Düşünce ve Kuram Dergisi

Evrensel Tarih ve Ortadoğu

Zeynel Günaydın

Doğru yaşam doğru bir teoriyi gerektirir. Theodor W. Adorno’nun “Yanlış hayat doğru yaşanmaz,” belirlemesi bu açıdan oldukça önemlidir. İnsanların doğal toplumdaki her eylemi özgürleştirici olduğu halde, özellikle hiyerarşinin çıkışından sonra insanların her faaliyeti toplumu özgürleştirme temelinde olmamıştır. Hiyerarşi ve sonrası dönem, toplumun parçalara bölündüğü, toplumun içinden iktidar odaklarının çıktığı dönemdir. Bu iktidarların hem korunması hem de daha da büyütülmesi için toplumla önemli ölçüde oynanmıştır. İnsanın yaratıcı gücü, toplumu geliştirme için değil de iktidarı daha da büyütmek için kullanılmıştır. Bu, doğru yaşam için gerekli olan teoriyi bulanıklaştırmış, yoldan çıkarmış, saptırmıştır. İnsanların zihniyetiyle oynandığından da sisteme karşı olanlar bile bu iktidar odaklarının etkilerinden tümden kurtulamamıştır.

Gerontokrasi ile daha hiyerarşi döneminden beri kendilerini bilgi tekeli haline getiren egemenler, tüm gerçeklere hükmetmek için her şeyi kendi çıkarları temelinde ele almışlardır. Özellikle Sümerlerle başlayan devletli tarih boyunca tüm gerçekleri tersyüz etmişlerdir. Egemenler, tanrı şahsında, kendilerini doğanın, maddi zenginliklerin ve yaşamın yaratıcısı kılmışlardır. Bunu da insanların zihnine adeta nakşetmişlerdir. Onlar olmadığında ya da kızdırıldıklarında insanlar için felaketlerin olacağını insanlara yedirmişlerdir. Kendilerini olmazsa olmaz kılan bu egemenlikçi kesimler, sonrasında da her şeyi kendilerine mal etmiş ve kendilerinden başlatmışlardır.

Halklar adına herhangi bir şeyin yazılmamasına özen göstermişlerdir. Tarihte kadın, etnisite, devlet dışı toplumsallık tamamen unutturulmuştur. Bu yönüyle mevcut tarih okutmaları ve yazımları erildir, devletçidir, egemenlikçi ve toplum karşıtıdır. En belirgin özelliği de parçalı oluşudur. Pek çok tarih okuması, tarihi tüm sistematiği içinde ele almaz. Egemenler her şeyi kendilerinden başlattıkları gibi, tarihi de kendilerinden başlatırlar. Bu, tüm egemenlikçi sistemlerin ortak özelliği olsa da bunu en çarpıcı biçimde Aristo’dan beri Avrupa merkezli bakış açısında görmekteyiz.

“Tarihin Babası” diye tanımlanan Heredot, kronolojik bir şekilde kişilerin etrafında gelişen bir olaylar yığını olarak görür tarihi. Hegel ise kendi dönemindeki tarih bilgisine dayanarak, tarihi, Yunan’da devletin ortaya çıkmasıyla başlatırken, Napolyon ile sistem kazanan ulus-devlet ile sonlandırır. Marks da tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihi olarak görür. Daha da arttırılabilecek bu ele alışların ortak özelliği, tarihin hakikatini parçalayarak ele almalarıdır. Yani her biri tarihteki yaşanmışlıklardan sadece birisini tarihin temel yaratıcı gücü olarak görür. Oysa ki hakikat bütündür ve parçalanamaz. Bu, en çok da tarih için geçerli bir husustur. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu konuda kısaca da olsa şunları belirtmiştir: “Olan tarihin, tamamen uygarlık sistemlerinin ideolojik süzgecinden geçirilmiş resmi tarih olduğu çok iyi bilinmeden, tarih okumaları zihni, dolayısıyla yaşamı, anlamlı toplumsal yaşamı sadece zorlamaz, olanaksız hale getirir. Yanlış tarihle doğru yaşanmaz. Kendi özgürlük tarihlerini doğru yazamayanlar özgür yaşayamazlar.”

 

Evrensel Tarih Olarak İnsan

“İnsan dışında olup da insanda yeniden bir araya gelip yapılaşmayan, duygu ve düşünce haline gelmeyen hiçbir evren parçası, madde ve enerji bütünlüğü yoktur. Birincisi, evrensel tarih diyorsak, bu gerçek kastedilmektedir. Panteizmin de fark etmeye çalıştığı şey bu gerçekliktir.” [Abdullah Öcalan]

Tarihi bilmek, kendini bilmektir. Kendini bilmeye çalışanların yapacağı en öncelikli şey, neyin ürünü olduklarını bilmeye çalışmalarıdır.

