Düşünce ve Kuram Dergisi

Ottan Süt, Sütten Ot

Abdullah Aysu

Özet

Avcılık ve toplayıcılık döneminde kadınlar toplayıcılık yaparken doğal olarak doğayı da gözlemliyorlardı. Topladıkları ürünleri üretebileceklerini bu gözlemler sonucunda fark ettiler, denediler, üretmeyi başardılar. Böylelikle toplayıcılıktan üreticiliğe geçtiler. Daha sonra bitkileri ıslah ederek devamlı geliştirdiler.

Kadınların bu değişimi başarması insanların göçebelikten yerleşik duruma geçmesine vesile oldu. Yerleşik düzen avcılık yapan erkeklerin hayvanları evcileştirme güdüsünü geliştirdi. Zamanla erkekler, hayvanları doğadan tümden koparmadan, doğadaki yaşamlarına fazlaca yabancılaştırmadan (taklit ederek), sadece davranış ve alışkanlıklarını biraz törpülemek suretiyle evcileştirdiler, sosyalleştirdiler.

Erkeklerin evcilleştirerek, sosyalleştirdikleri hayvanlar bu süreçte doğada kendilerini koruma yetilerinin bir bölümünü yitirdi. Bu kez onları dışarıdaki düşmanlarına karşı korumak gerekti. İşte geçmişte doğada onları avlayanlar, yeni yaşamlarında hayvanları doğadaki düşmanlarına karşı korumak için çoban oldular. Hayvanları güttüler, düşmanlarına karşı korudular. Avcılık sürecinde kullandıkları sopalarını (silahlarını) da, artık onları avlamak (öldürmek) için değil, koruma amaçlı kullanmaya başladılar.

Zaman geçtikçe hayvanların bazıları toprak işlemede, bazıları çeki, bazıları da binek hayvanı olarak eğitildi ve kullanıldı.

Ayrıca hayvanların dışkısı bitkisel üretimde, bitkisel üretimin ürünleri de hayvan yetiştiriciliğinde değerlendirildi. Bu sayede tarımsal verimlilik arttı. Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin birlikteliği aileleri besledi, geçindirdi, sırtlarını giydirdi. Bu faaliyeti medeniyetler, tarım olarak isimlendirdi.

Tarımın hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimin bir arada yapılışı yakın zamana kadar ekolojiyi korudu, aileleri bir arada tuttu, toplumların bir arada yaşamasına olanak sundu.

Bugün ise bize dayatılan kapitalist sistem, hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimi ayrıştırdı. Bu ayrıştırma sonucunda doğa tahrip olmaya, aileler çözülmeye (göçe), ailelerin çözülmesiyle birlikte topluluklar tespih danesi gibi dağılmaya başladı.

Bu yazının konusu tarımın dağılmasının nedenleri, dağılmanın aşamaları ve dağılmaya koşut olarak, beslenme kültürümüzün değişmesi, ekolojinin tahrip olması, iklimin değişmesi, bütün bu değişimlerin sağlığımız üzerine etkisinin yanı sıra çiftçilerin yoksullaştırılmasındaki rolünü hayvancılık üzerinden kısa bir biçimde anlatmak olacaktır.

 

Giriş

Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı işin tarım olduğunu belirtmiştik. Bu iş, bir arada yapıldığı sürece birbirine destek oldu, dayanak oluşturdu. Çiftçiyi üretim girdisi temin edici şirketlere muhtaç kılmadı; üretim sürecini bağımsız organize etti.

Örneğin, çiftçiler, hayvanın dışkısını bitkisel üretimde kullandığında gübre şirketlerinden para karşılığında kimyasal gübre almak zorunda kalmadı. Bir temin ediciye bağımlı olmadı. Parası cebinde kaldı. Kimyasal gübrenin neden olacağı ekolojik tahribat ve sağlık riski gibi diğer olumsuzlukların da önüne geçti.

Bitkisel üretimin ürünlerini ve/veya hayvan yemini doğrudan doğadan (mera-yaylak ve otlaklardan) sağladı. Hayvanlarını buralardan besledi. Yem fabrikasının ürettiği karma/fenni yeme çiftçi muhtaç olmadı. Bu yetiştiricilik tarzı çiftçileri temin edici yem şirketlerine sömürtmedi, bağımsızlaştırdı. Elde edilen hayvansal ürünler de insan sağlığı için hiçbir zaman risk oluşturmadı, ekolojiye dost bir tarz olan hayvan yetiştiriciliği doğayı tahrip etmedi, tersine destek oldu.

Hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı tarıma halkımız “ottan süt, sütten ot yetiştirmek” der. Bu üretim-yetiştiricilik tarzı insanımızın beslenme kültürüne ve yaşam biçimine de uygun bir durumdur.

