Düşünce ve Kuram Dergisi

Gerçeğin Kalbine Doğru, Kapitalizmin Tersine Yürümek

Ali Haydar Hengirvanlı

Nesnellik ne anlama geliyor? Bir olayı, olguyu ele alırken olgunun bizzat kendisinden hareket ederiz. Yani objektif davranmak, objektif olmak, görünen olgunun gerçekliğine uygun olmalı demek isteriz. Şimdi bu boyutuyla baktığımız zaman sübjektivizme yüklediğimiz anlam nedir? Subje nedir? Öznedir, yani “ben”dir. Sübjektivizm yani öznellik kendinden yola çıkmaktır. Gerçeklikten hareket etmek yerine, “ben”den yola çıkarak gerçeği yargılamaktır. En azından bu boyutlarıyla bunların kendi içinde doğru olan yanları da vardır. Nesnellik adil olabildiği ölçüde mükemmel bir şeydir. Nesnel olmak, yani objektif davranabilmek çok önemlidir. Bu boyutuyla mahkûm edilemez. Ama diyelim ki, her şeyi objektifleştirme ve sübjektifleştirme, yani nesnelleştirme ve öznelleştirme ürkütücüdür. Nesne yani obje, subjenin hizmetindedir. Bu ayrımın esas amacı da budur. Bölmenin, parçalamanın esas amacı budur. Hiyerarşi ve devletçi toplum gerçekliği itibariyle baktığımızda; üst toplumun kendisi bir subjeyi ifade ederken, alt toplum içinde yer alanlar ise birer objedir. Yani köle bir objedir. . Bunu en fazla kim yapıyor? Kuşkusuz kapitalizm!Aristo köleyi, “konuşan bir alet” olarak tanımlıyor. Bu tarzda bir algılama gerçekten ürkütücüdür Kapitalizm bireye ve topluma müdahale ediyor. “Sen düşünme, ben senin için düşünürüm, sen duygulanma, ben senin için duygu yaratırım, sen ağlama, ben senin için ağlarım.” Yani yaşadıklarına karşı çıkma, muhalefet yapma yönünü öldürüyor. Bunlar duygusal zekâ ile bağlantılıdır. Yaşam giderek sanallaşıyor ve ayakta ölüm gerçekleşiyor. Yani beden var, ruh yok. Ruhunuza müdahale edilmiş tir. Günümüzde insanlar salt rasyonel düşünceden dolayı bazı değerleri kaybetmiştir. Yani akıl gereklidir fakat akılcılık farklı sonuçlara ve yetersizliklere yol açmıştır.

Başlangıçta yani doğal toplumda, neden her şey birbiri ile denge içerisinde yürüyor veya yaşıyordu? Çünkü duygusal zekâyla analitik zekâ arasında bir denge vardı. Fakat daha sonra bu denge yıkıldı ve bir kopuş yaşandı. Dolayısıyla burada insanlığın gelişiminde de bir kopuş yaşanmıştır. Yani insanlığın kaybetmesine neden olmuştur. Şimdi günümüzde bunun dengesini oluşturmadan istenilen sonuçlara ve hakikatlere ulaşamayız. Bir zekâ diğerine baskın geldiğinde değil, dengeli olduğunda o zihniyet bizi hakikate ulaştıracaktır. Örneğin analitik zihniyetin daha da gelişmesi ve baskın gelmesi, daha çok savaş, şiddet, eşitsizlik, ahlaksızlık ve adaletsizliğe yol açacaktır.

İtalyanlar moderniteyi, “modernus” olarak adlandırmışlar. Yani eski çağ ve yeni çağ olarak ayırıyorlar. Ne zaman başlıyor? 18. yüzyılda Aydınlanma sürecinde başlıyor. Akılcılık, rasyonalizm, ulus-devlet ve laiklik bu süreçte gelişiyor. Bunları kendi gelişimi için kullanıyor. Yaşamı ise özünde boşaltıyor, özgürlüğün içini boşaltıyor, toplum-birey dengesini toplumun aleyhine bozuyor, bireyi de adeta üç maymunu oynayan bir kukla haline getiriyor. Tüm bunlar özünde kapitalizmin icraatları oluyor. Geliştirmiş olduğu birey arayıştan yoksun, sorgulamayan bir durumdadır. Arayıştan kopmuş birey, sistemin sundukları ile sınırlandırılmış bir hayata mahkûm edilmiştir. Gerçeğe ulaşmak istiyorsak, o zaman kapitalist yaşamın tersine yürümeliyiz. Yani sistemin söylediğinin tersini yapmalıyız, sistemi tersinden okumalıyız. Özgür yaşamak istiyorsak, kararlı bir biçimde özgür bir yaşam için mücadele etmeliyiz. Kapitalizm en çok parayı öne çıkarıyorsa, o zaman biz de ona karşı onur, saygı ve değerle karşı koyacağız. Bu değerlere bağlı kalacağız. Sistem üç ‘S’leri şölen tarzında örgütleyerek topluma sunmakta, toplumun ve toplumsallığın içini boşaltmaktadır. Bunlarla başta kadın ve gençlik üzerinde yoğun bir etki yaratmaktadır. Bunlarla duygusal zekaya yönelmekte ve içini boşaltmaktadır. Örneğin sanata baktığımızda görüyoruz ki, sistem medya aracılığı ile yoğun bir biçimde sanatın içini boşaltıyor ve kendi hizmetine alıyor. Burada kendi sistemini derinleştiriyor. Yine cinselliği kullanarak toplumu hapsediyor. Bunu yaparken sadece kadını değil, bütün insanlığı öldürüyor, metalaştırıyor. Özgür bir insanın bütün değerlerini, saygınlığını, onurunu ayaklar altına alıyor. Maneviyatı tümden öldürüyor ve maddiyatçılığı öne çıkarıyor. Tabii ki, kadın üzerinde bu yıkımın boyutları daha derin ve çoktur.

