Düşünce ve Kuram Dergisi

Hakikatin Sanatı ve Sanatın Hakikati 

Cihan Eren 

Toplumsal yaşamın kimlik kazanmasına olanak sağlayan her kültürleşme alanı, kendi içinde yaşamın zenginliğine ilişkin nüveler de barındırmaktadır. Toplumsal yaşam özü itibariyle maddi ve manevi zenginlik kaynağımızdır. Ancak onu yeterince tanıyamaması, yaşayamaması ve geliştirememesi, insanın takatsiz düşüp hiçbir canlı türünde görülmeyen bir yoksulluk içinde debelenmesine yol açmıştır. İnsandaki yoksulluğun kaynağı, zenginlik sağlayan toplumsallığı inşa etme araçlarını doğru kullanmamasıdır. Bu açıdan zenginlik ve yoksulluk, insanın kendini toplumuyla birlikte bilmesiyle de yakından ilişkili iki kavram olmaktadır. Günümüzde tanık olduğumuz sayısız sorunların bizi büyük bir maddi ve manevi yoksulluk içinde yaşatan toplumsal sistemle ilişkili olduğunu bilmek, çok önemli bir gerçeği itiraf etmek demektir. Mevcut tablo aynı zamanda toplumsal yaşamda iyi, doğru, güzel ve özgür olanın zenginlik getiren bir yöntemle ele alınmadığının kanıtıdır. Bundan kurtulmak toplumsal yaşamın yasası gereğidir. Bunun için iyi, doğru, güzel ve özgür olanı tanımak ve karşıtlarının ne olduğunu bilmek gerekir. Bunu başarmadan, bugün onca maddi birikime rağmen milyarlarca insanın neden maddi ve manevi olarak aç ve sefil yaşadığını anlamak mümkün olmayacaktır.

Günümüzde yaşama yeniden doğru bir başlangıç yapmak, eldeki insanlık ürünlerimizi yeni bir yöntemle ele alma gücünü göstermekten geçer. İnsanlığın her şeyi kayıt altına alan hafızası geçmişini bugünden bakarak anlama kolaylığını içinde barındırdığından, tarihsel birikimlerimiz yeni bir yöntem bulmada bize kolaylık sağlayacaktır. Yeter ki güncelliği her şey sanma hastalığından kurtulalım. Toplumsal hafızanın “Tarih şimdidir” ilkesi, yeni bir yöntem geliştirmemizi olanaklı kılacak ve hakikat arayışında ısrarlı olmamızı salık verecek önemli bir tespit olarak bizimledir. “Bu tanım çerçevesinde çağlar boyunca toplumsal anlamı, hakikat gelişimini değerlendirmek sosyal bilimin özüdür. Hakikat, esasta çağlar boyunca gelişen toplumsal anlamlılığın insan bilincine çıkmış halidir. Kendini mitolojik, dinsel, felsefi, sanatsal ve bilimsel yollarla ifadeye kavuşturma işine hakikati araştırma, dile getirme işi diyebiliriz.”1

Hakikat arayışında denenen yöntemler içinde sanat da insana yol aldıran bir rehber olmuştur. İnsanın bu arayış serüveninde sanatın oynadığı rolü tam olarak anlayabilmek, toplumsal yaşamı ortaya çıkarıp kuran nedenleri, ona varlık kazandıran yaratım alanlarının gayelerini ve toplumun ahlaki ve politik kimliği ile bağlantılarını ortaya koymayı gerekli kılar. Toplumsal yaşamın maddiliğinin maneviyata dönüştürülmesinden, maneviyatın da simgeler ve dille maddileştirilmesinden sorumlu olan sanat, toplumsal yaşamin tümünü içinde barındıran bir karaktere sahiptir. Sanatsal ifade tarzı toplumsal yaşam eylemlerinden ilham alır. Bunu sanatsallaştırdıkça da topluma yeni arayışlar için ilham kaynakları yaratır. Bu özellik, sanatın toplumsal yaşamın tümüyle ilgili olmasına yol açmıştır. Dolayısıyla sanatla toplumsal yaşamın tümü arasında diğer kültür alanlarından çok daha fazla organik bir bağ vardır: Hem beslenen hem de besleyen özgün bir bağ.

Yeryüzünde bizzat insan tarafından yaratılmış olan her şeyde bir gerçek veya hedeflenmiş gerçeğe dair bir işaret vardır. Yaratılmış her şey kendi içinde bir anlam barındırır. Çünkü ister toplumsal ister toplum karşıtı olsun, yaratılan her şey insan idrakinin bir sonucudur. Bu yaşam yasası sanat ve sanat ürünleri için de geçerlidir. Sanat toplumsal yaşamın özgün yaratıcı yansıması olduğu için hem yaratılanların ne olduğunu dile getirerek anlamlarının anlaşılması işlevini görür, hem de kendi dilinden yeni bir şey yaratır. Bu ifade ediş toplumsal tarih boyunca tanımladığı ile ulaşmak istediği hakikatin ne’liğinde insanı gerçeğe yakınlaştıracak çok önemli bir dayanak olmuştur. Bu dayanakla yürünürken, kendisinden alınan gücün iyi görülebilmesi için sanat alanına “Neden sanat vardır?” sorusunu yönelterek, iskeletini meydana getiren renklerinden, seslerinden ve çizgilerinden bu dayanağı anlamaya çalışmak doğruya yakın bir tarzdır.

İnsan neden sanat yapma ihtiyacı duymuş olabilir? Sanatla neyi nasıl tanımlamak istemiştir insanlık? Hakkında ciltler dolusu kitapların yazıldığı sanat için bu ve benzeri soruların çok önceden sorulduğunu biliyoruz. Bu konuda çok iddialı görünen günümüzün sanat uzmanları söylenmesi gerekenleri çoktandır söylediklerini, bu konuda defteri kapattıklarını, buna rağmen soru soruluyorsa bunun bizim ‘cahilliğimizden kaynaklandığını kendi ‘sanatsal ve edebi dilleri’ ile ortaya koyacaklardır. Kuşkusuz ‘Neden sanat?’ sorusuna verilmiş belli bazı cevaplar vardır. Ancak bu cevapların insanın sanatla aradığı ve tanımlamaya çalıştığı hakikatin yitip gitmesine yol açtığı da ortadadır. Hal böyleyken ve sanat yerlerde sürünüyorken, toplumsal yaşamla tamamen organik ilişki içinde olan sanatı aramak kaçınılmaz olmayacak mıdır?

İnsanın hakikati toplumundadır. Ne aranacaksa orada aranmak zorundadır. Zira toplumdan başka insanın kendisine yaşam kurduğu başka bir organizmanın varlığı kanıtlanmamıştır. Kültürün diğer alanlarında olduğu gibi sanatta da dile gelen gerçekler konusunda birçok şey yitirilmişse, kuşkusuz bunun nedeni sanatın kaynağı olan toplumsal yaşamın yitirilmiş olmasıdır. Ancak sanatın toplumca gerçeklik haline getirilenlerle kurulmuş kendine özgü canlı bağı, “Toplumsal yaşamda yitirme olduğu için sanatta da yitim yaşanır” gibi bir kolaycılığa sığınmamızı engeller. Çünkü sanat toplumsal hakikatin en sağlam güvencelerindendir. Özgür yaşamın kendisi olan insanın hakikatinden bir uzaklaşma görülür ve hatta hissedilirse, buna ilk karşı başkaldırının sanat alanından ortaya çıkması işin doğası gereğidir. Bu sözleri bize söyleten güç sanat eserlerinin kendisidir. Tarihte gerçekliğin yitirilmeye başlandığı dönemlerde sanatın bazen yeraltında bir sığınağa dönüştüğünü, bazen dağ başlarında bir isyan olduğunu gösteren ürünler bolcadır. Halk sanatları bunu en çarpıcı biçimde kanıtlayan örneklerdir. Toplumsal hakikatin yitirilmesi sınıflı devletçi uygarlıkla başlar. Uygarlıkla birlikte içine girilen süreçte sanat adına yapılanların günümüzde zirve yapan biçimi, toplumsal tarihin anlaşılmasına ve dolayısıyla hakikatine ışık tutacak belli başlı verilerden olmaktadır. Uygarlık öncesi toplumsallığın komünal demokratik dönemi içinde sanat ile yürünerek benzer sonuçlara ulaşmak mümkündür.

Hem hakikat arayışımızın başarısı için hem de bu arayışta bize kolaylıklar sağlayacak yöntemi seçmek açısından, varlıklarıyla kendimizi tanımladığımız eserlerimiz olup bitenleri ve bundan sonrasında olabilecekleri bünyelerinde taşırlar. Toplumsal ürünler içinde sanat eserleri toplumsal hakikate götürecek yöntemlerin ne olduğuna dair çok zengin veriler sunarlar. Bunun için sanat ürünleri toplumun tarihini, kültürünü, duygu ve düşüncelerini izleme ve duymamızı sağlayacak, hatta yaşanan zevkler ve acıların, yine güzellikler ve çirkinliklerin sadece neler olduklarını değil, nasıl yaşandıklarını da en çarpıcı biçimde gösterebilecek potansiyele sahiptir. İnsanın hakikat arayışında kullandığı tüm yöntemlerde sanatın her zaman istisnai bir yeri olmuştur demek abartı sayılmamalıdır. Yazının henüz bulunmadığı dönemlerde sanat toplumun dili olmuş, ilk kutsama ritüellerinde başvurulan biçimler ve figürleri ifade etmiştir. Aynı çarpıcı etkiyi devletçi uygarlık sisteminde de görmek mümkündür. Günümüzde de tersinden aynı durumla karşı karşıyayız. Toplum tüketilen bir nesneye dönüştürüldüğü için, sanat da hem tüketimde hem de toplumu tüketmede başat rol oynamaktadır. Bu da günümüzün toplumsal yaşamında olmaması gerekenin hakikat haline getirilmesi ve bunun sanatta yansımasını bulması olmaktadır.