Tarımın işlevini İngilizlerin tarıma verdikleri ismi açıklayarak, tarımın ne için ve nasıl yapılması gerektiğini başka bir bakış açısıyla bakalım:

İngilizcede tarım, “agrıculture” kelimesiyle ifade edilir. “Agrı-”, yaşam-anlaşmak-uyuşmak, “-culture” ise kültür anlamına gelmektedir. Yani agrıculture, İngilizce’de “yaşam kültürü” anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle agrıculture anlam olarak, nasıl yaşanacağının tercihini yapabilme, seçme durumudur, denilebilir. Ancak şu an tarımda yaşananlar böyle değil…

Tarımda yaşananların ne olduğu, hayvan yetiştiriciliği ve yetiştiriciliğin karşıtı olan hayvansal ürün imalatı üzerinden değerlendirmeye çalışalım.

 

Hayvan Yetiştiriciliği – Hayvansal Ürün İmalatı

Hayvanlar bize et, süt, yumurta ve bal verirler; besleniriz. Yapağı, tiftik, ipek ve kıllarından giysiler yapar; giyiniriz. Dışkılarını araziye bırakır, ondan da toprak ve bitkiler beslenir. Yani, hayvanların her şeyi doğa ve insanlar için faydalı ve gerekli!

Fakat hayvanları yetiştirmeyen, imal edenler de var günümüzde. Sorun da burada!

Şöyle ki;

Bal üretiminde şeker ve yapay petek kullanmayanlar arıcıların faaliyeti arı yetiştiriciliği, tersini yapanlar bal imalatçılarıdır.

Gezebilen yeri eşeleyen, karma yemler yerine doğal yemlerle beslenen, 8-10 tavuğa bir horoz hesabı ile horozlu tavuk ailesinden oluşmuş tavukların eti ve yumurtası tavuk yetiştiriciliğinin ürünüdür.

Kapalı alana kapatıp, yeri eşelemeyen, karma yemlerle beslenen ve gün yüzü görmeyen, -adeta dünyaya gelmeyen- pilicin eti ve et pilici gibi benzer bakılan ve horozsuz tavuğun yumurtası, imal edilen ürün olarak değerlendirilmektedir.

Büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiricileri, hayvanlarını mera, otlak ve yaylaklarla buluşturur. Çeşitli ürün arttırıcı katkılı karma yemlerle kapalı alanlarda bakılan hayvanlar yetiştiricilik değildir, onların ürünleri imalattır, denilebilir.

Burada imalat durumu için kısa bir parantez açalım. Hayvansal ürünlerden imalat yapılması yanlış değil, doğrudur, hatta gereklidir. Yani sütten tereyağı, yoğurt, ayran, peynir v.s imal edilebilir, edilmelidir. Ancak süt, et, yumurta, bal v.s ürünlerin kendisi imal edilmemeli, doğanın hayvanlara sağladığı olanakla sürdürdükleri yaşam döngüsü içinde bu hayvansal ürünler elde edilmeli. Verimliliği arttırma amacıyla ıslah çalışmaları yapılmalı. Ancak verimliliği artırma amaçlı doğal olmayan yöntemlerin uygulanmasından kaçınılmalı. Elbette doğal yollarla elde edilen ürünlerden başka gıdalar yapılmalı, imal edilmeli. Parantezimizi burada kapatalım ve kaldığımız yerden devam edelim.

Özgür mera yetiştiriciliği üzerinden büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliğiyle ve imalatçılığını biraz açalım.

 

Mera-Bitkisel Üretim ve Beslenme Kültürümüzde Değişim

Meralar hayvanlar için bedava ve sağlıklı yem sahalarıdır. Meralar azaldığı veya hayvanlar meradan koparılıp içeri kapatıldığı oranda, yemi dışarıdan sağlamak gerekir. Yem dışarıdan sağlanmaya başladığı andan itibaren hayvan yetiştiricileri ihtiyaç duydukları yemi, yem imal eden şirketlerden almak zorunda kalır. Yetiştiricilikteki bu değişimle birlikte çiftçi yetiştirici olmaktan çıkar, hayvan bakıcısı olur ve sömürülür. Hayvan bakıcılarının sömürüldüğü oranda satın alıcı/kullanıcı da (tüketici) sömürülür. Çünkü hayvancılıkta yem maliyetin yaklaşık %70’idir. Maliyetin yüzde yetmişi merada bedava iken kapalı alanda hayvan beslenmesi paralı hale dönüşür. Maliyete eklenir. Bu nedenle hayvan yetiştirenler ürünü pahalıya mal eder, tüketici paralı hale dönüştürülen yemin yükselttiği fiyattan ürünleri satın almak zorunda kalır. Tüketici de sömürülür. Tek kazanan yem temin edicisi olan şirket olur.

