Düşünce ve Kuram Dergisi

Farklılıkların Ortak Yaşam Zemini: Kürdistan

A. Rahim Akalp - M. Nuri Tanış

Toplumsal kimlik her şeyden önce bir tarihselliği bildirir. Oluşup yoğunlaşan değerler toplamının özgünleşmesi ve bunun ifadeye kavuşma halidir. Geçmişi-eskiyi içerir, ama aynı zamanda yenidir ve bir özgünlüğe sahiptir. “Oluşma, farklılaşma hali potansiyel haldeki bilinçtir. Farklılaşma, belki de bilince giden yücelişin ilk adımıdır. Varlık zamanla oluşup farklılaştı mı, bilince ilk adımını da atıyor demektir. (…) Ne kadar farklı form varsa, o kadar farklı bilinç vardır.” (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 5. Cilt, Amara Yayıncılık) Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın bu tespitinden hareketle “bilinç” ve “kimlikleşme” olguları arasında direkt bir bağ kurabiliriz. Haliyle her kimlik özgün bir farklılık olarak başka farklılıkların (kimliklerin) varlığını gerektirir. Tikel-evrensel ilişkiselliğinde tikelin çokluğu misali, toplumsal yaşam hakikati içerisinde de çoklu kimliklerin varlığı söz konusudur. Güncelliğimize birer varlık olarak yansıyan farklı toplumsal kimlikler, tarihsel bir sürecin sonucudur. Ki bu gerçeklik evrensel oluşumla uyumlu olduğu kadar, kendi tarihselliğiyle bağı koparılamayacak bir ilişkiselliğe de sahiptir. Yani özcesi, tarihselliğin birikip bütünleşmiş ama aynı zamanda farklılaşmış/farklılığını oluşturmuş halidir. Topluluk açısından kendi varlığının özgünlüğünün bilince kavuşma durumudur.

Toplumsallığın oluşumu, milyonlarca yılı bulan bir sürecin ürünü olduğu, artık çok daha net biliniyor. Evrendeki her varlık, oluşum, değişim ve farklılaşma seyrini izler. Her varlık bu yönlü kendini, varlığını çoklu kılıp zenginleştirir. Bu, toplumsal olgu açısından da geçerlidir. Tek tek insan fertlerinden oluşan toplum, aynı zamanda toplumsallık olgusunu da oluşturmuş oluyor. Yani bilinç boyutunu ifade eden zihinsel ve ruhsal ortaklaşma söz konusudur. Zira, toplumsallık en genel anlamda zihni bir ortaklıktır. Elbette bu zihni ortaklık varlığın oluş seyri içerisinde muazzam derecede yoğunlaşmış emek, anlam ve değerler toplamının hem nedeni hem sonucudur. Diğer bir ifadeyle toplumsal kimliğin şekillenmesidir söz konusu olan. Toplumsallığın tarihsel akışına baktığımız da, farklılıklar üzerinden kimlikleşme yönlü somutlaşmaların artarak ve yaygınlaşarak günümüze kadar ulaştığını görebiliyoruz.

 

Toplumsal Kimliklerin Yapıtaşları

“Toplumsal kimlikleri belirleyen temel etkenler nelerdir?” sorusuna çoklu cevaplar geliştirmek mümkün. Yazımızın kapsamını da zorlamadan vurgular düzeyinde ifade etmek yararlı olabilir. Toplumsal kimlik özgünleşmiş ve farklılaşmış bir varlığın hakikatini temsil eder. Bir varlık olarak toplum özgünlüğüne kavuştuğu oranda, kültürel ve maddi bir gerçeklik olarak da yapısallaşır. Bu yapısallığın taşıdığı anlam ve ruh onun kimliğini oluşturur. Yapısallığın dayandığı maddi zemin çoklu etkenleri barındırır. Zamansallığın kendisi de önemli ve sürekliliği olan temel bir etken olarak belirtilebilinir. Coğrafya, iklimsel koşullar, bitki ve hayvan çeşitliliği gibi temel hususlar toplumsal yaşamın seyrini etkileyen maddi zemin olmaktadır. Toplumsal kimliklerdeki çeşitlilik ve özgünlükler bu zeminle doğrudan bağlantılıdır. Toplumsal hakikat söz konusu olduğunda salt maddi olgular üzerinden ele alınamaz, alınmamalı. Zira, fazlasıyla yanıltıcı olur. Manevi, ahlaki değerler, ruhsal ve zihinsel yönler asla göz ardı edinmemeli, küçümsenmemeli. Pozitivizme dayanan felsefenin tuzaklı ve fazlasıyla dar bakış ve okuyuşu misali kuru bir maddi indirgemeciliğe düşmemek önemli. Fakat evrensel hakikatin farklılaşarak çoğaldığını göz önünde bulundurmak, toplumsal çeşitliliklerin gelişme zemininin anlaşılmasını da kolaylaştırır.