Evrensel tarih esasında insanın kendi tarihidir. Evrensel akış, evrensel oluş ‘kendini düşünen’ ikinci doğa olarak insanda en mükemmel halini almıştır. Bu durum insansal oluşu, tüm canlı türleri içinde farklılaştırır. Hayvan veya bitkide evrensel tarihin her aşamasını göremeyiz, ama insansal var oluşta evrensel tarihin tümünü görmek mümkündür. Zaten o nedenledir ki insana ‘mikro kozmos’ denilmektedir. İnsan ana karnında geçirdiği dokuz aylık sürede, ortalama yirmi milyar olarak hesaplanan evrenin oluşumunun tüm evrelerini yaşar. Anne karnındaki geçen her süre, evrenin milyarlık zamanı içinde çok uzun zamanlara tekabül eder. Özcesi; insan, evrenin çocuğu olduğu gibi aynı zamanda da özetidir. Annenin rolü evrenin milyarlarca yıl oluşturduğunu dokuz aylık sürede yaşar hale getirmektir. Oluşumdaki bu muhteşemliği insan dışındaki diğer canlılarda göremeyiz. Zira insanda hayvandan kalan, bitkiden kalan, atom altı dünyadan kalan şeyler vardır, ama diğerlerinde insana ait bir şey yoktur. Yani insanda hayvanlık vardır, ancak hayvanda insanlık yoktur. Bu nedenledir ki evrenin kendini var etmesinin tarihi anlamında evrensel tarih, özü itibariyle insanın tarihidir.

 

“Tüm Bilimlerin Tanrıçası: Toplumsal Bilim”

İnsan evrensel tarihin bütününü ifade eder. Diğer canlılar ya da evrenin diğer bileşenleri evrensel tarihin bir parçasını ifade ederler. Evrenin kendilerinde dile geldiği, oluştuğu döneme kadarki evrensel tarihi ifade ederler. Evrensel akış devam ederek insanlaşmaya doğru evrildiğinden, onlar evrensel tarihin kendilerinden sonraki dönemlerini ifade etmezler. Yeni’de yaşarlar, ama o ‘yeni’ onların aynısı değildir; ‘yeni’ yani doğal evrimsel akışta kendilerinden sonrası, onlardan daha donanımlı olarak devam eder. İşte bu nedenledir ki Kürt Halk Önderi Öcalan, “Toplumsal bilimi… tüm bilimlerin ana kraliçesi veya tanrıçası mesafesinde değerlendiriyorum. Toplumsal bilime dayanmayan tüm bilimlerden şüphe ettiğimi yine önemli bir tespit olarak belirtmeliyim. Diğer tüm bilimlere doğru giden yol toplumsal bilimi gerçekleştirmemizden geçecektir. Maddenin atom-altı parçacıklarından tutalım halen genişlediği idea edilen kozmik evrenin bilgisine ancak toplumsal bilimin gelişimi ölçüsünde varabiliriz,” demektedir. Evrenin bütünü anlamına gelen insanı bilmek, bu yönüyle ‘gerçek’i bilmektir. ‘Kendini bil!’ en çok da burada devreye girer. İnsan şahsında dile gelen ‘kendi’ sadece bir insan değildir, insanın tüm öncesidir, yani evrenin evrensel tarihidir.

Bağlantılı bir diğer önemli husus da tüm bilmelerin yaratıcısının insan olmasıdır. Kendini düşünen doğa olma, var oluşunun farkına varma ve farkındalık, evrende sadece insana has bir özelliktir. Bu da kendi şahsındaki evreni tanımayı olanaklı kılar. Diğer canlılarda bu durumu gözlemek mümkün değildir. O nedenle de insan kendini tanımaya çalışınca, esasında evreni tanımaya çalışıyor demektir. Kendini bilen evreni de biliyor demektir. Evreni bilmenin düzeyi kendini bildiğin kadardır. Kendini bilmeyen çevresini, var oluşsal gerçekliği de bilmiyor demektir. İşte bu nedenlerledir ki sosyal bilim tüm bilimlerin esas alması gereken bilim oluyor.

Çağın hâkim yaklaşımını belirleyen modernist paradigmada durum böyle değildir. Sosyal bilimin tanrıçalık rolünün yerini, fizik biliminin tanrılığı almıştır. Daha çok fizikteki gelişmeler temel belirleyici bilim olmuştur. Çünkü fizik, ‘doğayı bilmenin bilimi’ olarak ‘görüngü’nün bilimidir. İnsan ve onun yaşam tarzı olma anlamında toplumsallık da aynı zamanda bir ‘görüngü’ olarak ele alındığından, fiziğin maddeye ilişkin ulaştığı sonuçlardan yararlanmak, toplumu ve insanı anlamak için gerekli görülmüştür. Newtoncu fizik bu konuda oldukça iddialıdır. Doğayı tümüyle anlaşılır kıldığından ve geleceği de bildiğinden emindir. Onun bu eminliği ve ortaya koyduğu her yerde ‘geçen’ ‘evrensel’ yasaları, olduğu gibi topluma uyarlanmıştır. Bu da büyük yanlışlıkların, kendini aldatmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yani esasında evrimsel akışta geride olanın işleyiş esasları (insan öncesi doğa), daha gelişkin olana (insan ve topluma) uyarlanmaya çalışılmıştır -ki bunun yanlış sonuçlar vermesi kaçınılmazdır. Hâlbuki esas olan insanın başka hiçbir şeye indirgenemeyeceği, benzeştirilemeyeceğidir. Toplumsal bilimin tüm bilimlerin anası olması, insanın tüm evrenin bir özeti olması gerçekliğinden kaynaklanır. Özeti bilindiğinde kendisi de bilinmiş olacaktır. Bu nedenle evreni bilmek, onun tüm bileşenlerini ve geçirdiği aşamaları tek tek ele almayı gerektirmez. Zaten buna ne ömür yeter ne de o haliyle bu mümkündür. Bu durumda tüm evreni insanda bilmeye çalışmak, insanın donanımından dolayı mümkündür. Bu haliyle insan hem bilginin öznesi hem de tüm bilmelerin kaynağı olmaktadır. O nedenle de Kürt Halk Önderi Öcalan, insanı, “[…] büyük patlamadan bu yana tüm evrene yayılmış gerçekliğin toplamı,” olarak tanımlamıştır.