Ayrıca merada beslenen hayvanların ucuz ürünleri bağışıklık sistemini güçlendiren omega-3 bakımından zengindir. İçerde bakılan hayvanların pahalı ürünlerinde omega-3 yok denecek düzeydedir.

Kapalı alanda bakılan hayvanların bağışıklık sistemleri zayıflar, bağışıklık sistemi zayıflayan hayvanın mukavemeti azalır, dolayısıyla sağlıkları bozulur. Antibiyotik ve diğer ilaçların marifetiyle yaşatılır ve verimlilikleri arttırılır. Kapalı alanda beslenen hayvanlardan elde edilen ürünlerin sağlıklılığı bu ve daha birçok nedenden dolayı daima tartışma konusu olur.

Ayrıca hayvanlar meralardan koparılıp, kapalı alana mahkûm edildiğinde sosyalliklerini ve özgürlüklerini kaybeder. Oynama, spor yapma ve cinselliğini özgürce yaşayamaz.

Açık alan yetiştiriciliğinden kapalı alan imalatına geçildiğinde pek tabii ki beslenme kültürümüz de değişime uğrar.

Şimdi meraların değişim örneği üzerinden doğa, hayvan ve insan yaşamındaki değişime bir bakalım.

 

Geçmişten Günümüze Mera Değişim Durumu

1928’de işlenen toplam tarım arazi miktarı 6,6 milyon hektardı. Mera varlığı ise 46 milyon hektar civarındaydı. Yani 1928’de çayır mera alanı, işlenen toplam arazi miktarının yaklaşık 7 katı kadardı. Bu oran, aslında doğanın o zamanlarda ne kadar daha yaşanılır olduğunu gösteren bir fotoğraf! Her geçen zaman zarfında bu fotoğraf insan, doğa ve sağlık aleyhinde değişti.

Önce ekili alan ve mera alanı değişim verilerine bakalım.

Ekili alanlar

1928’de 6,6 milyon hektar

1948’de 13 milyon hektar

1950 ‘de 14.120 milyon hektar

1960’da 23,2 milyon hektar

Mera Alanları

1928’de 46 milyon hektar

1950’de 37,8 milyon hektar

1960’da 28,6 milyon hektar

1980’de 21,1 milyon hektar

Şu an 15 milyon hektarın altına inmiş durumda.1

Yukarıdaki verilerin de ortaya koyduğu gibi kapitalizmin ayrıştırıcı tarım politikası böyle yol aldı. Büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiricilerinin asli dayanağı olan meralar bu süreçte tarımdaki makineleşmenin hızına bağlı olarak korunamadı. Nüfuzlu, ekonomik yönden güçlü ağalar tarafından talan edildi.

 

Hayvan Varlığının Değişimi

Mera ve otlak alanlarının daralması hayvan yetiştiriciliğini bir miktar zora soktu. Hayvan yetiştiricilerinin zor durumuna dönemin “sosyal devleti” el attı.

Devlet;

-1952 yılında hayvancılığın geliştirilmesi ve verimliliğin artırılması amacıyla Et ve Balık Kurumu’nu (EBK) kurdu.

– 1952 yılında azalan mera alanına koşut olarak yem konusunu istikrarlı bir zemine oturtmak, bu alanda özel sektörle işbirliği ve ortaklık yoluna gitmek amacıyla Yem Sanayi Türk AŞ’yi (YEMSAN) kurdu. 1964 yılında YEMSAN’ın açtığı yolda özel sektör de yem fabrikası kurmaya başladı.

-1963 yılında üretilen sütü alıp işlemek için tesisler kurmak ve ürünleri satmak, özel sektörü özendirmek üzere ona önderlik etmek, kooperatifleşmeyi özendirmek, kalite ve verimin artırılmasını sağlamak amacıyla Süt Endüstrisi Kurumu (SEK)’nu kurdu.

Kamunun hayvancılık sektöründe düzenleyici olarak ortaya çıkması, görev üstlenmesi köylülerin sıkıntılarını bir nebze giderdi. Kamunun destekleme kurumları aracılığıyla düzenlediği piyasada yetiştirici ürününü satarken, alıcı insanlar gıdayı satın alırken daha az sömürülür oldular. Çiftçiler ancak kamu düzenleme kurumlarının desteğinde yetiştiriciliğe devam edebildiler.

Başka bir deyişle, kamunun KİT’ler marifetiyle arada olması yetiştirici ile satın alıcı (tüketici) çıkarları kısmen de olsa korunabildi.