Nasıl ki, “ağaç” derken genel bir isimden söz ediliyorsa, bu genel isim altında sayısız çeşit ve biçimde farklı farklı ağaçların olduğunu da görüyor ve biliyoruz. Aynı türden ağaçlar olsa bile, farklı coğrafi ve iklimsel koşullarda birebir aynı biçim ve özelliklere sahip olamayacakları da gayet anlaşılırdır. Örneğin binlerce ağaç türü içerisinden biri olan ceviz ağacı her bölgede farlılıklar gösterir. Ağacın kendisinden tutalım da, yemişinin şekli, büyüklüğü ve tadına kadar birçok farklılık taşır. Bu farklılıkları etkileyen, belirleyen çevresel ve iklimsel koşullardır. Toprağın verimliliğinden tutalım, su oranının hangi düzeyde oluşuna, kuytu bir vadide veya bolca güneş ve rüzgar alabilen bir yerde oluşuna kadar; yakın etrafında bulunan kuş ve böcek türlerinden var olan diğer bitki türlerine kadar çok sayıda olgunun ortak etkileşimi sonucu, farklılıkların belirginleşmesi normaldir. Özcesi bir bütün olarak ekolojik sistemde yer alan her olgunun az-çok bir etkisinin olduğunu belirtebiliriz.

Toplumsal gerçeklik açısından da ekolojik sistem önemli bir etkendir. Özellikle toplumsallığın ilk gelişim gösterdiği dönem ve mekanlardan bu daha bir önem taşır. Klan formunda milyonlarca yıl varlığını devam ettiren topluluklar, henüz birbirinden pek ayrışmayan ve farklılaşmayan bir yapısallığa sahipken, sonrasında sayısız biçim ve formlara kavuşması anlaşılmaya değerdir. “İnsan türünün tespit edilen üç milyon yılı aşkın tarihindeki homo sapiens aşaması, simgesel dilin doğuşuna denk gelmektedir. Simgesel dilin gelişimi ile öne geçen homo sapiens devrimi, verimli hilaldeki tarihe daha köklü yaklaşmayı gerektirmektedir. Homo sapiens devriminin bu alanda yoğunlaştığı gen araştırmalarıyla da kanıtlanmaktadır. Son buzul döneminin 20 bin yıl öncesinde sona ermesiyle buzulların geriye çekilmesi neolitik tarım devrimini mümkün kılmıştır. Coğrafyanın bitki ve hayvan zenginliğiyle, homo sapiens’in düşünce gücü birleşince, insanlık tarihinin en köklü devrimi olan tarım-köy toplumuna geçiş verimli hilalde büyük gelişmelere yol açmıştır. Tarım ve köy devrimiyle dil ve düşüncede yaşanan sıçrama, o döneme dek eşi görülmemiş bir toplumsal biçimlenişe yol açmıştır.” ( Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 5. Cilt, Amara Yayıncılık)