İnsanı evrensel tarihin kendisi olarak ele almak, tüm tarihi insanda ve toplumda gözlemleyebilmek, oluş’un geçmişi anlamına gelmek üzere tarihi ve insan-toplumu bilmenin bilimi olarak da sosyolojiyi iç içe kılar. Merkezine sosyal bilimi alan bir uğraş, tarihi tüm sistematiği içinde değerlendirebilecektir. Braudel’in, “Tarih sosyolojikleşmeli, sosyoloji tarihselleşmeli,” sözü burada anlamına kavuşmaktadır.

 

Evrensel Tarihte Süreler

Evrensel tarihe daha farklı açılardan da bakmamız gerekir. “Evrensel tarih deyince anlaşılması gereken ikinci tür anlatım, İkinci Doğa olarak da adlandırılan toplumsal doğanın maddi ve manevi kültürel gelişimidir. Bu tarihi bir nevi toplumun kök hücresi olan klanlardan alıp günümüze kadar toplumların ana nehir akışları biçiminde değerlendirmek de mümkündür. Bu tarih anlatımında ana nehir kavramı önemlidir… Evrensel tarihten anlaşılması gereken tüm toplumların düşündükleri ve pratikleştirdikleri benzer özne-nesne halkalarıdır. Başta ulus tarihleri olmak üzere, tüm mikro tarih anlatımları eğer evrensel tarih içine oturtulmazlarsa, ancak öykü değerinde anlam ifade ederler.” [Öcalan, A.]

Kürt Halk Önderi, toplumsal tarihteki evrensellik ve tikellik ayrımlarını doğru yapabilmek için Braudel’in de kullandığı süre’leri kendine özgü bir şekilde kullanmaktadır. Buna göre;

En uzun süre: Bu kavramlaştırma ile klan toplumundan başlamak üzere tüm toplumsal tarih boyunca geçerli olan kastedilmektedir. “Temel Kültür Sosyolojisi” olarak da adlandırılan bu dönemde, gerçekleşenlerin tüm zamanlarda geçerli olması temel kıstastır. Yine insan için olmazsa olmaz olması, esas belirleyici yöndür. En uzun süre’de gerçekleşenler eğer insanlık yeniden aynı şeylere başlangıç yapmak zorunda kalmazsa, örneğin bir doğal afet olmazsa, toplum ortadan kalkmazsa, toplumsal akışta hep belirleyici olan faktörleri kapsar. İnsan için dilin gelişimi, etnisiteli toplumsal formlar, temel kültürel etkiler olarak ahlak ve politika vb. bu kapsamdadır. Verimli Hilal’de gerçekleşen Neolitik Toplum, özcesi Aryenik Kültür insanlık için böylesi bir önem taşımaktadır.

Uzun süre: Yapısal süre olarak da tanımlanan bu süre’de daha çok yapıların oluşum, gelişim ve yıkım süreleri ele alınır. Bundaki temel kıstas insan toplumunda her zaman olmayan ama uzun bir sürede de olan temel toplumsal kurumlaşmalardır. Marksist tarih anlayışında görülen neolitik, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist kurumlaşmalar buna girer. Devletin tüm tarihi boyunca gerçekleştirdiği kurumlaşmalar yapısal süre kapsamında değerlendirilebilir. Böylelikle devletin tüm insanlık tarihi boyunca olmayan, tarihin belli bir kesitinden sonra ortaya çıkan bir şey olduğu anlaşılmış olur. Tabi burada yapısal süre kapsamında sadece devletli dönemin kurumlaşmalarından bahsedilmemektedir; Neolitik Toplum’un kendisi de bir dönemin yapısı olarak ele alınabileceği gibi, onun içinde değişik dini yapılar, düşünsel yapılar, maddi yapılar da mevcuttur. En uzun süre’den farkı, en uzun süre’nin hala yaşıyor oluşu ve yaşayacak olmasıdır. Kürt Halk Önderi bu yapısal süre’yi araştıracak sosyolojinin dalı olarak da “Yapısal Sosyoloji” ismini kullandı.

