Düşünce ve Kuram Dergisi

Siyasal İslam Politikaları

Mehmet Bekaroğlu

Röportaj;

 

Bekaroğlu, TBMM’de İnsan Hakları Komisyonu’nda F tipi cezaevleri, ölüm oruçları gibi konulara cesur yaklaşımıyla tanındı. Gazeteci Yıldırım Türker, onun için “Millet Meclisi’nde mahsur kaldınız. Hava da karardı. Yolunuzu bulup kendinizi dışarı atamıyorsunuz? Böyle bir felaket karşısında kime sığınacaksınız? Şahsen sığınabileceğim çok az insan var, o çatının altında. Biri ve önde geleni, Mehmet Bekaroğlu. Hipokrat yeminli milletvekili.”  “Yeminli insan” Bekaroğlu, 1954 yılında Rize’nin Fındıklı ilçesinde doğdu. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1983 yılında Psikiyatri uzmanı oldu. 1987 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak atandı. KTÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı olarak çalışırken 1999 yılında Rize ilinde Fazilet Partisi listesinden milletvekili seçildi. Makalelerinin bir kısmını 2006 yılında ‘Gerçek Hayat Yazıları’ adlı kitapta toplamıştır.

  

Demokratik Modernite: BOP’ de Türkiye’nin rolü neydi? Ve Türkiye bu rolün üstesinden gelebildi mi?

Mehmet Bekaroğlu: BOP; dünya sistemine sorun olan İslam ülkelerini, önce sorun olmaktan çıkarmak, sonra da sisteme eklemlemeyi amaçlayan kapsamlı bir projedir. Sisteme dâhil etme; bugüne kadar olduğu gibi kaynaklarına el koyma, mal alıp satma ile sınırlı değil, bütünüyle piyasanın bir parçası haline getirmeyi hedefliyor. Bunun için 2004’te ilan edilen projenin temel ilkelerini hatırlayalım: Modernizasyon, demokratizasyon, liberalizasyon. Toplum ve ülke her yönü ile modernize edilecek, demokratikleştirilecek ve ekonomileri liberalleştirilecekti. Aslında bu projeyi Batı, Batı dışı ülkeler için birkaç yüzyıldan beri uygulamaktadır. BOP, bunun yeniden ve yeni yöntemlerle tekrarlanmasıdır. Medeniyet götürme, demokrasi götürme, insan hakları götürme, özgürleştirme; gerekirse bunu silah zoruyla, işgalle yapmak.

Türkiye’ye verilen rolü, ABD Başkanı Obama, seçildikten bir süre sonra gelip konuşma yaptığı TBMM’de “model ortaklık” diye ifade etti. Gerçi başta bir takım zorluklar çıktı, örneğin; TBMM 2003 Martında Irak’ın ABD ile birlikte işgal edilmesini reddetti. Ama sonra model ortaklık öngörüldüğü gibi uygulandı, uygulanıyor. Türkiye; ABD’nin istediklerini, özellikle piyasayı bölge ülkelerine taşıyor. Sadece Türk dizileri bile bu konuda tek başına önemli bir iş yapıyor. Dünya sistemi açısından AKP iktidarının önemi de BOP’tan kaynaklanıyor. AKP, ılımlı İslamcıdır; İslami hareket geleneğinden gelen piyasa ile uyum sağlamış bir partidir; NATO ile sorunu yoktur. Bu haliyle daha evvel “şiddete bulaşmış” ve antiemperyalist, antisiyonist yönleri öne çıkan Ortadoğu’nun İslami partilerine modeldir, onlara iktidarda nasıl kalınacağını öğretmektedir.

 

D.M: AKP’nin Ortadoğu politikasını ve özellikle Suriye konusundaki politikasını nasıl buluyorsunuz?