Bu dönem ve mekanda gerçekleşen, toplumsallığın şafak vakti olmaktadır. Ahlaki ve politik özelliğin çok özlü yaşandığı bu süreçteki toplumsallığın ana-kadın öncülüğünde şekillenmesi, diğer önemli bir gerçeklik olmaktadır. Kabile formuna ulaşan toplumsallık, bilinç düzeyinde de bir dönüm noktası yaşamaktır. Denilebilir ki, dilsel ve inançsal temelli gelişmeler, kabile formundaki toplumsallığın ulaştığı bilinç düzeyiyle bağlantılıdır. Doğa içerisindeki ikinci bir doğa misali farklılaşan toplumsallık ,zihinsel, ruhi ve ahlaki bir varlık olarak da kendi farkına varır. Zaman ve mekan gerçeğine bağlı olarak sayısız formlara dönüşecek bir gelişmeye kapı aralar. Haliyle bir çok topluluk, farklı bir kimlik edinerek/olarak özgün bir yapısallık edinir. En genel anlamda “kültür” diyebileceğimiz bu özgünlükler, toplumsallığın zihni-manevi gerçeğinde de daha bir görünür olur. Topluluğun düşünce, algılama ve anlam verme gerçekliği bir nevi üst düzeyde bir ortaklaşmayı da ifade eder.

Anlamsallığın birikip ortaklaşmasıyla kendi farkına varan, bu yönlü bir bilinç edinen her topluluk, kendini adlandırma ve ifade etme gereği de duyar. İnanç ve dil olguları üzerinden oluşan farklı toplumsal kimlikler bu bağlamda anlaşılır olmaktadır. İnanç ve dil toplumsal kültürün bir nevi somutlaşma alanları olarak, toplumsal kimliği belirginleştiren temel olgular olmaktadırlar. Topluluğun yaşamı için gerekli olan tüm iş, uğraş ve çalışmaların yürütülmesi, farlılığınını oluşturdukça kendi özgürlüğünde belirginleşip kalıcılaşmasına yol açar. Böylece her bir topluluğun kendine has bir bilinç ve (kültürel) kimlik şekillenmesi oluşur.

Nitekim günümüz toplumlarına baktığımızda farklı kimliklerin çoklu gerçeğine rağmen, kategorize edildiğinde inanç, kültür-dil ve etnik gerçekliklerinden birine dayandığı görülür. İkisi veya üçüne birden dayanması da olasıdır. Sosyal gerçeklik düşünüldüğünde elbette kimliklerin dayanacağı başka olgular da söz konusudur. Örneğin; genç, yaşlı, çocuk kategorilerinden cinsel kimliklere, mesleki gruplardan sanatsal camialara, felsefi-düşünsel kimi ekollere kadar görece dar gruplar açısından da özgün kimliklerden bahsetmek mümkündür. Fakat hepsinde de ön plana çıkan temel olgu, bir aidiyet bilinci, düşünce ve inancın oluşmasıdır. Belli ölçüler ve özelliklerde bir ortaklaşmanın ve bütünleşmenin gelişme düzeyidir. Bunların ve eklenebilecek farklı kategorilerin her biri kendine has bir kimliği ifade etse de tarihsel-toplum bütünlüğü ve hakikati bağlamında düşünüldüğünde ön plana çıkan dil-kültür, etnik ve inançsal temelli kimlikleşmelerdir.

Toplumsallığın ilk oluşumunu ifade eden klan sürecinde farklı bir kimlikleşme gelişmiş değil. Kimlikleşmeyi sağlayacak farklılık ve özgünlükleri açığa çıkaracak potansiyele sahip olsa da bulunduğu mekanın farklılığına rağmen fazlasıyla benzerliklere sahiptir. Zaman ve mekan içerisinde oluşan maddi-manevi yoğunlaşma, bir noktadan sonra özgünlük ve farklılıkların başlangıcı olarak kabile toplumsallığına ulaşılır. Klandan (toplumun kök hücresi) kabileye geçiş süreci, tam da toplumun kimlikleşme aşaması olarak toplumsal farklılık ve kimliklerin oluşumda baş köşeye yerleşir. Evrenin oluşumuna dair ileri sürülen Big-bang teorisi misali, klandan kabileye geçişi de, bir nevi özgürlüklerin başlangıcı açısından Big-bang rolü oynadığı belirtilebilir. Klan sürecinin temel düşünüş ve algılayışı olan animizm ve kendini tamamen doğayla bütünlük içinde gören bir “bilinç”ten, artık kendi farkına varan bir bilince ulaşır. Topluluğun bulunduğu coğrafyanın fauna ve flora gerçekliği inançsal ve kültürel kimlikleşmelerin farklılaşmasını da belirler. Ki artık kabile diye ifade edilen toplumsallık süreci başlamış ve tarihsel yürüyüş, farklı kültürel etnik, dinsel ve mezhepsel yapılanmalara günümüze kadar ulaşır.