Orta ve kısa süre: Bununla da toplumsal tarihteki sayısal olarak görülen olay ve olgular değerlendirilir. Kısa ve orta sürelerde toplumdaki temel kültürel ve yapısal değişimler inceleme konusu yapılır. Bunlardan orta dönem, görece biraz daha uzun süre’de olanları kapsarken; kısa süre, kısa süreli olay ve olguları konu edinir. Örneğin bir Fransız İhtilali ve sonrasında yaşananlar orta süre kapsamına girerken, bireyin her türden toplumsallaşma faaliyetleri ise kısa zaman kapsamındadır. Yapısal kurumdaki tüm günlük olaylar da kısa süreye dahildir. Böylece yukarıda eleştiri konusu yapılan tarihin bireylerle, kahramanlarla, çoğunlukla da krallarla, sultanlarla izah edilmesi tarihsel toplumda yerli yerine oturmuş olacaktır. Başlı başına bir tarih olmak yerine, toplumsal tarihte ağırlığı kadar yer almış olur. Kürt Halk Önderi Öcalan, kısa ve orta süre konularını araştıran sosyolojinin dalına da -eleştirilerini saklı tutmak kaydıyla-, “Pozitif Sosyoloji” yani “Auguste Comte Sosyolojisi” dedi.

En kısa süre: Yaratılış anı da diyebileceğimiz bu anlar, tüm evrensel oluşumların gereksinim duydukları kaotik ortamı veya kuantumik anı ifade eder. Tüm uzun, orta ve kısa süreli oluşumların en kısa süre’de gerçekleşene ihtiyaç duyduğu yargısından yola çıkar. En kısa zamanda oluşmayı ilgi noktası olarak belirlemiş olan bu sosyoloji dalına Kürt Halk Önderi, “Özgürlüğün Sosyolojisi”, “Yaratılış Sosyolojisi”, “Zihniyet Sosyolojisi” adlarını vermektedir. İnsan zihninin sahip olduğu esneklik ve yetenek nedeniyle ‘kısaların kısası’nda yaratıcı özellik gösterdiğinden ve toplumsallıkla insanın kendini inşa süreci hep sürdüğünden, Özgürlük Sosyolojisi en çok da insan toplumu için gerekli bir sosyoloji olmaktadır. Bununla insanın farkı ortaya konularak temel yaratıcı özelliklerini açığa çıkarması amaçlanır. Kürt Halk Önderi Öcalan bu gerçeği de “Bilme anında oluşuyorsun,” sözüyle özlü olarak değerlendirdi. İnsanın kendi doğası olan ahlaki ve politik kriterler temelinde yaptığı her türden etkinlik, Özgürlük Sosyolojisi kapsamına girer. Herhangi bir canlı kendi topluluğunun dışında bırakıldığında da, o türünün tüm özellikleri kodlanmış olduğundan, türüne uygun yaşayabilir. İçinde yaşadığı eko-sistemdeki değişimlere ayak uydurarak, gerektiğinde kendisinde de değişiklikler yaratarak varlığını sürdürür. Ancak insan türü toplumdan kopartılarak büyütüldüğünde, insan toplumunun özelliklerini gösteremez. Örneğin tek başına simgesel dili geliştiremez, ahlak kuralları koyamaz… Biyolojik olarak insandır, ama henüz insanlaşmada yeterince mesafe almamış biridir o. Dolayısıyla insanlaşma temelinde -ahlaki ve politika- yapılan her tür insan edimi bir özgürlük edimidir. İnsan ve toplumu, yaratılmış gerçeklikler olduğundan, her an kendilerine dönük yapım-yaratım işlerinin sürmesi gerekmektedir. İşte bu durum insan için an’da oluşmayı gerekli kılar. İnsandaki esnek zekâ yapısı, yaratıcılığın gücü ve insanın evrenin bir özeti olacak denli potansiyelli oluşu, insanda kuantum anı’nda oluşmayı mümkün kılmaktadır. Diğer canlılardaki kendini yapım zamanı hayli uzun zaman alır. Hatta bir neslin ömrü, istenilen türden değişimleri yapmaya yetmez.

Astronomik süre: Daha çok evrendeki büyük göksel oluşumların karakterlerini konu edinen ve henüz içeriği yeterince doldurulmamış süre’dir. Evrenin genişlemesi, gök cisimlerinin oluşumu, karşılıklı etkileşimleri konuları arasındadır. Bununla da insanın biyolojisinin ötesine geçilerek onun evrensel oluşumlarla bağlantısının açığa çıkarılması amaçlanır.

Bu süre ayrımlarıyla amaçlanan tüm toplumsal tarih boyunca geçerli olan ile olmayanı birbirinden ayırmak ve yine tüm zamanlarda toplum için gerekli olan ile olmayanı ayrıştırmaktır. Böylelikle de her tikel anlatımı, parçalı olanı evrensel tarihin içinde yerli yerine oturtarak, özellikle egemenlikli bakışların kendilerini esas haline getirmelerinin önüne geçmektir. Yanı sıra tarihin dışına itilmişlerin tarihini yazmayı mümkün hale getirmektir. Özcesi hakikati açığa çıkarmaktır.

 

Evrensel Tarihte Ortadoğu

Evrensel tarih ve süreler bağlamında Ortadoğu’ya baktığımızda bu bölgenin gerçek anlamda tarihsel toplumda belirleyici bir yerinin olduğunu görürüz. İlk insan olan Homo Habilis’in (Yetenekli İnsan) dışındaki tüm evrimsel süreçlere beşiklik eden bir bölge olduğu tarihi verilerden bilinmektedir.