1970’li yıllara gelindiğinde petrol fiyatlarındaki artan fiyatların etkisiyle dünya yeni bir kriz ile karşılaştı. İthal ikameci ekonomik sistem tıkanıklığa girdi. Kapitalist sistem yeni arayışlara girişti. Neoliberal politikalar lehinde ekonomi politikalar güç kazanmaya başladı. Mevcut ithal ikameci ekonomik politik sistem çatırdamaya başladı.

Türkiye’de 1980’lere kadar canlı hayvan ve hayvansal ürünlerin üretilmesi ve pazarlanmasında YEMSAN, EBK, SEK önemli rol oynadı.

Fakat aynı süreçte gelişmiş ülkelerin elinde et buzulları, süt nehirleri ve buğday dağları oluştu. Bunun üzerine gelişmiş ülkeler, ellerinde biriken tarımsal ürünleri eritme amaçlı tarımda uygulanan ithal ikameci politikaların terki için dünya genelinde politikalar geliştirdi. Ülkelerin serbest piyasaya geçmesi için ekonomik ve politik basınçlar uygulamaya başladılar.

Bu basınç “semeresini” verdi; 1980’ler neoliberal politikaların dünyada tesis edilmeye başladığı yıllar oldu. Devletin ekonomideki rolünün küçüldüğü, şirketlerin yeni esas aktör olarak öne-ortaya çıktığı, her şeyin şirketlerin lehine düzenlendiği yıllar başladı.

Türkiye de dünyadaki değişen bu yeni duruma göre IMF ve Dünya Bankası yaptırımlarıyla karşı karşıya kaldı. Diren(e)medi. Türkiye tarımında ve gıdada çokuluslu tarım, gıda ve ecza şirketlerini egemen kılacak bir dizi düzenlemeler yapıldı. Tarımın direksiyonu tamamen IMF ve Dünya Bankası’nın eline geçti; onların marifetiyle Türkiye tarım sektöründe özelleştirmeler başladı. Türkiye’de ilk özelleştirilen KİT’ler, hayvancılık alanıyla ilgili oldu.

 

Hayvancılığın Çöküşü

Hükümeti DYP-SHP koalisyonu oluşturmuştu (Mayıs 1991- Ekim 1995). Başbakan Tansu Çiller, Başbakan yardımcısı Murat Karayalçın, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di. İşte tarımda özelleştirmeleri bu ekip başlattı. İlk özelleştirmelere de hayvancılık sektöründen başladılar.

Et ve Balık Kurumu (EBK), 1995-2000 yılları arasında özelleştirildi. Özelleştirilen kombinaların çoğu kapatıldı. Üretim ve fiyatlar yönlendirilemez duruma geriledi.

Yem Sanayi (YEMSAN), 1993-1995 yılları arasında özelleştirildi. Özelleştirilen fabrikaların yarıdan fazlası kapatıldı. Yem fabrikaları ülkenin batısına yığıldı.

Süt Endüstrisi Kurumu da (SEK),1993-1998 yılları arasında özelleştirildi.2

Böylece hayvancılıkta kamu aradan çekilmiş, meydan tamamen şirketlere kalmıştı artık.

Hayvan yetiştiriciliğinde önemli bir bölge olan, ekonomisi hayvancılığa göre şekillenmiş, Doğu ve Güneydoğu illerindeki yem fabrikaları özelleştirme adı altında birer birer kapatıldı. Savaş ortamının neden olduğu çatışmalar sonucu meralar yasaklandı. Hayvancılığa dayalı yöre halkının ekonomik yaşamı çıkmaza girdi. Hayvancılık yapamayan halka kamu tarafından telafi edici bir ödeme yapılmadığı için halk mecburi göçe mahkûm oldu. Yine SEK ve EBK’ların özelleştirme adı altında kapatılması, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hayvancılığı neredeyse bitirme noktasına getirdi.

Kamu aradan çekilince gıda kontrol mekanizması da etkisini yitirdi. Hayvansal ürünlerin sağlıklılığı tartışılır hale geldi. İnsan sağlığı risk altına girdi.

Hayvancılığın serbest piyasaya terk edilmesinin ardından tabir yerindeyse Türkiye genelinde hayvancılık çöktü.

Çünkü YEMSAN’ı alan şirketler ilk iş olarak yem fiyatlarını arttırdı. SEK’i alan şirketler ise süt fiyatını düşürdü.

