Düşünce ve Kuram Dergisi

Hakikat Arayışı ve Yöntem Sorunu

Suat Gökalp

Toplumsal gerçekleşme, evrensel hakikatte içkin olan anlamın kendisini görünür kılma itkisinin tezahürüdür. Tüm varoluşlarda bu içkin evrensel ilke, belirleyici ve katalizör rol oynamıştır/oynamaktadır. “Evrensel hakikat” veya hiberuzay bağlamlı teoremler esas alındığında şu sorular önem ihtiva etmektedir: Evrensel hakikat, hangi ilkeler ve hangi oluşum prensipleriyle gelişip yetkinleşmekte, yeni yeni formlar kazanmaktadır? Süreklilik arz eden varoluş-form, değişim hangi yeni varoluş denklemiyle sistem kazanmaktadır? Bu denklem neden var ve öncesi neye tekabül etmekteydi? Varoluşunu gerçekleştirmiş somut form kazanmış oluşumların varoluş amaçları nedir? Ölüm nedir? Yaşam nedir? Ne yapmalı, nasıl yaşamalı?

Bu ve benzeri sorulara, türümüzün kendi varlığının idrakine varışından bu yana yanıt aranmaktadır. “Hakikat nedir?” sorusunda somutlaşan durum budur. “Merak” duygusu insanın en önemli özelliğidir. Bu, evrensel hakikat ilkesi olarak varlıkta içkin olan “kendini görünür kılarak gerçekliğini somut formlarla anlamlaştırma” itkisinin kendisidir. Henüz sırrına vakıf olmadığımız şey, bu “merak”ın ya da içkin anlamın kendisini somut düzeyde anlamlaştırma eğiliminin tüm varlıklarda bulunduğu ve kendine has bir seyirde işlediğidir. Değişim, çeşitlenme, farklılaşma, yine farklı olanların ilişkilenip çoğalarak yeni formlara ya da sistemsel yapılara ulaşma durumu, bu içkin gerçekliğin tezahürleridir. Böylesi bir hakikatin belli bir zaman ve mekân düzleminde oluşan ve gelişen türümüz, kendi farkına varır varmaz derin bir merak duygusu ile anlam arayışına koyulmuştur:

“Ben kimim”, “Ben neyim?”, “Nasıl ve neden oluştum?”, “Nerede olacağım?”, “Ben, neden yaşıyorum ve niçin öleceğim?”, “Ölümün ötesinde ne var?”, “Diğer türler; doğa, gökyüzü neden varlar ve ne anlam ifade ediyorlar; bunların benimle olan ilişkisi ne?”

İşte merak duygusu, tüm bu sorulara yanıt bulan bir arayış ile başlar, gerçekleşir ve gelişir. Aranan şey “hakikat”tir, her şeyin hakikatidir. İşte bu arayışta izlenen yol, yöntem ve yorumlama vb. her şey “yöntem”i ifade etmektedir. Bu durumda “yöntem”, hakikat arayışında işlerlik kazanan bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Yöntem arayışı içerisinde olan insan, “Nasıl yaşamalı?” sorusuna yanıtlar oluştururken, ona binaen şekillenmiş toplumsal sistemin de izlerini taşır. Dolayısıyla sistemleri anlamak, onların çözümsüzlüklerini giderebilmek, alternatif yaşam ve toplum sistemleri inşa etmek ile yöntem arasında hayati bir ilişki vardır. Bu açıdan yöntem sorunu ayrıca önem kazanmaktadır.

21. yüzyılın ilk çeyreğinde, kapitalist modernite sistemi özelinde, iktidarcı-devletçi sistemin yapısal çelişkilerinden kaynaklı sistemik bir kaos aralığı, sistemsel bir alt üst oluşun sancıları yaşanmaktadır. Felsefi ve ideolojik-paradigmasal çizgideki yapılar, bu durumun bilinciyle alternatif yaşamın olabileceğine dair arayışa koyulmuş durumda. Tam da bu noktada, alternatif bir arayışta izlenecek yol ve yöntemin olması zorunluluğu bir sorun olarak belirmektedir, yöntemin kendisi güncellik kazanmaktadır.

Bu yazıda, geçmişten günümüze değin gelişen yöntemler ile alternatif yöntemlere odaklanılacaktır. Burada, detaylı bir metodolojik kıyaslamadan ziyade konunun mantıksal yönü üzerinden bir yorum geliştirilmeye çalışılacaktır.