Uygarlık tarihinin hem nedeni hem de sonucu olan yöntemlerden dolayı hakikat arayışı yitirilmiştir. Bunda sanat da kendi payına düşeni almıştır. Uygarlık tarihinde sanat hakikatin iktidar yüklü yöntemlerinin ağırlığı altında ezilmiş, kendisinden beklenenleri vermeyerek yaratıcılığını tümden kaybetmiş, biçimsizlikler ve çirkinlikler toplamı’ halinde günümüze ulaşmıştır. Bu biçimsizlik ve çirkinlikten dolayı sanatı yeniden en azından kendi tarihi ile buluşturacak bir mecraya sokmak gerekir. Dolayısıyla uygarlığın büyük ideolojik baskısının yoldan çıkarıp kendisine sanat dediği biçimsizlikler ve çirkinlikler toplamı’nın gösterişli yapısına bakmaksızın, hakikat aşkı için her dönemden daha çok ilkin ‘neden sanat, daha sonra da ‘nasıl bir sanat’ sorusunu sormak ve cevaplarını aramak durumundayız.

Sanat toplumsal yaşamın güzel’ hakikatidir. Toplumsal yaşamın sadece maddi bir yapı olmadığı gerçeği sanatın doğuş gerekçesidir. Sanat insanın kendisini manevi olarak anlamlandırıp tanımlaması çabasına karşılık gelir. Tümüyle metafizik olan sanat alanı, insan yaşamının sadece fizik kuralları ve maddi olgularla izah edilemeyeceğinin en iyi kanıtıdır. İnsan yaşadığı halde göremediğini, yarattığı halde dokunamadığını duyguları ve aklının gücüyle anlam denizine çekip sanatla dokunulur kılmaya çalışır. Yaşamın yaşanırken tam anlaşılmaması paradoksunda sanat, yaşanırken yaşamın sırrına ermek için açılmış bir umut kapısı gibidir. Bu durum bize hem özgür yaşam olan hakikati sanatsal eylemle yaratma hem de yanlış kurgulanmış hakikatlerden çıkma yolunu bulma konusunda diğer hakikat sahalarından daha fazla olanak sunmaktadır.

Toplumsal yaşam ahlaki ve politiktir. “Ahlaki ve politik toplum derken tarih öncesinden bahsetmiyoruz. Toplumsal doğanın sürekli yaşanan ve varoluşu sona ermedikçe hep varlığını sürdürecek olan doğal halinden bahsediyoruz. Ne kadar aşındırılsa, çürütülse ve parçalansa da, ahlaki ve politik toplum hep var olacaktır. Toplumsal doğa var oldukça o da var olacaktır. Ahlak, başta ekonomik çabalar olmak üzere, tüm toplumsal eylemliliklerin iyi tarzında gerçekleştirilmesini ifade eder. Dolayısıyla toplumsal olan her şey ahlakidir. Ahlaki olan her şey de toplumsaldır. Ahlakın işlevi hayati işleri en iyi yapmaksa, politikanın işlevi ise en iyi işleri bulmaktır.”2 Sanat toplumsal yaşamın bir parçası olarak doğmuştur. “Neden sanat?” sorusunu yanıtlamak, en başta sanatın toplumsal yaşamın kendisi olan ahlak ve politikanın neresinde durduğunu anlamayı gerektirir.

Toplumun ‘iyi iş yapması ve ‘en iyi işleri’ arayıp bulmasında sanatın payına düşen birincil görev, ‘iyi’ olan eylem ve yaratımların dili olmaktır. Sanatın hakikat arayışında bir dil olduğu ve toplumun bu dile duyduğu ihtiyaçtan kaynaklandığı gerçeğini ilk kural olarak belirtmek mümkündür. Konuşma dilinin ötesinde bir dil olan sanatın dili, anlamı daha doğru bir ifadeyle izah etme tarzıdır. Bu özelliğiyle sanat, kendini yaratan toplumsal yaşamın ‘iyi’ olanlarının yol açtığı duygu ve düşünceleri görünür kılmıştır. Toplumsal yaşamda ‘iyi’ olan şey, yaşama süreklilik kazandırıp güvenceye alan her şeydir. Sanat ‘iyi’ şeylerin çoğalması veya ‘iyi şeyleri çoğaltmanın olanak dahiline girmesiyle en iyi’yi bulmada temel bir eylem olma gerçeğini ifade eder. Sanatın ‘en yaratıcı insan eylemi’ olması kaynağını buradan alır.

Toplumsal yaşamın en iyi’nin aranıp bulunması ve kabul ettirilmesi için bulduğu yöntemlerden biri de onu güzel diye sunmak olmuştur. Burada en iyi’ ile güzel’ arasında kopmaz bir bağ kurulmuş olmaktadır. “Güzel, politik olandır” ilkesi toplumsal yaşamda bu bağ sayesinde yer edinmiştir. Toplumsal yaşam eğer ‘iyi yapmamış, en iyi’yi arayıp bulmamış ve bunları da anlamlandırıp kabul edilir düzeye çekememiş olsaydı yaşam olmazdı. Demek ki “Niçin sanat?” sorusuna, toplumsal yaşamın kurulup geliştirilmesi ihtiyacı ve aciliyeti için demek doğruya en yakın cevap olabilir. Toplumsal yaşam ve onun sürekliliği bir hakikattir. Sanat bu hakikat arayışına en iyi olanları güzel’ denilen tarzda kendi doğasında maddileştirme eylemi olarak katılmıştır. Bu açıdan sanat da toplumsal hakikatin en önemli bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla o toplumsal yaşamın içinden geçtiği süreçlerin izini taşır. ‘En iyi’ olanı aramak onun işi olduğu için, toplumsal süreçlerin değişim ve dönüşümünde en önde olandır. Sanat toplumca yaratılanlara anlam zenginliği getirir. Toplumsal olan her pratiğin sanatsal bir karşılığı vardır. Bu özelliğinden dolayı sanat şimdiye kadar gelişen yöntem ve hakikat arayışlarında temel bir tarzdır ve bundan sonraki aşamalarda da en geniş ve derin anlamlarla topluma güç verecek eylem olmayı sürdürmek durumundadır.

Toplumsal yaşamda hakikati ifade eden gerçekleri ve hakikat arayışlarının anlamını sanat eserlerine bakarak çöz meye başladığımızda, yaşamı özgür kılacak yöntemi bulmada epey bir mesafe alacağımızı söyleyebiliriz. Toplumsal yaşamı sanat eserleri ile tanıma fırsatını bize veren ilk dönem M.Ö. 50 binler öncesine kadar gider. Yazının henüz icat edilmediği bu dönemde toplumsal kelam kayalara oyulan avlanmış hayvan figürleri ile kalıcılaştırılmıştır. Bu da bize o dönemlerde çizilen figürler ve resimlerin sadece dar anlamda yetenek sonucu çizilmiş sanat eserleri olmadığını göstermektedir. Çizimi yapılan varlıkların insan topluluklarıyla tespit edilmiş ilişkilerine baktığımızda, sanatın kaynağının ne olduğu da ortaya çıkmaktadır. Bu toplumsal eylemde konumuzu ilgilendiren temel husus, bu resimlerin kendisinden öte, bunları yaptırtan duygu ve düşüncelerdir, yine neden bir şeylerin resimle biçime kavuşturulduğudur. Daha sonraki süreçlerde bolca rastlanan kadın heykelleri (toplumda tanrıça olarak kabul edilen ana kadın heykelleri), yine taşlara oyulmuş buğday başakları, güneş, ay, yıldız figürleri ve değişik türdeki hayvan resimlerinin tam olarak neden yapıldığını anlamak, toplumsal hakikatin anlaşılmasında önemli bir zihinsel devrimi de beraberinde getirecektir.

Eldeki bu örneklerden yola çıkarak denilebilir ki, sanat yaşamı yaratan, büyütüp geliştiren toplumsal icatları hatırlatma eylemidir. Sanat eseri topluma yaşadığını hatırlatan bir iksir olma özelliğini taşır. Sanat alanı toplumda yaşananı kendi özgün diliyle yeniden canlandırarak hatırlatma işini gerçekleştirir. Bu onda toplumsal hafızanın geniş bir bölümünün oluşmasına neden olmaktadır. İnsanın metafizik özelliği, bir yaratımın toplumsal yaşamda katlanarak büyümesine yol açmaktadır. Bu da sanat ürününün bir pratiği hatırlatırken yaratıcı olmasını zorunlu kılması şeklinde sanata yansımaktadır. Demek ki sanatla hatırlatma eylemi anıları tazeleme’ anlamında bir hatırlatma değildir. Sanatla yeni ve yararlı bir şeyin gerçekleştiğinin hatırlatılması sağlanmaktadır. Yaşama yol açan her şey toplumun hafızasında iyi’ ve ‘en iyi’ algısıyla kayıt altına alınmaktadır. Sanat eserleri denilen tarzda biçimlendirilen yaratımlar da bunlardır.