 

Yaşamın Gerçeğine Takılmamak

Bu noktada İnsanın hayalleri önemlidir. Che’nin meşhur sözüdür. “İnsan hayallerinin büyüklüğü ölçüsünde özgürdür.” Bir insan kendi hayallerinin büyüklüğü ölçüsünde özgürdür. Ali Fırat , “Bir Halkı Savunmak” adlı kitabında “Günümüzün mezardan beter yapılarının içerisinden öncelikle, ütopyayla çıkış yapılır.” diyor. Hayallerinizle onun içinden çıkarsınız ve önce ütopya oluşturursunuz. O açıdan hayaller belirleyicidir. Hayallerinizin peşinden koşmak, bir de yaşamın gerçeğine takılmamak önemlidir. Aslında şunu hep söylemek la zım. “Verili gerçeğin yalanını yaşayacağıma, kendi hayallerimi yaşarım.” Bu verili gerçekliğe katılmamak, onun dışında kalmak, çok daha anlamlıdır.

Sonuçta hayalle anlam gücü arasında da bağ vardır. Şöyle düşünün. Hayal de düşüncelerden, anlam gücünden çok da kopuk değildir. Özgür yaşama ilişkin kurduğumuz hayallerin çoğu, doğrudan özgür yaşamla, doğru ilişki tarzıyla ilişkilidir. Kurulmasını ve var olmasını istediğiniz dünyanın gerçekliğiyle ilişkilidir. O açıdan da bir düşüncedir veya en azından hayal dünyasında bir inşayla da bağlantılıdır. Bugünün hayali, yarının gerçeği olabilir. Zaten böyle başlarsınız. Bugün için düş olan, yarın için bir gerçek olabilir. Gerçekçi olmak, daha çok şimdiyle ilgili bir şeydir. Çünkü an”da var olan, reel olandır. Fakat o sadece yetmez, geleceğe açılmak zorundasınız. Geçmişi ve geleceği an”a taşımak, an”ı geçmiş ve gelecekle birlikte yaşamak önemlidir. “Şimdi” de, “geçmişin” ve “geleceğin” birlikte yaşanması. Böyle bir yaklaşım çok büyük önem taşır.

 

Bugün İçin Düş Olan, Yarın İçin Bir Gerçek Olabilir

Geçmişin bilinci elbette en temel bilinçtir, zaten bilinç geçmişle ilgili bir şeydir. Her bilinç tarihseldir, tarihsel gelişmenin içinden doğar, onun bilince çıkarılmasından doğar. Tarihsel olmayan tek bir bilinç bile yoktur. Bilinç bir boyutuyla toplumsaldır. O açıdan tarihten ve toplumdan kopuk bir bilinçten söz edilemez. Bilinç oluşturmak istiyorsanız, geçmişe dönmek zorundasınız. Bu boyutuyla cehalet dediğimiz şey, aslında geçmişten kopmaktır. En büyük cahil, geçmişini bilmeyen insandır. Zaten cehaletin tanımı odur. Ali Fırat “Kendi başlangıçlarını bilemeyenlerin tarih bilgisi, her türlü kötülüğün kaynağı olan cehaletin de temelidir.” diyor. Her türlü kötülüğün kaynağıdır cehalet, ama o cehaletin de temeli, kendi başlangıcından kopmaktır ve dolayısıyla hakikati yitirmektir. Aslında cehalet, hakikatin yitirilmesine tekabül eder ve bu da geçmişten kopuştur. Özellikle tümüyle an”daki bir yaşama mahkûm olmadır. Ali Fırat’ın bu tarzdaki yaklaşımı, böyle bir belirlemede bulunması, bu anlamıyla büyük önem arz ediyor ve kapitalizmin bugün yaratmak istediği an”da boğulan, bireycileşen insana güçlü bir mesaj veriyor, perspektif sunuyor.