 

Doğal Toplum ve “Yöntem”

Devletçi-sistem sapmasından önce doğal toplum zihniyetinin yöntemi olan mitolojiler, ilkin animist, devamla da totemist bilince dayalı olmuştur. Doğal toplum süreçlerinin sözel yolla nesilden nesile aktarıldığı bu tarih, doğal toplumların hafızalarının zihniyet ve düşünme biçimlerinin verilerini taşır ve bünyesinde insanlık serüveninin derin hafızalarını temsil eder. İçerdikleri anlatılar eksilmiş, azalmış, abartılmış, farklılaştırılmış olabilir; ancak bununla beraber her mitolojide doğal toplum hakikatinin yaşam serüveninin izine de rastlanmaktadır. Eğer buradan yola çıkılarak anlama eksenli bir okuma yapılabilirse birçok şey öğrenilebileceği ve evrensel hakikate dönük ilksel algı ve yorumlardan muazzam sonuçlar çıkabileceği aşikârdır. Buradan bakıldığında çarpıcı ipuçları ile karşılaşılmaktadır. Bunlar irdelendiğinde ise günümüze ulaşan birçok yaratılış mitosunun, kendinden önceki sözel anlatımların -devletli çıkışın şafağında- tahrifata uğratılmış versiyonları olduğu görülmektedir. Buna rağmen bu mitosların ortaklaşan kimi asli yönleri de bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, her şeyden önce sonsuz, uçsuz bucaksız göksel deniz ile engin suyun varoluşu meselidir. Buna göre, göksel denizde ilkin göksel dağ oluşur ve zamanla bu ikili varlıktan da tüm varoluşlar çeşitlenmeye başlar; nihayetinde de yaşam canlanır. Bu, kuantumik felsefenin enerji-madde ikilemli izahını çağrıştırmaktadır. Buna göre; enerjinin içkin anlamının kendini ya da kendindeki anlamını görünür kılma ifadesi ile maddeleştirdiği enerji-madde ikileminden tüm varoluşsal çeşitlenme ve çoğalmanın oluşa geldiği toplu varlıkların ilişkilenmesi ile sistemlerin açığa çıkıp anlamlaştığı izahı yapılır.

Bu mitoslarda, insanın kendisi ile doğa ve doğadaki diğer tüm varlıklar arasında eşdeşlik kurduğu, yine her varlıkta bir animanın/canlılığın/ruhun içkin olduğu inancı hakimdir. Araçsalcı bakış, özne-nesne kategorizasyonu, gözleyen-gözlenen ayrıştırıcılığı, özetle hiyerarşik bir dizgeler bütünü bu ilişkide bulunmamaktadır. Her canlıda, kendisinde farkına vardığı canlılığın özü görülürken, buna saygı duyulmaktadır. İhtiyaca göre bir karşılıklı yararlılık ilişkisi söz konusudur. Aborjinlerin kendi varlığını sürdürmek avladığı kanguruları kesmeden önce, onların önünde diz çöküp şükran sunmaları ve canını aldıkları için kangurudan özür dilemeleri olması bahsedilen türden saygıya işaret etmektedir. Yine bazı “ilkel” kabilelerde hala süren bir gelenek olan, ölüleri gömmeden önce yüksek bir tepede çardağa koyma ya da baltayla parçalara ayırıp yine yüksek bir tepeden saçma ve hayvanların beslenmesine olanak sunma da bir tür diyet ödeme durumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Asya’daki topluluklarda bu ritüeli yöneten yaşlı bir Şaman, “Şimdiye dek biz onlardan faydalandık, şimdi de onlar bizim bedenimizden faydalansın ve yaşamlarını sürdürsünler,” diyerek izah etmektedir.

Kuantum felsefesi ile olan benzerlik de çarpıcıdır. Kuantum fiziği de makro-mikro evrensel gerçekleşmelerde, “her şeyin aynı tözden geldiğini”, “atomların ve atomu oluşturan elementlerin tüm varoluşlarda benzer rol oynadıklarını” savunmaktadır. Bu, her tikelin bir özgünlük taşıdığını söylemenin yanı sıra bütüncül hakikatin parçalanamaz gerçekliğine de işaret etmektedir. Bu, özne-nesne eksenli bir izahın izafilik taşımadığını, geçişenlik içerdiğini göstermektedir. Dolayısıyla bu türden ayrıştırıcı, eşitliksiz ve hiyerarşiyi dizginleyen izahların bütüncül hakikatte yer almadığı görülmektedir. Bu durum ayrıca bir başka gerçeğe de işaret etmektedir: Fiziki, biyolojik ve sosyolojik alanlarda açığa çıkan oluşumların kaba indirgemeci tarzda aynılaştırıcı, yine birbirinden yalıtık ve bağımsız olarak değerlendirilemeyeceği gerçeği ile yaratıcı-tamamlayıcı bir geçişkenliğin mutlak surette zorunluluğu. Böyle olmaksızın evrensel bir hakikat algısına ulaşılamayacağı da açıktır.