Sadullah Usumi bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Piyasalarda rekabet ortamı yaratan SEK devletin elinden çıkınca süt alım fiyatlarını sanayiciler tespit etmeye başladı. SEK satılmadan önce üreticilerin 18 bin liraya satabildiği sütlerin fiyatları üç beş ay içinde 12 bin liraya düşürüldü. Et piyasalarında denetim kalmadı. Üreticilerden ucuz fiyatlarla alınan et ve süt ürünleri tüketiciye yüksek fiyatlarla satıldı. Süt alım fiyatları sürekli düşürülürken, peynir, tereyağı, yoğurt gibi ürünler zamlandı.1995’te süt fiyatları 12 bin lira iken, kilo başına destek 3 bin liraydı; süt bedellerinin dörtte biri. 1998’de süt alım fiyatları 85 liraya çıktı. Buna karşılık devlet desteği 3 bin liradan sadece 5 bin liraya çıktı. Süt bedelinin 16’da biri…

Bu arada yem fiyatları bir yılda 60 bin liraya tırmandı… Böylece süt üreticilerinin gelirleri azalırken, giderlerinden büyük artış oldu.”3

Özelleştirmeler sonrasında sektör yerli ve yabancı 6 holdinge teslim edildi. Süt fiyatları sürekli artarken, çiğ süt üreticisinin kazancı çoğu zaman maliyetin altında kaldı.

Yaşamı yukarıdan halk katılımı olmadan kuranlar, halka sormadan kurduklarını böyle yıktılar.

Üretim girdisinin arttırıldığı, elde edilen ürünlerin fiyatının düşürüldüğü, şirket yanlısı, yetiştirici aleyhtarı tesis edilen serbest piyasada hayvan yetiştiricileri, yetiştiriciliği bırakmak zorunda kaldı. Hayvanlarını ellerinden çıkardı. Hayvanlarından yoksun bırakılmayla bir kolunu kaybeden çiftçinin hayatına bu kez kredi kartlarıyla bankalar girdi. Sömürü katlandı. Dayanılamaz boyutlara erişti. Çiftçiler üretemez oldu. Meslekleri olan çiftçiliği terk etmek zorunda kaldılar.

Yani tarımda tahribat, hayvancılık sektöründeki özelleştirmelerle hız kazandı, çiftçiler; rüzgârın önündeki gazel misali savruldular, yerlerinden yurtlarından oldular.

EBK, SEK ve YEM SANAYİ özelleştirilmeden önce, 1980’de 84 milyona civarında olan hayvan sayısı 2009’da 37,7 milyona kadar geriledi. Hayvan sayısı 84 milyon olduğu dönemde Türkiye nüfusu 45 milyondu. İnsan başına neredeyse iki hayvan düşüyordu, 2009’da nüfus 70 milyon civarına erişti, iki insana bir hayvan düşecek duruma geriledik.⁴

 

İpek, Yapağı, Tiftik, Kıl, Bal, Et, Süt Üretimi ve Değişim

İpek böcekçiliği can çekişmekte, bitti bitecek durumda. Tiftik üretimi iyice azaldı. İpek ile tiftik üretimi o kadar düştü ki, sanayisini sürdürme kapasitesi bile yok artık. Yapağı ve kıl değerlendirilmesine yönelik çaba ise çok az. Çünkü yapağı ve kılın alternatifini sentetik tekstil ve triko sanayisi üretmiş, doğalın pazarını onlar kapmış ve kapatmış durumda.

 

Beslenme Kültürümüzün Değişmesi/ Değiştirilmesi

Biz yakın zamana kadar küçükbaş hayvan eti ile beslenirdik. Çünkü ülkenin jeopolitik yapısı, iklim durumu küçükbaş hayvanların yiyebileceği otları yetiştirmeye uygundu. Bitkisel üretimimiz ise serin iklim bitkisi olan hububat yetiştirmeye elverişli; bu yüzden tarım topraklarımızın %75’inden fazlasında hububat yetiştirilirdi. Hububat ile küçükbaş hayvanların birlikteliği çiftçinin ve ekolojinin dayanağıydı.

Şöyle ki;

Çiftçiler genellikle ekim ayında hububat tohumunu toprağa saçmaya başlar. İklimin uygun gitmesi halinde Aralık ayında yeşerir. Yeşeren hububatlara çiftçiler koyunlarını salar, otlatır. Yem ihtiyacının bir kısmını dönemsel olarak bu yolla karşılar. Koyun dişleri ile kestiğinden hububatı yolmaz, ancak otlamak için gezinirken çiğnediği hububat bitkisinin bir kısmını daha boş kalmış bölgelere yeniden

ekmiş olur. Çünkü hububat bitkisi çiğnendikçe kardeşlenir, çoğalır. Tarlanın seyrekliği böylelikle giderilirken, gezinen hayvanlar bir miktar dışkısını da bırakarak toprağa besin desteği yapar.

Hububat hasadından sonra tekrar küçükbaş hayvan sürüleri tarlaya otlatmaya götürülür. Hayvanlar biçerin kesemediği sapların bir kısmını keser, yer. Kaba yem ihtiyacını bu şekilde giderirken, diğer yandan bir kez daha dışkısını toprağa bırakarak toprağı besler. Biçerin hasat esnasında döktüğü daneleri de hayvanlar yerden toplayarak yediği samanına katık yapar, bir sonraki yılda ekilecek bir başka tohumun çeşidinin saflığını garanti altına alır. Bu döngü böyle devam eder, gider (di).