Homo Erectus döneminde Doğu Afrika’dan dünyaya yayılma esas olarak Süveyş ve Doğu Akdeniz üzerinden Toros-Zagros kavisine doğru yapılan göçtür. Büyük Sahra ve Arabistan çölleri bu güzergâhı daha uygun hale getirmiştir. Bir diğer göç yolu olan Güney Akdeniz’den Cebelitarık Boğazı üzerinden İspanya ve Avrupa’ya yayılım gerçekleşir. Ancak bu güzergâh coğrafik koşullar ve besin sorunları itibariyle Doğu Akdeniz hattı kadar verimli değildir. Göç için en ideal yol, hem besin kaynakları hem korunma olanakları hem de iklimi nedeniyle Mezopotamya üzerinden gerçekleşen güzergâhtır.

Mezopotamya Homo Erectus’tan beri insan türünü barındırmaktadır. Bu, Verimli Hilal’de milyonlarca yıldan beri insan türünün yaşadığı anlamına gelir. Bunda en temel etken coğrafik elverişliliktir. Zaten coğrafyasının bu elverişliliği nedeniyledir ki Mezolitik dönemden hemen sonra tarihin en büyük devrimi olarak tanımlanan Tarım ve Köy Devrimi’ni de gerçekleştiren coğrafya olacaktır.

 

Yeni Bir Mekân ve Gelişen Toplumsal Sıçrama

Mekân özellikleri çok büyük ölçüde değiştirici ve dönüştürücüdür. Nasıl ki buzun üzerinde yumurtadan civciv çıkarmak mümkün değilse, uygun koşullara sahip olmayan mekânlarda, o coğrafyada gerçekleşemeyecek olan gelişmeler beklenemez. Her toplumsal gelişme, kendi mekânsal koşullarını gerektirir. Örneğin milyarlarca yılı bulan evrende, bugün pek de kıymetli görülmeyen ve egemen sistemce adeta canına okunan Doğu Afrika’da insan tür olarak oluşmuştur. Bu, o dönemde bu mekânın koşullarının elverişliliğinden ve gerçekleşen değişimlerden kaynaklanmaktadır. Her oluşum, kendisi için en uygun koşullarda gerçekleşir. Yine insanın dünyaya yayıldığı dönemde en elverişli yol Doğu Akdeniz ve Verimli Hilal’dir ve bu mekân, Doğu Afrika’dan sonra insanın ikinci toplanma yeri olmuştur. Çünkü koşullar elverişlidir.

Yine klan toplumunun aşılarak toplumsallığın daha üst bir aşamaya geçişi için gerekli olan koşulların oluşacağı yer de aynı mekânlar olacaktır. Tarım, hayvancılık ve yerleşiklik bu mekânın sunduğu olanaklar temelinde ilk defa burada gelişecektir. İlk etnik unsurların oluşumu, ilk simgesel dillerin (Semitik ve Aryen kültürlerine ait diller) gelişimi de bu mekânlarda oluşacaktır.

Mekânın etkisi sadece ilk insanların yaşamlarında belirleyici olmayacak, insan türünün komünal olan özünden bir sapma şeklinde gelişen uygarlık sürecinde de görülecektir.

Örneğin uygarlık, uygarlığın kendisini dayandırdığı tüm birikimlere sahip olmasına ve neolitiğin yaratıcısı olmasına karşın, Yukarı Mezopotamya’da değil de yeni bir mekân özelliği taşıyan Aşağı Mezopotamya’da gerçekleşecektir. Neolitiğin eşitlikçi ve özgürlükçü yapısını derinlemesine yaşayan bir mekânda, eşitsiz ve özgürlüksüz bir sistem olan uygarlığın gelişmesi mümkün olmamaktadır.

Kapitalizm, tüccar sınıfının öteden beri var olduğu, maddi-manevi birikimleriyle insanlığa on beş bin yıl aralıksız bir şekilde öncülük eden Ortadoğu’da değil de pek çok yeri yeni yeni uygarlaşan Batı Avrupa’da gelişecektir. Daha da arttırılabilecek olan bu hususların tümü bize insanlık tarihinde coğrafyanın toplumsal gelişimde çok önemli, hatta yer yer belirleyici karakterde olduğunu göstermektedir. Verimli Hilal’de gerçekleşenlerin insanlığı en fazla geliştiren en temel kültür yapıları olduğu rahatlıkla söylenebilir.

İnsanların milyonlarca yıl yirmi-otuz kişiyi aşmayan ve evrensel çapta görülen bir toplumsal form olan klan toplumu halinde yaşadığı bilinmektedir. Klan formunda avcılık, toplayıcılık esas olup, daha çok evrimin doğal kuralları geçerlidir. Kendi kendine yeten, yaşamını güvenceye almış bir toplumsal gelişme henüz yakalanmış değildir. Her ne kadar hayvanlıktan niteliksel bir kopuş söz konusuysa da klanda hâlâ geçerli olan evrimin doğal kurallarıdır. Bu şekilde insanlık tarihinin %98’ine tanıklık eden klan tarzı toplumsallığın son otuz bin yılı yeni gelişmelere sahne olmuştur.