Devletli uygarlık tarihsel gerçeklikte etkili ama kapkara bir iz bırakmışsa da demokratik uygarlık (demokratik modernite) olarak da ifadeye kavuşturulan toplumsal hakikat de farklı toplumsal kimlikler şahsında varlığını hep korumuştur. Hem 5 bin yıllık devletli uygarlık zamansallığı içerisinde ve hem de günümüzde varlıklarını devam ettiren sayısız toplumsal kimlik şahsında köklü ve kesintisiz bir direnişin varlığı da görülür. Toplumsallığın özü ve karakterine dayanan demokratik uygarlık ile iktidar olgusunun örgütlenmesiyle başlayan devletli uygarlık iki ayrı çizgi olarak tarihsel akışı sağlamıştır. Birbirine zıt iki paradigmayı temsil ederler. Her toplumsal grup ve kimlik ister dinsel formatta, ister dilsel-kültürel veya etnik temelli oluşunu, varlığını koruyorsa özünde bir direnişi de temsil ediyordur. Bu hem ontolojik gerçekliğinin doğal bir sonucu hem de varlığına yönelmiş saldırılara cevap geliştirmenin bir gereği olarak ön plana çıkar. Tarihsel akış içerisinde toplumsal kimliklerin artarak çoğalması bu durumla bağlantılıdır. Çok sayıda dinsel inancın, sayısız peygamberlerin, bilge, ozan ve evliyaların, çok sayıda mezhep ve binlerce varan tarikatın şekillenmesi de demokratik uygarlık değerlerinin direnişine bağlamak son derece yerinde olur. Varlığının bilincinde olan her bir toplumsal formun sürekliliği onun direniş gerçeğini de ifade eder. Bu esaslar üzerinden baktığımızda, her bir toplumsal kimliği demokratik modernitenin birer birimi olarak tanımlamak doğru olur.

Toplumsal hakikat varlığını farklı kimlikler üzerinden somutlaştırır. O halde tarihsel-toplumun güncellikteki ifadeleri olan her bir toplumsal-kültürel kimliğe hakkettiği değeri vermek, bu yönlü okuma ve anlamlandırılmaya mümkündür. Bu doğrultuda bakıldığında; kültürel, dilsel, etnik, dinsel, mezhepsel ve tarikat temelli grup ve toplumsal kimliklerin çağdışı ve geri, aşılaması gereken değersiz birer varlık olarak görülmesi doğru değildir. Kapitalist modernitenin düşünsel/felsefi temelini oluşturan pozitivizmin, yürek, beyin ve gözleri körelten hakikati saptıran ve çarpıtan okuma ve algılamasına karşı da ciddi bir duruş ve direniş olur.

 