Belirtilen mantıkla bağlantılı olarak benzer bir hakikat izahı ise doğal toplumda yaşam ve ölümün ele alınışı noktasındadır. Mitolojilerdeki ölüm sonrası yaşam algısı ve inancı, bir tür, “Hiçbir şey yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz,” gerçeği ile benzeşmektedir. Eğer bir varlık söz konusu ise ölüm anı bir yok oluş değil, yeni bir varoluşun başlangıcı olmaktadır. Bu yüzden doğal toplumda, her doğum gibi her ölüm de törensel kutlama ile ele alınır. Aradaki sevinç ve üzülme hali, buluşma ve verili bir gerçeklik anlamında, ayrılma durumu ile ilgili olmaktadır. Kuantum fiziğinde geçerli olduğu haliyle, “her varlık tikel varoluşların bir aradalığından oluşan bir tümelliktir.” Her tümel özgünlüğe göre, tikelliklerin toplamı ile başka bir tümel bütünlük karşısında bir tekillik temsil edilmektedir. İnsan özelinde ele alındığında ise “her insan tekil trilyonlarca hücresel varlığın ve onların oluşturduğu organsal alt bütünselliklerin biraradalığından oluşan bir tümel organizmadır,” demek gerekir. “Mikro evren” denmesi de bundandır. Organizmaların bir bütün halindeki bu yaşamı, belli bir aşamadan sonra ölüm anında alt bölünmelere uğrayıp form değişimine uğrayacaktır; tümel organizmasal bünyedeki alt-tikel varlıkların her biri evrensel varlıkların diğer tümel bütünlüklerine karışacak; toprak da çiçeğe, börtü böceğe, yine enerjiye dönüşerek havaya, rüzgara ve suya karışacaktır. Fakat yok olmayacaklar, aksine farklı tümel varlıklara karışıp bir form değişimi ile sayısız-çoklu yapıların bünyesinde varoluşsal süreklilikleri devam edecektir. Doğal toplum insanı, henüz bilemediğimiz bir nedenle -belki de içinde varlık bulduğu bütüncül hakikate yabancılaşmadığı için- kendine özgü bir sezgisellikle bu durumu “yaşam-ölüm-yaşam” döngüsü bağlamında algılayarak, kutsamıştır.

Doğal toplum havzasında, birey ve toplumun birbiri ile özdeşlik temelindeki ilişkisi ahlaki bir ölçü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada, evrenin oluşumu çeşitlenip çoğalarak ve sistemleşerek anlam üretmektedir. Bu oluşum, canlılık belirtisi olduğu kadar, bir zekâya da tekabül etmektedir. Bu evrensel zekanın toplumsal gerekleşmede “sosyal-zeka” olarak tezahür ettiğini görmekteyiz. Bu zeka, toplum-birey ilişkisini tamamlayıcı bir unsur olarak belirirken, onu gelişmeye sevk etmiş ve böylesi bir zemini olanaklı kılmıştır. Bu zemindeki toplum-birey ilişkisinde tahakküm, sınıfsal ayrım, ötekileştirme, yabancılaşma yoktur; aynı şekilde kadın ve erkeğin biyolojik farklılığı da bir cinsiyet hegemonyasına dayalı değildir. Toplumsal varoluş ve gelişimde, her cins kendi özgünlüğü dâhilinde katkı sunan bir pozisyona sahiptir. Kadının; doğurganlık, belli bir yaşa gelinceye kadar çocukların bakımını üstlenme, ateşin harlayıcısı olma, daimi bir besin kaynağı olarak bitkinin üretiminde rol oynama, doğayla içli-dışlı oluşundan kaynaklı olarak da toplumun sağlık sorunlarına şifa olma gibi hayati becerileri, onu, bu toplumsallığın tam da merkezine oturtmaktadır. Bu yüzden dönemin toplumsallığının “ana-kadın” eksenli olması boşa değildir.

Hakikati anlama merakı ile arayışa koyulan insan, tahayyül yeteneği kazanmaya, bu yolla da varoluşa dair bir anlamlandırmaya gitmiştir. Geliştirdiği anlama, kavrama düzeyine, yine izah gücüne dayalı bir yaşam sistemi inşa etmiştir. Tüm bunlar bu toplumsallığın yöntemini teşkil etmektedir. Bu yöntem ne hakikatin bütünselliğini parçalamaktadır ne de herhangi bir varlığa “canlı-kansız” diye yaklaşmaktadır. Dolayısıyla hakikati anlamsız kılacak olası analizlerden uzak olan bu yöntem, kutsadığı şeyleri dahi “mutlak değişmez doğrular” olarak görmemektedir. Tanrısallık atfettiği simge ve sembollere “değişmez varlıklar” olarak yaklaşmamaktadır. Varlıkları bütünlük içinde ele alan bu yöntem, her birine bir anlam biçerek toplumsallıkla kutsanan yaşama katkı sunan eşit varlıklar anlamlandırmasına gitmektedir. Böyle olduğu içindir ki bu yöntem üzerinden şekillenen zihin yapısı ile inşa edilmiş toplumsallık için “doğal toplum”, “ilkel toplum”, “komünal toplum” denilmektedir.