Würm Buzul Dönemi denilen tarımın veya hayvancılığın henüz gelişmediği dönemde, insanın yaşamını sürdürebilmesi için, bölgenin beslenmeyi sağlayacak yabani bitki, meyve ve hayvan türleri bakımından zengin, su kaynaklarına yakın ve korunmaya elverişli olması gerekliydi. Tüm bu koşullara en elverişli yerler ekvatora yakın yerlerin yanında, orta enlemlerde bulunan deniz seviyesine yakın ovalarla, zengin bitki örtüsü ve hayvan faunasına sahip olan ırmak vadileri olabilirdi. Daha kuzeye gidildikçe yaşam daha çok mağara ve su kenarlarında sürdürülmeye çalışılacaktır. Buzul dönemi boyunca tüm bu nedenlerden dolayı çok sayıda insanın yaşamasına elverişli yerler olarak Nil, Fırat-Dicle, İndus, Ganj vb ırmak boylarıyla ekvatora yakın bölgeler öne çıkmaktadır. Bunlardan Fırat-Dicle arası olan Mezopotamya, diğer adıyla Verimli Hilal, Doğu Afrika Rif hattından sonra insanlığın yoğunlaştığı ikinci bölge olmaktadır.

Bölge dört mevsimin düzenli yaşandığı elverişli iklimi, zengin bitki örtüsü, çok zengin bir hayvan faunası, doğal barınma ve sığınma olanaklarının çokluğu, çok sayıda nehir ve akarsuya sahip olması gibi özellikleri yeni çıkış için avantajları olmaktadır. Bölgenin bu özgünlüğü onu göçler açısından elverişli bir konumda tutarken, diğer yandan toplumsallaşmada daha üst ve zengin aşamalara geçişin zeminini de oluşturmaktadır.

Buzul Devri sonrası olan Mezolitik dönem bir ara dönem özelliği taşımaktadır. On iki bin yıl önceleri yaşanan bir kuraklık sonrası daha önce doğadan toplama temelinde tanınan kimi bitkilerin artık ekilmeye başlanması, hayvanların evcilleştirilmesi, daha yerleşik hale gelinmesi sonucu, önemi ve büyüklüğünden ötürü Rönesans sonrası gelişmelerle kıyaslanan tarihin en büyük devrimi olan neolitik devrim gerçekleşmiştir. Büyüklüğü ve önemi onun toplumsallaşmayı, insanlaşmayı geliştirmesindedir.

“Bölgede asıl patlamanın neolitikle başladığına, yaklaşık on iki bin yıl öncesinden bu kültüre geçildiğine dair bolca kanıta rastlamaktayız. Tarım, Tarla ve Köy Devrimi olarak da adlandırabileceğimiz bu çağ, gerek insanlık gerekse daha dar anlamda uygarlık tarihinin (yazılı tarih) bir önkoşulu niteliğindedir. Kendi başına dev bir Kültür Çağıdır. Önemi henüz layıkıyla anlaşılmayan ve tarihte hak ettiği yeri bulmayan bu kültür üzerinde ne kadar durulsa o kadar yerindedir… O kadar icat yapılmıştır ki, saymakla bitmez. Tüm tarımsal, zanaatsal, ulaşım, barınma, sanat, yönetim, din alanlarında devrim niteliğinde gelişmeler yaşanmıştır. Her alanda binlerce yeni olgu keşfedilip adlandırmalara konu olmuştur.” [Öcalan, A.]

Bu dönemde insanlık gelişmiş, milyonlarca yıldan beri sürdürdüğü klan tarzı toplumsal formunda değişiklikler yapmanın alt yapısına kavuşmuştur. Klan döneminde yaşam garanti altında değildi, insanlar doğadan hazır bir halde eğer toplayabilir veya avlayabilirlerse yaşayabilirlerdi. İşte Neolitik buluşlar insanları toplayıcılık ve avcılığa bağımlı bir halde yaşamaktan kurtarmıştır. Tarım ve hayvancılık yapıldığından insanlar kıtlıktan ve açlıktan doğan zorluklardan kurtulmuş, daha iyi yaşar hale gelmiş ve bu da insan sayısının artmasını sağlamıştır. Bu nedenle klan formundan kabile ve daha sonra da aşiret formuna bu dönemde geçilmiştir. Daha sonra gelişecek olan kavim (milliyet), millet (ulus) gibi formlar da bu zeminin üzerinden daha da büyüyen, genişleyen toplumun yeni formları olmaktadır. Bu yönüyle denilebilir ki Neolitik, toplumsallaştıran ve insanlaştıran en temel bir devrimdir.