İktidar Tanımaz; Ya Tabii Kılar Ya Kırar

Ulus-devlet olarak somutlaşan iktidar zihniyeti, toplumu ve toplumsallığı barındıran tüm değerlere köklü müdahalelerde bulunarak, kendisine benzeştirmeye yönelir. Başka varlıkları, değer ve kimlikleri kendi varlık gerekçesine aykırı gördüğünden çoklu değil, tekli yapıyı esas alır. Kapitalist modernitenin sihirli değnek rolü atfetmeye çalıştığı ulus-devlet tüm farklı toplumsal kimlikleri tek bir kimliğe sıkıştırmaya yönelir. Farklı farklı özgünlüklere sahip toplumsal kimlikleri değersiz görüp yok saymak, tek tipe indirgemek o toplulukların her birine yapılmış en büyük kötülük olur. Bu anlamda ulus-devleti örgütlenmiş ve eyleme geçmiş en büyük kötülük olarak niteleyebiliriz. Kuşkusuz ulus-devletle biriken iktidar olgusunun bir tarihselliği vardır. Ki bu karakterinin anlaşılması son derece önemli olmaktadır. İktidarın örgütlenmiş hali olarak devlet 5 bin yıl öncesinde oluşmaya başlar. Zihinsel ve kurumsallığıyla varlığını kesintisiz olarak günümüze kadar devam ettirir. Haliyle devlet yapılanmasının başlangıcından günümüzdeki ulus-devlete kadar geçen zaman içerisinde toplumsal değerler hep bir saldırıyla karşı karşıya kalmıştır. Zira iktidar olgusu toplumun doğasıyla hiçbir şekilde bağdaşmaz. Toplumsallık ile anlamsallaşan hakikate karşıt bir öze sahiptir. Toplumsallığın güçlü ve diri olduğu an ve mekanlarda iktidarcı zihniyete dayanan güçler yer edinemezler. Haliyle kesintisiz bir seyir izleyen devlet yapılanmaları her daim toplumsal doğalara çok yönlü müdahalelerde bulunarak kendine kalıcılaştırmaya çalışır. Bunun için toplumsallığın bilinç, anlam ve maneviyatına yönelerek toplumsallığı dağıtarak ve iradesini kırarak kendine tabi kılmak ister. Zira iktidar doğası gereği başka iradeye ve başka bilince tahammül etmez. Başka varlığı kabullenmez, tanımaz başka bir varlıkla ilişkisi tek yönlüdür; kendine tabi kılar. tabi kılamadığını ise yok etmeye ve kırmaya yönelir. İktidarı bu şekilde özetlemek mümkün. Fakat ulus-devlet yapısallığında biriken iktidar düzeyi ile kendinden önceki tarihsel süreçteki devlette somutlaşan iktidar düzeyi arasında bir fark da söz konusudur. Altını çizerek belirtmek gerekir ki söz konusu olan sadece “düzey” farkıdır. Ulus-devlet yapısallığında bu düzey en üst zirvesine ulaşmış olur. Çünkü biliniyor ki, tarihsel zaman içerisinde iktidar güçlerinin oluşturduğu ve süreklilik zeminine kavuştuğu devletli uygarlık, uğradığı tüm coğrafyalarda etnisiteleri, kabile, aşiret ve halkları hegemonyası altına alarak, sömürü aracına dönüştürmek istemiştir. İstisnalar dışında toplumsal kimliklere, kültürlere yönelik sistemli yok etme hedefiyle yönelmemiştir. Bu durum kapitalist modernite sürecinde aşılmış, ulus temelli iktidarlaşmayla kültürlere, dillere ve bir bütün tüm farklılıklara yönelik sistemli saldırılar başlatılmıştır. Yani ulus-devletle artık genel bir sorun halinden çok daha öte varlığın inkarı ve imhası; toplumsal kimliğin, kültürün kırımı söz konusu olur. Türkiye’nin Kürt halkına olduğu kadar, Kürdistan’daki ve Anadolu’daki diğer tüm halklara karşı geliştirip uyguladığı uygulamaya devam ettiği politika, bu zihniyetin ürünü olmaktadır.

Diğer yandan ulus-devletin “dini” konumunda olan milliyetçilik, bulaştığı her halkın bilinci de zehirler. Ait olduğu milliyetini-ulusunu en üstün görme, gösterme ve dayatma gibi ‘cezbedici’ bir düşünsellikle toplumlar arasında köklü bir kopuşu da başlatmış ve körüklemiş oluyor. İktidar oyunun basit ama yakıcı bir sahnelenmesi, ulus-devlet sınırı içinde korkunç bir makina misali yurttaşı saydığı her bireyi aynılaştırm , homojonleştirme operasyonları olarak hayat bulur. Çünkü bireyin (“yurttaşının”) farklı kültürel, dilsel, inançsal aidiyetini kabullenmez; tek tipleştirir.

Tek ama tek aidiyetini kılmaya yönelir. Aslında son tahlilde tek aidiyetli kılınmaktan da öte, aidiyetsizleştirilir. Olan, yapılan ve hedeflenen tümden ulus-devlet sahibi güç ve çıkar odaklarına tabi kılmadır. Zaten ulus-devlet, varlığını diğer toplumsal farklılıkların asimile edilmesi, yok edilmesi üzerine bina eder. Tek dil, tek din, tek devlet, tek bayra , tek vatan gibi çok hastalıklı ifade ve uygulamalarla köklü bir dejenere ve asimilasyona yönelir.