Zaman-mekanını kendi anlam dünyasına özgünlük düzeyine indirgeyen bu yaklaşım, evrensel varoluşun bütüncül hakikatine uygun bir anlamsallığı da inşa etmiştir. Bu toplumsallık, günümüzün kavramlarıyla ele alırsak eğer; baskı, sınıf, cins egemenliği, hiyerarşi ve özne-nesne ayrımı içermeyen doğaya ve bu doğa alanındaki tüm bir ekosisteme saygı duyan yönü ile ekolojiktir. Kolektif üreten, eşit ve adil tüketen niteliğiyle de komünalist bir öz içermektedir. Aslında konumuzla olan ilişkisi tam da bu bağlamda açığa çıkıyor: Yöntemin niteliği, bu yönteme dayalı yapılaşan toplumsallık arasında direkt bir bağ söz konusu. Çünkü her yöntem bir zihniyete tekabül eder, tüm toplumsal inşalar ise Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çarpıcı tespiti ile “zihniyet kurgusudurlar.” Şu soru karşımıza çıkmaktadır: “Ne oldu da nasıl bir gelişim, değişim yaşandı da yöntemde farklılaşma, bozulma belirdi? Ne oldu da toplumsallığın asli ilkelerinden sapıldı?”

 

Toplumsal Sapışın Müsebbibi: Devletçi-İktidarcı Yöntem

Sistem dışı pozisyonda kalan, halklarıyla varoluşlarını sürdüren ve bu nitelikleri dolayısıyla bütünsel bir hakikati yakalayamamış varlıklar söz konusudur. Bunlar, bu yönleriyle evrensel hakikat karşısında bir “sapma”yı temsil etmektedirler.

Evrensel hakikatinin bir tezahürü olan toplumsal gerçekleşmede asli oluşum esasları üzerinden varlık devamlılığını sağlamaktadır. Tarihin belli bir aşamasında toplumsallaşmanın gelişip yeni bir form, yönetsel bir aygıt ve asli oluşum ilkeleri üzerinden yenilenme ihtiyacı doğmuştur. Ancak çeşitli nedenlerle bağlantılı olarak ve belirtilen ihtiyacın istismarı üzerinden bu durum saptırılmış, değişim ihtiyacı başkalaşıma uğratılmış, toplumsallığın oluşum kodlarından kopma yaşanmıştır; bunu da devletçi sistem şekillendirilmiştir. Evrensel hakikatteki karşıtlık-ilişkisellik düalitesi, her şeyin karşıtı ile var olması toplumsal zeminde böyle karşılık bulmuştur. Ancak bahse konu olan sistemsel yapılara dahil olmayan varoluşlar, bu sistem içerisinde anlamlaşan/anlamı çoğaltan bir gerçekliği sağlama işlevi görmektedir. Bu yönüyle böylesi var oluşlar bir “sapma” hali olarak toplumsal doğanın oluşum ilkelerinden kopmaya denk düşmektedir. Unutulmamalıdır ki devletçi sistemin oluşumunun arka planı “anti-toplumsallık”tır. Bu kapsamda, bu “sapma” haline ya da “anti-toplumsal” karaktere meşruluk kazandıracak çarpıtılmış bir hakikat kurgusu oluşturmuştur. Bu ise kendine özgü bir yöntemle yapılmıştır. Bu yöntemin ürettiği yorum, belli başlı ilkelere oturmaktadır: Esasen “anti-toplumsal” ilişkiler bozularak, onlar birbiri ile karşıt hale getirilmiştir. Parçalı toplumsal kategoriler yaratan gerçeklik ise kimi zaman din, kimi zaman da bilim argümanlarıyla meşrulaştırıcı bir maske oluşturularak bina edilmiştir. Meşrulaştırmaya yönelik bu çarpıtılmış yorumlar, mutlak doğrular olarak sunulurken, tartışmaya da kapalı tutulmuştur. Böylece doğa, toplum karşısında; kadın, erkek karşısında; hayvanlar, insan karşısında; yoksullar ise zenginler karşısında ikincil pozisyona itilmiştir. İkincil kılınanlar nesneleştirilirken birincil kılınanlar özneleştirilmiştir. Bu vesileyle de “özne-nesne” karşıtlığı, iktidarcı ilişkilerin meşrulaştırılmasının zemini olarak kullanılmıştır. İlişkiler araçsallaştırılmıştır.