Hem biyolojik oluşumu hem de potansiyeli nedeniyle mikro kozmos olarak tanımlanan insanın denilebilir ki potansiyelinin en fazla açığa çıktığı dönem, bu dönem olmaktadır. Zira topluma hâkim olan zihniyet eşitlikçi ve özgürlükçü olduğundan; sömürü, baskı, tahakküm olmadığından, toplumun tüm bileşenleri birbirini tamamlama üzerinden hareket ettiğinden, yani toplum işleyen bir mekanizma olarak organik olduğundan, insanların potansiyeli toplumu geliştirmek için kullanılabilmiştir. Daha yoğunluklu olarak devreye giren analitik zekâ, doğanın ve buna bağlı olarak insan ve toplum olmanın komünal olan özünden bir kopuş söz konusu olmadığından, toplumsallaşmanın gelişmesi için çalışmıştır. Onun için Neolitik Devrim, “Binlerce olgu, binlerce zihniyet devrimi ve ad demektir. Avrupa’daki zihniyet devriminden daha kapsamlı, orijinal ve yaratıcı çaba isteyen bir patlama söz konusudur. Bugün kullandığımız tüm kavram ve buluşların büyük çoğunluğunun bu dönemde yaratıldıkları tarihen tespit edilebilen bir husustur.” [Öcalan, A.]

Bu toplumdan kalan; din (inanç sistemi), ahlak, bayramlar, sevgi, saygı, dayanışma, yardımlaşma, komünalite vb. toplumu toplum yapan ve toplumsal sorunların ortaya çıkmasını engelleyen temel değerlerdir. Bu toplum bize gerçek insan ve toplum olmanın kriterlerini vermektedir. Bozulmamış ve komünal özünü her yönüyle gerçekleştiren, bu nedenle de insanlaşmada önemli mesafeler kat eden insan ve toplum gerçekliğini vermektedir. Ben-merkezci veya insan-merkezci olmadığından, her şeyi kendisi gibi canlı ve kutsal gören, doğayla sürdürülebilir bir uyumluluğu yaşayabilen bu toplum, bize ekolojik toplumun nasıl olması gerektiği sorusunun cevabını vermektedir. Cinslerin birbirini tamamlama ve toplumsallaşmayı geliştirme amaçlı tüm enerjilerini açığa çıkardığını, birbiri üzerinde herhangi bir şeyden kaynaklanan bir baskı ve tahakküm kurmadığını, uyumlu bir birlikteliğin olduğunu, olabileceğini göstermektedir. Cins, yetenek, tecrübe farklılıkları olsa da eşit olmayanların birbiri için var olma, toplumda kendini bulma ve gerçekleştirme gerçeği nedeniyle bir eşitlik yaratabileceklerini öğretmektedir. Yani eşitsizlerin eşitliğinin kurulduğunu, kurulabileceğini bize öğretmektedir. Belki de en önemlisi bize insanın, toplumun dayanışma ile var olabildiğini, var olabileceğini öğretmektedir. Bize toplumsallaşmanın insanın var oluş koşulu olduğunu, insanın zorlu doğa şartlarında kendini nasıl var ettiğini gösterirken öğretmektedir.

Eşitsizliğin, sömürünün, hâkimiyet ve tahakkümün, mülkiyetin olmadığı; komünalizmin, birbiri için yaşamanın, dayanışmanın temel yaşam felsefesi olduğu, kimsenin özne-nesne ayrımına tabi tutulmadığı, eşitsizlerin eşitliğinin sağlandığı, doğa ve onun tüm bileşenleriyle uyumluluğun görüldüğü, yarattığı değerler anlamında insan ve toplum olmanın özünü oluşturan bu döneme ‘organik toplum’, ‘doğal toplum’, ‘ahlaki politik toplum’ denmektedir.

Bu kök toplum, yarattığı değerlerin yanı sıra, toplumun komünal özünden bir kopuş sonucu gerçekleşen hiyerarşinin açtığı yolda oluşan, tarihin en büyük sapması ve laneti devlete ve onun değer(siz)lerine karşı da toplumun var oluş ısrarı olarak direnmektedir. Hiyerarşik devletçi düzene karşı mücadele eden tüm kesimlerin farkında olup olmadıklarına bakılmaksızın, esasında doğal toplumun birer temsilcisi olduğunu söylemek gerekir. Bunu etnisitenin varlığında ve devletli uygarlığa karşı yürüttüğü mücadelede, kadının erkek egemenliği karşısındaki duruşunda (Zira devlet esasında bir egemen erkek icadıdır. “Devlet baba” denilmesinden de anlaşılacağı gibi devlet erkektir ve kadından başlamak üzere tüm toplum da karıdır veya karılaştırılmalıdır.) iktidarcı güçlere karşı toplumun mücadelesinde, hiyerarşik devletçi sistemin merkezlerinde gelişen peygamberlik geleneği ve ezilen sınıfların her türden mücadelesinde vb görmekteyiz. Yani doğal toplum devlet ortaya çıktıktan sonra da demokratik toplum olarak köleleştiren devletli toplumun yanı başında varlığını ve mücadelesini sürdürmüştür. Zaten tarihin temel yürütücü gücü de bu olmaktadır…