Eldeki ilk sanat eserleri yaşama çekilmiş ‘iyi’ ve ‘en iyi’ nesneler ve faaliyetlerin ne olduğunun işaretlerini veriyor demektir. Yaşamda en iyi şeylerin’ (Ki, bunlar yaşamın sürekliliğini sağlama olanağı veriyorlar) resmedilen bu varlıklar olduğu kesin gibidir. Bu varlıklar yaşamın devam etmesini sağlayan en yararlı olgular oldukları için toplumun yaşamına anlam kazandırmış ve böylece anlam dünyasına ilk çekilenler olmuştur. Bir olguya ve olaya anlam vermeye başlama, insanın özgür olmaya başlamasında yeni bir aşamadır. Anlam hakikat potansiyeli taşır. “Hakikat, hareket halindeki anlamlı yaşamdır.”3 Maddi birer olgu olmalarına rağmen, sağladıkları faydayla insan bilincine etkide bulunan bu varlıkların zihinde tanımlanması ihtiyacına bulunan bir çare de onları sanat dediğimiz tarzda anlam dünyasına çekmek olmuştur. Bu yaratıcı faaliyet insanın gözle gördüğü ile yetinmediğini, görmenin sadece gözle görünenden ibaret olmadığını, aynı ilkenin işitme, dokunma ve diğer duyular için de geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu toplumsal emeği böyle yorumlamak mümkündür.

Buradan hareketle ulaştığımız diğer bir sonuç ise, sanat ile yapılanların görme ve hissetme duyularının ötesinde bir derinlik ve hissiyat ile yapıldığı gerçeği olmaktadır. Bu aynı zamanda çok önemli bir yaşam ihtiyacını da yanıtlamış olmak demektir. Sanat yaratıcıdır. Demek ki toplumsal duygu ve düşüncelerin yansıdığı, yaratıcı yansıtıldığı temel alan sanattır. Bu duygular toplumsal yaşam içindeki faaliyetlerle doğan ve büyüyen duygulardır. Karşılıkları ancak sanat ile ifade edilebilecek bu duyguların başında sevinme, sevgi, haz alma, mutluluk, coşku, üzülme, acı çekme, hüzün vb. gelir.

Toplumsal yaşamın hakikatini daha güçlü yaratıp görünür kıldığı ilk biçim tarım ve köy toplumu çağı’dır. Bu çağ Abdullah Öcalan’ın deyimiyle “Toplumun ilk defa kendini kutsal hakikatler halinde (mitolojik, dinsel, sanatsal yöntemlerle) açıkladığı çağdır. İnsanlık halen bu dönemin mirasını yemektedir.”4 Bu dönemden kalma sanat eserlerinden de anlaşıldığı gibi, hakikatin hem yaratılmasında hem de sürdürülmesinde sanat toplumsal yaşamda kutsallıklar içinde yer alarak gelişmeye başlamıştır. Kutsalın temel ilkesi, kendisine inanılan ‘iyi şey’ olmasıdır. İnanılan şeye çıplak gözün gördüğünün ötesindeki görme, kulakların duyduklarının ötesindeki sesin duygu ve düşüncedeki yansiması ya da bu yansımaların inançla anlamlaşması denebilir. İnanç-kutsallık herkesin pek kolay ulaşamadığı, her eylemin yol açmadığı düşünce biçimi de olmaktadır. İnsanın metafizik özelliği, toplumsal karakterleri çok güçlü eylemlerin insanda yol açtığı etkilerden kaynaklı oluşmaktadır. Toplum inanılan şeyi yaratan özellikteki iş lere, bundan ötürü varlığı için inanılana kutsallık payesi vermektedir. Bu tespit sanatın neden yapıldığı konusunda çok önemli bir veri daha sunmaktadır: İnanç-kutsallık olgusu. Sanat daha başından beri kendisine inanılan şeylerin ifade dilidir. İnsan inanan bir varlık olduğu için sanat yapmaktadır. Sanata kaynaklık eden duygular ve düşünceler içinde inanç en güçlü olanıdır. Sanat ve inanç duygusu ve düşün cesi arasındaki kopmaz ilişki daha sonra uygarlığın doğuşunda daha çarpıcı biçimde ortaya çıkacaktır.

Sanat uygarlık öncesi tarihte de toplumsal yaşamda daha sade haliyle aynı işlevi görmüştür. Günümüze kadar gelen ve sanatın kaynağını oluşturan bu dönemin sanatı, sanatın toplumsal hakikat içindeki yerini ve aynı zamanda hakikat arayışı yöntemlerinde nasıl rol oynadığını anlamamız açısından temel veriler sunmaktadır. Zaten sanat denilen alan o dönemde oluşan yaratıcılığın kendisinden başka bir şey değildir. Toplumsal yaşamın birçok alanı gibi sanat da uygarlık öncesi toplumun icadıdır. Sonrasında yapılanlar amiyane deyimle ‘kim ne anlamışsa öyle yapmış sürecidir. Doğru bir sanat için daha sonra yapılanlar tümden önemsizdir denilmese de, orijinalini bilmeden başarmak pek mümkün görünmemektedir. Sanat gibi güzel bir olguyu taklit ürünleriyle değil, ilk ses ve renklerde, dans ve resimlerindeki heyecanlarda, coşkularda, kutsamalarda ve tabii ki acı ve hüzünlerde aramak en doğrusudur.

Destan, şiir, mimari, resim, heykel, müzik, dans, tiyatro gibi belli başlı sanat dallarının temeli tarım ve köy toplumunda atılmıştır. Yazı henüz kullanılmadığı için, bu dönemin dilinin ne düzeyde şiirsel olduğuna ilişkin kanıt sunulmasa da, yaşamın dilinin şiirsel olduğu daha sonraki dönemlerde yaşananlardan anlaşılmaktadır. Ancak mimari, resim, heykel, müzik, dans gibi sanat dallarının tarım ve köy devriminde olup bitenlere ışık tuttuğu kanıtlanabilmektedir. Tüm bu sanat dallarının, özellikle uygarlık süreçlerine ait dönemleri işlerken, daha çok yaşamda olup bitenleri ifade ettiğini belirtmek gerekir. Bu gelişme uygarlığın toplumsal yaşamın kavram ve kurumlarına yeni anlamlar yükleyerek ve bazılarını da ekleyerek geliştiğinin, böylece o güne kadar olmayan yeni bir toplum formunu esas aldığının çok güçlü işaretidir.

Toplumsal yaşama kutsallık derecesinde yeni bir şeyin girip girmediğinin en iyi kanıtı, sanatsal ifade ediş tarzının gelişip gelişmemesidir. Bu anlamda sanat ve sanat ürünü toplumsal yaşamda bir ölçüdür. Bu, toplum hakikatini aramanın sanatsız olmayacağını çok açık bir şekilde göstermektedir. Toplumun kendi hakikatini yarattığı ilk dönem olan tarım ve köy toplumunda sanatsallık tüm ihtişamıyla doğmuştu. Bu aşamadan sonra sanat adına yapılanlar daha çok geçmişi biraz daha geliştirmeyi, büyük ölçüde de taklit etmeyi ifade eder. Uygarlık sürecinde yaşanan esasta budur. Sinemayı saymazsak, zaten uygarlığın ilk örneği olarak kabul edilen Sümerlerden bu yana sanat adına herhangi bir yeniliğin olmadığını görebiliriz. Sinema da yeni bir sanat olmaktan ziyade, tekniğin yardımıyla edebiyat, tiyatro ve müziğin karışımından sentezlenmiştir. Diğer sanatlar gibi orijinal değil yapaydır.

Sanatın hakikat arayışındaki yerini uygarlık süreçlerinde daha somut gözlemleme olanağımız vardır. Örneğin ilk uygar toplum olduğu kabul edilen Sümerlerin kendilerini tam bir sanatsallıkla ortaya koyduklarını söylemek abartı değildir. Dönemin dili tümüyle şiirseldir. Bu durum müzikle birlikte örgütlendirilen yeni yaşamın insanda yarattığı coşku, heyecan ve sevincin dışavurumu için sanatsal ifadenin dışında başka bir yolun bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Ziggurat bu dönemde mimaride katlı yapı inşa etmenin başlangıcı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yapı doğan yeni yaşamın yüceliği ve kutsallığının biçim kazanması anlamına da gelmektedir. Demek ki mimarinin kökeninde yüce olanın kutsallığını, büyüklüğünü ve gücünü yansıtma vardır. Bu yapıyla burada yaşayanların toplumun diğer kesimlerinden daha ulu’ oldukları fikrini hatırlatmak amaçlanmıştır yorumunu yapmak da mümkündür. Uygarlığın başlangıcında bu sistemin daha sonra köle, kul yaratacağı bilinmediğinden ve herkes geçmişle mukayese edildiğinde fayda getiren fazlalıklarla ilgilendiğinden olacak ki, başlangıçta sanatsallıkla dile getirilen şeylerde sevinç, coşku, heyecan, mutluluk ve paylaşım hâkim tema olmuştur. Bu aynı zamanda toplumun bu formuna duyulan inancı ve sistemin kendisine olan güvenini göstermektedir.

Bu yorum yapılanların genel topluma yansıyan sonuçlarının sadece bir yanını dile getirmektedir. Dönem sanatında gördüğümüz ve daha sonra uygarlık sürecinin tümünde başat hale getirilmeye çalışılacak olan şey, hâkim sistemin kendini ‘iyi’ ve en iyi olarak adeta bir heykeltıraşın elinde işleyerek sunmasıdır. Ruhunu, daha doğrusu ruhsuzluğunu müziğin ritmiyle vermesi, ressamın kalemiyle nak şederek toplumu kendisine inandırmasıdır. Başta Sümerler olmak üzere köleci uygarlığın tüm süreçlerinde hiçbir alan sanatsal faaliyet kadar sisteme göre ayarlanıp çalıştırılmamıştır. Aradan binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen, mitolojideki edebi dil halen okuyanları huşu içinde bırakabilmektedir. Bunun nedeni sanat ve toplum ilişkisinde gizlidir. Bugün neredeyse her köşe başında rastladığımız heykellerin bu süreçlerde dokunulmaz tanrılar olduğu ve Hz. İbrahim örneğinde görüldüğü gibi bunları kırmanın ağır sonuçlara yol açtığı görülmekte, o dönemde neyin, neden ve nasıl yapıldığına yeterince ışık tutmaktadır. İslam öncesinde Kabede Laat, Menaat, Uzza ve öteki heykellerle simgeleştirilmiş tanrıça ve tanrıların varlığı toplumsal tarih açısından çok eski sayılmaz.