Mutlak karşıtlık ve ötekileştiricilik, hakikatin bütüncül olan gerçekliğini parçalayan bir yorum ola gelmiştir. Bu yorumda, Tanrıça ve Tanrılar ile manevi inanç dünyasının tümü çarpıtılarak dost ve yarar sağlayıcı olan özelliklerinden koparılmıştır. Başkalaşıma uğratılan inanç; cezalandıran, korkutan, verili sisteme mutlak itaati buyuran, tahakkümcü, cinsiyetçi bir niteliğe bürünmüştür. Böylece topluma, “Devletçi düzene uyun; eğer uyarsanız öteki dünyada ödüllendirileceksiniz, uymazsanız cezalandırılacaksınız,” denilmiş ve “cennet-cehennem” ikilemi dayatılmıştır. Toplumu bahse konu olan “anti- toplumsal” düzene uymaya mecbur kılma yönteminde korku ve ikna iç içe kullanılmıştır. Eril-tanrılar adına mutlak doğrular paketi üretilmiş; verili toplumsallıkta ne yaşanıyorsa Tanrı tarafından geliştirildiği için itiraz etme/reddetme zemini bırakılmamıştır. “Kader”, “alın yazısı” denilerek benimsemek zorunlu tutulmuştur. Yani dini mutlakçılık, bir tür tarihsel pozitivizm olarak toplumda oturtulmuştur. “Anti-toplumsal” karakterli devletçi sisteme toplumun uyması, boyun eğmesi böyle sağlanmıştır.

Benzer bir durum Aydınlanma Çağ’ında da görülmektedir. Bu kez ise devrede başkalaşıma uğratılan iktidarcı-devletçi düzenin çıkarlarının istismarına alet edilen “bilim” vardır. Burada, kapitalist modernite formlu devletçi düzenin güncel versiyonu ve onun anti-toplum karakteri başkalaşıma uğratılırken, “bilimsel doğrular paketi” ile gözlenmek istenmiştir. Toplumsal bilinç ve farkındalık eskiye nazaran daha belirgin olduğu için toplumu ikna etme çabası daha da zorlaşmış, çetrefilli hal almış, çok yönlü ikna edici izahları gerekli kılmıştır. İkna çabası salt Tanrısal dayanaklarla değil; fizik, biyoloji, sosyoloji izahlarıyla tamamlanmaya çalışılmıştır. Buna göre, makro evrende cisimlerin kanunları, hareket yönleri ve hızları ölçülebilir. Bu tespitten hareketle, “Herhangi bir olayın bir hareketle neden-sonuç bağı üzerinden önceden bilinebilmesi ‘kesin kes’ mümkündür,” yorumu geliştirilmiştir. Yine, “Her olayın kendi nedenselliğine içkin olarak bir zorunluluk içerdiği, bir olay yaşanmış ve gereklilik kazanmış ve olgu haline gelmişse de öyle olması gerektiği içindir,” denilmiştir. Her olguda kesinlikçi bir mutlaklık bulunduğu fikri savunulmuştur. Buradan ele alındığında ise “her şeyin mutlaklıkla bilinebileceği”, “her şeyin başlangıçtan günümüze değin zorunlu ilerleme ve gelişmeden kaynaklı bir ileriye doğru çizgisel gelişim halinde olduğu” inancı esas alınıp yerleşik kılınmıştır. Kendini fiziki ve biyolojik gerçeklere ve deneysel verilere dayayan bu görüşler ya da ön-kabuller, kaba bir indirgemecilik ile direkt sosyolojiye yansıtılmış, toplumsallık böylesi bir algı üzerinden tanımlanmıştır. Dolayısıyla toplumsal zemindeki iktidarcı-devletçi düzenin gelişimi, bahsedilen zorunlu yasalara dayandırılarak “normal” sayılmıştır. Bu devletçi düzen kendinden önceki “ilkel”, “barbar” yaşam ile kıyaslanarak “ilerici” olarak yorumlanmıştır.

Peki, “Neden eşitsiz, hiyerarşik, cinsiyetçi, egemenlikçi sömürge ilişkileri doğdu? Başka türlü olamaz mıydı?” benzeri soruları ileri sürmek dahi “anlamsız” kılınmıştır. Çünkü makro evrensel ölçekteki doğrusal-ilerlemeci yasaların mikro evrende de geçerli olduğu; fizik akımındaki bu evrensel zorunluluk ilkelerinin, biyolojik ve sosyolojik âlemlerde de geçerliliğini koruduğu söylenmektedir. Dolayısıyla büyük cismin küçük cisme, büyük varlığın küçük varlığa, güçlü olanın zayıf olana karşı üstünlüğü “hakikatin doğası gereği” olarak yansıtılmıştır ve “Bunun önüne geçilemez, ancak kısmi iyileştirmeler yapılabilir” denilerek rasyonalize etme yoluna gidilmiştir. Özetle, dini-mutlakçı/ tarihsel-pozitivist “kadercilik”, “alın yazısı” yanılsaması bu kez de böylesi bir maske ile ısıtılıp yeniden öne sürülmüştür. Güncel tanımı “bilimsel pozitivizm” olarak vücut bulmuştur. Bu yolla her türlü anti-toplumsal, anti-ekolojik eril egemen cinsiyetçilik, tahakkümcü sömürgenlik, iktidarcı-devletçi sistem, “zorunlu yasaların sunusu olan doğal bir gelişim” olarak maskelenmiş, nihayetinde de maskelenmektedir.