Ancak bu döngü şimdilerde uygulanan yanlış tarım destekleme politikaları nedeniyle kırılmış durumda. Kırılan bu döngüler için gelin rakamların tanıklığına başvuralım.

Bakın, 1980 yılında 48,8 milyon olan koyun sayısı, 2011’de neredeyse yarı yarıya azalmış; 25 milyona gerilemiş. Azalan koyun ve keçi sayısına bağlı olarak toplam sütün içindeki koyun ve keçi sütünün payı doğal olarak düşmüş. Fakat bilindiği üzere, gıda üretimindeki her azalma veya artma beslenme kültürünü değişime uğratır.

 

Süt Üretimi ve Değişim

Manda konusunda Türkiye manda sayısının azalmasına bağlı olarak geriliyor. Geçmişte toplam sütün içinde manda sütünün payı yüzde 1.58 iken şimdi binde 27.

Koyun ve keçi sütü üretiminde de fotoğraf pek farklı değil. TUİK verilerine göre, 1991 yılında koyunlardan elde edilen süt miktarı yüzde 11 iken, 2011’de yüzde 5,9’a, keçilerden elde edilen sütün miktarı ise, 1991’de yüzde 3,3 iken 2011’de yüzde 2,1’e gerilemiş.

 

Et Üretimi ve Değişim

Dünyada en çok domuz eti üretilmekte ve tüketilmektedir. Dünya toplam et üretiminde domuzun payı yüzde 37,7. İkinci sırayı kanatlılar alıyor. Kanatlı etinin payı, yüzde 35 civarında. Üçüncü sırayı, yüzde 18’lik payı ile sığır eti alıyor (TUİK).

Türkiye et tüketiminin birinci sırasında ise kanatlılar var. Kanatlı eti tüketimi yüzde 70. İkinci sırayı yüzde 28 ile sığırlar, üçüncü sırayı ise koyun ve keçiler alıyor. Fakat geçmişteki et tüketim türü ve ona bağlı beslenme kültürü farklıydı.

1970’de toplam et üretimi içinde koyun ve keçinin payı % 58 idi,

1991 yılında %28’e,

Şimdilerde ise %5’e kadar geriledi (TUİK).

Kırk yılda böyle değiştik.

Gerileyen koyun ve sığır etinin yerini kanatlılar almış durumda.

Türkiye’de kişi başına düşen kanatlı eti tüketimi yaklaşık olarak %95 civarında.

Piliç eti tüketimi 2001 yılında 8.51 kg iken, 2014 yılında 2,5 katı arttı, 20, 7 kg’a yükseldi.

2014 yılı rakamlarına göre kişi başına düşen yumurta tüketimi 190 adet, kanatlı eti tüketiminin 20 kg olduğu tahmin edilmektedir.

FAO verilerine göre 1980 yılında kişi başına ortalama 5 kg tavuk eti tüketimi olurken, 2013 yılı itibarıyla 13 kg aşmış durumdadır.⁵

Türkiye’de bu artış çok daha hızlı gelişmiş; son 10 yılda dünya ortalamasının neredeyse 1,5 katı tavuk eti tüketir durumu gelmişiz.⁶ Bu tüketim olumlu yönde bir gelişme olarak görülemez, görülmemelidir. Tüketimdeki bu değişim biyoçeşitliliğin azalmasına, sağlık sorunlarına yol açmakta, iklim değişikliğine olumsuz katkı koymakta, hayvansal beslenme kültürümüzü olumsuz yönde değiştirmektedir.

 

Biyoçeşitlilik   

Tavukçuluktaki bu hızlı değişim, tavuk biyoçeşitliliğini olumsuz etkilemiş; dünyadaki tavuk ırkı sayısı 1132’dir.  Endüstriyel tavuk üretiminde kullanılan tür sayısı 19, bunların da sadece 5 farklı ırktan türetildiğini düşündüğümüzde biyoçeşitliliğe ciddi darbe olarak değerlendirebiliriz.

Biyoçeşitliliğin seyrinin böylesine korkunç bir düzeye gerilemesinin temel nedeni dünya genelinde damızlık tavuk üretiminin tamamını sadece 3 küresel şirketin egemen olmasıdır.⁷ Dünyayı Tüketmek; s.26, Greenpeace Akdeniz Raporu

Aynı şekilde bilinen gezen, toprağı eşeleyen tavuklar ile endüstriyel tavuğun besin değeri ve sağlıklılığı aynı değil. Bunun da sebebi olarak yetişme tarzı ve süresine bağlanmaktadır.