Dikkatle baktığımızda genelde Ortadoğu’da, özelde de Mezopotamya’da bu dönemde gerçekleşenlerin tümünün de evrensel karakterde olduğunu görürüz. Simgesel dilin gelişimi, tarım ve köy devriminin gelişmesi, bununla bağlantılı olarak toplumsal formda klandan kabileye, oradan da aşiret ve sonrası formlara doğru geçiş, Neolitik dönemin tüm yapısallıkları (din, sanat vb), içi doldurulan ahlak ve politika, özgürlük, eşitlik, komün vb insanı insan yapan ve hala da insan toplumunu ayakta tutan tüm temel değerler o dönemin ürünüdür. İnsanlık yaşadıkça hep var olması gereken bu değerler bu nedenle “Temel Kültür Sosyolojisi” kapsamına alınmıştır. Bu çerçeveden baktığımızda, Ortadoğu, gerçek anlamda evrensel tarihi temsil etmiş, pek çok değeri bizzat yaratmış ve ana nehir olma özelliği kazanmıştır. Diğer mekânlar da bu ana nehrin yan kolları pozisyonunda olmuştur. Bu toplumsal değerler daha çok da kültürel yayılma çerçevesinde Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Avustralya’ya geçmiştir. Her toplum da kendinden bir şeyler katarak bu değerlerden yararlanmıştır.

Ortadoğu’nun evrenselliği sadece bu dönemle de sınırlı olmamıştır. Bölge aynı zamanda tüm toplumsal sorunların asıl yaratıcısı olan merkezi uygarlık sistemi açısından da evrensel bir karakterdedir.

Yukarı Mezopotamya’daki Neolitik Devrim’in yaratımlarına dayanarak ilkin Aşağı Mezopotamya’da gelişme imkânı bulan kent devletçikleri beş bin yıllık merkezi uygarlık sisteminin de ilk ve evrensel evresini oluştururlar. Tarihe bütünlüklü yaklaşım kölecilik, feodalizm, kapitalizm gibi adlandırmalara tabi tutulan tüm bu dönemleri de bir sistem şeklinde ele almayı gerektirmektedir. Bu gerçekten hareketle özü kölecilik olan tüm bu dönemlere ‘merkezi uygarlık sistemi’ denmektedir. Tıpkı neolitik dönemdeki gibi merkezi uygarlık sistemi döneminde de oluşan şeyler Ortadoğu’da ilk olduğundan dünyanın diğer yerlerine yayılır. Bu nedenle de merkezi uygarlık adına gerçekleşen pek çok şey, aynı zamanda evrensel karakterde olacaktır.

Merkezi uygarlık sisteminin evrensel karakterde olan üç hegemonik dönemi de yine Ortadoğu kaynaklı olacaktır. Bunlardan ilki, Sümer orijinli kent devletçikleri dönemi olacaktır. Kent devletçikleri çerçevesinde gelişen devletleşme, hegemonya sınırlarını geliştirerek, gittikçe her yerde versiyonlar biçiminde yaygınlaşacaktır. Greko-Roma hegemonik çıkışına kadarki tüm hegemonik gerçekleşmeler yine bölge kaynaklıdır ve Sümer kent devletçiklerinin daha da güçlenmiş versiyonlarıdır.

Greko-Roma çıkışı merkezi uygarlık sisteminde ikinci büyük hegemonik dönemdir ve o da evrensel bir karakterdedir. Günümüz algısıyla her ne kadar Batılı gibi görünüyorsa da özünde Batı’dan ziyade Doğu’ludur. Pek çok özgün katkıları olsa da her şeyleriyle bu hegemonik çıkışı da Ortadoğu kaynaklı bir çıkış olarak ele almak daha yerindedir. Bu nedenle bu dönemi de Ortadoğulu saymak yanlış olmaz. Bu dönemi Ortadoğu kaynaklı merkezi uygarlık sisteminin ikinci hegemonik dönemi olarak adlandırmak yerindedir.

İslami çıkış Ortadoğu kaynaklı merkezi uygarlık sisteminin üçüncü evrensel hamlesidir. Merkezi uygarlık sisteminin temel belirleyeni olmaları bu güçleri hegemonik güç yapar. Bu güçlerin tümü de günümüzün ABD’sine benzer. Merkezi uygarlık sisteminin son hegemonik gücünü ise AB, ABD temsil edecektir. Bu aynı zamanda hegemonyanın Doğu’dan Batı’ya geçişi anlamına da gelmektedir.

Özetle; tüm veriler ve güncel durum Ortadoğu’nun evrensellik karakterini gösterir. Ortadoğu tarih boyunca hem ahlaki ve politik toplum açısından dolayısıyla demokratik uygarlık bağlamında hem de ondan bir sapma biçiminde gelişen merkezi uygarlık bağlamında evrensellik karakteri taşır. Burada gerçekleşenler, oluşanlar tüm bir dünyaya yayılma özelliğinde olmuştur. Günümüz Ortadoğu’sunda yaşananları anlamlandırmaya çalışırken, an’ın tarih, şimdi’nin geçmiş olduğu gerçeğinden hareketle, Ortadoğu’nun evrensel tarih içindeki yeri kapsamında hareket edilmelidir. Evrensel-tekil/tikel denkleminde Ortadoğu’nun bu karakterini göremeyen her türden ele alışın başarısız kalması kaçınılmaz olur, zira hakikat dışı olur. Hakikat, Ortadoğu’yu ve Kürdistanîliği evrensel karakterde ele almayı ve ona göre davranmayı gerektirir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.