Genel olarak da belirtilebilir ki; iktidar olgusu kendini örgütlülüğe ve yapısallığa kavuşturduğu oranda etki etme gücünün düzeyi de artar. Tabi kılma ve kırıma uğratma iktidarın yoğunluk düzeyiyle de doğru orantılıdır. Özü ve özeti maddi ve manevi tüm değerlerin kendisinde toplanmasına dayanır. Doyumu asla mümkün olmayan bir hastalıktır ve el koyma, sömürme daimi devrede olan özelliğidir. Kuşkusuz bunu maddi gerçeklik üzerinden yaptığı kadar manevi/ düşünsel yönler üzerinde de yapar. Nasıl ki toplumun tüm farklılıkları birer anlam odağı ve yoğunluğu olarak kimlikleşiyorsa iktidar olgusu ve yapısallığı da tüm bunları tekeline almaya çalışır. Bunu başarabilme için özgünlüğü ve bilinci yok eder. Özünden boşaltır, anlamsızlaştırır ve kimliksizleştirir -ki bu geniş anlamda bilinç ve iradeden düşmedir. Diğer bir ifadeyle köleleşme halidir. Kimliksizleştirme derecesi ve derinliği gerçekleştiği oranda o toplumsal varlık yok edilmiş olur. Soykırım kavramıyla anlatılmak istenen vahşi sonucun açık bir ifadesidir. Bunu kimlik kırım, anlam kırım veya kültür kırım gibi kavramlaştırmalarla ifade etmek yanlış olamayacaktır. İktidar zihniyetinin kurumsallığı olan devlet ve güç odaklarının tarihsellik içerisindeki tüm uygulamalarını böylesi açık ve net nitelemelerle ifade etmek son derece önemlidir. Çünkü buna karşı varlığın öz savunma gerçeği olan direniş hakikatini de göstermiş olur.

Kapitalist modernite zihniyetinin ulus-devlet olarak yapısallığa kavuşup Ortadoğu’ya yönelmesiyle kimliklerin varlık ve özgürlük sorunsallığı çok yakıcı haliyle gündeme girmiştir. Bu esasında iki temel nedene bağlanabilir. Birincisi, toplumsal kimliklerin maruz kaldığı saldırı düzeyi ve ikincisi, ontolojik gerçekliğin bir gereği olarak kendi hakikatini ifade ve yaşama arzusudur. 200 yıl öncesine dayanan kapitalist modernite saldırısı güncelde son derece ağır ve tahripkar sonuçlar çıkarmıştır. Haliyle her toplumsal kimlik yakıcı bir şekilde varlığını koruma sorunsallığıyla karşı karşıya kalır. Varlığını koruma arayışı aynı zamanda özgürlüğünü sağlamayı da daha bir yakıcı olarak gündeme getirir. Bunu en çok belki de Kürt halkı şahsında görmek mümkün ve elbette kürt halkının yanı sıra tüm Kürdistani kimlikler açısından geçerlidir.

Çok sayıda farklı toplumsal kimlikleri barındıran Kürdistan, sosyal doku olarak bir nevi tüm Ortadoğu’nun özeti gibidir. Farklı kültürel, etnik, dinsel ve mezhepsel kimliklerle doludur. Toplumsal kimlik bağlamında bu kategorilerin her birinin kendi içinde özgünlükler taşıyan hususları vardır. Evrensel hakikatteki farklılıklar misali, toplumsallıkta da özgünlüklüklerin yalın isimlendirilmesi olan kimliksel oluşumları bir zenginlik, estetik ve anlamlı varlıklaşma olarak görmek gerekir. Kürdistan somutuna bu pencereden baktığımızda oldukça zengin bir tabloyla karşılaşırız. Tarihsellikte de, güncellikte de bu tablo geçerlidir.