 

Nasıl Bir “Yöntem”?

Yöntemdeki çarpıklık, toplumsal yaşamın çarpık inşası ve örgüsünü de böyle tetiklemiştir. Peki günümüzde durum nedir? Hakikatin bütüncül evrensel özü bağlamında ve dönüş arayışında bir yöntem nasıl olmalıdır?

Günümüzde toplumsal yaşam her yönü ile kaotik krizli bir hal alıp tıkanmıştır. Her çevre kendi paradigmasal bakışı ile bu duruma çözüm aramaktadır. Çözüm, hangi hakikat yorumuna dayanarak ve hangi yöntemle aranacaktır? Yanıt arayan sorular bunlardır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın paradigmasal perspektifi tam da bu noktada çözüm değeri yüksek bir ufuk sunmaktadır. Kürt Halk Önderi, çözüm perspektifini verili yöntemlerin eleştirel analizleri ile derinleştirmektedir. Bu perspektifi referans olarak, anlayabildiğimiz oranda, alternatif yöntemler üzerinden hakikatin bütüncül özüne dair bir çerçeve çizmeye çalışacağız. Hemen belirtmeliyiz ki, devletçi sistemin üretimi olan hakikat izahı topluma öyle kolay kabul ettirilememiştir. Geciktirilmiş olsa da doğal toplumun hakikati kendisini zaman-mekana uyarlayıp korudu; üretip yeniledi; kimi zaman dini merkezi kimi zaman bilimsel ve ideolojik planda varlığını sürdürdü; devletçi uyarlığa karşı demokratik uyarlık, devletçi uyarlığın güncel versiyonu olan kapitalist moderniteye karşı da demokratik uyarlık ile yanıt verildi. Bu şekilde evrensel hakikatin özü temsil edilmeye çalışıldı. Dolayısıyla devletçi, çarpıtılmış olan hakikat izahı tek değildir.

Bu gün demokratik modernite paradigmasının ihtiva ettiği hakikat, binlerce yıllık birikimin sonucudur. Demokratik modernitenin güncel hakikat izahı, böylesi bir birikimin rafine olmuş hali olmaktadır. Hakikat bir bütündür, parçalanamaz; parçalar ele alındığında ise anlaşılamaz, anlam yitimi oluşur. Evrenler gerçekliğinde ilksel başlangıç anlayışı hep olacağı gibi buna dair mutlak kesinlikçi yanıtlar oluşturabilmek de mümkün görünmemektedir. Yöntemsel izahlarda big bang (büyük patlama) eksenli ilksel başlangıç teorisi, evrene dair hakikat payı olan bir izah içeriyor olabilir; fakat yeni teoremler hakikatin salt bizim evrenimizden ibaret olmadığını göstermektedir. “Köpük evrenler” hipotezi, eskinin paralel evren kuramının da ötesine geçen, bilme sınırlarımızın çok ötesinde uçsuz bucaksız ve sonsuz sayıdaki evrensel varoluşlara işaret etmektedir. “hiperuzay” diye tabir edilen mekânda, iç içe geçmiş sabun köpüğünü andıran sayısız sayıdaki evrensel kümenin varlığını var sayan bu hipotez, bugün bilebildiğimiz doğruların, ilksel başlangıç olarak mutlaklaştırılmayacağına dair önemli bir ufuk sunmaktadır. O halde ne yapmalı, nasıl yapmalı, nasıl bir hakikat anlayışı edinmeliyiz? Bu uğurda nasıl bir öğrenme metodunu esas almalıyız? Verili yöntemin “mutlak bilinebilirlik” ve “belirlenebilirlik”çi doğrular paketini mi, yoksa öteki uçtaki bilinemezcilik, agnostisizmi mi savunmak gerekir? Değersizliğin, nihilizmin tüketici yorumlarına mahkum muyuz?