 

Her Şeyin Maddileşmesi: “Fiyatınız Varsa Değeriniz Vardır”

Peki o halde sorabiliriz! Özgürlük nedir? Özgür yaşamı doğru tanımlamak önemlidir. Hakikat, doğru yaşamın kendisidir. O zaman doğru yaşam nedir? Doğru tanım olmadan, yaşam olmaz. Doğru nerede, doğru yaşamın kendisi nerede? Neye bakarak yaşamı doğru diye tanımlayacağız? Bireyciliğin dünyasında yaşadığımız kesin. Bu da edilgenlik yaratıyor. Güney Amerikalı büyük şair Eduardo Galeano’ya bir muhabir, “Küreselleşme nedir?” diye soruyor. “Küreselleşme kapitalizmin her yere girmesidir. Kapitalizmin girmediği tek bir alanın kalmamasıdır. Her yerin ve herkesin, pazar ilişkileri içerisine alınmasıdır. Değerin ölçüsü pazarda belirlenir, pazarda belirlenenin adı fiyattır. Fiyatınız varsa değeriniz vardır, fiyatınız yoksa değeriniz yoktur ve değersiz olan her şeyin yeri de çöp kutusudur.” diyor. Küreselleşme budur. Metalaşma dediğimiz şey de budur zaten. Her şeyin maddileşmesi, her insanın aslında emeğini satmaya yatkın hale gelmesi, herkesin bir bakıma kendi emeğini satar konumda bulunması ki pazarın içine girmek biraz budur, bu çerçevede metalaşmasıdır. Bu çerçeveden bakıldığında pazar ilişkileri içindeki insan, boynunda görünmez bir fiyat etiketiyle dolaşır, her insanın bir fiyatı vardır. Asıl köleleşmedeki derinlik budur. Kapitalizmdeki kölelik kadar derinleşmiş bir kölelik yoktur. Derinleşme o boyuttadır ki, artık prangaya, kelepçeye ihtiyaç duyulmuyor.

Bize Marks’ın artı değer teorisi, çok basit kavramlarla anlatılırdı. Nedir artık değer teorisi? İşçi emeğini pazarda satar, pazarda emeğin alıcıları vardır. Burjuvazi de emeği satın alır. “Günlük sekiz saat çalışacaksın, sekiz saatin başına 100 lira veriyorum” biçiminde. İşçi-işveren belli bir pazarlık so nucu anlaşırlar. Marks diyor ki, “Patron alır, işçiyi çalıştırır. Kendisine verdiği 100 liranın karşılığını altı saatlik çalışma içerisinde çıkarır, ama işçi iki saat fazla çalışır. O iki saatlik fazla çalışmanın ürününü ise kendisi alır. Fazladan yarattığı değere bu tarzda el koyar.” En önemlisi şudur: Emeğe değer biçilemez. Zaten bir şeye değer, fiyat biçersen onu değersizleştiriyorsun. Gerçek değer, kendisine değer biçilemeyen şeydir. Emeğe değer biçilemez. Dostluğa, yoldaşlığa değer biçilebilir mi? Bazı şeyler var bunlara fiyat biçilemez, bunların fiyatı olamaz.

Marks “Kapitalizm katı olan her şeyi eritti, kapitalizmle birlikte katı olan her şey eridi, buharlaşıp havaya karıştı” der. Katı olan değerler sistemidir. Der ki, “Semavi olan her şey yere düştü ve maddileşti. Kutsal olan her şey anlamını yitirdi. Kutsallığın etrafındaki hale kayboldu. Kapitalizm bütün bunları yaptı, insanlar arasındaki ilişkiyi basit çıkar ilişkisine düşürdü. Erdem, soyluluk, bilmem ne bunlar anlamsızlaştı.” der. “Veriyorsun, ama satamıyorsun. Alıyorsun, ama satın alamıyorsun. Sevgini verebilirsin, ama sevgi satılamaz. Sevgi edinebilirsin, ama sevgiyi satın alamazsın. Erdem böyledir, şeref böyledir, onur böyledir. İşte burjuvazi bu tür şeyleri bırakmıyor.” diyor. Bu noktada kapitalizme ilişkin tanımları son derece doğrudur.