Uygarlığın hem sebebi hem de sonucu olan iktidar, sınıf, cinsiyetçilik, devletleşme gibi temel yeniliklerin derinleşerek bir kültüre dönüşmeleri sonucunda, bu kavram ve kurumlar sanatta da yeni bir ifade tarzı olarak yansımasını bulur. İktidar sahiplerinin kaleler, surlar, büyük saraylar, mezarlar inşa ederken sanatsal inceliği kullanmaları, bu yapıları kutsal birer mekân olarak lanse etmek istemelerinden kaynaklanmıştır. Çünkü toplumda bir olgu kutsallık derecesine çıkarılmadıkça, etrafında şekillendirilen yaşamın süreklilik kazanması çok zor olmaktadır. İnsanı bir olguya inandırmanın temel yollarından biri de sanattır. Tüm egemenler yaşadıkları kentler ve mahallelerdeki yapıların mimari biçimlerinde sanatsal dili şahane denilecek tarzda kullanarak güçlerine güç katmışlardır. Kılık kıyafetlerindeki süsleme lerden sofralarındaki yemeklere ve kullandıkları çanak çömleklere kadar yaşamlarının her anını ve mekânını sanatsal tarzda dizayn ederek, kendilerini kibar, ince, centilmen ve zarafet sahibi gibi göstermek için çok yoğun çaba harcamışlardır. Eğlencelik bir iş derekesine indirgedikleri sanatı gerçeğinden, yani en iyi’yi bulma ve toplumu buna inandırma ilkesinden saptırıp kötü ve çirkin olanı sanatla topluma bulaştırmaya neden olmuşlardır. Böylece uygarlık sürecinde sanat zalimin zulmünü örten perde, her türlü çirkinliği süsleyip püsleyen motif, baskı ve işkenceleri yaşamın hakikati diye sunan oyun haline getirilmiş; inleyip sızlamayı şarkı diye sunan egemenler ve ‘soytarılarının elindeki altın tepsi olmuştur. Sanat ve sanatçı bu ilkeye uymadıkça devletçi sistemce kabul görmemiştir.

Sanat gibi kendi içinde toplumsal mücadelelerde yer alan öncüler ortaya çıkaran bir sahanın bu uygulamalar karşısında birden tümüyle çirkinleşerek egemenlere hizmet etmesi söz konusu değildir. Tarihin uygarlık aşamasıyla birlikte sanat alanındaki hakikat arayışı ve sanatla dile gelen hakikatin bir diğer ayağı da en iyi’yi bulma sevdasından vazgeçmeyen halk ozanları, dervişler ve toplumcu sanatçıların esas aldığı gerçek sanat olmuştur. Her türlü insanlık dışı muameleyi göze alıp uygarlığın ‘kanlı mezbahalar seremonisi’ne karşı isyan eden çok sayıda sanat insanının bulunduğunu bilmek gerekir. Bugün bunca çirkinliğe rağmen halen sanattan bahsedecek bir cesaretimiz varsa, bu cesaret kaynağını toplumun bu öncülerinden almaktadır. Devletçi uygarlıkta sanat tuzağa çekildiğinden, sanat insanı olmanın bin bir zorluğu vardır. Uygarlık içinde her türlü baskı ve işkenceyi, aç ve yoksul kalmayı, günahkâr sayılıp hor görülmeyi, dogmaların baskısına göğüs germeyi göze almadan sanatçı olarak yol alınamayacağını bilmek gerekir. Kutsalın sesi olan sanatçılara kapitalist modernitenin yaptıkları her şeyi izah etmek için yeterlidir. Kapitalizmin feodal çitleri yıkarken ekonomide elde ettiği küresel emperyalizm ise, bunun sanattaki karşılığı da saray soytarılarının her yere doluşması olmuştur.

Uygarlığın köleci döneminde sanat eserleriyle topluma gerçek diye sunulanlarla insanlığın köle-kul olmaya özendirildiği, bunun için toplumun ikna edilmek istendiği çok açıktır. Bilindiği gibi sanat aynı zamanda insandaki beğeni ölçüsünün de bir yansımasıdır. Bir şey sanatla yeniden inşa edilmiş ve kabul görmüşse beğenilmiş demektir. Beğenme bir şeyi kabul etmede en üst ölçülerden biridir. Beğenme toplumsal vicdanla direkt ilişkili bir eylemdir. Çünkü beğeni ile insan bir şeye iyi, başka bir şeye de kötü, aynı şekilde doğru-yanlış ve güzel-çirkin demektedir. Uygarlık içinde insandaki beğeni egemenlerin yaşam ölçüleri ile sınırlandırılmıştır. Uygarlığın hakikatinde sanatla egemenleri sempatik, sevilen, her zaman doğru ve haklı, temiz, fedakâr, yüce gibi gösterirken, ezilen kesimleri ise tam tersine zavallı, çaresiz düşmüş vb. tarzında işlemek değişmez bir üslup olmuştur. Bu tarzla egemene, onun kültürüne ve kişiliğine özenmek, ona ulaşmak ve onun gibi olmak temel hedef yapılmıştır. Sistem hep tekrarlandığı için, bu çirok’ özünde hiçbir şey değişmeden kapitalist dönemde zirve yapmıştır.

Toplumsal yaşamın sanatla ifade edilen güzelliğinin renkleri süreç içinde solmuş, gür sesi kısılmıştır. Bu toplumsallıkta yitirilenleri en iyi biçimiyle şiirsellikte görmekteyiz. Toplumun özgürlük yürüyüşünün neşe dolu sevincinin ifadesi olan şiirsellik egemenlerin elinde hitap sanatına dönüşürken, ezilenlere kalan kölelerin Ezop dili olmuştur. Köleci dönemde egemenler güneş içinde nurlu, kanatları olan, yarısı aslan veya boğa tanrısal insanlar şeklinde tasvir edilirken, ezilen kesimler de sırtlarında yük taşıyan ve ellerinde tepsilerle yiyecek tutan hizmetkârlar olarak çizilmiştir. Bu tür yansıtmaların resimde, heykelde ve mimaride bolca işlenmesi, bu sanatların adeta o günün televizyonları rolünü oynamasındandır. Bu yolla olup bitenler tekrar tekrar hatırlatılıyor. Kendilerini toplumun kutsalları olarak sunan egemenler, sanatların onları her zaman en iyi diye tanımlayıp güzelleştirmesini kural haline getirmişlerdir.

Bu dönemde resim çizen ve heykel yapan eskinin avcı ve tarımcı emekçisi yoktur. Bu iş ziggurat katlarına ya da zigguratın sahiplerine yakın yerlere yerleştirilmiş, işi sadece çizmek ve yontmak olan hizmetçilerin elindedir. Mimaride ‘sahipler, efendiler, değişik yol ve yöntemlere başvurarak, kendi sistemlerini temsil eden devlet kurumlarının yaptıklarından daha büyük ve güzel yapıların yapılmasına izin vermemişlerdir. Bu durum dinlerde günah bile sayılmıştır. Bu kural bugün de değişik yol ve yöntemlerle devam ettirilmektedir. Arkasına sanatın hakikat arayışını gerçek yapan gücünü alan devletçi uygarlık, kendi sistemini hâkim hale getirdikten sonra toplumu sanatın gücünden yoksun bırakıp çirkinlikle birlikte yaşamaya mahkûm etmiş, bunu kader diye her kesime kabul ettirmek için gerektiğinde askeri zoru kullanmaktan geri durmamıştır. Bu baskı ve şiddeti uygulayan zalim temsilcilerini kahraman olarak sanatsallaştırmayı da ihmal etmemiştir. Bu anlayış uygarlığın kapitalist aşamasında estetik adıyla felsefi boyuta çıkarılıp sanat alanının tümüne baskın hale getirilmiştir.

Sınıflı uygarlık sürecinde sanatın toplumsal yaşamla organik bağı sadece toplumsal yaşamın anlamının saptırılması için kullanılmamış, aynı zamanda geniş bir toplumsal kesim bu iş için köleleştirilmiştir. Toplum sanatın bireylerde geliştireceği yetenek ve bireysel yaratıcılıktan mahrum bırakılmıştır. Büyük mezarlar, saraylar ve yoğun heykel yapım işleri ve bunlarla ilişkili yan meslekler binlerce insanın duygu ve düşüncede kurumalarına yol açmıştır.