M.B: “Komşularla sıfır sorun” politikası çerçevesinde Suriye ile kurulan ilişkiler çok ilginçti, herkesin takdirini kazanıyordu. Gerçi, Erdoğan ve Davutoğlu’nun Hamas ve Suriye yönetimine İsrail devletini kabul ettirme gibi telkinleri vardı ama bölge için bu politikalar önemli görünüyordu. Ama işler Mavi Marmara olayı ile sarpasardı. Başbakan önce çok sert şeyler söyledi, sonra bunun tamiri için aşırı verici oldu. Bu arada İran’la nükleer takas için girilen ilişkiler de önemliydi. Ama bunları sürdüremedi; en son Malatya’ya NATO’nun (ABD’nin) füze kalkanını yerleştirmesi ile AKP’nin bu politikalarının temelsiz olduğu anlaşıldı, Türkiye geleneksel ABD yanlısı pozisyonuna geri döndü. En son Suriye politikası ile bu geri dönüşü panik içinde perçinlemeye çalışıyorlar. Suriye’de olanlar elbette Arap Baharı’nın bir sonucu, elbette Suriye halkının demokrasi, özgürlük ve adalet talebi var ve bu talepler önemsenmeli ama Suriye’deki “bahar” ABD, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan tarafından terörize edildi, Suriye halkının silahsız isyanı kana bulandı. Suriye’de yapılan, geleneksel ABD karşıtı cepheyi, direnişi ortadan kaldırmaktır. Suriye, Hizbullah, Hamas ve İran cephesini zayıflatmaya çalışıyorlar. Hamas’ı uzaklaştırdılar gibi. Şimdi geriye kalanı “Şii” diye çeviriyorlar. Elbette bu çok tehlikeli; şu anda Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan eliyle Suriye’de bölgede yıllarca sürecek ve çok kan akmasına neden olacak bir mezhep savaşı büyütülüyor. Elbette orada Rusya’da var. Rusya’nın varlığı ise sorunu bölgesel olmaktan çıkarıyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Suriye’de sahneye konulan oyun bölgesel, hatta dünya çapında bir savaşı tetikleyebilecek potansiyel taşımaktadır.

 

D.M: Arz-ı Mevdu’u savunan İsrail’in bölgedeki rolü ve önemi nedir? Suriye’deki herhangi bir değişiklik İsrail ve bölgedeki İslam ülkeleri nasıl etkiler?

M.B: Elbette İsrail, Suriye üzerinden direniş cephesinin, Suriye-Hizbullah-Hamas-İran ittifakının zayıflatılıp dağıtılmasından memnun kalacaktır. Müslümanların birbirlerini boğazlaması en çok İsrail’in işine yarıyor. Büyük ve güçlü İsrail’in önü açılıyor. Türkiye, daha doğrusu Başbakan Erdoğan, içeriye İsrail’le kavga ediyor görüntüsü verirken esasen Suriye’de İsrail’e çalışıyor.

 

D.M: Suriye’de şu an bir Kürt oluşumu var, bu oluşum karşısında Türkiye’nin takınması gereken tavır hakkında ne düşünüyorsunuz?

M.B: Davutoğlu ve Başbakan Erdoğan bunu öngörebildiler mi, Suriye’de dengenin bozulması ile böyle bir oluşumun ortaya çıkacağını tahmin edebildiler mi bilemiyorum. Evet, şimdi Suriye’de de facto olarak Irak’takine benzer bir Kürt yönetimi çıkıyor. Bana kalırsa, Türkiye bundan çok tedirgin ve ne yapacağını bilmiyor. Ama bir taraftan da bu yapıyı Suriye’ye müdahalenin bir bahanesi olarak görüyor.

Benim kanaatim; Türkiye’nin Irak’taki ya da Suriye’deki Kürt oluşumlarına karşı bir şey yapması gerekmiyor. Burada şöyle bir gerçek var; Kürtler 21. yüzyılda gecikmiş bir şekilde ulus olarak tarih sahnesine çıktılar. Dört ülkeye dağılmış olan Kürtlerin ulus olarak bu bölgede nasıl yaşamaya devam edeceklerine karar vermek, bunun yolunu bulmak gerekiyor. Bu yapılmadıkça bu bölgeye barış gelmez. Ben Türkiye’nin Kürtleri bir ulus olarak kabul edip birlikte yaşamanın bir yolunu bulması gerektiğine inanıyorum. Bu yapılırsa, yani Türkler ve Kürtler bölünmeden, iki ayrı halk olarak birlikte yaşamanın formülünü bulurlarsa bu, bütün bölgeye örnek olacak, bölgeye kalıcı barışın gelmesini sağlayacaktır.

 

D.M: Suriye meselesinde daha sonra İran’a karşı olası bir saldırının zemini var mıdır?