Kürt Halk Önderi Öcalan, “Her şeyin bilinebileceği iddiası en kötü metafiziktir,” diyor ve “bilinemezci ve değersizlik ihtiva eden nihilist akımların tuzağına düşülmemeli,” diye uyarıyor. Öcalan, olasılıkçı bilinebilirlikten doğan doğrulardan hareketle evrensel oluşum hakikatinin ilkelerine dair bir perspektif edinebileceğimizi de belirterek, varoluşsal ölçümleri içeren bu hakikat ilkelerine dayalı toplumsal yaşamı inşa ederek önümüzdeki anlamı üretip varlığımızı sürdürebileceğimizi belirtmektedir. Böylece ne bilinmezciliği değersizleştirmenin rüzgarına yenik düşülür ne de yanılgılara kapılmış olunur. Olasılık içeren “bilebildiğimiz hakikat ölçüleri” ışığında anlam dünyamızı zenginleştirerek kendimizi üretir, bütüncül evrensel hakikatin bileşeni olarak yapabilme erdemini temsil etmiş oluruz.

Nihayetinde kuantum fiziğinin makro ve mikro evrensel gerçekleşmelere dair izahları ufuk açmakta, Öcalan’ın paradigmasına zemin oluşturmaktadır. Bütüncül hakikat arayışımıza olasılıkçı bilinebilirlik üzerinden ulaşmamızın daha gerçekçi olacağını ortaya koymaktadır. Böylece, mutlak bilinebilirlik yerine “olasılıkçı bilinebilirliği” koymak; düz-çizgisel ilerlemeci gelişim yerine de “doğrusal olmayan”, saçaklı değişim izahını getirmektedir. Birbirini yok edip ötekileştiren, karşıtlaştıran ve özne-nesne pozisyonuna sürükleyen ikilemlere dayandırılan anlayış yerine, birbirini karşılıklı besleyen ve böylece var oluşu çeşitlenme ve çoğalma ile anlamlandıran, ötekileştirmeyip birada varoluş anlayışını savunmakta ve böylece de kendini geliştirmektedir. Makro evrendeki gerçekliklerin atom-altı mikro evren gerçekliğinde aynı ölçülerde işlemediğini de belirten Öcalan, yeni fizik ölçümleri ile temellendirmeye giderek, bahse konu tezlerini somutlaştırmaktadır.

Özne-nesne ayrımının izafi olduğu, değişkenlik ve geçişkenlik içerdiği, asıl olanın ise karşılıklı beslenme ilkesi olduğu, gözleyen-gözlenen ilişkisinde de aynı mantık ilkelerinin geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Yeni bir hakikat örgüsü oluşturarak, bu örgüye dayanacak yöntemsel ölçülerin esas alınması gerekliliği açıktır. Buradan hareketle yeni yöntemsel bakışla bütüncül hakikate dair şu ilkeleri tespit etmek yerinde olacaktır:

İlkin; evrensel oluşumda asli ilke olarak birbirini geliştiren ikilemlerin ilişki-çelişki bağlamını içeren varlığı meselesidir. Enerji-madde ilişkisi, enerjide içkin olan potansiyel haldeki anlamın maddi form kazanarak görünür kılınmasıdır. Bu ilişkide özne-nesne, gözleyen- gözlenen veya birbirini yok edici bir çatışma yoktur; arada canlı varoluşsal ve anlam üretimine dayalı bir bağ bulunmaktadır

İkincisi; ikilemden doğan çeşitlenme-çoğalma-ilişkilenme ve yapılaşıp sistem kazanarak anlama anlam katma, ilişki ve çelişmede ise hareket-gelişim-değişim açığa çıkarma bir tür zekayı ifade etmektedir. Bu evrensel zeka ve evrensel ölçekte varoluşsal dinamizm içeren hareketin, kendine özgü bir tür canlı metabolizma olarak istediğini görmekteyiz. İkilemden çeşitlenme çoğalmaya, buradan da sistemleşme ve yapılaşmaya, devamla da form değişimi ile parçalanıp yeni yapılar ve yeni formlar üzerinden potansiyel haldeki anlamın yeni görünür ölçülerle kendini üretiyor oluşu, evrensel ilke olarak zekâ ve canlılığın varlığına işaret etmektedir.

Üçüncü olarak; fizik aleminde oluşum sağlayan bu hakikat ilkeleri, biyolojik alanda ve insanın gerçekliğinde somutlaşan sosyolojik alanda, biyolojik akıl ve canlılığa ve yine sosyal zeka ve toplumsal varoluşa denk düşmektedir. Dolayısıyla kaba indirgemeci aynılaştırıcı yöntemsel yanılgı ne kadar yanlışsa fiziki-biyolojik-sosyolojik alemlerin varoluşsal ilkelerini keskin sınırlarla ayırmak da o denli yanıştır. Çünkü hakikat bir bütündür; bütün oluşumlar, varoluşlar aynı türden türemişlerdir. Zaman ve mekânlarda vücut bulan her gerçekleşme, aynı tözün farklı tezahürleri olmaktadır. Varoluşsal özdeşlik, olası bir alternatif yaşam inşasında bu ilkelerin evrensel oluşum mantığına göre mutlak biçimde gözetmeyi gerektirmektedir. Çünkü fiziki-biyolojik-sosyolojik gerçeklikler arasında, varoluşsal-yaşamsal bir özgün geçişkenlik vardır.

