Endüstriyalizme sınır konmadan hiçbir toplum sağlıklı duygular dünyası haline yaşamını sürdüremez.

Çözülmüş, toplum olmaktan çıkmış yığınları, savaş araçları endüstrisi, insanlığı tüm çevresiyle yutacak boyutları çoktan aşmıştır. Ancak çevresiyle var olabilen bir canlı olarak insan, diğer çok sayıda çevresel canlıyla birlikte -buna bitkiler, ormanlar dahildir- endüstriyalizm tarafından ekolojik anlamda da yutulmaktadır. Şüphesiz bütün dünya için yıkım araçlarına dönüşen endüstriyalizm tekniklerine karşı, onu mümkün kılan kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin endüstriye yaklaşımı tamamen ekolojiktir. Ekolojik olmayan endüstri en az kapitalizm ve ulus-devlet kadar toplumun yıkım araçlarıdır. Demokratik modernitenin demokratik ulus ve komünal ekonomi unsurları pratikleşmek için elbette teknikten, endüstriden yoksun kalamazlar. Tersine bu modernite ve unsurları bilimin ve teknolojinin gelişimini ve endüstride kullanılmasını gerekli kılar. Endüstrinin toplum açısından asıl anlamı da burada ortaya çıkar. Toplumun varlığına, onun ahlâki ve politik yetkinliğine, demokratik ve ekonomik gelişimine bir bütünlük halinde katkıda bulunduğu oranda değerlidir. Şüphesiz katkı eşiğini belirlemek ahlâki ve politik yönetimin başta gelen görevidir.

Demokratik modernite, komün ekonomisi ve ekolojik endüstri kavram ve kuramlarıyla kapitalist modernitenin azami kâr ve endüstriyalizm kuramına dayalı olarak geliştirilen yok edici çılgınlıklarına karşı toplumu ve bireyi en iyi savunan sistematik çözüm olanağıdır. Azami kârcılığı ve endüstriyalizmi de ulus-devlet gibi kutsallaştıran ve biricik hakikat olarak sunan liberal ekonomi politika bilimciliğinin eleştirisi doğru yapıldığında toplumun çevresi ile birlikte yıkımını gerçekleştiren araçlar olduğu anlaşılır. Bilimsel sosyalizmin endüstriyalizmi hiç eleştirmemesi, azami kârcılığa karşı da ekonomik bir indirgemecilikle devlet ekonomisini alternatif olarak sunması hataydı. Bir nevi sol liberalizmdi. Toplumsal sorunların çözümünü devlet iktidarına havale etmekti. Sonuçta reel sosyalizmin içten çözülüşü devlet eliyle ne ekonomi ne endüstriyalizmin toplumsal sorunları çözen araç olmadıkları açığa çıktı.

Klasik devlet odaklı ulusal hareketten farklı olması, uzun vadeli ulusal kurtuluş savaşı yöntemlerine dayanma yerine, işlevsel sivil toplum ve demokratikleşme faaliyetlerine öncelik vermesi demokratik ulusal şekillenmeyi sağlayabilir. Özellikle kadının özgürlük temelinde katılımı önemini daha da artırmaktadır. Milliyetçilikten arınmış, din radikalizmine yer vermeyen, yerel kültürün özgür ifadesine, toplumsal cinsiyet özgürlüğüne ve çevreci ekolojik çalışmaya dayanan bu tür uluslaşma, ayrılıkçılık ve şiddet içermeyen yöntemleriyle demokrat ulus olmanın en sağlıklı yoludur.

 

Demokratik Ulusun Ekonomik Sistemi

Demokratik ulusun ekonomik sistemi, sadece bu barbar uygulamaları durdurmakla kalmaz, toplumun ekonomi üzerinde yeniden denetim kurmasını esas alır. Ekonomik özerklik, ulus-devletle demokratik ulus arasında varılacak asgari uzlaşmadır. Onun altındaki bir uzlaşma veya çözüm, teslimiyet ve “yok ol” anlamına gelir. Ekonomik özerkliği bağımsızlığa taşırmak karşı bir ulus-devlet anlamına gelir ki bu da sonuçta kapitalist moderniteye teslim olmaktır. Ekonomik özerklikten vazgeçmek ise hakim ulus-devlete teslimiyettir. Ekonomik özerkliğin içeriği ne özel kapitalizmi ne de devlet kapitalizmini esas alır.

Demokratik ulusun ekonomik özerkliği, çalışmayı bir zahmet bir anayasa olarak değil, bir özgürleşme eylemi olarak değerlendirir. İlkesi “çalışmak özgürlüktür”. Çalışmanın zahmet ve angarya olarak karşılanması emeğin sonuçlarına yabancılaşmaktan kaynaklanır. Emeğin sonuçları öz kimliğine ve birey özgürlüğüne hizmet ettiğinde, bu seve seve, mutlulukla katlanılan bir eylem olur. İstismara yer vermeyen ekonomik faaliyet başta neolitik toplumda olmak üzere bütün topluluklarda bayram coşkusuyla kutlanmıştır. Demokratik ulusun ekonomik özerkliği bu coşkunun tekrar gerçekleştiği bir sistemdir.

Demokratik modernitenin demokratik ulus ve komünal ekonomi unsurları pratikleşmek için elbette teknikten, endüstriden yoksun kalamazlar. Tersine bu modernite ve unsurları bilimin ve teknolojinin gelişimini ve endüstride kullanılmasını gerekli kılar. Endüstrinin toplum açısından asıl anlamı da burada ortaya çıkar. Toplumun varlığına, onun ahlâki ve politik yetkinliğine, demokratik ve ekonomik gelişimine bir bütünlük halinde katkıda bulunduğu oranda değerlidir. Şüphesiz katkı eşiğini belirlemek ahlâki ve politik yönetimin başta gelen görevidir.

Kapitalist bireycilik ayrıca toplumu inkâr temelinde şekillenmiştir. Her türlü tarihsel-toplum kültürünü geleneğini yadsıdığı oranda kendini gerçekleştireceğini sanır. Liberal ideolojinin en büyük çarpıtması budur. Başlıca sloganı; “toplum yoktur birey vardır” biçiminde dile getirilir. Kapitalizm esas olarak toplumun tüketme temeline dayalı hastalıklı bir sistemdir. Buna karşın demokratik ulusun bireyi, özgürlüğünü toplumun komünalitesinde, yani daha işlevsel küçük topluluklar halindeki yaşamında bulur. Özgür, demokratik komün veya topluluk, demokratik ulus bireyinin gerçekleştirdiği temel okuldur. Komünü olmayanın, komünsel yaşamayanın bireyselliği de gerçekleşemez.

Nasıl ki demokratik federalizm, demokratik özerklik demokratik ulusun politik yaşam örgütlenmesi, kurumlaşması ise komünal ekonomik birlikler federasyonu da ekonomik yaşamın örgütlenmesi ve kurumsallaşmasıdır. Komünal Ekonomik Birlikler Federasyonu bütün yerel, ulusal ve bölgesel çapta Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği’nin ekonomik temelini ifade ederler.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.