Tarih içinde sanatta gördüğümüz önemli bir gelişme de bununla bağlantılı olarak toplumun yaratıcı yeteneklerinin toplumdan çalınması ve topluma karşı çalıştırılmasında ortaya çıkmaktadır. Uygarlık sürecinin derinleşmesiyle birlikte birçok olay ve olgunun ad verilerek daha bilinçli ve amaçlı bir biçimde ele alındığı görülmektedir. Daha çok köleciliğin Atina sürecine denk gelen bu aşamada sanat alanında da bir yenilenmeden bahsetmek gerekir. Felsefenin henüz temel bir düşünüş yöntemi olarak gelişmediği dönemlerde, mitoloji ve din ile sanat yan yanadır. Sanat tarihi ile yaklaşıldığında, güzel kavramının ne olduğuna dair tartışmaların ilki Eflatun felsefesinde görülmektedir. Eflâtun bu kavrama kendi döneminin ihtiyaçlarına göre tanım getirerek, köleci uygarlığın Atina versiyonunda yaşananları felsefi yöntemle izah etmiştir. Dönemin sınıfsal bakış açısının bir gereği olarak böyle yapılmaktadır. Sümer’de sistem bir bütün olarak mitolojik temelde sanatsal bir üslupla örülürken, Eflâtun Atina uygarlığını felsefeyle tanımlayarak anlam derinliği getirmektedir. Eflatun (M.Ö. 427 M.Ö. 348) çevresindeki sanat eserlerinin etkileyiciliğini konuşturduğu, Yunan tapınaklarının görkemli mimarisi ile ayakta durduğu, ünlü heykeltıraşların eserlerinin kentleri süslediği, yine dönemin ünlü tragedyalarının sürekli oynandığı bir dönemde güzel kavramını tanımlamaya koyulur. Atina uygarlığı Doğu-Batı sentezinden aldığı güçle kendi özgünlüğünü yaratırken, tabii ki sanat da etkili olacaktır.

Burada da sanatın hakikatin vazgeçilmez bir unsuru olduğunu bir kez daha görebiliyoruz. Başta heykel olmak üzere müzik, müzik aletleri ve tiyatro ile toplumsal yaşamı anlatma, yaratılanları topluma verme sağlandığı için, bu sanat disiplinleri baş köşeye yerleştirilmiştir. Eflatun felsefesinde dikkat çeken önemli bir nokta da değişik eserlerinde güzelliğin iyilik, fayda ve uyum gibi kavramlarla olan ilişkisini tartışmış olmasıdır. Ancak bu kavramların bu dönemde sadece üst efendi sınıf için tanımlandığını, aynı dönemde kölenin etten bir makine olarak görüldüğünü hatırlatmak gerekir. Aynı zamanda şiirsel bir dil de kullanan Eflatun, sanatı kavramsal olarak tanımlayıp uygarlığın malı haline getirmede bir kilometre taşı olmuştur. Benzer bir rolü daha sonra Aristo oynamıştır. Bu iki filozoftan önce de sanata ve sanat disiplinlerine dair görüş dile getiren kişilikler olsa bile, daha sonraki süreçleri bu iki kişi kadar etkilememişlerdir. Örneğin “Çinde Müziğin hâkim olduğu yerde bir yakınlık vardır” diyen Konfüçyüs (İ.Ö. 551 M.Ö. 478), “Ruhun temizlenmesinde müzik bir araçtır” diyen Pythagoras, (M.Ö. 580-M.Ö. 500) gibi şahsiyetler de sanatla bazı gerçekleri tanımlamak istemişlerdir.

Eflatun ve Aristo kendi dönemlerinin zihinsel sınırlarını belirledikleri için, bu iki filozofun sanata dair tespitleri ve görüşleri bu koldan dönemin gerçeğini vermede belirleyicidir. Eflatun için güzel, meydana gelmeyen ve yok olmayacak, başka bir şeye dönüşmeyen, tek ve kendinde varolan, sonsuz bir şey, en yüksek idedir. Bu mantık tarihinin en görkemli dönemini yaşayan Atina köleci devletinin gücünü ve kalıcılığını ifade eder gibidir. Eflatun “Böylesi bir güzellik karşısında sanat olsa olsa taklit (mimesis) olabilir” diyerek, bir anlamda onun köleci uygarlığın hapsine alındığını ilan etmiştir. Bu tanımı esas alan sonraki uygarlık tarzı sanat, kapitalist uygarlık aşamasında sistemin sanatla sunumunda zirveye çıkmıştır. Eflâtun’un öğrencisi Aristo (MÖ.384MÖ.322) güzelliğin kurallarını maddi yapıda, yani etrafında gördüğü uygarlığın ihtişamında bulmuş olmalı ki, “Güzellik sanat nesnesi üzerinde incelenirse bazı belirtilere sahip olduğu görülür” diyerek, bu belirtileri güzel, simetri ve sınırlılık olarak tanımlamıştır. Uygarlık sahnesinde sanatın sistemi taklit etmesinde ve maddi yaratımlarını olduğu gibi sunmasında bu iki filozofun döşediği temel belirleyici olmuştur. Bu tanımlamalarla tüm zamanlardan daha bilinçli olarak sanatın yaratma adına yaptığı şey, egemenlerin kültürünü ve yaşam tarzını taklit etme ve hatırlama adına, iktidar ve devlet eylemlerini toplum hafızasında sürekli canlı tutması kuralı olmuştur.

Tarihin uygarlık aşamasında başını Ortadoğu’nun bilgeleri ve ozanlarının çektiği daha toplumcu ve gerçek sanata daha yakın duran bir gelişmeden de bahsetmek gerekir. Köleci devletlerin işgal, istila ve sömürgecilik hareketlerine karşı halkların geliştirdiği fiziki ve kültürel direnişler, destanlar, masallar, öyküler, şarkılar, halk oyunları, kılık kıyafet süslemeleri, dağlara oyulan yapılar biçiminde tüm ihtişamı ile halkların yaşadıklarının sanatsal ifadesi olan bir tarz yaratmıştır. Bu değerlerin tümüne halkların kimliği ve sanatları denir. Kürt halkının kültür ve sanat değerleri, yine kimi Arap aşiretlerinin kültürel yaşamları bu gelişmenin en iyi örneklerini oluşturur. Ortadoğu halklarının ahlaki ve politik toplum hakikatini güçlü yaşayan toplumlar olmaları, uygarlığın sapkın çıkışlarına rağmen, sanat geleneklerinin hem zengin hem de toplumcu olmakta israr etmesine firsat vermiştir. Doğu ozanlığı ve sanatçı geleneğinde daha çok toplumcu ve egemen sisteme muhalif olma olgusu kaynağını toplumsal tarihin bu gücünden almaktadır.

Bunun diğer bir nedeni ise sanatsal yaratıcılığın kaynağının bu topraklarda olmasıdır. Hem ahlaki ve politik toplumun hem de uygar toplumun çıkış yeri olan Ortadoğu’da, sanat bu iki toplumsal formun hakikat arayışında oynaması gereken rolü oynamıştır. Köleciliğin ilk örneği olan Sümerlerin kendilerini tanımlarken sanatsal yaratıcılığı ve inceliği ellerinden geldiğince kullandıkları, bu yolla kendilerini farklı kılan düşünce ve kurumlarını kutsadıkları kanıtlanabilmektedir. Ortadoğu’da sanatın bu öyküsü halk destanları ve oyunlarının zenginliğinde, daha sonra tek tanrılı dinlerle kutsal kitap metinlerinin edebi-şiirsel dilinde, kutsal mekânların mimarisinin görkeminde ve müziklerinin zengin makamlarında devam eden bir gelişme trendi izlemiştir.

Ortadoğu’da sanatın tümüyle egemenlerin denetimine girdiğini ve onların hakikat arayışlarını dile getirdiğini belirtmek doğru olmaz. Doğu sanatı en iyi’yi aramada her zaman varlığını hissettirmiştir. Din ile sanatın aynı kaynak tan çıkmış olmasından dolayı, tek tanrılı dinlerin hâkimiyetlerini kurumsallaştırdığı bir süreçte, adeta “Ben varken sana ne gerek var?” dercesine sanatı döneminin en geri düzeyine ittiği de bir gerçektir. Bu durum sanatı egemen sistem için kullanmaktan ziyade, geliştirilmesine şans tanımamak ya da sanat yapmayı gerekli görmemekten kaynaklanmıştır. Din ile sanat aynı köklerden çıkıp aynı yaşam kaynağından beslenmişlerse de, mantık olarak birbirlerini her alanda kabul etmezler. Dinde sanat karşıtlığı esasta dincilikten, yani dinin egemen çıkarlar için siyasallaştırılarak kutsallığını yitirmesinden doğar. Özellikle köleci aşamasında uygarlığın sanatı kendini kutsama ritüellerinde çok kullanması, dinlerde sanatın günahkar bir iş’ temelinde ele alınmasına zemin oluşturdu. Tek tanrılı dinlerin köleci sistemi aşma amacını gütmeleri, semavi dinlerin sanata karşı tepkisini daha da derinleştirdi.

İktidar merkezli sistemlerde dini felsefeye uygun mimari, edebiyat ve müzik dışında kalan diğer sanatların unutulmaya bırakıldıkları bilinmektedir. İslam dininde heykel tümden, nakış ve süsleme dışında resim ise önemli oranda yasaklanmıştır. En son Türkiye Başbakanının bir heykele ‘ucube’ demesi, bu dincilik mantığının heykele karşı bilinç altındaki ruh halinden kaynağını almaktadır. Çünkü dinle egemen olanlar çok iyi bilmektedirler ki, sanatın dili onların kutsallıkları çirkinleştirdiklerini en iyi anlatan bir dildir. Ortadoğu’da sanatta görülen bu kötü durumun özünde toplumsal yaşamın dincilik baskısı altında kendi hakikatini yitirmeye başlamasından kaynaklandığını bugün tüm çıplaklığı ile görebiliyoruz. Bu hakikat yitimi karşısında hiç arayışlar olmadı denilemez. Bu konuda muazzam bir zenginlik, birikim ve tecrübe de bu toprakların sazında ve sözünde ortaya çıkmıştır.