Amerika Tarım Bakanlığı kayıtlarına göre, 1936 yılında New Jersey Tarımsal Deneme İstasyonu’nda yapılan deneme üretimlerinde 6 haftalık bir pilicin ağırlığı, ırkına göre 308 gram ile 435 gram arasında değişmektedir. Aradan geçen 80 yıl gibi kısa bir sürede yarım kilodan az olması gereken bu piliçler 6 haftada 2,5 kg ağırlığa erişmiştir.⁸ Uzmanlar bunun nedeni olarak 1950’lerden itibaren tavukçulukta kullanılan antibiyotikleri göstermektedirler. Kullanılan antibiyotiklerin veya antimikrobiyallerin tedavi amaçlı değil, hayvanların yapay ve hızlı kas yapıp, kilo almasını sağlamak için kullanılmaya başlamıştır.

Geliştiricilerin bu şekilde kullanılmasının sağlık sorunlarına neden olduğu alenen dillendirilmekte, fakat üretici firmalar ve yöneten yetkililer bu konuda tepkisiz kalmaktadır.

Kısa sürede doğal olmayan yollardan elde edilen bu tavuk etlerinin ucuzluğu ve hayvansal protein ihtiyacının karşılandığının sanılması; genelde sistemin devamlılığı için gerekli olan ucuz işgücüne destek verirken, diğer taraftan oluşturduğu sağlık sorunları nedeniyle beşeri ilaç sektörünün kasalarını sürekli şişirmektedir.

 

Hayvancılık, Ekoloji ve İklim Değişikliği

Hayvanlar çıkardıkları metan gazıyla küresel iklim değişikliğinde fazla etkileri olduğu söylenmektedir.

Oysa ki, özgür mera hayvancılığının dışkılarının doğayla tekrar buluşabilme özelliği ve doğanın kendisini yeniden üretmesine katkı koyar.

Bakın, çayırlar dünya toplam toprağının %40’ını oluşturmaktadır. Küresel iklim değişikliğine neden olan karbon salınımı çayır ve meralar absorbe ettiği biliniyor. Merada özgür otlayan hayvanlar, otladığı yere gübrelerini bırakır ve bıraktıkları gübreler otları geliştirir.

Evet, sığırlar karbon dioksitten 25 kat daha zararlı olan metan “geğirirler”. Ancak özgür hayvanlar meralara yaptıkları katkıyla bunu tolere ederler. ⁹

Endüstriyel hayvancılıkta özgür mera hayvanlarının dışkılarının, doğayı onarma işlevinin aksine ekstra kirletir. Yük bindirir. Hayvanların metan gazı geğirmesiyle küresel iklim değişikliğine yaptığı olumsuz katkıya bu dışkıların çöp olma halinin olumsuz etkileri de eklenmiş olur.

Ayrıca, bitki beslenmesinde kimyasal gübre kullanılması atmosferde nitrik asitin birikmesine neden olmaktadır. Nitrik asitler küresel iklime karbon dioksitten 25 kat daha fazla zarar vermektedir. Kimyasal gübre yerine özgür mera hayvanlarının gübresinin kullanılması halinde küresel iklime verilen zararın önüne geçilmiş olur.

Bir başka gerçek, hayvanların geğirdiği metan atmosferde 10 yıl kalırken, nitrik asitler 100 yıldan fazla kalarak küresel iklime verdiği zarar katlanır.

Kanatlı sektörüne baktığımızda piliç eti ve yumurta üretimi sektörü küresel sera gazı emisyonlarının %8’ini (606 milyon ton) oluşturuyor. Yani 1 kg piliç eti üretmenin bedeli; 2,35 kg karbondioksit salınımına neden olmaktadır.

 

Sonuç Yerine: Kooperatifçilik

Türkiye’de değişik alanlarda on binlerce kooperatif var. Bu kooperatiflerin bir bölümü tabela kooperatifçiliği diyebileceğimiz işlevsiz kooperatiflerdir. Bir bölümü de çıkarılan yasa ile şirketlere dönüştürülerek birer piyasa aktörü haline dönüştürülmüş serbest piyasa kooperatifçiliğidir.

Hayvancılık alanında kurulmuş olan SET-BİR gibi birlikler ve başka az sayıda varlığını sürdüren kooperatifler de bulunmaktadır.

Kooperatiflerden hayvan yetiştiricilerinin beklentisi üretim ile tüketim arasındaki zincirin kısalması, bu yolla sömürünün azalmasıdır. Tüketicinin ödediği fiyatın ne kadarı üreticinin eline geçtiği, sömürü oranını gösterir.