Dördüncüsü ise; bahse konu evrensel zekâ ve varoluşsal ilkeler ile açığa çıkan yeni sistemler ve yapıları anlamada nedenli evrensel hakikate uygunluk olduğu konusunda yardımcı olmaktadır. Normal bir hali mi, anomali mi, yoksa doğal gelişmede mi? Ya da sapmaya mı başladı? Her anomalinin, her sapışın evrensel hakikat ışığında bir anlam yitimini temsil ettiğinin reddedilmesi gerektiği ve yeniden anlam içerecek bir sistem arayışına koyulması gerektiği izah edilmektedir.

 

Sonuç

Güncel toplumsal kaos ve krizden çıkabilmek, alternatif çözüm üretiminin nasıl olabileceğine dair fikir üretebilmek sağlıklı bütüncül bir hakikat kavrayışını gerektirir. Hakikatin nasıl anlaşılacağında kullanılan yöntem ve bu yöntemin soruları ise bir o kadar önem taşır. Öcalan’ın ana ilkeleri ile belirttiği bu yöntem ve hakikat anlayışı üzerinden,”Nasıl bir toplumsallık ve ne tür bir toplumsal yaşam?” sorularına yanıtlar bulmak mümkün hale gelmiştir.

Konumuzu, arka planında irdelemeye çalıştığımız esaslar üzerinden toplumsallık özgülünde daha belirgin kılarak sonuçlandırabiliriz. Verili iktidarcı-devletçi şekillendirilmeye uğrayıp çarpıtılmış toplumsallık, bir “karşıtlık” üretmektedir. Ötekileştirici, ayrıştırıcı, tekçi, sınıflaştırıcı, hiyerarşik tahakkümcülüğü içermektedir; eril egemenliğe dayalı toplumsal-cinsiyetçi karakterdedir; anti-ekolojisttir; birey-birey ve birey-toplum, toplum-doğa, toplumsal ekosistem-hayvansal ve bitkisel ekosistem ilişkilerinde; özne-nesne ayrıştırıcılığına oturan bir nitelik belirmektedir. Bu haliyle çatışma üretmektedir; tamamlayıcılık değil, tüketicilik üzerinden işler haldedir. Tüm bu yönleri ile krizli bir toplumsallık olmaktadır. Alternatif toplumsallık her türlü tekçiliği reddeder. Bu toplumsallıkta çeşitliliği, farklılığı, anlam üretimini, eşitliği, özgürlüğü, adil olmayı, biraradalığı savunmak esastır. Bu toplumsallık, kadın-erkek ilişkisini toplumsal zeminde anlam ve değer üretiminin katalizörü olarak görmektedir. Özgürlük, karşılıklı olarak beslenme, tamamlayıcılık esaslarına dayalı olarak yeniden ele alınmakta ve düzenlemekte; cinsiyet özgürlükçü ilke olarak kabul edilmek durumundadır. Doğa ve doğa bünyesindeki tüm hayvansal, bitkisel ekosistemlerle karşılıklı yarar, kendini yenileyebilme-yeniden üretebilme esası ve varoluşsal eşdeşliğe uygun olarak ilişkilenme bu toplumsallığın diğer bir özelliğidir. Toplum özgülünde çoklu kimliklerin eşit ve demokratik katılımcılığı esas olan ortak üreten-ortak/adil paylaşımı içeren yaşam modelini temsil edecektir. Öcalan’ın ortaya koyduğu paradigmada bunların tümü demokratik ekolojik, cinsiyet özgürlükçü ilkeler bütünlüğü olarak formüle edilmektedir. Örgütsel ve yönetsel plandaki biraradalığı somutlaştıran bu demokratik komünalist paradigmayı böyle özetlemek mümkündür.

Bu ilkeler, bu bir arada yaşam modeli önermesi, bahse konu yöntem ve evrensel-bütüncül hakikat ışığında irdelendiğinde kendisinde içerilmiş olan anlam derinliği çok daha net görülebilmektedir. Sonucu ve çözümü görmek, nasıl bir çığır açıcılığı içerdiğini anlayıp idrak etmek her bir insan açısında kendi yaşamından yeni başlangıçlar yapmasına vesile olabilecektir. Başka bir hayat pekâlâ mümkündür.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.