Doğu’nun ozanlık geleneği derisinin yüzülmesini, paramparça olmayı ve yakılmayı, ömür boyu zindanda yatmayı ve sürgünleri göze olarak, kendi hakikat arayışını şiirinde, sazında ve sözünde dile getirmekten geri durmamıştır. “Sanatsız toplum düşünülemez. Sanat, sanıldığının aksine seçkinlerden çok halkın mitoloji, din ve felsefeye verdiği yanıtın dili olarak anlaşılmalıdır. Üstün zihniyet ve iradeler tarafından doğurtulan düşünce ve ahlâkın halkın kavrayacağı ve uyum sağlayacağı kalıplara dökülmesini ifade eder… Birey oluştu mu, çeşitli sanatlar yaratıcılığına kavuşarak gelişirler. Birey ve sanat birbirini gerektirir. Biri oldu mu diğeri de yanı başına koşar. Sanat, zihnin ve ruhun kanatlanmasıdır. Artık yürüyüş yerine uçulur. Uçmak, bir toplum, bir uygarlık için özgüce kavuşmak ve zafere yürümek demektir.”5 Ortadoğu toplumunda bu tespitlere denk düşecek gelişmeler kesik kesik yaşandığı için, sanatın rolünü tam anlamıyla oynaması engellenmiştir. Özellikle İslam dininin iktidarcıların elinde tümüyle siyasallaştırılması sonucunda sanat daha da dondurulmuştur. Ortadoğu’da yaşamın yüzeyde görünen hâkim renginin griliği ve renksizliği, sanatın içinde bulunduğu durumun hem nedeni hem de sonucudur. Kuşkusuz bu coğrafyanın tüm süreçleri bu monotonlukta yaşadığını söylemek doğru olmaz. Bu gerçeği değişik örneklerle ifade etmeye çalıştık. İslam döneminin de tümüyle bugünkü gibi olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin kabaca 800-1200 yılları arasında yaşanan arayışların sanatsal ifadesi küçümsenecek türden gelişmeler sayılamaz. Bu dönem Ortadoğu’nun kendi Rönesans’ını yapmasına ramak kaldığı dönem olarak bilinmektedir.

Ahlak anlayışında insanın akıl yoluyla iyi ile kötüyü ayırt edebileceğini savunan Farabi, gerçeğin doğru, iyi ve güzeli ortaya çıkaran felsefe, bilim ve sanatla uğraşmak olduğunu söylemiştir. Farabi bu uğraşla insanın ruhunu temizleyip saflaştıracağını ve bunun da insan için ölümsüzlükle eşanlamlı olduğunu belirtmiş, hakikat yolunu göstermeye çalışarak bu toprakların sesi olmak için çaba göstermiştir. Bu yolda yürüyenlerin en şanslılarının filozoflar, bilim adamları, peygamberler ya da gerçek yöneticiler ve sanatçılar olduğunu belirtmiştir. Demek ki, ona göre doğrulara ulaşan filozof ve bilim adamı, iyilikler meydana getiren gerçek yönetici ve güzellikler yaratan sanatçı birbirlerinden çok farklı olmayan insanlardır. Daha sonra Hegel felsefesinde göreceğimiz “Hakikat bütündür” ilkesinin çok önceden değişik bir ifadesidir bu.

Yine “Ehli olmayana güzelliği göstermek zulümdür” diyen Işıkçılık, Ortadoğu’da halk ozanlığı kültürünün gelişmesinde önemli bir etkide bulunmuştur. Kökenlerini Zerdüşt ve Mani’ye kadar götürebileceğimiz İşrak (Işıkçılık) felsefesinde keşfetmek, görmek ve ilhamı gerçekliğe açık bir yol olarak değerlendirmek esas olduğundan, egemen sistemin baskılarına karşı kendini ağırlıkta şiirsel bir dille ifade etmeye sevk etmiştir. Bu felsefenin öncülerinden olan Sühreverdi, maddi ve somut dünyadan feragat etmeden şiirsel bir üslup kullanmasıyla ünlü bir arayışçıdır. Şiirsel dili kendi eserlerinde mükemmel kullanmıştır. Sadece Sühreverdi değil, Hallac-1 Mansur, Bestami ve onlardan üç yüz yıl sonra ortaya çıkacak olan Mevlana ve Şems de bu şiirsel üslubu kullanmışlardır. Şiir, İşrak felsefesinde felsefi söyleyiş tarzının son aşaması olarak kabul edilmiştir.

Şiir baskı ve zulüm ortamında bir özgürlük çığlığı ve arayışıdır. Ortadoğu hakikati biraz da şiirlerin dizelerinde gizlidir dersek yeridir. Bu temeldeki hakikat arayışını daha sonraları Ehmedê Xani, Feqiyê Teyran, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Dadaloğlu ve Cigerxwin’lerde de görüyoruz. Bir gelenek halinde devam eden bu hakikat arayışı anlamlı yaşam ateşinin küllenmesini engellemiştir. Tüm bu örnekler Doğu’da sanatın hakikat arayışının ne kadar köklü bir yapı içinde olduğunu ve ağırlıkta şiiri kullanmış olmasıyla da özgürlükçü bir karakter taşıdığını göstermektedir. Özgürlük varoluşun amacıdır. “Anlamak özgürlüktür” ilkesini Doğulu sanatçılar özellikle şiirlerinde göstermişlerdir. Bu aynı zamanda hakikat aşkı için direniş tarihinin kesintisizliğinin de kanıtıdır. Önemli olan, bugün bu geleneğe yaşamın özgür ruhunu daha güçlü katmak, ona ihanet etmeden bugün yeniden daha canlı kılarak, gelenek yaratan büyük bilge, ozan ve sanatçıların bıraktığı mirası sürdürmek olmalıdır.

Sanatın hakikat arayışını tümüyle yitirmesi uygarlığın kapitalist aşamasında ortaya çıktı. Bu durum kapitalist sistemin uygarlıklar içinde toplumsal yaşama en yabancı olan ve insanı yabancılaştıran karakterinden kaynaklandı. Ancak toplumsal yaşam içinde aranırsa insanın hakikati üzerinde yol alınabilecek yöntemlere kavuşur. Kapitalizmde insanın toplumsal bir varlık olduğunu sürekli hatırlatan yöntemler olmadığı için, bu sistemde yetişen insanların güçlü arayış çılar olmaları pek mümkün olmamıştır, olmaz da. Dikkat edilirse, semavi dinlerin hâkim olduğu dönemlerdeki kadar güçlü ve çok sayıda arayışçılar son üç yüz yılda ortaya çıkamadı. Bu realite insanların bu sistem tarafından tümüyle esir alındığına ilişkin güçlü bir işarettir. Örneğin şiir ve roman kapitalizmde tümüyle bitirildi. Demek ki bazı istisnalar olsa da, sanat ve sanatçı kulvarından sisteme yaklaşıldığında göreceğimiz şey tümüyle anti-toplumcu bir tablodur. Sanatın özgün yaratıcı dilinin ve sanat yapan insanların içinde yaşadıkları toplumun ve kültürün en güçlü temsilcileri, bu toplumun ve kültürünün anlam gücünü en iyi temsil edenler olmaları gerekir ilkesi sanatçıları da sorumlu kılar. Konu sanatın hakikati ve sanatla hakikat arayışı olduğunda belirtmemiz gereken şey, bu tablo karşısında sanatçıların da en az sistem kadar bu işin yükümlüsü olduklarıdır. Kapitalizmle yaşam gizemini, çekiciliğini ve kutsallığını yitirdi. Hal böyle olunca, sanata sistem gerçeğini yansıtma rolü veren merkezi uygarlığın son temsili kapitalist modernite de bu tespit gereği kendine düşen görevi sanatı bitirerek yerine getirecekti. Yapılan ve yaşanan budur.

Kapitalizmin Batı Avrupa merkezli gelişmesi, sanatçı kişiliklerin buradaki arayışlarında Yunan felsefesi ve sanatını esas almaları sonun başlangıcı oldu denebilir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, kavramsal olarak Eflatun’la başlayıp Aristo ile devam eden sanat felsefesindeki köleci sistem hakikati, süreç içinde sanat ve edebiyatın bitirilişini beraberinde getirdi. Kapitalist uygarlık sürecinde sanatsal olarak iyi, doğru ve güzeli tarif etmeye çalışan I. Kant, F. Hegel, J. F. Schiller, A. Schopenhauer, G. Luckas gibi belli başlı filozoflar ve sanatçılarda gerçeğe yakın kimi tespitler ve değerlendirmeler olsa da, bunların analizlerinde “Neden ve nasıl bir sanat?” sorularına verdikleri cevaplar yeni iktidar biçiminin hakikat için belirlediği yöntemlerin kalıplarını aşamamıştır.

“Sanat nasıl yapılmalı?” konusunda epeyce kafa yoran da yine kapitalist uygarlık olmuştur. Uygarlığın kapitalizm öncesi süreçlerinde sistem esasta konularla ilgilenmiş, yani sistemi ilgilendiren şey daha çok sanatla neyi vermeleri gerektiği olmuştur. Ancak kapitalizmde sistemi ilgilendiren şey seçilen konudan çok nasıl verilmesi gerektiğidir. Sanatın tanımının daha önce yapıldığı ve yeni bir uygarlık sisteminin doğduğu düşünülerek, sanat gelişmekte olan kapitalist uygarlığın hakikatine uyarlanmaya çalışılmıştır. Bu aynı zamanda kapitalizmin anlam olarak kendisinden önceki uygarlık sistemlerinden bir farkı olmadığının sanatla itirafıdır. Sanatın zanaat gibi bir duruma gelmesinde bu yaklaşımların belirleyici rol oynadığını belirtmek gerekir. Çünkü kapitalist sistemde toplumsal yeniden yaratım olmadığı için, sanatta hangi konu veya temanın işleneceği değil, sanatın nasıl yapılacağı temel olmuştur.