Açıkçası toplumsal kimliklerin somut adlandırmalarını sıralamayı kalkmak o kadar da “kolay” değil. Zira bir bütün Kürdistan düşünüldüğünde farklı kimliklerin çokluğu uzun bir listeyi oluşturur. Toplumsal kimlik söz konusu olduğunda nüfus oranı veya bir statüye sahip olup olmaması üzerinden bir değer ölçüsü oluşturulamaz, oluşturulmamalı. “Azınlık” , “çoğunluk” vb. adlandırmalar bu anlamda sorunlu bir durumu ifade eder. Zira her toplumsal kimliğin taşıdığı bir anlamsal yoğunluğu ve hakikati var. Her bir kimliğin hakikatini bir diğeriyle kıyaslamayı gerektirmez. Olsa olsa anlaşılmayı, tanınmayı ve saygı duyulmayı gerektirir. Bu genel vurgulardan sonra Kürdistan’da varlığını sürdüren kimi toplumsal kimlikleri örnek kabilinden sıralayabiliriz. Kürdistan’ı yakın çevresiyle birlikte düşünerek baktığımızda birer kadim kültür olarak Kürtlerin yanı sıra Ermeni, Yahudi, Fars, Arap, Asuri-Süryani-Keldani, Türk, Türkmen ve hatta Kafkas kökenli etnisiteler görülür. Her bir tarihsel-kültürel kimliğin inançsal bağlamda hem kendi içinde ve hem de birkaç kimliği belli oranda kapsayacağı temelde özgünlükler taşıdığı da görülebilir. Örneğin ibrahimi dinler olarak ifade edilen Musevi, İsevi ve Muhammedi dinsel kimlikler ve her birinin çok sayıda mezhep ve tarikatları içerdiği yeterince biliniyor. İbrahimi dinlerle şu veya bu şekilde bir ilişkiselliği kurulsa da tarihselliği ve özü itibariyle Zerduşti gibi kadim inanç sistemlerine dayanan Ezidi, Alevi, Yarasani, Kakai gibi kimliksel oluşumları da eklemek mümkün ve gerekli…

 

Kürdistan’da Kimliklerin Çokluğu

Ulus-devlet, zihniyeti ve uygulamasıyla Kürdistani tüm kimlikler üzerinde kasırga misali esmiştir. Güncel siyasal ve toplumsal ağır sorunlar bununla doğrudan bağlantılıdır. Çok sayıda kültürel-dilsel, etnik kimliklere ev sahipliği yapan Kürdistan mevcut durumda bir bütün olarak soykırım kıskacındadır. Hem kültürel ve hem de fiziksel açıdan soykırımın yürürlükte oluşu, çözümün de aciliyetini ve kalıcığını dayatır. Kürdistan zihinsel ve kültürel olduğu kadar, maddi anlamda da çözüm potansiyeline fazlasıyla sahiptir.

“Toplumsal sorunlar zihnen çözümlenmedikçe yapısal olarak da çözüme kavuşamazlar” diye altını çizerek özellikle belirtir Abdullah Öcalan. Toplumsal aidiyetlerin oluşması zihniyet düzeyinde gerçekleştiğine göre, demokratik ulusu kavram ve kuram olarak zihinsel zeminin bir yansıması olarak düşünebiliriz. Kürdistan coğrafyasında oluşan çoğul kimliklerin tarihselliği de bu yönlü bir zeminin ifadesidir. Toplumsal tüm örgütlülük, birlik, kurum ve kuruluşlar bu zeminin bir bileşenini oluşturur. Demokratik ulus zihinsel bir ortaklık ve bütünlük olduğuna göre dayanacağı temel kriter ve özellikler de söz konusu olur. Haliyle maddi yön kadar, anlayış ve anlamsal düzeyde de demokrasi ve özgürlüğün boy vereceği bir zemini öngörür. Bu zemin varoluşsal bir olgu ön plana çıkar.