M.B: Hiç kuşku yok ki Suriye düşerse ondan sonra hedef İran olacaktır; hatta Suriye’ye İran’ı düşürmek için saldırıyorlar bile diyebiliriz. İran’ın rejimini beğenin beğenmeyin, politikalarını eleştirin ama İran Batı’nın bu bölgedeki yağması karışında direnişin merkezidir; İran, 30 yılı aşkın bir süreden beri ABD emperyalizmine karşı duruyor. Elbette bundan çok rahatsızlar; bir de Arap baharı dolayısıyla iktidara gelecek olan İslamcı partilerin İran’la birleştiğini düşünün, ABD’nin uykuları kaçıyor. İşte burada, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte “Sünnilik” parantezi içinde İran’a karşı önemli bir koz olarak görülüyor. Nitekim AKP Hükümeti de bu rolünü eksiksiz bir şekilde oynamaktadır.

 

 

D.M: Türkiye, Ortadoğu konusunda belirleyici bir role sahip mi sizce? Ve Ortadoğu’da dengeler değişirse Türkiye’nin bunda nasıl bir payı olabilir?

M.B: Bence bu politikalarla Türkiye’nin payına düşen bir şey yok. Ama Davutoğlu; bu kaostan bir yeni Osmanlı çıkaracağını umuyor. Bu bir hayaldir; kim ne derse desin, Suriye’den sonra İran da düşerse, yeni hedef Türkiye olacaktır. Evet, şu anda AKP gibi Batı çıkarlarını gözeten bir hükümet var ama Türkiye halkının ezici çoğunluğu hala İsrail ve Amerika’dan nefret etmektedir. Türkiye’de her an anti ABD, anti-İsrail yönetimler gelebilir, bu mutlaka hesaba katılıyordur.

Elbette tüm bunları anlayan bir Türkiye farklı da davranabilir; Türkiye’nin direniş cephesine katılması, hiç kuşku yok ki bölge dengelerini değiştirir; bu bölgede barışın tesisinde çok etkili olur.

D.M: Ortadoğu da demokratik bir sistem inşa edilebilinir mi?

M.B: Zor elbette ama niçin mümkün olmasın! Bence bölgede kurtarılmış adacıklar mümkün değil; barış, demokrasi ve özgürlük için bölge halklarının güçlerini birleştirmeleri gerekir. Tarihte Şam kan gölüyken İstanbul, Bağdat yıkılırken Tahran, Beyrut yanarken Kahire’nin huzur içinde olduğu bir dönem olmamıştır. Hiç kimse yabancı güçlerin bu coğrafya barış getireceğini beklemesin; ABD’nin / NATO’nun bölgeye demokrasi, insan hakları, özgürlük getireceğini uman, bu nedenle ülkelerinin işgal edilmesini bekleyen aydınlar olduğu müddetçe kimse barış beklemesin. Bu coğrafyayı bunca zenginliği, önemi ortada dururken rahat bırakırlar mı bilmiyorum ama Araplar, Türkler, Farslar, Kürtler ve diğerleri bir araya gelir, oturur konuşurlarsa niçin barışı tesis edemesinler? Bu coğrafyanın aydınları ne zaman biz niçin kendi sorunlarımızı kendimiz çözmüyoruz diye sorarlarsa barışa yaklaşırlar. Ama bu barıştan önce büyük bir savaş olur bu topraklarda; emperyalist güçleri kovmak için, bölgenin zenginliklerini yağmalayanları söküp atmak için. Gerisinin kolay olacağını düşünüyorum, çünkü bu topraklarda çoğulcu ve paylaşımcı bir tarihi miras var, böyle bir gelenek mevcut.

 

D.M: Siyasal İslam nedir? Türkiye’de ve dünyada nasıl bir gelişme göstermiştir? İdeolojik referanslarını hangi kaynaklardan alır ve dinamikleri hangi toplumsal olgulara dayandırmaktadır?