Kasaplık hayvan ve et pazarlamasında tüketicinin ödediği fiyatın,

– Fransa’da %57’si,

-Almanya’da %64’ü,

– İtalya’da %66’sı,

-Hollanda’da %75’i üreticinin eline geçerken,

Türkiye’de ise %40’ı üreticinin eline geçmekte, %60’ı aracıda kalmaktadır.

Süt ve süt ürünlerinin pazarlanmasında kooperatifler,

– İrlanda’da %97,

– Finlandiya’da %96,

-İsveç ve Danimarka’da %95,

-Avusturya’da %94,

-Hollanda ve Portekiz’de %82,

-Almanya’da %70 oranında pazar payına sahiptir.

Etin pazarlanmasında ise kooperatifler,

– İrlanda’da %70,

-Danimarka’da %62,

-Finlandiya’da %69,

-Hollanda ve İngiltere’de %35,

-Fransa’da %34,

-Almanya’da ise %30 oranında pazar payına sahiptir.

Türkiye’de ise bu oranlar %5’i dahi bulmamaktadır.10

Bütün bu oranlar da göstermektedir ki, Türkiye’de kooperatifler zayıf, piyasayı regüle edebilecek güçten yoksun.

Ancak kooperatifler sadece piyasada üretici ile satın alıcı/ kullanıcının (tüketici) sömürülmesini engelleyecek bir araç değildir. Öyle görür ve değerlendirirsek yanılır; kooperatifçilik modeliyle sisteme monte olur, kapitalist sistemi onarmış oluruz.

Şöyle ki,

Eğer üretim girdilerimizi kooperatif aracılığıyla ucuza alıyorsak sömürüyü elbette azaltırız, ama ortadan kaldırmış olmayız. Tersine kooperatif bizi üretim girdisi temin eden şirketlere örgütlülüğümüzle monte eder. Ayrıca şirketlerin ürettiği üretim girdileri endüstriyel üretim modelinin girdileriyse ve onu kooperatif aracılığıyla daha ucuza aldığımız için tatmin oluyorsak bu bizi sömürü sistemine, temin edici şirketlere göbekten bağlar. Bağımlılaştırır. Endüstriyel üretim girdilerinin neden olduğu sağlık sorunları, ekoloji sorunları, küresel iklim sorununu bu yol ve yöntem bertaraf etmez, aksine bizi sorunların düzenli sürdürülmesinde bizleri suç ortağı kılar.

Oysa kooperatif, ailede başlayan dayanışmayı, aileler arası imeceye ve oradan komin yaşamı inşa etmede önemli rol üstlenebilir.

Kapitalist küresel şirketlerin üretip üretici ve yetiştiricilere dayattığı endüstriyel üretim girdilerini alıp kullanmak yerine sağlık, doğa, küresel iklim değişikliğine neden olmayacak üretim girdilerini ortak akılla uygulamak melanetlerin suç ortağı olmaktan çıkarır.

Kooperatifler kolektif çözüm arama ve kolektif aklın tesisiyle, kolektif yönetmeyi sağlayacak, hiyerarşiyi ortadan kaldırma kapasitesine sahip önemli bir araç olabilir. Kooperatiflerin bu misyonu yerine getirebilme kudreti vardır; ekonomiyi düzenlemenin yanında bu tarz işlevlendirilen kooperatifler, doğrudan demokrasiyi, özyönetimi oluşturmada araç görevi görebilir. Dünyada bunun pek çok başarılı örneği mevcuttur.

 

Kaynakça
1 Abdullah Aysu, “Mera ve Yayla talanı Boyut Değiştiriyor”18 Ocak 2014, karasaban.net
2 Veriler: Abdullah Aysu, “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları
3 Sadullah Usumi; “75 Yılda Köylerden Şehirlere” 75 Yılda Hayvancılık: Gelişmeden Çöküşe s.42 Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, Şubat 199, İstanbul
4 Doç.Dr. Ertuğrul AKSOY; “Müjde Şimdi de Ot ve Saman İthal Edeceğiz”, Tarım ve Mühendislik Dergisi, s.21, sayı:99-100/2012
5 Dünyayı Tüketmek; s.19-20, Greenpeace Akdeniz Raporu
6 Dünyayı Tüketmek; s.23, Greenpeace Akdeniz Raporu
7 Dünyayı Tüketmek; s.26, Greenpeace Akdeniz Raporu
8 Abdullah Aysu, “Yutmayız” 13 Mayıs 2016, karasaban.net
9 Abdullah Aysu, “Hayvan Doğasının Diyalektiği” 9 Nisan 2016, karasaban.net
10 Ahmet Atalık, “Türkiye Hayvancılığında Gelişim ve Değişim” Sunumu- 11 Mayıs 2016, Cezayir Salonu-İstanbul
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.