 

Geçmiş Ne Kadar “Geçmiştir”

Böyle bir sistemin insanda yarattığı algılar vardır. “Eskiden” söz ettiğinizde ilk aklınıza gelen şey nedir? Bu soru sorulabilir. Eski deyince ne anlıyorsun, ilk sende çağrışım yapan şey nedir? İşe yaramaz, bir kenara atılması gereken bir şey, yırtılmış, aşınmış, olumsuz, eski. Aslında kapitalist sistemde eskiyle yaratılan algı çoğunlukla budur. Dolayısıyla bir kenara atılması gerekir. Önemli olan yeni olmaktır. Sistem öyle bir şey yapıyor ki, günlük olarak bir şeye yeni bir özellik katarak, yeni bir versiyon yaratıyor. Diğeri eski oluyor, onu bir tarafa atıyor. Peki, eski nedir? Bu da önemlidir. Eski olan geçmiş olandır. Eski olan biraz da geçmişle bağlantılı olan bir şeydir. Eski olan, belli bir geçmişi olan anlamına gelir. Peki, geçmiş için aynı şeyleri söyleyebilmek mümkün mü? Geçmiş nedir? Geçmiş ne kadar geçmiştir? Bu bile sorulabilir. Geçmiş dediğiniz şey ne kadar geçmiştir? “Geçmiştir” diyorsunuz. O zaman eski olmadan yeni olabilir mi? Eskiyle yeni arasında bir kopukluk mu var? Biri diğerinin reddi midir? Kutuplaşma böyle ortaya çıkmıyor mu? “Kutuplaşma” kavramının kendisi büyük önem taşıyor.

Kutuplaşmada eskiyle yeni uzlaşmaz. Karşıtlıklar biçimindedir. Kutuplaşma, aslında çelişkileri uzlaşmaz boyutlara taşımadır. Siyah-beyaz, veya eski-yeni, böyle bazı temel şeyler var. Bunlar biri diğerini inkâr eden karşıtlık konumuna geçiyor. Bu tarzdaki bir diyalektik algısını mutlak süratle aşmak gerekir. Oysa uçlar arasında hep besleyici yan var. Aslında gelişme itim-çekim, doğru-yanlış, madde-enerji bunların karşılıklı mücadelelerinin sonucu olarak ortaya çıkıyor, gelişme böyle yaşanıyor. Üst düzeyde yeni bir sentez ortaya çıkıyor. Tez, antitez konumu yeni bir senteze ikisiyle birlikte taşınıyor. Ama ikisinin üstünde, onların toplamından daha fazla olan yeni bir şeyin doğumuna, oluşumuna götürüyor.

Oluşma üç temel zeminde oluyor, ama bunlar hep iç içe oluyor ve birbirlerine sımsıkıya bağlıdır. Bireyselleşme, toplumsallaşma ve evrenselleşme üçü aynı zeminde, ama iç içe, birlikte gelişen durumlar. Her öğrenme, yine de bireysel bir zeminde gerçekleşiyor. Toplumsallık da, evrensellik de bireysel bir zeminde vücut buluyor ve kişilikte yaşanan gelişme, evrene açılıyor, toplumsallığa açılıyor veya toplumsallığı yaratıyor. Sonuçta birbirinden ayrılmaz bir bütünlük meydana getiriyor. Kuantum fiziği bu konuda oldukça açıklayıcıdır. Kuantumik bütünlük aslında bir organizmanın bütünlüğüdür. Organizmadaki bütünlükler, o bütünlüğü oluşturan çoklukların yan yana gelmesi tarzında değildir, iç içe geçmeleri tarzındadır. Yan yana gelişle bütünlük oluşamıyor, iç içe geçiş esastır. Nasıl bir organizmada iç içe geçiş esas ise, parça bütünden söz edemiyorsanız, sadece organlardan, organellerden, dokulardan, hücrelerden söz ediyorsanız, bunların her biri de bir yönüyle bir sistem ise, evrensel gerçeklik içerisinde de çoklukların birbiriyle ilişkileri bu tarzdadır. Fakat biliyoruz ki, uygarlık sisteminin kendisi, parçalama üzerinden yükseliyor. Zaten hakikatin bütünlüğünü parçaladığı ölçüde, uygarlık gelişme ortaya çıkarıyor, gelişme gösterebiliyor ve hakikat yitimi de tam olarak buna denk düşüyor. Parçalanmaya, parçalamaya denk düşüyor. Dolayısıyla gerçeği bütünlüğü içinde görebilmek önemlidir.

Sonuç itibariyle şunu söylemek mümkün! Hepimizde az ya da çok liberalizmin etkileri vardır. Peki liberalizm ne yapıyor? Kişi de her şeyi normalleştiriyor, aşındırıyor. Örneğin reddedilen, karşı çıkılan, kabul edilmeyen ve eleştirilen olaylar karşısında sessiz kalmak bir uzlaşmayı beraberinde getirmektedir. Bu uzlaşma zamanla normalleşmekte ve normal görülmektedir. Bu aşınmanın ve uzlaşmanın bir sonucudur. Dolayısıyla bunu liberalizmin bir etkisi olarak değerlendirebiliriz. Ki sistem tam da böylesi bir karakter istemektedir. Halbuki gerekli olan itiraz eden, var olana teslim olmayıp, alternatifi inşa edendir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.