M.B: Büyük soru;  bu soruya bir röportajda nereden başlayıp nasıl bir cevap verilir, bilemiyorum. Hangisini konuşacağız; Batı’nın, ABD’nin, emperyalizme karşı olan, İsrail devletinin işgalciliğini ve yayılmacılığını reddeden, Müslümanlığın içinden gelen her şeye siyasal İslam demelerini mi konuşacağız yoksa bölgenin sorunlarına, toplumsal sorunlara İslam’ın içinden cevap arayan siyasi hareketleri mi konuşacağız? Muhammed Abduh ve Cemalettin Afgani ile başlayıp sonra Hasan el Benna ve Seyyid Kutup’larla devam eden, İran İslam Devrimi ile iktidar olan ve modern uygarlığa karşı İslam’ın temel kaynaklarından damıtılan alternatif bir medeniyet arayışının adı olan İslamcılık, dünyanın farklı bölgelerinden farklı dinamiklerle yol alıyor. Benim kanımca, henüz modern uygarlığa tutarlı bir cevap oluşturulmuş değildir. Bunun nedeni; çıkıştaki bir önemli yanlışlıktır; Afgani’nin formüle ettiği “Dini, yaşam tarzını, kültürü koruyarak düşmanın silahı olan fenni/teknolojiyi almalıyız” anlayışı İslamcılığı ya da siyasal İslam’ı bir yenilgi ideolojisi, tepki çıkışı haline getirmektedir. Kaldı ki, modern uygarlığı yapan bizzat fenin/teknolojinin kendisi olduğu için üretilen modern uygarlığın bir başka versiyonu olmuştur; dolayısıyla Batı uygarlığının taşıdığı tüm sorunları başka renklerle de olsa içinde taşımıştır. Her şeye rağmen İslamcılık, hala Batı’nın güç uygarlığına, emperyalizme itiraz etmeye devem etmektedir; dünyanın her yerinde ABD işgallerine, emperyalizmin saldırına karşı verilen direnişler Müslümanlardan gelmektedir; İslam, tüm sorunlarına rağmen hala modern uygarlığa meydan okumaya devam etmektedir, hala tehdittir.

 

D.M: Bugün dünyada siyasal İslam’ın geldiği nokta nedir? Türkiye’deki İslamcı hareketlerin diğer hareketlerle bağı ve ilişkisi hakkında ne söylenebilir?

M.B: Benim kanaatim odur ki; İslamcılar iki gruba ayrıldılar; bir grup Türkiye’de ve birçok İslam ülkesinde iktidarda olmak, nimetlerden faydalanmak kaydıyla Batı ile/ABD ile uzlaştı, neo-liberal ekonomik politikaların taşıyıcıları oldu. Bunlar, artık yeni ve alternatif bir şey üretemiyorlar. Burada Müslümanlık sadece bir şekil oldu; şekille yetinen bu grup artık Batı uygarlığını, emperyalizmin bu yeni tarzını sorgulamıyor. Ama ikinci bir grup başta kendi geçmişini olmak üzere her şeyi yeniden sorgulamaya başladı, artık “dini/kültürü koruyarak düşmanın silahını alma” anlayışını, düşmanın silahını sorguluyor. Kuru bir anti-batıcılığı çoktan aştılar, esas sorunun dünyaya bakışta olduğunu gördüler, küresel bir cevabın peşine düştüler ve birici gruptan kendilerini toplumsal adalet ve özgürlük talebi üzerinden ayırdılar. Böyle olunca eşitlik, özgürlük ve toplumsal adalet talebi üzerinden bu talebin taşıyıcısı olan herkesle ilişkiye geçebiliyorlar. Sömürüye, kula kulluğa, adaletsizliğe, imtiyazlara karşı olmak, insanların eşitliğini, özgürlüğünü savunma noktasında ittifaklar yapabiliyorlar; daha evrensel cümleler kurabiliyorlar.

 

D.M: Son olarak AKP ve siyasal İslam denklemi üzerinde ne düşünüyorsunuz?

M.B: Doğru, AKP İslamcı geçmişten gelen insanların kurduğu bir partidir, 10 yıldır da Türkiye’yi yönetiyor. Siyasal olarak yaptığı şey; Türkiye’deki vesayet sistemini ele geçirmekten başka bir şey değil. 12 Eylül’ün anayasası, yasaları ve kurumları yerinde duruyor. AKP, 12 Eylül sistemini olduğu gibi korumuş, onun vesayet kurumlarını ele geçirmekle yetinmiştir. O nedenle ortaya çıkan yeni bir siyasal sistem yok, AKP sadece kendine demokrat olmuştur. En önemlisi, onlar da öncekiler gibi devleti birikim aracı olarak görmüşler, adaletin ayağa kaldıracak bir mekanizma olarak değil. AKP’nin İslamcılığı, sadece geçmişin mağduriyetleri üzerinden dindar kitlelerden oy almakla sınırlı kalmıştır. Bırakın hak ve özgürlükler konusunda herkesi kapsayacak adımlar atmayı, dindar insanların taleplerini bile ertelemekte, onları sürekli olarak, dişleri dökülen eski vesayetçilerle korkutarak kendi vesayetini sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. AKP tarzı İslamcılık artık öncelikle Müslümanlar arasında tartışılmakta; İslam’ın eşitlikçi, özgürlükçü ve adaletçi okumaları her yerde konuşulmaktadır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.