Kapitalist sistem hep bir tekrarı yaşar. Bu da sanat alanında taklitçilik halini alır. Dolayısıyla tarihte ilk defa sanat kendi dönemine ışık tutmaktan çıkıp var olanların gölgesinde yatan bir asalağa dönüşmüştür. Bilindiği gibi artık sanat hakikati arayan kutsal sesin melodisi olmaktan çıkmış, duygu ve düşünceden uzak, kuralları ezberlenerek icra edilen bir meslek haline gelmiştir. Sanat günümüzde birkaç yıllik akademik eğitimle rahatlıkla yapılabilecek herhangi bir iş durumundadır. Bu da kapitalist uygarlığın “tarihin sonu ve son insan” iddiası ve ideolojik yaklaşımının aslında sanatta çok önceden dillendirildiğini akla getirmektedir. Avrupa Ortaçağı’nın sanatı günahkar gösterip yasaklayan hâkim anlayışını kırmak için Rönesans’ın başlarında toplumsal hakikati ifade etmeye çalışan sanatçılar olsa da bunun sürdürülemediğini, zira kendi içinde zaaflı olduğunu daha sonraki gelişmeler göstermiştir.

Kapitalizmde sanat Yunan köleci uygarlık döneminden daha çok görüngülerin taklidini ifade etmektedir. Maddi yaşam neyse, onun sanat mengenesinden çıkmış halini görmek mümkündür. Sanatın aşırı biçimci kılınıp içeriğin gereksiz görülmesi hali, günümüz insanlığının içinde yaşadığı durumun yansımasıdır. Maddi yaşamın iyi olup olmadığı sorusu sorulmadığı için, ahlaki ve politik toplum gerçeğinden kopan bir çirkinlik hâkim sanatsal ifade olmuştur. Güzeli tanrısal bir yansıma olarak tanımlamış olan ahlaki ve politik toplumun sanat hakikati ile bu durumu karşılaştır dığımızda, yaşananı ifade edecek tek kelime çirkinliğin bütünlük halinde sunumu’ olabilir. Kapitalist uygarlık döneminde bir fark da sanatın birçok ekolle kendini tanımlamasında yaşanmaktadır. Buna sanatsal arayış neden oldu denilse de, her ekolün daha sonra sanatı bir tarafından tutup parça parça ettiğini belirtmek gerekir. Bu ekoller kapitalist süreçte sanatın hangi oranda sitemin maddi yaşamına bulaştığını da göstermektedir. Kapitalist sistem sürecinde kaba hatlarıyla sanatın geçtiği süreçlere bakılarak bu dönemde yapılmaya çalışanların ne olduğunu belirtmek de konumuzu aydınlatmada destek verecek argümanlar sunacaktır.

Sanat alanında son yaşananların dayandığı dönemi 17. yüzyıldan başlatırsak, bu dönemde insanın yaşadığı içsel dünyayı da yansıtmaya çalışan Barok denilen bir üslupla karşılaşırız. Bu tarzdaki sanat 18. yüzyıla kadar sürer. Daha sonra halkı oyalayan, göz alıcı, ama o ölçüde de yüzeysel bir üslup olarak Rokoko denilen tarz altında sanat yapılmaya ve gösteriş hâkim kılınmaya çalışılır. Bunun aristokrat sinifin ‘Lale Devri’ni halktan saklamak için bulduğu hileli bir yöntem olduğunu vurgulamak gerekir. Sanatın dekorasyona kayması ve sadece bir süsleme öğesi olarak görülmeye başlanması bu dönemde etkili olur. Rokoko üslubunun, onu yaratan yaşam biçiminin 1789 Fransız Devrimi’yle çöküşüyle birlikte hâkim olmaktan çıkar.

Bu yıllarda Paris merkezli sanat çevrelerinde neo-klasisizm adıyla yeni bir sanat üslubu ortaya çıkar. Klasik sanatın yeniden canlandırılışını amaç edinen bu akım, eski Yunan ve Roma sanatını canlandırarak, çözülmüş, saflığını ve soyluluğunu yitirmiş Avrupa sanatını kendi öz kaynağı olarak kabul ettiği antikiteye bağlamayı hedeflemiştir. Yine romantizm 18. yüzyıl Avrupa’sının heyecanını, coşkusunu ve toplumda uyanmış özgürlük tutkularını dile getiren bir akım olmaya çalışmıştır. Akıldan çok duyguya seslenen bir sanat akımıdır. Romantizmi izleyen realizm akımı ise yorum yapmadan gerçeği olduğu gibi vermek amacındadır. Yine adını bir tablodan alan empresyonizm (izlenimcilik) akımı, görüneni olduğu gibi vermeye çalışan natüralist anlayış, sürrealizm, dadacılık, varoluşculuk vb. daha birçok sanat üslubu, tarzı ve ekolü kapitalist uygarlık döneminde kendi since ayrı ayrı olan sanat biçimleriyle karşılaşıyoruz.

Yakından izlendiğinde bu tür arayışların tümünde görülen ortak şey, kendi dönemlerinin toplumsal gerçeğinin baskısı altında kalmaları, kısmen de olsa hissettikleri yanlışlıkları devirecek güçlü çıkışlara ilham olmamalarıdır. Kimi resimde, kimi şiirde, kimi romanda, kimi mimaride daha etkili olmuş bu ismi farklı, ancak arayışları aynı kulvarda gelişen sanat akımları, kapitalist sistemi çirkin gösterme gücünü açığa çıkaramadı. Sanattaki bu arayışlar dinlerdeki mezheplere ve tarikatlara tekabül eder denebilir. Ancak bunlardan hiçbiri toplum nazarında tarikat ve mezhepler kadar etkili olamadı. Bunlar toplumun sistemle bütünleşmesinde öncülük görevi gördü. Sanat adına tüm bu arayışlar özünde rotasını kaybetmeye başlayan birey ve toplumun kendini bulma çabasına da bir işarettir. Ancak sistem merkezli oldukları için her arayış, her çırpınış derin sulara sürüklenerek boğulmakla sonuçlandı. “Denize düşen yılana sarılır” misali kapitalizmde sanatçılık adına çırpındıkça daha çok sisteme sarılma yaşandı, yaşanıyor.

Sanat konusunda kapitalizm, köleci sistemin gerisinden ona yakın durmaktadır. Kölecilikte sürekli gelişme gösteren mimari olurken, sanatın diğer dallarında tükenişe doğru bir gidiş gözlemlenmektedir. Aynı şey kapitalist uygarlık aşamasında da vardır. Ancak bir farkla: Kölecilikte destan, şiir, müzik ve tiyatro alanlarında bir gerileme görülürken, kapitalizmde bu alanlarda gerileme değil tam bir bitiş yaşandı. Örneğin roman, şiir, tiyatro ve müzik başta olmak üzere sanatın bir bütün olarak öldüğünü, ama mimaride devasa gelişmelerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu hakikatin anlamı şudur: “Ey insanlık, artık sana verecek ne bir duygum ne de düşüncem kaldı, ama beni kabullenmezlik de edemezsin; çünkü ben maddi ve teknik olarak yüce ve güçlüyüm. Elimde devasa askeri ve istihbarı gücüm var!” Hakikatin büyük ifade sahası olan sanatın ölmüş olması, insanların büyük beton yığınları içinde ve önünde kendilerini karınca gibi hissetmelerine yol açıyor. Sanatsızlık insan topluluklarının her türlü kötülüğe, yanlışa ve çirkine alkış çalmalarına neden oluyor.

Tespit edilebildiği kadarıyla ziggurat yapılırken değişmeyen bazı kurallar söz konusudur: Yerleşim alanının en hâkim yerinde inşa edilmesi, çok katlı ve diğer tüm yapılardan daha yüksek, temiz ve süslemeli olması ve köle mahallelerinin dışında yapılması her zigguratın değişmez özelliği olmuştur. Bu kural bugün artık tüm şehir planlamalarında genelde uygulanıyor ve egemenlerle ezilenlerin farkını gizleme gereği duyulmadan yaşamsallaştırılıyor. Tüm metropollerde kenar mahalleler, gecekondu mahalleleri, varoşlar, sanayi bölgeleri gibi kavramlarla duyduklarımız, bu ziggurat inşa ilkesinin kapitalist dönemdeki karşılığı olmaktadır. Çağın ‘maskesiz tanrılar ve çıplak krallar çağı’ olması gerçekliğinin sanatsal ifadesinin mimarideki yansımasıdır bu. Gerçek anlamda sanat eserleri yapılmamasının toplumun kutsal değerlerine değer verilmemesiyle bire bir ilişkisi vardır. En güzel eserin en çok para kazandıran eser olması, çağın hakikatinde paranın komuta mevkiinde bulunmasındandır. Yani her şey gibi sanat eseri de taşıdığı güzellik ve aradığı hakikatin gücüyle değil, getirdiği parayla ölçülmektedir. Kapitalist gerçeklik içinde sanat güzel ve iyi duygular ve doğru düşünceler için değil para için yapılmaktadır.