Açıktır ki, toplumsal kimliklerin farklılığı ve çokluğu açısından gül bahçesi misalidir Kürdistan. En dar gruptan en geniş toplumsal birime kadar her toplumsal kimliğin bir hakikati temsil ettiği göz önüne getirildiğinde, Kürdistan’ı toplumsal hakikatların gül bahçesine benzetmenin yerinde olduğu anlaşılır olacaktır. Her varlık varoluşsal özelliği gereği bir biçimde kendini ifadeye kavuşturmaya yönelir. Bu onun özgürlük eğilimine de işaret eder.

Tarihten günümüze değin çok sayıda farklı kimlik ve kültürlerin, Kürdistan coğrafyasında iç içe, yan yana ve bir bütünlük içinde yaşaması güncele ve geleceğe cevap oluşturabilecek demokratik ulus inşası için güçlü bir zemin de sunmaktadır. Farklılıkların bir arada özgür ve demokratik esaslar temelinde yaşayabileceği bu zemin demokratik ulusun özünü ve hedefini de gösterir. Varlığının derin bilincine ulaşan her topluluk bunu kurumsal ve sosyal yaşam gerçeğinde somutlaştırma ihtiyacı duyar. Her toplumsal-kültürel varlığın kendi öz iradesiyle kendi hakkında düşünüp kararlaşacağı, yanı sıra bunun pratikleşmesine yönelebileceği bir sistem, iktidarcı zihniyet ve uygulamalarının yarattığı tüm sorunlara da çözüm zemini sağlar. Bu anlamda kapitalist modernitenin ulus-devlet yapısallığıyla halkları, kimlikleri ve kültürleri birbirine karşıt varlıklar olarak konumlandırıp kışkırtmasına son verecek bir felsefeye sahiptir. Zira kültürel bir kimlik diğer kimliklerle ilişkilenme eğilimini bağrında taşır. Karşılıklı olumlu bir diyalektik ilişki söz konusudur. Kendinden yoğunlaştırdığı anlamsallığı ve hakikati çoğaltma ve bir diğeriyle paylaşmaya açıktır. Aynı zamanda etkilenmeye ve almaya da açıktır. Kendi özgünlüğünü korumakla birlikte farklılıkların ortaklaşması üzerinden bir bütünlüğü de oluşturmaya yönelir. Yani özgün kimliğinin yanı sıra yeni bir kimliklenmeyi, doğal olarak daha genel bir bilinçlenmeyi de oluşturur. Zihinsel, manevi ve anlamsal bir bütünlüğün oluşacağı böylesi bir zeminde demokratik modernite birçok boyutuyla inşa edilmiş olur.

Ulus-devletin katı, kapalı ve tekleştiren ulus anlayışına karşı demokratik modernitenin ulus anlayışı çoklu yapıya açıktır. Bilinç ve zihniyet ortaklaşmasına dayanan ulus perspektifi aynı zamanda esnek ve ucu açık bir anlayışı esas alır. Çok dilli ve etnisiteli olabileceği gibi gibi inanç ve siyasi oluşumları açısından da çoklu oluşu yansımaz. Ama aynı zamanda tüm farlılıkları bir bütünlük içinde buluşturacak ortak kimlikleşmeye de açıktır. “Denilebilir ki, üç büyük tek tanrılı dinden her türlü farklı dil, etnisite ve siyasal oluşumlardan müteşekkil bir büyük bölge milleti, yani Ortadoğu ulusu bile oluşturulabilir” (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 4.Cilt, Amara Yayıncılık)

Demokratik ulus bilincine sahip olan toplumsal kimlikler kendi aralarında demokratik ve özgürlükçü bir ilişkiyi sağlamaya zihnen ve yapısal olarak açıktırlar. Demokratik modernitenin güncelliği olarak da ifade edebileceğimiz demokratik ulus bilinci, toplumsal kimliklerin tarihsel anlamı ve hakikatlerine paralel olarak farklılıklarını özgürce temsil edebileceği bir çözüm perspektifini de geliştirir. Kürdistan’da bunun inşa mücadelesine yönelen Kürt halkı, demokratik ulusun bedenleşme hali olan demokratik konfederalizmi ya da daha dar ama öz anlamda demokratik özyönetim organ ve iradesini oluşturduğu oranda, toplumsal tüm kimliklerin özgürce yaşayabileceği zemin güçlenmiş olacaktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.