Kapitalist sistemde sanat ile insan yozlaşmaya çekiliyor. Porno gibi cinselliği pazarlayan sapkınlıklar bile sanattan sayılmaya başlanmıştır. Kadın gibi toplumsal yaşamı kuran bir yaşam öznesinin kapitalist sistemde cinsel bir meta haline getirilmesinde en etkili aracın sanat olduğu ortadadır. Kapitalist sanat ve edebiyatta, üslubun egemen erkek tarzından kaynaklı olarak, kadın ve erkek sefil ve köle iki cinsel meta olarak sunulmaktadır. Artık romanda, şiirde, müzikte insani aşk, insanın hakikat aşkı değil, toplumun ahlakını tüketen cinsel güdü belirleyicidir. Kapitalizmde kutsallık, destanlar, roman ve şiir yoktur. Topluma mal olacak büyük aşkların yaşanması, her şeyin bencillik içinde yok edilmesinden dolayı mümkün değildir. Sistem bu ruhsuz çirkinliğini, tıpkı Sümer köleci uygarlığındaki gibi kendini olabildiğince sanatsal sunarak, bunun için akademiler, uzman ekipler kurup bu işi geliştirmeye özel bir ilgi gösterme şeklinde aldığı tedbirlerle götürmeye çalışıyor. Her ne kadar sanatın evrensel yanı güçlü olsa da, kapitalizmde sanat milliyetçi kılınarak evrensel dili neredeyse tümüyle ortadan kaldırılıp dar bir bölgeye sıkıştırılmıştır. Bunun kültürel emperyalizmle direkt ilişkili olduğunu da vurgulamamız gerekir.

Kapitalizmde sanatın başına getirilenleri gören düşün ve sanat insanları da olmuştur. Bunlardan en çarpıcı ifadelerle yaşananları dile getiren Theodor Adorno olmuştur. Adorno, “Bir zamanlar protesto niteliği taşıyan trajedi bile modern dönemde teselli anlamına dönüşmüştür” diyerek, “sanat yalnızca gerçeklik ile uyuşmayı ve yaşama yeniden biçim vermekten geri durmayı telkin etmektedir” belirlemesiyle sanatın hakikat arayışından koptuğunu açık bir dille ifade etmiştir. Ona göre sanat mevcut toplum içinde “bir esir haline gelmiştir.”

Devletçi uygarlık sistemi toplumsal yaşamın hakikatini değişik yöntemleri kullanarak adım adım son noktaya getirdi. Kapitalizmde de hakikat arayışı bitmiştir. Günübirlik yaşam içinde dümen alan bireycilik bunun ifadesidir. Aynı gerçekliği daha çarpıcı biçimde sanat alanında da görüyoruz. “Hakikatle bağını yitiren sanatlar abartılı duruma düşerek ve minimalize olarak toplumsal gerçekliği ifade etmekten uzaklaşırlar”6 belirlemesi kapitalist dönem sanatını çok güzel tanımlamaktadır. Toplumsal hakikatin ifadesi olan sanatlarda en iyi olanı sevinç duygusu ile verip yaşamın anlamına zenginlik ve üretkenlik katmak esasken, günümüzde sevinç sarhoş eden günübirlik eğlence derekesindedir. Sevinilecek, coşulacak, kendisinden haz alınacak, mutlu edecek bir şey kalmayınca, sanatın bu gerçeği çirkin diye gösterme görevinin olması gerekirken bu yapılamıyor. Çünkü ortada sanatçı değil, sanatçılar adına meslek sahibi memur adamlar’ vardır. Her mesleğin bir kalıbı olduğu için, sanatsal eylem gibi en yaratıcı saha bu meslek kalıpları içinde tutsak edilmiştir. İşin garip yanı bu tutsaklığın özgürlük olarak algılanmasıdır. Daha da beteri, bu algıyı daha çok sanatın topluma yaymasıdır. Burada geçerli kalıplar kapitalist modernitenin yaşam ölçüleridir.

Sanatçı kimliğini taşıyanlar sanatın gerçek manasına sığınıp ondan besleniyorlar. Oysa sanatçı toplumsal hakikatten beslenip, sanatı toplumsal yaşamın gizemli sırrına açılan bir kapı yapmakla görevlidir. Sanatçının ahlakiliği ve politikliği bunu gerektirir. Toplumdan ve onun gerçek hakikatinden kopan sanatçı, sanat üslubu ve ürünleriyle kendisi ile egemenler arasında bir köprü kuruyor ve iktidar hakikatinin bir parçası oluyor. Bu durum sanatla toplumu kendi hakikatinden uzaklaştırmaya, egemen olanı yüceltip çirkini güzel boyası ile boyayarak orta yere sermeye neden olmaktadır. Gerçek sanat toplumda yaşanan acı, hüzün ve tasa gibi katlanılması zor durumlar karşısında yerinde ve zamanında onlardan kurtulmayı ve bir daha aynı durumlarla karşılaşmamayı salık verirken, uygarlık sanatında bu durumlar kader diye topluma sunuluyor. Bu ise sistemin kendisini tanrısal bir buyruk olarak sunmasının, “Evvel ve ebed benim, ya benimle ya hiç” iktidar ilkesinin yansımasının sanatsal ifadesidir. Hemen hemen tüm sanat eserlerinde verili sistem dışında başka bir çıkış yolu gösterilmiyor. Mekânlar, dekorlar, sesler, renkler, çizgiler uygarlık kültürünün sınırları dahilinde seçiliyor. Ancak her ne hikmetse, sanat adına konuşanlar sanatın sınırsızlığından, onun büyük yaratıcı gerçeğinden bahsetmekten de geri durmuyorlar. Bu da anlamın yaratılmasında en büyük olanaklara sahip insanlar olan sanatçıların hazin sonlarına bir işarettir. Çünkü sanat ile sanatçı, içerik ile biçim gibi aynı eserin içindedir.

Sistemin hakikat yitimi son zamanlarda simülasyon denilen bir yöntemi devreye koymasına neden olmuştur. Birçok eserde toplumsal yaşamda gerçeğinde olmayan olay ve olgular, uzaylılık, başka bir dünya ve olmayan canlılar tema olarak seçilip tekniğin gücüne de sığınarak işlenmektedir. İnsanın hayallerinin saptırılmasını anlatan bu durum ile çirkinliğin değişik bir biçimde üstünün kapatılması sağlanmaya çalışılmaktadır.

Hakikat arayışında yeni yöntemler bir zorunluluk haline geldiklerinde, sanatın işlevi topluma ve bireye ruh vermek, canlandırmak ve yol yürüyüşü boyunca kendisini biçimlendirmektir. Ancak yaşananlar toplumun toplumsallıktan çıkarılmış durumunun bir yansımasıdır. Bireycilik, maddiyatçılık, kültürel değerlerin endüstrileştirilmesi vb. sistemin hakikati olan sanatta da yaşanmaktadır. Toplumun ve tarihin ortak duygu ve düşüncelerinin eseri olan sanatlar paramparça edilerek, ahlaki ve politik olma gerçekliklerinden kopartılıp, sadece bazı bireylerin insafina terk edilmiştir. Tümüyle manevi kültürün bir ürünü olan sanat, ekonomi gibi maddi bir sahadan daha çok maddi nesnelerle ölçülür olmuştur. Abdulah Öcalan’ın pek güzel ifadesiyle ‘teneke yürekli ve at gözlüklü insanlar çağında yaşamanın sanatsal ifadesi, sanatta tenekeleri ve aşırı tekniği’ temel enstrümanlar olarak kullanmasını beraberinde getirmiştir. Doğal sesler, renkler, toplumsal olay ve olgular yerine yapay ve simülatif olanlar kullanılmaktadır. Newton’un hareket yasasındaki gibi artık bir sanat eserinin başı görüldüğünde ya da duyulduğunda sonunun nasıl biteceği de belli olmaktadır. Çünkü sistemin ulus-devletçi yapısı herkesi, her kültürü aynılaştırmıştır. Sadece biçimde değil, maneviyatsız olarak özde de insanlar birbirine benzetilmiştir. Tıpkı tüm sinema ve dizi filmlerin, müziklerin birbirine benzemesinde olduğu gibi.

“İnsan duygularını yücelten, güzelleştiren ve barışçıl kılan toplumsal sanatın misyonu tamamen zıddına dönüş türülmüştür. Kâr kazancından başka hiçbir kazanç tanımayan ihtiras, sonuca gitmek için güzellik, yücelik ve barış duygularını istismar etmeyi sanatın kendisi gibi yansıtmayla sonuçlanmıştır. Her insan vaat edilen ödüle konmak için, adeta hipodromlarda koşturulan yarış atlarına dönüştürülmüştür…

“Pozitivizmin çerçevesini oluşturduğu bilim ve sanatlar 1970’ler sonrası krizden nasibini alarak, hakikati ifade etme maskelerinin düşmesiyle yüz yüze kaldılar. Bu, ulus-devlet dogmatizminin parçalanmasıyla yakından bağlantılı bir gelişmedir. Yaşanan, birinci aydınlanmanın karanlık noktalarinda ikinci bir aydınlanmadır. Ulus-devlet toplumsal doğayı mühendislik projeleriyle doğramakla sadece olgusal gerçekliği değil, algısallığını da tahrip eder. Olgu yok edildiğinde algısının da darbe yemesi kaçınılmazdır…

“Toplumsal bunalım ve çareler konusunda tarih boyunca yaşanan gerçeklerin en önemli sonucu bilme eyleminin daha da derinleşmesidir; bunun ihtiyacının duyulmasıdır. Bilim ve felsefe, hatta din ve sanatlar bu anlamda ağır toplumsal bunalımlara yanıt olma ihtiyacıyla yakından bağlantılı olarak gelişmişlerdir.”7

Günümüzde sanatçı ve sanat için gerekli olan, varolma ilkesine göre, kendisini çağıran bu kutsal sese kulak vermesidir.

 

Kaynaklar 

1- A. Öcalan, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
2- A. Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi
3- A.Öcalan, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
4- A. Öcalan, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
5- A. Öcalan, Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, Cilt 1
6- A. Öcalan, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
7- A. Öcalan, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.